Merhaba, bende okuduklarımdan derleme yaptım. Biraz uzun oldu ama olsun.
Ezoterizm, bir konudaki derin bilgilerin ve sırların ehil olmayanlardan gizlenerek, bir üstad tarafından sadece ehil olanlara inisiyasyon(halk dilinde el vermek) yoluyla öğretilmesidir. Ezoterizm bir din veya bir inanç sistemi değildir. Çoğunlukla ezoterik yani ezoterizm ile ilgili veya ezoterizme dair şeklinde kullanılır. Bu öğretinin kullandığı dil "semboller dili" olagelmiş ve bu sembollerin, simgesel anlatımlarının imkânlarından yararlanılmış, hemen her kavimde, her millette, binlerce sene korunarak, uygarlıktan uygarlığa aktarılması mümkün olmuştur. Sembollerin dili ile öğretisini inisiyelerine *kuşaktan kuşağa aktaran, hakkında bilgi bulabildiğimiz ilk Kardeşlik örgütü "Naacal Kardeşliği”dir. Bu örgüt, insanlığın ilk bilinen büyük uygarlığının beşiği olan ve günümüzden 12.000 yıl önce sulara gömülen Pasifikteki "Mu" kıtasında kurulmuş bulunan yönetici rahipler örgütüdür. Ezoterizm tüm din ve zamanlarda kuşaktan kuşağa aktarılan gizli öğretilerdir. Ezoterizm İslamiyet’ten önce mu kıtası, Atlantis, Mısır, Yahudi, Antik Yunan ve İsa zamanında da vardı. İslamiyet’te ise Mevlana, Yunus Emre, Hallac-ı Mansur, Hacı Bektaşi Veli ve Muhyiddin Arabi olarak inceleyebiliriz. Daha yazabilecek bir çok isim(İmam gazali, Hz Hızır, Mimar Sinan, Ak Şemseddin, Fatih Sultan Mehmet ve sayamayacağım yüzlerce belki binlercesi)
İslam peygamberi Muhammed'in ailesi, kuşaklar boyu Güneş mabedinin, Kabe'nin yönetimini elinde tutan rahiplerdi. Zaman içerisinde Kabe'nin içine pek çok kavimin putları dolsa da, Muhammed'in ailesine ve savundukları dini inanca, tek Tanrı inanırları anlamına gelen "Hanif Din" inanırları deniyordu.
İslamiyet'in, kutsal kitabı Kuran dışındaki en önemli kanun koyucusu, Hanif dinin uygulanmakta olan ilkeleriydi. İşte bu nedenle, zaman içerisinde çok farklılaşmış olsa da, ilk kaynağın Ezoterik olması nedeniyle İslamiyet'te de bu öğretinin izlerine sıkça rastlanır.
İslamiyetin Ezoterik öğreti ile ikinci karşılaşması, Mısır'ın Müslüman güçlerce fethi sırasında meydana geldi. İslamiyet'in Arap yarımadasından çıkıp tüm Ortadoğu'ya yayılmaya başladığı sırada Mısır'da halkın bir bölümü Hristiyan, bir miktarı Yahudi ama büyük çoğunluk eski çok tanrılı din taraftarıydı. Gerçi Osiris mabedi yıkılmış ve rahiplerin büyük bölümü Kudüs'e geçmişlerdi ancak Ezoterik doktrin varlığını kuşaktan kuşağa sürdürüyordu. Doktrinin başlıca kaynağı, İskenderiye'deki Yeni Eflatuncu İskenderiye Okulu idi. İskenderiye okulunun üyesi filozofların müslüman gibi görünerek, öğretilerine İslami bir kılıf geçirdiler.Bu filozoflar, Ali yandaşları görünümü altında İslamiyete bambaşka bir boyut getirdiler. Alevilik olarak adlandırılan bu mezhebin bünyesinde, İslam dininin önerdiği anlam değişti. Yaradana tapınma olgusu yerini, Tanrı-evren-insan üçlemesinden oluşan varlık birliğine bıraktı.
