"Gizlimabet Parapsikoloji Platformu"

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Foruma üye olmak tamamen ücretsizdir.

Ödüllü Bir Soru (yule)

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan yule
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
İslam Ezoteizminde zaman konusunu açıklayabilmemiz için öncelikle ezoterizm teriminde ve islamdaki yerinden bahsetmek gerekir. Ezoterizm sözlük anlamına bakıldığında sadece belirli sayıdaki müritlere açıklanan halkın düzeyine inmeyen bilgi ya da öğretiler anlamına gelir. Farklı dinlerde farklı şekillerde anılır. Anca islamda ezoterizm dendiğinde ise ilk akla gelen şey tasavvuftur. Ezoteizm bir anlamda metafizik yani fizik ötesi öğretileri içerir.Bu yola ilerlemek kolay değildir. Ezoterik bilgiler inisiyasyon yoluyla verildiği için aynı zamanda bireyin kendi içine yaptığı bir yolculuktur. Her kişi bu süreci kendi içinde yaşar. burada amaç içimizdeki bilgiye ulaşmak yani tanrısal özü keşfetmektir. Bu nedenle tasavvufta olduğu gibi kişiler çok zorlu yollardan geçerler. Çünkü ezoterik öğretileri sıradan yani bu bilginin sınırlarını kavramayan belli zorluklardan geçmeyen kişilere verilirse sonuçları da elbette olumsuz olacaktır. Nitekim tarihte bazı medeniyetler bu nedenle yıkılmışlardır.
Zaman kavramı ise hala sırlarını koruyan ve bizim onu ancak belirli şeylerin üzerindeki etkisiyle dolaylı olarak anlayabildiğimiz bir kavramdır. Örneğin; zamanın geçtiğini bir şeyin eskimesinden, hareket etmesinden, güneşin doğuşu ve batışından anlıyoruz. İslam ezoterizminde zaman göreceli bir kavramdır. yani kişiden kişiye göre değişir. Mesela benim dişim ağrıyorsa beş dk. beş saat gibi geçer. Ama çok mutlu olduğum bir günde 24 saat bir saat gibi geçer. Ayrıca islam ezoterizmine göre zaman diye bir kavram yoktur her şey tek bir an içindedir. şöyle düşünelim. Dünyanın başından sonuna kadar olan bütün olayları sıralayalım ve bir film şeridi oluşturalım. Ve aynı anda tüm filmdeki her sahneyi oynatalım. İşte biz bu hareketli anın içerisindeyiz. Evrensel tek bir an vardır. Bu açıdan bakıldığında zaman denilen şey olan olmuş tüm olayların olacak tüm olayların birbiri ardınca sıralanmasıdır. Bu nedenle Kuran da olacak ve olmuş olaylardan hep sanki geçmişte olmuş gibi bahsedilir. Bunun sebebi biz bir an içindeyiz. O bir an içindeyiz gelecekteki olaylarda bu an içinde olmuş bitmiştir aslında. Peki diyeceksiniz ki madem her şey bir andır anın niçin tamamında bizler yokuz? Niçin evrende olmuş olayların tamamına hakim değiliz? Çünkü an devamlıdır, zaman is o devamlı olan andan bizim algıladığımız kadarıdır. Yalnızca Allah andadır. Anın tamamının hakimidir. O yüzden geçmiş ve gelecek olayların bilgisine sahiptir. Mesela Allah bir şeyi yaratırken ol demesi yeterlidir. Zaman ve mekanın önemi yoktur. Ancak insanoğlu zamana bağımlıdır. Yapmak istediği bir şey varsa uğraşır, didinir zaman sarf eder.
Tasavvufta da amaç zaman ve mekan kavramlarından kurtulup anda olan tanrıya ulaşmaktır. Bu da her şey bir ve tek olduğunu kabul emekten geçer. Bu nedenle İslam ezoterizminde zamanın ötesine geçmek için türlü yollardan geçen ermişler vardır. Onlar zaman ve mekanın olmadığı salt bilinç boyutuna girerler.
Sevgiyle…

Devamı...

