Telkin ve Hipnuzun Psişik Etkileri

Mefetseger

Moderator
Katılım
17 Ağu 2010
Mesajlar
856
Tepkime puanı
291
Konum
Ankara
İş
Uzman Biyolog
Dr. David Moriarty canlı organizmalardaki enerjinin kökenini araştırırken, sadece, kaslarda ATP'nin (adenosine Triphospate) mekanik enerjiyi sağlayan ADP'ye (adenosine diphospate) dönüştüğünü bulgulamakla kalmadı. Aynı zamanda insanin telkine yatkınlığının artmasıyla RNA (Ribonükleik Asit) ve enzim değişimlerinin sözkonusu olduğunu da ortaya koydu.

F. A. Mesmer ise telkinin terapik amaçlarla kullanılabileceğini bulguladığmda, kale gibi olduğu sanılan insan zihninin korunmasız bir «arka kapısı» olduğunu da gözler önüne serdi. Mesmer, bir cizvit papazi olan Maximilian Hell'den bu konuya ilişkin olarak özel dersler aldı. Hell, 18. Yüzyılda, denekleri uyutarak telkin vermeye dayanan bir yöntem geliştiren Abbé J. C. Faria'nm [1756-18141 bu konudaki başarılarından haberdardı.

Mesmer de Faria'nın bu yönteminin hipnoza bir başlangıç aşaması olduğuna inanıyordu. Bu yaklaşım, Forel, Lefevre, Bernheim, Loewenfeld, Moll ve Wundt gibi o günlerin ünlü psikologları tarafından da benimseniyordu. Bu kişilerin tümü, Mesmer'in hastanın telkinlerle dikkatini başka bir. yöne kaydırılması yönteminin, hipnozun yumuşak bir hali olduğunu düşünüyorlardı.

20. Yüzyılın başlarında W. Von Bechterev, telkinin tedavi edici bir değeri olduğunu kabul eden ilk kişi oldu. Şöyle diyordu: Telkin artık 'hipnoz' adî verilen ruhsal etkinliğe bağlı bir hal değildir. Telkinin, günlük yaşamdaki kişisel etkinin bir aracı olduğu anlaşılmıştır.

Bechterev, telkini bir yandan direnmeye, bir yandan da belirli bir otomatizmaya bağlı olan bulaşıcı bir düşünce olarak tanımlıyordu. Bununla birlikte telkinin edilgin algılamada (rpassive perception) olduğu kadar etkin algılama :) active perception) yoluyla da, ego ile nasıl ilişkiye geçtiğini de ortaya koymuştur. Bechterev bu yaklaşımı ile kişisel hatta toplumsal bilinç konularına da girmiş oluyordu. Bu noktada telkinin ya mantık yoluyla ya da direkt eylem yoluyla etkili olduğu sonucu çıkıyordu ki, Bechterev bunu 'Seelen-zustânde' ya da psişik salkımlar [:psychic constellations (s) ] şeklinde adlandırıyordu. Bugün bu olguyu duygusal çekim şeklinde tanımlıyoruz.

Bechterev, Mesmer'in çalışmaları sırasında, tedavinin amacı açıklanırsa ve bu da hastanın bilinçdışı istekleri ile uyumlu olursa başarılı sonuçlar elde ettiğini farketti. Bunun yanıslra sürekli konuşarak ya da gülerek bilinçli bir şekilde telkine direnenler de vardı. Öte yandan Bechterev subaylara, diğer askerlerin itaat etmelerinin, cezalandırılma tehdidi ile ortak bir anlayış içerisinde olmalarından kaynaklandığı sonucuna da vardı. Telkin bu yüzden baskı ve vaadlerin eklenmesiyle güçlendirilebiliyordu, tıpkı misyonerlik kurumlarında olduğu gibi.