Diğer tüm Batıni örgütlenmelerde olduğu gibi Fütüvve'de de derecelere dayalı bir sistem esastı. Toplam 9 dereceden oluşan Fütüvve teşkilatının ilk derecesi Nazil, ikincisi Tim Tarik, üçüncüsü Meyan Beste derecesi idi. 4. derece Nakip Vekili, 5. derece Nakip ve 6. derece de Baş Nakip dereceleriydi ki, bu derece müntesiplerinin en önemli görevleri askeri örgütlenmeyi düzenlemek ve her türlü töreni yürütmekti. 7. derece saliklerine kardeş anlamına gelen "Ahi" adı verilirdi. Türkler arasında yaygınlaşan Fütüvvenin yan kuruluşu Ahiliğin, adını bu kaynaktan aldığı sanılmaktadır. Fütüvve içinde Ahi'lerin görevleri şeyh yardımcılığı mertebesindeydi. 8. derece, herbiri kendi teşkilatının başında olan şeyhlerin derecesiydi. 9. derece ise, tıpkı İsmaili örgütlenmesinde olduğu gibi sadece bir tek kişiye, şeyhlerin şeyhine verilirdi.
Bu kuruluş daha sonra, Selahattin Eyyubi döneminde Sünni Müslümanlarca da benimsendi ve aynı adlı örgütlenmeyi Sünniler de uyguladı. Yine bu örgüt, Ahilik adını alarak, Türkler arasında yaygınlaştı
İsmaililik inancına göre gökler ve yerler yedi kattır. Bu nedenle tarikatte mükemmelliğe 7. ve sonuncu derece ile ulaşılır. Bu derecenin sadece Şeyh el Cebel'e verilmesi, onun mükemmelliğine ve Tanrı ile bir olduğu inancına dayanmaktadır. Diğer İsmaililer en çok 6. dereceye kadar ulaşabilirler. Yani, ancak mükemmelliğe yaklaşabilirler fakat hayattayken onu elde edemezlerdi.
İsmaililer, Tanrının salt ışık olan yüce bir varlık olduğuna ondan çıkmış olan tüm ruhların yine ona döneceğine inanırlardı. Onlara göre, 6. dereceye malik olabilmiş kişilerin ruhları ölümden sonra Tanrıya dönme mutluluğuna erişirken, daha düşük dereceli kardeşlerin ve sıradan insanların ruhları, gövdeden gövdeye geçerek dünyada acı çekmeye devam ederlerdi. İsmaililer için yeryüzü cehennemin ta kendisiydi. Bu nedenle de, şeyhlerinin emri üzerine kendilerini feda etmekten çekinmezlerdi, çünkü, daha iyi bir hayata doğacaklarına inanırlardı.
İsmaili öğretisi, ruhun, gövdede bulunduğu süre içinde yaptıklarından sorumlu olduğunu savunmaktadır. İyi bir kişi olarak yaşanmışsa, bir sonraki hayatta daha üst düzey birisi olarak dünyaya gelinecek ve böylece tüm aşamaların tamamlanması mümkün olacaktır. Şeriatın iddia ettiği gibi bir öte dünya, cennet veya cehennem yoktur. Cennet de, cehennem de bu dünyadadır. Yaşamını mutlu geçirmiş kişi cennette, mutsuz kişi ise cehennemdedir. Kuran'da iddia edildiği gibi Tanrının yargılayıcı bir gücü de bulunmamaktadır. Namaz, oruç, haç, zekat gibi ibadetler gereksizdir. Gerçek inancın gizlenerek, Müslüman görünme adeti "takkiye"nin ilk uygulayıcıları İsmaililer olmuştur.
İsmaililik, Pisagorculuğun bir nevi devamı gibidir. İsmaililer, 7 sayısının kutsallığının yanısıra, birçok görüşlerini ve bu arada beyaz kıyafetlerini, Pisagorculuğun, Makedonyalı Büyük İskender'in Mezopotamya'yı işgal ettiği sırada, öğretisinden son derece etkilenen Saabilikten almışlardır.
İsmaililerin giysileri beyaz tunik üzerine takılan kırmızı kuşaktan ibarettir. Bu giyisi, İsmaililer'den etkilenen Templier Şövalyelerine geçmiş, onlarda beyaz kıyafet üzerine ilave edilen kırmızı bir haça dönüşmüştür.
İsmaili öğretisi, 7 dereceli bir tekamül zincirini içermektedir. Örgüte üye olmak isteyen aday bir yıl boyunca incelemeye alınmakta, uygun görülmesi halinde özel bir törenle inisiasyonu yapılmaktaydı. İnisiye edilenlere beyaz elbise giydirilir ve sonsuz itaat ve ketumiyet yemini ettirilirdi.
