Kişilerin inançları, karakterleri, tecrübeleri, kabullenişleri vb, yaşanan korkuların kişide yarattığı etkiyi bile zıttına çevirebilir. Ancak bu çok uzun ve sıkıntılı bir süreç ister. Buna da hayat şartları deriz. Aynı şekilde kişinin mutlu olduğu şeyler, zamanla kişinin aleyhine de işleyebilir. Yani duygular tek başına psikolojiye yön verirse, ilkel toplumlar olarak iradesizce yaşamamız anlamına geleceğinden, insanoğlu gelişmez. Yaşamanın da anlamı olmaz.
Kişi için duyguların tanımları değişir, hatta kullandığımız sözlerin anlamları bile değişir farkındalık arttıkça. Duygular, düşünceye hizmet etmelidir diye bir iddiam yok. Ancak bunlar senkronlu çalışmalıdır. Tıpkı bağlı olarak çalışan kasnaklar gibi. Duygu ve düşünceler arasındaki bütünlük de kanımca tecrübesiz, ilimsiz, sistemsiz olmaz.
Duygu ve düşüncelerin bitmeyen savaşı ve "duyguları kontrol etmeye çalışma" çabaları geçmişten bugüne edebiyattan sanata, hayata her alanda izler barındırır. Ancak insan için önemli olan bastırma değildir. Gönül rızasıdır. Kişi neye inanırsa inansın, gönül rızasıyla inanmalı. Gönlü kabul etmeyen şeyler varsa hayatında, bunların nedenini araştırmalı ve kabullenme/değiştirme yolunda adımlar atmalıdır. Ancak öğrenmenin sonu olmadığını, "oldum" deme lüksünün olmayacağını kabul edebilmelidir. Gönlü buna razı olursa, öğreneceği şeylerle ilgili kanaatleri ve görüşü daha net olacaktır. Duygularla düşünceler çatışmamalı mıdır? Çatışabilir. Ancak sonunda barış mutlaka olmalıdır. İlimle ve tecrübeyle şekil verilmedikçe, duyguların gönül rızası olmadan bastırılması, yaşanmamış tecrübelerden dolayı kişiyi kemiren soru işaretleri olarak kalacaktır. Bu, uyumu değil, uyumsuzluğu ve çatışmayı şiddetlendirecektir.