Güçlü bir kendi kendine telkinin etkisi altında olan birisi bu telkin gücüyle birtakım ilginç tezahürler ortaya koyabilir. Bu konuya ilişkin olarak önemli denebilecek derecede bir örneği nakletmek istiyorum. Bir ayakkabı tamircisi olan Alman Schlater, tüm Amerika kıtasına ilahi bir haber yaymakla görevlendirilmiş olduğuna kuvvetle kendisini inandıran halüsinasyonlar görüyordu.

Amerika'nın dünya üzerindeki her garip mezhebin barınabileceği bir cennet olma****sı bir yana, adam Amerika'nın nerede olduğunu bile bilmiyordu. Dükkanını sattı ve Kitabı Mukaddesi'ni de hiç yanından ayırmadan Amerika'ya doğru yola çıktı. Ateşli vaazlar verdi, ellerini hastaların üzerine koyarak şifa verdi ve hemen ardında izleyicileri oluştu. Meksika'da ortadan kayboluncaya değin «kutsal» bir şöhret içerisinde eyaletten eyalete dolaştı durdu. Müritleri Schlater'in cennete çıktığı söylentisini yaydılar. Fakat sonunda cesedi bir ağacın dibinde bulundu. Elinde hâlâ sıkı sıkıya tuttuğu bir Kitabı Mukaddes vardı.

Yakın zamanlarda Yale Üniversitesi'nden Stanley Milgram, bilincin telkine direnme dayanıklılığını konu alan önemli bir deney yaptı. Milgram ABD'de de bir Auschwitz dehşetinin olup olamayacağını öğrenmek istiyordu. Kadın olsun, erkek olsun herhangi bir Amerikalı Auschwitz'de olduğu gibi masum insanların acı çekmelerine hatta ölmelerine göz yumacak mıydı? Üçüncü Reich Dönemi'nin ölüm kamplarında uzun villar süren bir beyin yıkama sözkonusuydu. Burada ise bu olamayacağına göre, böyle bir deney düşüncesi daha baştan anlamsız gibi görünüyordu.

Milgram deneyini geçerli hale getirmek için, öncelikle kendi öğrencilerini bu işin dışında bıraktı. Çünkü öğrencileri Milgram'in bu konudaki olağanüstü bilgisine ve değerlendirmelerine güven duymayı öğrenmişlerdi. Milgram'in deney için en azından bin kişiye gereksinimi vardı. Sonuçta bunu başardı ve halktan Amerikan toplumunun ortalamasını simgeleyecek şekilde bin gönüllü buldu.

Araştırmanın amacı, deneye katılmak için başvuranlara, «öğrenme kapasitesi üzerinde cezanın etkisini değerlendirme» şeklinde açıklandı. Bir gönüllü «öğretmen» rolünü oynarken, bir diğeri de hemen yandaki odada bir sandalyeye kayışla bağlanarak «öğrenci» rolünü üstleniyordu. Öğrenciye ezberlemesi için bir çift sözcük veriliyordu. Hata yaptığında ise ceza olarak elektrik şoku uygulanıyordu.

Öğretmen gönüllü, elektrik akımını kontrol eden otuz kadar düğmeyi kullanarak 15'den 450 volta kadar yavaş yavaş cereyanı arttıriyordu. Öğrencinin her başarısızlığından sonra yalvarmasına ya da tepki göstermesine bakılmaksızın düğmelere basılıyordu, hatta elektrik şokundan ötürü ölüm belirtileri gösterseler bile bu iş böylece sürüyordu. Gönüllü olan kişiye öğrencinin aslında kiralık bir aktör olduğu ve deneyde elektrik kullanılacağı söylenmemişti.

Milgram'ı asıl şaşırtan nokta, hemen hemen tüm gönüllüler en şiddetli şekilde canhıraş çığlıklar attıkları zamanda bile, talimatları harfi harfine uygulamışlardı. Gönüllülerin tümü, son derece değerli bir deneyi yürütmekle görevli uzman bir bilim adamına güven duymuşlar ve adeta bu deneye teslim olmuşlardı. Zaten bu konunun yabancısı olarak bu kişiler vicdanlarını kullanma ya da olayı değerlendirme durumunda değildiler.