Birinci derecenin adı "Müminler" derecesiydi. Bu derecede İslamiyet ve Kuran öğretilirdi. İsmaililer için, semavi bir dini tam manasıyla tanımayan kişi, bu dinin ötesindeki öğretileri anlayamazdı. Müminler derecesinden ikinci dereceye en erken iki yılda geçilebilirdi.
İkinci derece sahiplerine "Mükellefler" adı verilirdi. Mükelleflere, İslam dininin yanısıra diğer dinler de öğretilir ve tek geçerli dinin İslamiyet olmadığı, aksine tüm dinlerin aynı hedefe yöneldikleri gösterilirdi. Mükelleflerden beklenen, dış dünyada aday olabilecek kişilerle temasa geçmeleri ve onları yanlarına çekmeleriydi. Bu derecede de yükselme süresi iki seneydi. Daha sonraki derecelerde müridler altıncı dereceye kadar en erken birer sene arayla yükselirlerdi.
Üçüncü derece, "Dai'ler" derecesiydi. Sır saklama ve ketumiyetin öğretildiği bu derecede, müridlere Muhammed ve ondan önceki yedi peygamberin yaşam ve görüşlerinin yanısıra, tarikatın sırları da yavaş yavaş verilmeye başlanırdı. Marifet kapısı denilen bu dereceye haiz Dai'ler, tarikata girmek isteyenler hakkında araştırma yapar, haklarında karar verirlerdi. Dai'lerin bir başka görevi de mezhep hakkında propaganda yapmaktı. "Dai" kelimesi, Arapçada "Çağıran" anlamına gelmektedir.
Dailer, kendilerinden önceki iki dereceli müridlerden sorumluydular ve aralarında kimin yükseleceğine de onlar karar verirlerdi.
Dördüncü derece "Dai-yi Ekber" yani, Büyük Dai derecesiydi. Dai-yi Ekber derecesini alan müridlere "Baba" da denirdi. Onlar gerçek kapısından Tarikate girmeye hak kazanmışlardı. Daha sonraki yüzyıllarda Yesevilik'te ve Bektaşilik'te müridlere verilen "Baba" lakabı İsmaililer'in bu geleneğine dayanmaktadır. Dai-yi Ekber'ler tüm Dai'lerin başı durumundaydılar. Onlar, Dai'ler kuruluna da başkanlık ederlerdi.
Tarikatın gerçek sırlarının verilmeye başlandığı derece, "Tarikat kapısı" adı verilen beşinci dereceydi. Bu derecede tüm dinlerin, bu arada İslamiyet'in gereksizliği anlatılır ve saliklerine, "bir yudum emenler" anlamına gelen "Zu Massa" denilirdi .
Hüccet adı verilen ve "Hakikat Kapısı" denilen altıncı derece, bir İsmaili'nin ulaşabileceği son dereceydi. Bu derecede evrende varolan ikilik, Tanrının üçlü vasfı ve kainatı meydana getiren dört büyük güç gibi Batıni doktrinin en önemli sırları verilir, tüm peygamberlerin, diğer bütün din kurucular gibi sadece birer Kamil İnsan oldukları öğretilirdi. Tanrısal nurun "Işık" olduğunun belirtildiği bu derecede ona ulaşmak için derece salikleri ruhlarını arındırmak ve Kamil İnsan konumuna yükselmekle mükelleftiler. İsmaililer, Tanrıya ancak altıncı derece sahiplerinin mükümmel bir yaşam sürdükten sonra, öldükleri zaman ulaşabileceklerine inanırlardı.
Yedinci derece en mükümmel dereceydi ve Tanrısal bir niteliği vardı. Bu dereceye sadece, Tanrının yeryüzündeki tezahürü olduğuna inanılan Şeyh el Cebel (Doğanın şeyhi) sahipti. Tüm İsmaililerin lideri olan şeyhin diğer unvanları da, "Belag-ı Azam (Kutsal Kelam Üstadı)" ve "Namus-ül Ekber (Büyük Sır Üstadı)" idi.
Birde
Ahmet Yesevi’ye bakalım.