Tarihte bir çok islam alimi ve ermişi zaman denen boyutun üzerine çıkmış ve akıl almaz kerametler göstermişlerdir. Bunun hikmeti her şeyin bir ve tek olduğunu düşünmekten en geçer. Her şeyin sahibi Allahtır. Zamanın sahibi ve yaratıcısı da odur. Allah' a ulaşan için zaman ve mekan yok olur, bir tek an olur. Onların bedeni zaman ve mekandan kurtulur, yalnız bir ve tek olan yaratıcıya ulaşmayı çabalar. Böylece türlü sırlara vakıf olurlar. Zaman kavramı dünya işleri ve dünya il alakalıdır. Ancak an kavramı uluhiyetle alakalıdır. Bu nedenle tasavvufla uğraşanlar dünya işlerinden uzaklaşırlar. Allah' a ulaşmak için çabalarlar. İslam ezoterizminde kişi kendi içine yönelerek Allah'a ulaşmaya çalışır. Çünkü Ana geliş insan noktasıdır. Bu gelişte insan, kainattaki her şeyi kendinde toplamış ve kendisi an, kainat ise zaman olmuştur. Allah'ta anda olduğu için insan Allah'a ulaşmak için kendi içine yönelmesi gerekir. Tasavvufta insan kendi etrafında döner denilişinin nedeni budur. Tıpkı semazenler gibi bir ayağımız sabit olan anda diğer hareketli olan ayağımız zamandadır.

Sevgiyle...
 
Sizin islam ezoterizmi denilince istediğiniz cevap galiba şu; evliya gibi kişiliklerin akıl almaz olayları.Ama bu olayları genellikle kişinin isteğine yardım amaçlı ve belli konularda yapmaktalar.Mesela anlatılan bir olaydan bahsedeyim; (misal) Hacca gitmek isteyen bir adamın başına gelenlerden.Bir evliya onu dakikadan da kısa sürede Hacca götürmüş,orda ibadet etmiş ve oradaki kişilerden borç almış.Eşi inanmamış ve yıllar sonra gittiklerinde oradaki kişilere borcunu verdiğinde anlamış.vs.Onlarda zaman kavramı daha ayrı,boyut farkı var.Yaşadığımız dünya 3 boyutlu ya da biz öyle görmekteyiz.Ama bu zatların boyut kavramı ,zaman kavramı çok farklı.Boyut farkı derken;evliyaların gözleri kapalı iken görebilmesi gibi.Onlar daha derin yaşamıyorlar daha salt yaşıyorlar bu alemi.Mesela hızır dediğimiz kişi;ak sakallı,ak saçlı bilinir.Çünkü genellikle o şekilde görülür,kıyamete kadar yaşayacaktır ve belli kişilere belli konularda yardım edecektir.Normal bir insanın bile şu zamanda 70 yıl yaşayabilmesi mucize iken bu kişiler yaşayabiliyorlarsa,islamda zaman kavramının farklı çalıştığını söyleyebiliriz.Ki farklı olan dediğim gibi boyut kavramı da var.Bu kişiler başka kılıklarda,yaşlarda veya cinsiyetlerde de karşımıza çıkabilirler.Kendinizi bomboş bir kumsalda düşünün.Bir konuda düşünürken birden bir kişinin size yaklaşan gölgesini görüyorsunuz.Düşündüğünüz şey hakkında nasihat verip,birden ortadan kaybolabilirler.Normal bir insanın bunları yapabilmesini mucize olarak nitelendiririz.Ama onlarda zaman,boyut kavramı çok farklı.Bunların asıl temel taşı inanç değerleri.Ve neyi nerede,ne şekilde ve ne için yaptıklarını bilebilmeleri.Bize göre bile adil olmayan bir şey,aslında adil olabilir ki zaten onlar adil olanı yapmaktalar.Onlar bir görevi kendine benimsemiş iyi insanlardı.Ve onların haykırışlarını Yaradan duydu ve onlara görevlerini yapabilmeleri için zaman kavramını ve boyut kavramını bir manada sıfırladı diyebiliriz...
Bu da yeni yorumum,belki düşündüğün şeye ulaşmışımdır artık.
 