Troyes'li (Fransa) bir eczacı olan Emil Coue, şu sözleriyle daha az başarılı olduğunu ortaya koyuyordu: «Her gün, her 'bakımdan daha çok iyileşiyorum.»

Çünkü sonuçlar çok yavaş bir şekilde beliriyordu. Yine de, haklı bir iyimserlik ile anlamsız beklentiler arasındaki ayrımı belirleyen ve beşeri sağduyuya dayalı bu yöntem, diğer «her derde deva» çözümler gibi başarısızlığa mahkum edildi. Coue'nün yöntemi dolaysız olarak zihne yönelikti ve etkisini dinleyicilerine kanıtlarla değil sözcüklerle açıklıyordu.

1949'da Berlinli Prof. J. H. Schultz'un, yoganın Batı'ya uyarlanması ile ilgili çalışmaları çok daha etkiliydi. Prof. Schultz'un amacı mucize değil, fiziksel ve zihinsel bir gevşeme sağlamaktı. Profesör işe çok basit, bir deneyle başlıyordu. Buna göre deneğe gözlerini kapatmasını ve iki parmağını çapraz bir konuma getirmesini söylüyordu. Bu. çapraz parmakların arasına bir kalem yerleştirildiğinde ise denek orada sanki iki adet kalem varmış gibi bir duyguya kapılıyordu.

Zihinsel bir gerilim içerisinde yatakta yatarken kol ve bacaklarımızın kesiti aşağı yukarı dairesel olup, ancak yüzeylerinin küçük bir kısmı yatak çarşafıyla temas durumundadır. Eğer bu sırada bir gevşeme olursa, kesiti genişleyerek eliptik bir şekil alan kol ve bacaklarımızın yüzeyinin çarşafla olan teması böylece artar. Kendi kendine telkin emri sadece bir gevşeme talimatı değil, aynı zamanda şilteye daha derin bir şekilde gömülme talimatıdır da.

Bu arada zihin bu emrin uygulanmasına konsantre olurken, gerilime neden olan endişeyi bir yana bırakır. Bundan sonra beden aşamalı bir şekilde gevşer ve uyku olası duruma gelir. İki ya da üç haftada bir gece, beş dakika kadar bu uygulamayı yapmak kişiyi birden iç alemine dalma ve günün herhangi bir saatinde hızla gevşeme noktasına getirecektir. Böylesine aşamlı bir gevşeme mide kasları, hatta ciğerler ve kalp için de son derece yararlıdır. Yöntem bir kez öğrenildi mi, bir tabure ya da sandalyede otururken bile kolaylıkla uygulanabilir.

Telkin, Dr. William Sargant'in «Battle for the Mimd» (Zihin için Savaş) ve «The Mind Possessed» (Obsède Zihin) adlı yapıtlarında da sözünü ettiği gibi, büyük ölçüde uygulamaların düzenliliğine ve tekrarına bağlıdır. Tüm dinsel inanç sistemlerinde Tanrı'yı öven ilahilerde bu prensibin uygulandığı görülür. Burada amaç zihni belirli bir trans durumuna sokmaktır.

Konunun dinsel kısmı bir yana, yine telkinin etkin bir rolü olduğuna inanılan bir başka olaydan söz etmek istiyorum. Tıp kitaplarına göre «siğil», derinin üzerinde patalojik olarak gelişen kabarcıklar, üstderide gelişen pürtüklü ur şeklinde tanımlanıyor. Siğilin ortaya çıktığı gibi kaybolacağı sanılır fakat bir çoğu yaşam boyu, ya da bir müdahaleyle alınıncaya değin varlığını sürdürür. Siğillerin halk arasında sık sık ortaya çıkması ile banyoların ayrılması arasında dolaysız bir ilişki olduğu görülür.