Ahmet Yesevi, her ne kadar bir İsmaili Dai'si idiyse de, kendi tekkesinde bazı değişiklikler yaptı. Mesela, altı aşamalı olan öğretiyi, Fütüvve teşkilatlarını örnek alarak, dokuz aşamaya çıkardı. Yesevi müridinin şeyh unvanı alabilmesi için bu dokuz aşamayı geçmesi ve kurtuluşa ulaşması şarttı. Bu dokuz aşama şöyle sıralanıyordu:
1-Tövbe edenler,
2- Bilginler,
3- Zahidler,
4- Sabirler (Sabredenler),
5- Salihler (Kurtulanlar),
6- Raziler,
7- Şakirdler (Öğrenciler),
8- Muhibler (İstekliler),
9- Arifler (Gönül Erenleri)
Birde
Hacı Bektaşi Veli’ye bakalım
Hacı Bektaş, Tanrıdan varolan insanları dört grupta toplar. Bunlar Tanrıya ulaşma konusunda farklı yöntemler uygulayan insanlardır. Birinci grupta, gerçeği Tanrıya ibadette arayan sofu kişiler vardır ve dünya üzerindeki insanların oldukça önemli bir bölümü bu gruptandır. İkinci grupta tarikatın yolunu uygulayan ancak sofuluktan kurtulamayanlar, üçüncü grupta Tanrı hakkındaki sırları bilme ayrıcalığına sahip, ermişler ve nihayet sonuncu grupta da Tanrı ile birleşmiş olanlar yer alır. İşte Bektaşilikteki bu dörtlü inanç biçimine, "Dört Kapı Öğretisi" denilmektedir. Bir Bektaşi, bu dört kapıdan geçmeden Kamil İnsan olamaz.
İlk kapı, ortodoks dinsel yasaların öğretildiği Şeriat kapısıdır. Bunu, tarikatın gizli pratik ve sembollerinin verildiği Tarikat Kapısı ve mistik Tanrı biliminin öğretildiği Marifet Kapısı izler. Bektaşi için gerçek ancak dördüncü kapı olan Hakikat Kapısı ile gözler önüne serilir.
Dört kapının her biri on basamaktan oluşmaktadır ve kişi derviş olmak niyetindeyse, bu basamakları tırmanmak zorundadır.
Şeriat kapısında İslam dininin temel ilkeleri, Aleviliğin genel koşulları ile "Allah- Muhammed- Ali" üçlemesinin gizemi öğretilir. Bu kapının (derecenin) müdirlerine "Beloğlu" ya da "Aşık" denir. Aşık henüz nasip almamış kişidir. Şeriat kapısının 10 basamağı şöyle sıralanır:
1- İman etmek,
2- Kuran öğrenmek,
3- Namaz, oruç, zekat, haç gibi zorunlu görevleri yerine getirmek (bu zorluluklar bir sonraki kapıda kalkar),
4- Dürüst davranmak,
5- Evlenmek,
6-Cinsel yaşamdaki yasakları bilmek,
7- Muhammed'e ve onun cemaatine uymak,
8- Herkese şevkatli davranmak,
9- Her türlü temizlik kaidesine uymak,
10- Emirler ve yasaklara itaat etmek.
Şeriat kapısı koşullarını tam olarak uygulayan ve mürşidinin de onayı ile ikinci dereceye, Tarikat Kapısı'na geçen müride verilen unvan artık "Yol Oğlu" ya da seven bir dost anlamına gelen "Muhip"tir. Bir muhip ilk iş olarak Pir'e bağlılık yemini etmek ve bundan önceki tüm günahları için tövbe etmek zorundadır. Bundan sonra muhip, mürşidi tarafından tarikat kuralları hakkında eğitilir ve bu kuralları anladığını, kabul ettiğini göstermek üzere saçlarını kestirerek, giysilerini sadeleştirir. Bu kapının dördüncü basamağını çok sıkı bir çalışma ve disiplin terbiyesi, beşinci basamağını da mürşide ve tüm kardeşlere hizmet oluşturur. Altıncı basamakta muhip alçak gönüllü davranmak ve Tanrıdan korktuğunu ihsas etmek durumundadır. Yedinci basamakta Tanrı korkusundan ona sığınarak kurtulan muhip için daha sonraki sekizinci aşama, dikkatli ve ölçülü davranmayı öğrenmektir. Dokuzuncu basamakta maneviyat ve sevgi üzerine bilgisini yoğunlaştıran muhip son basamakta sevginin Tanrısal yönünü tanımakta ve bir üst dereceye geçmeye hak kazanmaktadır. Görüldüğü gibi, İslam şeriatına uyma zorunluluğu daha ikinci derecede sona ermektedir. Kadın ve erkeklerin birlikte katıldıkları bu derecede yapılan törenlere "İkrar ayini" ya da "Ayin'i Cem" adı verilir.