''Zamanın ruhunu okumak''

İslam ezoterizminde zaman kavramı diye bir şey yoktur tek mutlak varlık Allah(Allah tan başka bir şey olmaması) ve O ise zaman ve mekandan münezzeh olduğu için gelecek ve geçmiş diye bir şey yoktur sadece ''an'' vardır. An'ın içine ise sonsuzluk sığar.An tektir ve aynı zamanda sonsuzdur, ''an'' Allahın sonsuz derecedeki tecellisinin bir tezahürüdür, suretler farklı öz aynıdır. Zaman bir yanılsamadır. Tasavvufa bir nevi islami nihilizm denebilir, Ondan başka bir şeyin olmadığı, olduğunu iddia edenlerin şirke bulaştığını söyler. Şirk demek ikilik demektir. Bir varlığı ondan gayrı düşünüyorsan ikilik yaratırsın.


''Ondan, bir zaman mefhumu ile haber sormak da imkansızdır.Hasıl-ı kelâm: Onun için ne vaktin, ne zamanların, ne yerin, ne
altın, ne de üstün, ne de onunla beraber bir mevcudun varlığı
düşünülebilir.
Onu istiab edecek; yani: içine alacak ve barındıracak bir mekan
da düşünülemez.. ''

İbn-i Arabi

''Ezel, ebed, kıdem şu içinde bulunduğumuz ve göz açıp kapayacak kadar bir zaman içinde elden çıkardığımız vakte
sığdırılmıştır.
İşbu vaktin içinde, kendini ara.
Unutma ki: Bütün bu gelip geçen anlarda Hakkın gayrısı
yoktur.. ''

İbn-i Arabi
 
biraz araştırma ve kendi bilgilerime dayanarak söyleye bilirim ki
Ezoterik öğretiler , çağlar boyunca ,sadece bu öğretileri almaya hazır kimselere gerektiği gibi verildiğinden ve çağın getirdiği değişikliklere gerek semboloji gerekse de açıklama yönünden uyum sağlayabildiği için günümüze kadar gelmiştir. Bu öğretiler geniş kitlelerde yayılmamış , yayıldığı yerde de bozulmaya uğrayıp yok olmuştur . Bu sayede saflığını koruyan öğretiler bu yüzyılın son yarısındaki “ bilgilenme “ ye paralel olarak kısmen gün ışığına çıkmıştır. Bunun doğal sonucu olarak da yanlış anlamalar ya da yanlı yayınlar da ortaya çıkmaktadır.
Ezoterizm hakkında dikkat edilmesi gereken bir husus da dinlerin ezoterik ve egzoterik yanları olmakla birlikte , ezoterizm sadece dinlerin ezoterik yanı demek değildir . Bunu yanında ezoterizm sadece belli topluluklara ait bir din de değildir. Kutsal olan sadece dinin tekelinde bulunmaz , daha farklı bir deyişle kutsal ile ilgilenen her öğreti bir din olmak zorunda değildir . Ezoterizm kutsal olana daha derin bir bakıştır.
Ezoterizmi genel olarak bir inanç olarak değil de , insanlığın tarihinin başlangıcından günümüze kadar gelen bir gelenek , öğreti olarak algılamak daha doğru olur. Ezoterik öğretiler metafizik öğretilerdir
Amaç Tanrı’dan varolan fakat onun kadar mükemmel olmayan insanın dünya üzerinde yaşadığı hayatlarının sonucunda tekamül ederek yeniden Tanrı’ya dönmesidir. Aynı şekilde bu tekamül süreci için de dünya üzerinde çeşitli ırkların yaşadığı ve sonra da yok oldukları kabul edilmektedir.
İlk çağlardan bu yana bu öğretilerin geniş halk kitleleri tarafından yanlış algılanıp bozulma ile yok olabileceği düşüncesi bu öğretinin üstadlarını öğretilerini semboller ve gizli ifadeler ile aktarma zorunluluğuna itmiştir. Kullanılan semboller ise hiç bir zaman insana uzak olmayan ve anlamına ulaşabileceği sembollerdir.