Geçen yüzyılda bunlardan ilki aşırı bir şekilde yaygındı, diğeri ise pek o kadar yaygın değildir. Onaltmcı Louis Fransası'ndaki kadın ve erkekler siğili 'grains de beauté' (güzellik tohumları) şeklinde tanımlayarak, siğil oluşturmak için gereken her şeyi seve seve yaparlardı. Bununla birlikte çoğu kişi siğillerinden kurtulmak ister. Bu amaçla çocuklar özenle temizlenir, yetişkinler ise yakıcı maddeler kullanırlar ya da x ışınlarına başvururlar.

Tıbbin uğraş alanına girmeden çok önceleri, siğillerin kesilip atılmasının sıklıkla ölümcül urların ortaya çıkmasına neden olduğu farkédildi. Dünyanın bir çok yörelerinde, siğillerin düşmesi için önce «ana siğilden» kurtulmak gerektiğine ilişkin bir inanç yaygındır. Benim hastalarımdan biri, genç bir delikanlıyken çok sayidaki siğillerinden artık bıktığı için böyle yapmıştı. Siğillerinden birinin çevresini jiletle kesip yararak onu çıkarmış ve bir hafta içerisinde de diğer tüm siğiller düşmüş. Şanslıymış çünkü «ana siğili» bulmuş.

Middlesex Hastanesi Dekanı Lord Alfred Webb-Jonson'a bir yakını elindeki siğillerden kurtulmasını önermişti. Johnson ise bunu reddederek Galler'deki siğil yokeden bir «büyücü kadına» gitmeyi tercih etmişti. Dönüşünde siğillerden eser yoktu.

Mark Twain ünlü romanında Tom Sawyer ile Huckleberry Finn'in mezarlıkta, siğillerden kurtulmak için değişik siğil büyüleri ile nasıl uğraştıklarını yazar. Çağdaş bir okur için bu tür büyüsel uygulamalar son derece anlamsız görünebilir. Hiç kuşkusuz Twain böylesi gizemli batıl inanç örneklerini özellikle seçmiştir. Fakat ya benim kendi çocukluğumda başvurduğum büyülere ne demeli?

Örneğin düşünün ki, dolunayın altında siğilinizi ovalıyorsunuz, bir yandan da siğillerinizin düşmesi için birtakım büyülü sözler mırıldanıyorsunuz ya da 1 yarda [0,9144 m.] uzunluğunda parlak, ipek bir kurdela satın alıyorsunuz ve siğilinizin üzerine sarıyorsunuz ve sokakta yürürken siğilinizi kaybedi veriyorsunuz».

Ve siğillerin sadece «bakma» yoluyla başka insanlara geçtiğini de görüyorsunuz. Bir gün aşçımızın elinin üzerinde bir siğil belirdi. Bir önceki gün ise kadın tramvayda, elinde siğil olan bir kadının karşısına oturmuştu.

«Ona bakmamaya gayret ediyordum, ama yapamadım» diye hayıflanıyordu. Kuzenlerimden birinin, kizkardeşini siğillerinden ötürü kızdırmak gibi bir alışkanlığı vardı. Annem ise siğillerin kendisine «geçebileceğine» ilişkin onu uyarırdı. Sonunda siğiller kuzenime de bulaştı.
Kuşkusuz bunlar batıl inanç ve telkinlerden ibarettir. Fakat kendim aynı yolla bir fırsatını bulup siğillerden kurtulmamış olsaydım bu işte bir gerçek payı bulunduğuna inanmamış olacaktım.

Bugün telkinin belirsiz etkileri yerini, çok daha güvenilir olan psikoterapideki hipnoz uygulamalarına bırakmıştır. Psikiyatrist Stephen Black hipnozu bilinçdışı zihne ulaşmanın tek mükemmel aracı olarak kabul ediyor. Aynı zamanda bir deneyin tekrarına olanak tanıması açısından, hipnozun deneysel olarak da varolabilen bir yöntem olduğunu vurguluyor.

Hipnotizma Avrupa'ya olasılıkla Hindistan'dan getirildi. S. Edmunds'a göre hipnotizma, Hindistan'da çok eski zamanlardan beri «jar phunk» (jarna: manevi okşama, phunk: soluk almak) adıyla biliniyordu. Abbé José Custo dio Faria, 18. yüzyılın sonlarında Portekiz Goa'sinda hipnozu uygulamıştı. Panjim kentinin ana meydanlarından birinde yér alan bronz bir heykelde, bir kadına majik paslar yapan biri olarak eanlandırılmıştı.