Üçüncü derece, Marifet Kapısıdır. Derece saliklerine "Derviş" adı verilir. Marifet Kapısı töreninin adı "Vakfı Vücut" törenidir. Dereceyi almak için bazen on yıl dahi bekleyen Derviş'e bu törende tarikatın resmi tacı giydirilir.
Marifet kapısında insanın, Tanrının, evrenin gizemleri, değerleri ve anlamlan üzerinde durulur. Doktrinin önde gelen öğretisi olan "Birlik Yasası"nın gizemine varılır.
Yunus Emre
Batıni doktrini halka kendi dilinde anlatan ve sevdiren, bu anlamda da Mevlana'nın gerçek varisi olduğu söylenebilecek kişi Yunus Emre oldu.
Baba İlyas, Hacı Bektaşi Veli, Ahi Evren, Celaleddin Rumi ve Yunus Emre'nin aynı dönemin, aynı koşulların insanları olmaları tesadüf değildir. Nitekim daha sonraki yüzyıllarda, ana kaynak değişmemesine rağmen düşünce yapısı değiştiği için Türkler arasından bu denli etkili düşünürler çıkmamıştır.
İnsan-evren-Tanrı birliğine inanan ve var olanın yalnızca Tanrı olduğunu söyleyen Yunus, çeşitliliğin sadece görüntüden ibaret olduğunu, Tanrısal sudur neticesinde ortaya çıkan evren ile insan'ın yapılarının, ilkelerinin özdeşliğini belirtir. Bu düşünce Yunus Emre'nin şu dizelerinde dile gelmiştir:
"Ay oldum aleme doğdum,
Bulut oldum göğe yağdım,
Yağmur olup yere yağdım,
Nur oldum güneşe geldim "...
"Nur olup güneşe (Işka) ulaşmak"... İşte Yunus'un da gerçek hedefi budur. Ölüm yoktur, yüce kaynağa dönüş vardır. Onun deyişi ile,
"İkiliğe terk et,
Birlik makamı tut.
Canlar canın bulursun,
Birlik içinde"...
Yunus Emre, yetiştiği tekkenin öğretilerine uyarak, Tanrısal imanda üç derece kabul eder. Bunlardan ilki ve en alt dereceli olanı "İlm-el Yakin İman"dır. Akıl ve ilim yoluyla oluşur. Bu tür imanın yeri akıldır ve alimlerin imanı bu türdendir. İkinci derece iman, "Ayn-el Yakin İman"dır. Yeri kalptir. Hakikatin Nurunu henüz görmemiş olan dervişler bu tür imana sahiptir.
Üçüncü ve en yüksek dereceli iman ise, "Hakk-el Yakin İman"dır. Ruhsal sezgi gücüyle elde edilir. Sadece Kamil İnsanlara has imandır. Dinin imanla hiç ilgisi yoktur, Yunus için. O:
"Din ü millet sorar isen,
Aşıklara din ne hacet.
Aşık kişi harap olur,
Işk bilmez din, diyanet" der.
-----------------------------------
"Öyle sırlar var ki ararsın durursun ömrün boyunca
gösterdiğin çaba ve liyakate göre bulduğunu zannedersin
Ne zaman ki vazgeçersin dalarsın dünya işlerine
işte o zaman sana gelir o tüm aradığın sırlar bir bir peşisıra
insanlar buna mucize derler sen ise saklarsın yüreğinde
ne aradığını bilene
bir çiçeğin akşam vakti örtünüp
sabah güneşi ile yapraklarını alabildiğince açışı ile bile yeter
ne zaman ki
gölgen vazgeçmiştir peşinde olmaktan
güneş olması gereken en yüksek noktadadır
sırrın sır olmadığını anladığını vakit
işte olman gereken en iyi durumdasındır."
Aslında anlayana bu şiir çok şey anlatır ezoterizm hakkında.
Hallac-ı Mansur
-------
Muhyiddin Arabi
Ailesi, Endülüs’ün tanınmış ailelerinden biriydi. Sekiz yaşında eğitim almak için İşbilliye (bu günkü adıyla Seville) kasabasına gitti. Büyük hocalardan, İslam bilimleri, tarih ve felsefe öğrendi. Keskin zekası ve güçlü hafızası sayesinde her konuda çok çabuk ilerleme kaydetti. Çok genç bir yaşta iken, adı konulmayan bir hastalık geçirdi ve bu olaydan sonra algısal ve sezgisel büyük bir açılım yaşadı.