Sevgili dostlarım birde Kuran-ı Kerim'de bulunan ezoterik öğretime yapılan bir atıfı paylaşmak istiyorum. Halk arasında musa ve Hızır'ın macerası olarak bilinen bu hikaye açık bir şekilde öğrencinin henüz hazır olmadığı bilgiyi zorla almak istemesini kınıyor. Bu şekilde Ezoterizm'i onayladığını açık şekilde ifade etmiş oluyor. Buyrun Kehf Suresi 65 ila 82. ayetler arası. Süleyman Ateşin Çevirisinden aktarıyorum:


"65. (Orada) Kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiştik ve ona katımızdan bir ilim öğretmiştik.
66. Musa ona: "Sana öğretilenden, bana da bir bilgi öğretmen için sana tabi olabilir miyim?" dedi.
67. (O da): "Sen benimle beraber bulunmağa dayanamazsın" dedi.
68. Sana bildirilmeyen bir şeye nasıl dayanabilirsin?
69. (Musa): "İnşaallah, dedi, beni sabredici bulursun, senin emrine karşı gelmem."
70. (O kul): "O halde, dedi, eğer bana tabi olursan ben sana anlatıncaya kadar (yaptığım) hiçbir şey hakkında bana soru sorma."
71. Bunun üzerine yürüdüler. Nihayet gemiye bindikleri zaman gemiyi deliverdi. (Musa): "Halkını boğmak için mi gemiyi deldin? Gerçekten sen çok tehlikeli bir iş yaptın!" dedi.
72. (O kul): "Sen benimle beraber bulunmağa dayanamazsın demedim mi?" dedi.
73. (Musa): "Unuttuğum şeyden ötürü beni kınama ve bana bu işimden dolayı bir güçlük çıkarma." dedi.
74. Yine yürüdüler. Nihayet bir oğlana rastladılar. (O kul) hemen onu öldürdü. (Musa): "Bir can karşılığı olmadan temiz bir cana kıydın ha? Doğrusu sen, çirkin bir iş yaptın!" dedi.
75. (O kul): "Ben sana, sen benimle beraber bulunmağa dayanamazsın, dememiş miydim? dedi.
76. (Musa) dedi ki: "Eğer bundan sonra (bir daha) sana bir şey sorarsam, artık bana arkadaş olma. (O zaman) benim tarafımdan sana özür ulaşmıştır (artık benden ayrılmakta mazur sayılırsın).
77. Yine yürüdüler. Nihayet bir kent halkına varıp onlardan yemek istediler (kent halkı) onları konuklamaktan kaçındılar. Derken orada yıkılmağa yüz tutan bir duvar buldular; hemen onu doğrulttu. (Musa): "İsteseydin buna karşılık bir ücret alırdın," dedi.
78. İşte, dedi bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana sabredemeğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim.
79. O (yaraladığım) gemi, denizde çalışan yoksullarındı. Onu kusurlu yapmak istedim, çünkü onların ilerisinde her (sağlam) gemiyi zorla alan bir kral vardı.
80. Oğlana gelince: Onun anası babası mü'min insanlardı. Bunun, onlara azgınlık ve küfür sarmasından korktuk.
81. İstedik ki Rableri onun yerine onlara ondan daha temiz, daha merhametli (ana babasına iyilik eden) birini versin.
82. Duvar ise şehirde iki yetim çocuğun idi. Altında onlara ait bir hazine vardı. Babaları da iyi bir kimse idi. Rabbin istedi ki onlar (büyüyüp) güçlü çağlarına ersinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Bunları, ben kendiliğimdenyapmadım. İşte senin sabredemediğin şeylerin içyüzü budur."