1862'de J. M. Chareoi(u) Salpetriere Hastanesi'nde hipnozu tanıtıyordu. Freud hipnozu 'bilinçdışı' teorisi için kullanırken, Augusie Forel ise hipnozu 'bilinedışmm yokluğunu' kanıtlamak için kullanıyor ve hipnozun bilinç düzeyine çıkarabildiği şeylerin ancak ve ancak bilinçaltmdan gelebileceğini öne sürüyordu. A. Forel çağdaş felsefi eğilimi izliyordu. Buna göre de asıl psişe, bilinçli zihne etki eden ve orada madde ile ruhun birlikteliği sonucu bir monad oluşturan idealardan meydana gelen ruhtan başka bir şey değildi.

Hipnozun tekniği ve kullanımı, burada tanımlamayı gerektirecek kadar az biliniyor. Herkes hipnoz yapamaz ve herkes hipnotize olamaz. Her zaman haklı olduğuna ilişkin kesin bir inanç taşıyan isterik bir kişilik başka bir zihne teslim olma düşüncesine şiddetle direnir. Daha 1920'lerde M.Bramvvell, hipnoza yatkınlık bakımından bir denekte olması gereken belirli bir bilgi düzeyinden ve elli yaşın altında olmanın bir avantaj olmasından sözediyordu.

Deneğin dikkatini engelleyecek hiç bir şeyin olmaması gerekmektedir ve işbirliğine de istekli olmalıdır. Deneğin hipnoza yatkınlığını belirlemek için Rorschach Testi yöntemini kullanan T. R. Garbin ve L. W. Madow, soyut düşünenlerin, daha pratik bir şekilde düşünenlere oranla hipnoza çok daha uygun olduklarını buldular. Fakat bu tipleri tanımlamak zordur.

Bununla birlikte M. Breüman testteki bu tür salkımları C:constellationsl önemsemedi ve kişilik tiplerini araştırdı. Sonunda isterik olanlarla kaygıya eğilimli olanlar arasındaki zıtlığı buldu. Hipnotize etmeden önce temel kişilik tipinin- bu şekilde belirlenmesiyle denek yararlı olur. Çünkü kişi hipnoz altında bir otomata dönüşmez fakat kontrol altına alınabilir. Breuman'm da belirttiği gibi, «denek sadece kendine göre değil, hipnotizörün anlayışına göre de amaca ulaşmak için çabalar».

Beynin uyanıkken, uykudayken ve rüya görürken gösterdiği faaliyetler arasında nasıl EEG farklılıkları olduğunu gördükten sonra, hipnoz altındayken de EEG'de nasıl çarpıcı değişimler olacağını tahmin edebiliriz. Fakat ne kafa derisi ne de korteks, herhangi bir elektrik potansiyelinin değişimini göstermez. Bu zaten ne uykuda ne de rüya sırasında sözkonusu değildir. Fakat aynı aktivite uyanıkken vardır. Kişinin zihni telkin altındayken, normal za'mandakine göre daha mantıklı çalışır ve bu onun dışa yansıyan bir görünümü olabilir. İşte tüm farklılık buradadır. Zihin ne dinlenir ne de rüya görür.

L. J. Savitz, önemsiz ısı yükselmelerinde ve damar genişlemesi durumlarında bedensel değişikliklerin sözkonusu olduğunu ortaya koydu. Elektro-dinamik yaşam-alanında aşamalı değişimler de olur. Örneğin sürekli olarak deneğe bağlı kalan bir voltametre sayesinde, deneğin ulaştığı hipnotik düzeyin derinliğini ve uyandıktan sonraki durumunda sözkonusu olan değişiklikler saptanır. Bundan ötürü, zihnin hipnoz altındayken ölçülebilir elektriki değişiklikler ürettiği söylenebilir. Bu durum,, deneğin aklından geçenleri banda kaydederek izlememize de olanak tanır.