Arabi’nin gün yüzüne çıkardığı kozmik sırlar, onun ölümünden sonra tekrar sandıklara kapatılıp dehlizlere gömülmüştür. Her şey tekrar anlaşılmaz semboller haline getirilip sadece tarikat şeyhlerinin emrine sunulmuştur. Fakat, Arabi’yi ve evrenin kozmik sırlarını öğrenmek isteyen herkes, onun hepimiz için yazdığı kitaplarıyla aynı yolculuğa çıkabilir.
Arabi kehanetlerini açık açık ve korkusuzca dile getirirken Nostradamus, kilisenin tepkisinden korktuğu için bunları şifreli hale getirmiştir. Arabi asırlar önce telgrafın çalışma tekniğini anlatarak icadını haber vermiştir. Işığın hareketlerini tespit ederek Edison’a yol göstermiştir. Edison (1847-1931) onun için, “Üstadım” demiştir. Fatih’in İstanbul’u fethini, Yavuz’un Şam’ı alacağını ilham yoluyla haber vermiştir.
Arabi’yle ilgili bir başka rivayet de şudur. Gençken babası Mevlana’yı Arabi ile tanıştırmak için onun ziyaretine götürür. Babası önde , Mevlana arkada yaklaşırlarken Arabi “Fesuphanallah. Bir derya, bir ırmağın peşine takılmış geliyor”, der.
Büyük alimler ve üstatlar Arabi’nin çok yüksek mertebede bir veli olduğunu kabul ederler. Öğrencisi Sadrettin Konevi “Hocam, uyanıkken ve uyurken, geçmiş peygamber ve velilerin ruhları ile görüşüyordu.” demiştir.
Peki Arabi bu kadar eseri nasıl yazmıştır?
Arabi eserlerini ilham yoluyla yazdığını açık açık her zaman söylemiştir. Futuhat-ül Mekkiyye için “Hiç bir bölümü kendi akıl ve irademin ürünü değildir. Allah’ın ilham meleği nasıl yazdırdıysa öyle yazdım” demiştir. Genelde eserlerinin başında, o eseri nasıl ve niçin yazdığını açıklar. Onun kitapları bir olay, bir rüya, bir ilham üzerine yazılmıştır. Örnek olarak Füsus-ül Hikem kitabını gösterebiliriz. 1229 yılında Şam’da iken bir gece rüyasına Hazreti Muhammed girer. Elinde bir kitap tutmaktadır. “Bu Füsus-ül Hikem kitabıdır, bunu al ve insanların faydalanması için içeriğini açıkla,” demiştir. Arabi bu rüyayı manevi bir işaret kabul edip o kitabı yazmıştır. Kendi tabiri ile, o kitap ne bir eksik, ne bir fazla, Hz Muhammed’in elinde tuttuğu kitaptır.
Eserlerinde hayaller gerçek, ruhani şeyler bedenlenmiş, manevi olaylar maddi bir varlık kazanmış olarak ortaya çıkar. Arabi’ye göre hayal de bir gerçektir. Ayrıntılı bir şekilde Hızır ile yaptıkları görüşmeleri anlatabilir. Bir gün, kendisi için, “Dirileri bırakıp ölülerle konuşuyor” diyen birisine haber salar. Adam bir kuşluk vakti gelir. Bu sırada Arabi bir ruhla konuşmaktadır. Adam olaylara tanık olur ve Arabi ona, “Ölülerle oturup kalkan ben miyim, yoksa sen misin?” diye sorar. Ona göre gerçek diriler ölü ruhlar olup onlarla konuşmak da çok doğaldır. Dilediği peygamberin ruhuyla görüşme gücüne sahiptir. İsterse ruhun bu dünyaya inip maddi bir şekil almasını sağlayıp onunla görüşür, isterse kendi ruhunu beden kalıbından çıkarıp ruhlar aleminde onların ruhları ile birleştirirdi. Kurtuba’da yaşadığı sırada, İslam’dan önceki bütün kutup ve velilerin kendisine Allah tarafından gösterildiğini söylemiştir. Gene Fas’ta iken namazda parlak bir nurun kendisini sardığını, zaman ve mekan şuurunu kaybettiğini, hayali bir kişiyle de konuştuğunu söylemiştir. Başka bir gün, rüyasında arşın etrafında uçtuğunu, uçarken bütün yıldızlar ve harflerle nikahlandığını anlatmıştır.