Ve zamana bağlayacak olursak…
EZOTERİK DÜNYA TARİHİ
Gezegenimizin bilinen tarihi arkeolojik verilere dayanır. Hepimizin bilinen tarih ile ilgili genel bilgilerimiz vardır ama ya bilinmeyen/ezoterik tarihi?
Binlerce yıldır kuşaktan kuşağa kadim öğretiler ve bilgelik okulları ve öğretiler aracılığıyla aktarılan ezoterik tarih şu an için bilinmeyen bir tarih ama ya gelecek bu tarihi doğrulayacak yeni olaylara ve oluşumlara hazırlanıyorsa?
Sümer’lerin, Aztek/İnka/Maya ya da Afrika’daki Dogon yerlilerinin binlerce yıl önceden bugüne aktardıkları ve günümüz biliminin sınırlarını zorlayan bilgileri bize ne işaret etmek istiyor, kökenlerimiz hakkında hangi büyük gerçekleri saklı tutuyorlar. Ezoterik tradisyonlar gezegenimizin iki, üç milyar yıl önce oluştuğunu iddia ediyorlar. Bu gezegen üzerinde milyonlarca yıldır nice nice görkemli uygarlıklar evrim süreçlerinden geçtiler.
Tradisyonlara göre son iki, üç miyar yılda dünya haritasında büyük değişiklikler ortaya çıktı. İlk başlangıçta tüm karalar büyük bir okyanusun ortasında tek bir kıta halindeydi. Bu kıtanın adı “Pangea” idi. Pangeasonradan parçalanarak o günkü dünya haritasını meydana getiren kıtalar çıktı. Sonra o kıtalar defalarca battı, çıktı. Bugünkü kıtaların ilkel biçimleri belirdi.
Kuzey Amerika’yı meydana getiren Laurasia, Güney Amerika’yı oluşturan Gondwana, Avrupa, Kuzey ve Orta Asya, Hindistan, Antarktika, Afrika. Bunlar Akdeniz'le birbirinden ayrılmış durumdaydı. Uzun çağlar boyuncaLaurasia ve Gondwana bir uçtan bir uca ormanlarla kaplıydı. Bu topraklar sonra buzullarla parçalandı. Dünyanın manyetik alanında birçok değişmeler oldu ve söz konusu topraklar birçok değişimlerden sonra bugünkü dünya haritasını oluşturdular.
Eskilerin inançlarına göre, ilk uygarlık buzul çağından önce uzak kuzeyde kurulmuştu. Işık ve güzellik diyarı olan bu bölgeye “Tanrıların Toprakları” adı verilmişti. Çinliler imparatorlarının gücünü Ejderha Tanrı’dan aldıklarını düşünürlerdi. Mısırlılar, “Parlak İnsanlar” ın , Ejderha takımyıldızı doğrultusunda Kuzey Kutup yıldızını işaret ettiğini söylerlerdi. Bazı Hint inançlarına göre, Aryanlar uzak kuzeyde bulunan Sveta-dwipa (Beyaz Ada)dan gelmişlerdi.
Eskimolarda kuzeyli “Parlak Ruhlar” a inanırlardı. Sioux yerlilerinde ise atalarının kuzeyde bir adada oturmuş olduklarını söylemi hakimdi. Bazı öğretilerde, şimdi buzlarla kaplı bulunan kuzey topraklarının dünya beşeriyetinin beşiği olduğu inancı vardı.
Tradisyonlar, gezegende dünya insanlığının ikinci döneminin kutuplar civarında bulunan Hiperborea kıtasında başladığını söylerler. Hiperboreonlar'ın uzun boylu, kumral tenli, açık mavi gözlü, kumral saçlı güzel insanlar oldukları söylenir. Tufandan önce kutup bölgelerinin oldukça sıcak alanlar olduğu ezoterik tradisyonların genel bir kabulüdür. Tufandan önce, kutup bölgeleri oldukça sıcak alanlardı çünkü dünya, güneşe daha yıkan bir yörüngede dönüyordu, ekseni dikti. Dolayısıyla mevsimler yoktu.
Ezoterik bilgilerin aktardıklarına göre Hiperboreonlar, dünyanın bu yörüngesini kendi orijinal gezegenlerine benzeterek iskan etmiş olan parlak insanlardı. Ve beyaz ırkın da ilk atalarını oluşturuyorlardı ve eskiİngiltere’nin Hiperborea ülkesi olduğu öne sürülür. Hatta Maya ve Hint tradisyonlarında Hiperborea Tanrılarıyla Lemurya majisyenleri arasındaki savaşın anlatıldığı metinler vardır. Bu savaş o kadar büyük ve etkileyici olmuştur ki, dünya üzerinde büyük iklim değişiklikleri meydana gelmiş ve buzul çağına girilmiştir.
 