Bilinçaltında saklı anılara ulaşmanın da bir yolu olan hipnoz, bu anlamda da uzun yıllardır uygulanmaktadır. Bir deneğe çocukluğunun üçüncü yılına geri dönmesi telkini verildiğinde, denek o yaşta gördüklerini, işittiklerini ve hissettiklerini mükemmel bir şekilde nakleder. Üç yaşın altındaki dönemlerle ilgili hatırlamalar ise daha kesik kesik olur.

Sir William Barrett'in hipnotize ettiği bir kızla yaptığı deneyde ya Barrett'in 'bütünleyici benliği' ya da gerçek anlamda bir durugörü durumu sözkonusuydu. Bu deneyde Barrett kızın ağzına birbiri ardına birtakım maddeler koymuştu. Kız ise bunların tadına bakıp Barrett'e bildiriyordu.

Kızın ağzına konulan maddeyi algılaması doğaldı, fakat bu tatma duyusunun kökeni telepatikti. Bugün bildiğimiz şekliyle, hipnotizör ile hipnotize olan arasındaki telepatik ilişki olağanüstü bir şekilde güçlüdür. Denek, hipnotizörün. zihninden geçenleri sürekli olarak algılar. Bu olgu, sadece telepatinin değil durugörünün de hipnoz aracılığıyla yönlendirilebileceğini düşünen S. Edmunds tarafından gözönüne alınmıştı .

Stepken Black ise, belirli bir frekansın tonlarından etkilenmemek üzere deneği eğittiğinde, deneğin tabi olduğu dalgaboyuna ilişkin hiç bir fikri olmadığı sürece asıl sorunun ses inceliği ile ilgili olduğunu biliyordu.
Kaliforniya Üniversitesi'nden Prof. Charles Tart, hipnotize ettiği öğrencilerinden birine, «bedenini terketmesi gerektiğini ve üniver****site kampusunda dolaşarak» gördüklerini anlatması telkinini verdi. Delikanlı önce gittiği yolu tanımladı ve topraktan çıkan bir köstebek gördüğünü söyledi.

Onu yakalaması söylendiğinde ise «yakaladı» ve öğrenci sanki topraktan henüz çıkıyormuş gibi, odanın içerisinde geri geri dolaştı. Odanın ortasında bir sandalyede oturan kendisini nasıl gördüğü şeklindeki soruya ise herhangi bir duygu belirtisi göstermeksizin yanıtladı. Kendisinin bunlardan hangisi olduğu yolundaki bir soruya, «her ikisi de» diye karşılık verdi, biri elinde tuttuğu köstebek, diğeri ise sandalyede oturan kendisi. Az sonra uyanması emri verildiğinde, diğer benliğiyle birlikte kaybolan köstebek olmaksızın kendini sandalyede otururken buldu.

Bu bir durugörü örneği midir, yoksa sadece serbest bir şekilde geliştirilen bir düşlem midir? Öğrenci kampusu tanımlayabilecek kadar tanıyordu ve birisi aniden beklenmeyen bir köstebeğin ortaya çıkışını doğrulamadıkça, gerçekte bir köstebek gibi davranması gerekmeyecekti.

Prof. Tart'ın deneylerinde ortaya çıkan çok daha anlamlı olan bir diğer nokta, öğrencinin bir başka odadaki bir arkadaşının, ona şiddetli bir elektrik şoku verileceğini söylediği an oldu. Elektrik rasgele bir şekilde verildi, yani Prof. Tart bile elektriğin ne zaman verileceğini bilmiyordu. Bir durugörü deneği için bu kolay bir iş olmalıydı ancak öğrenci hiç bir kez bunu başaramadı. Sonra bir EEG aygıtına bağlandı ve bu durumdan tamamen habersiz bir şekilde kendini öylece bıraktığı halde, arkadaşının tam şok verdiği anlarda EEG aygıtının ibresi hareket etti. Öğrenciye arkadaşını acımasız biri olarak düşünmeye konsantre olması istenmişti. Bu, telepatik ilişkiyi kolaylaştıracaktı. Fakat öğrencinin arkadaşına bu durum söylenmemişti, dolayısıyla tek yanlı bir düzenleme sözkonusuydu.