Arabi bilgiyi üçe ayırır. Kaynağı akıl olan, duyu olan ve sır olan bilgi vardır. Sır yoluyla alınan bilgiler, aklın anlama alanı üstündedir. Peygamberler ve velilerin sahip olduğu bu tür bilgiler ilk duyulunca hemen inkar edilir. Özellikle bağnazlar ve kıt zekalılar bunu duyar duymaz inkar ederler. Oysa sır ilmini bilen zaten bütün ilimleri bilir. Arabi, akıl ve duyu organlarıyla idrak edilemeyen, öteki alem yani gayb alemi hakkında da bilgiler verir. Bunu, bazen rüyalarına dayanarak, bazen yarı uyanık haldeki izlenimlerinden yola çıkarak, bazen uyanıkken kimsenin görmediklerini görerek, bazen de bir tür Miraç şeklinde ruhunu yükselterek yaptığını söyler. Bu bilgi edinme yolları akıl ve doğa üstü bir yoldur. İlhamla gelen bu bilgileri akıl yoluyla anlamak imkansız gibidir.
Düsün..
Sen nesin ?
Süphesiz; sen, sen degilsin..
Sen osun.. Ama sen, sen olaraktan degil..
O, bir giris sekli ile sana dahil degildir. Ama, bir çıkıs sekli ile de, senden hariç degildir.. Keza; sen de onun haricinde degilsin. Bu anlattıgım mana ile: Senin mevcud oldugunu kasdetmiyorum.. Keza sıfatını da..
Sunu anlatmak istiyorum: sen hiç bir zaman var olmadın.Olman da mümkün degil..
Her seyi bir yana at..Hiç bir seyle olma.. Hatta sen, sen olma.. Hele nefsinle hiç olma..Onunla, yani: Hak'la da olma. Hatta, onda da olma. Onunla birlikte de olma..Fakat, sunu da unutma ki: Sen, ne bir fanisin; ne de bir mevcud.. Sen osun ; o da sen..Bu arada su manayı da anla: Allah-ü Taâlâ alemlerden hiç birine muhtaç degildir; ganidir..Bunun böyle olması için ne bir illet lazım gelir; ne de bir sebep..
Simdi.. Varlıgını ki, anlatılan manada anladın.. Yani varlıgına karsı bir irfan duygusuna sahib oldun: Süphesiz varlık yönü ile Allah-ü Taâlâ'yı anladın sayılır..Yani: Ona karsı bir irfan duygusuna sahib oldun demektir.Anlatılan bu mananın dısında her sey, bosuna sayılır.
Yani: Faydasız.. sıfır..
Bu manada, ârif zatların pek çogu: yüce Allah'a karsı marifetduygusunu, varlıgın yokluga geçisi ile hasıl olacagına kail oldular.Yani: Marifet duygusunu fena haline izafe ettiler..
Sonra.. Fenadan da geçtiler; fenanın, yani yoklugun da ötesinde aradılar..
Kanaatları buydu..Halbuki bu duygu; açıktan bir yanlıstır ve bir yanılmadır.
Sebebine gelince: Allah'a karsı marifet duygusu; ne varlıgın fenasına, ne de bu fenanın da fenaya varmasına baglıdır .Yani: Ne Mevcud varlıgın yok olmasına, ne de bu yok olmanın
da yok olmasına baglıdır..Hiç bir zaman irfan duygusu; anlatılan hallerle elde edilemez.
O sey ki, hiç bir sey degildir; ona bir vücud, yani varlık verilemez.Sonra.. o sey ki varlıktan yana bir nasibi yoktur; onun için de bir fena hali olamaz..
Ancak fena hali; bu varlıgın isbatından sonra gelebilir. Ki, fenaya müncer olacak bu varlık, bir yönüyle mevhumdur..
Simdi kendine gelmek zamanıdır .
Sen ki: kendini ne bir varlıga sahip, ne de bir fena haline varacak biri bildin.. Ve bu manada bir marifet duygusuna sahip oldun.. İste o zaman: Yüce Allah'ı gerçekten anladın sayılır..
Yani : Marifet sahibi oldun ; demektir..
Bu mananın dısında bir sey ummak bosunadır..
Sevgiler.