Bununla birlikte öğrencinin, arkadaşının duyduğu acıyı bilinçsiz bir şekilde algılaması aralarındaki telepatik iletişimden kaynaklanmıştı . Bilinç düzeyimiz değiştirilinceye kadar tümüyle hiçbir şeyin farkında olmadığımız bilinçsiz bir durumdayken çok değişik algılamaların söz konusu olması mümkündür.

Telkin ve hipnoz, ESP ve diğer parapsişik fenomenleri anlama konusunda oldukça mantıklı araçlardır.

Maryland Üniversitesi'nden Lawrance Kubie hipnoz altında kimliğin kaybolması ve deneğin aldığı telkini uygulamasının; telkinin kendisine hoş gelmesinden mi, yoksa hipnotizöre körü körüne itaat etmesi gerektiğinden mi kaynaklandığı konularına ilişkin düşüncelerini açıklamıştır . Bugün bizim bildiğimiz kadarıyla, bu görünüşteki kimlik kaybı, deneğin kendi rolünü oynayan iyi bir aktör olmasından kaynaklanmaktadır. Denek en iyiyi yapar, fakat rolünü yaparken kendi ahlaki değerlerini de unutmaz.

Tüm hipnotik uygulamalarda denek hipnotizöre bağlı kalır. Denek bağımsız bir alıcı değildir ve hipnotizörün beklediği başarıyı sağlamak için önemli ölçüde bir enerji açığa çıkartır. Acaba hipnotizörün açığa çıkan bu enerji ile bir ilgisi var mıdır? Ruhsal celselerde hazirun, medyumun oto-hipnoza girmede performans göstermesi için gereken enerjiyi sağlama işini üstlenir. Bununla hipnotizmadaki enerji sağlama arasında bir paralellik olduğu düşünülebilir.

Kaliforniya Üniversitesi'nden Thelma Moss ve Kem Jonhson yakın zamanlarda, bir hipnotizörün deneğine gerçekten bazı tesirler gönderdiğini ortaya koydular. Moss ve Johnson, hipnoz sırasında hipnotizör ile deneğin auralarını gösteren birbiri ardına fotoğraflar çektiler. Kirlian Yöntemi ile elde edilen bu fotoğraflarla ,hipnotizörün aurasında belirgin bir azalma olurken deneğin aurasinm ise giderek daha parlak bir duruma geldiğini bulguladılar. Bu durum, trans halinde hipnoz altındaki kişinin bir başkası kanalıyla ya da bir medyom için kendi kendisine, dışarıdan sağlanan bir enerjiyle sevkedildiklerini göstermektedir.

Ruhsal olaylara ilişkin literatürde, medyomik özellikler gösteren kişilerin çarpıcı olayları çok geniş bir şekilde yer alır. Bu kişilerin bazıları uzun bir zaman önce ölmüş olan bir müzisyen ya da yazar ile irtibat kurduklarını öne sürüyorlar ve oldukça da inanılır yapıtlar ortaya koyuyorlar. Bazı hallerde, tümüyle bilinçli ve uyanıkken viya tahtası kullanarak ya da otomatik yazı yoluyla iradi ya da gayrı iradi trans hallerinde bunlar mümkündür.

Daha önce hipnozdan sözederken aynı bu tür özellikler ile karşılaşmıştık. Fakat burada böylesi tezahürlerin sorumluluğunu üstlenecek bir hipnotizör yoktur. Ve şimdiye değin bir hipnoz deneğinin, yapacak güçte olmadığı halde ne kendisinin ne de hipnotizörün edebî ya da müzikal başarılar gösterdiği hiç görülmemiştir.

Dr. W. E. R. MONS. Beyond Mind
Rider, London 1983, s. 91-101.
 
Üst