Sevgili arkadaşlar size bir küçük ipicu vereyim. Ezoterizim gizlenmiş, saklanmış ve herkes ile ilgili paylaşılmayan bilgidir. Bu durumda zaman ile ilgili olarak saklanmış gizlenmiş bilgiler neledir. İslam ezoterizmi Zamanın gizledikleri sakladıkları sırlar ilgili ilgili nasıl bir bakış açıcısı geliştirir. İslam alimleri bu konuda ne gibi çalışmalar yapmıştır. araştırmanız ve makalenizde bu soruların yanıtları olmalı. Fikirleriniz, düşünceleriniz çok güzel ama konunun ana hedefinden uzaksınız şuana kadar.
 
yani zamanda gizlenmiş ezoterizm ve islam ile bağlantısı ile ilgili biraz daha somut bir şeyler diyorsunuz doğru anlamış mıyım ??
 
Şu şekilde izah edeyim eğer soru yer çekimi olsaydı ne yazardınız. Araştırmanız nasıl olurdu ve neler bahsederdiniz. Yule nin sorduğu şeyde aslında bu şekilde araştırılıp yazılmalıdır.
 
"İslamiyetin doğuşunda Ezoterik öğretinin etkisi, ayrı bir çalışmanın konusu olacak kadar geniş kapsamlı bir incelemeyi gerektirmektedir. Bu nedenle, bu çalışma çerçevesinde ancak özet bilgiler vermekle yetinmek zorundayız.
Musa ve Yahudi Ezoterizmini incelerken, Mezopotamya'da ve özellikle Harran ovasında yaşayan Saabi inançlı kavimin bir bölümünün, liderleri İbrahim komutasında çeşitli sebeplerden ötürü göç ettiklerini ve göç edenlerin Mısır'a yerleştiklerini görmüştük. İbrahim'in bir cariyeden olma oğlu İsmail ve yanındaki küçük bir grup, İbrahim'in karısı Sarah'ın büyük tepkisi nedeniyle ana gruptan uzaklaştırıldılar. Sarah, kavimin liderliğinin varisi olarak sadece öz oğlu İshak'ın kalmasını ve İsmail'in gelecekte tahtta hak iddia edememesini sağlamak için, İsmail ve beraberindekileri uzak Arabistan çöllerine sürgün göndertti.
Saabi inançlı olan İsmail, Arabistan yarımadasının güney ucuna yerleşti ve burada Yemen Sabaaları devletinin ilk nüvesini oluşturdu. Kısa sürede Arap yarımadasının önemli bir bölümünü kontrolü altına alan bu kavimin yoğun çalışmaları sonucunda barajlar ve su yolları yapıldı. Çöl, yeşile dönüştürüldü ve bir güneş kültü niteliğindeki Saabi inancının gereği olan perçok tapınak inşa edildi. İşte Kabe de bu tapınaklardan birisi, Güneş'e atfen yapılmış olması nedeniyle, belki de en önemlisiydi.
İslam peygamberi Muhammed'in ailesi, kuşaklar boyu bu Güneş mabedinin, Kabe'nin yönetimini elinde tutan rahiplerdi. Zaman içerisinde Kabe'nin içine pekçok kavimin putları dolsa da, Muhammed'in ailesine ve savundukları dini inanca, tek Tanrı inanırları anlamına gelen "Hanif Din" inanırları deniyordu.
İslamiyet'in, kutsal kitabı Kuran dışındaki en önemli kanun koyucusu, Hanif dinin uygulanmakta olan ilkeleriydi. İşte bu nedenle, zaman içerisinde çok farklılaşmış olsa da, ilk kaynağın Ezoterik olması nedeniyle İslamiyet'te de bu öğretinin izlerine sıkça ratlanır.
İslamiyetin Ezoterik öğreti ile ikinci karşılaşması, Mısır'ın Müslüman güçlerce fethi sırasında meydana geldi. İslamiyet'in Arap yarımadasından çıkıp tüm Ortadoğu'ya yayılmaya başladığı sırada Mısır'da halkın bir bölümü Hristiyan, bir miktarı Yahudi ama büyük çoğunluk eski çok tanrılı din taraftarıydı. Gerçi Osiris mabedi yıkılmış ve rahiplerin büyük bölümü Kudüs'e geçmişlerdi ancak Ezoterik doktrin varlığını kuşaktan kuşağa sürdürüyordu. Doktrinin başlıca kaynağı, İskenderiye'deki Yeni Eflatuncu İskenderiye Okulu idi.
Uzun zamandır güçlü bir devlet yapısından uzak olan Mısır, muazzam İslam orduları karşısında fazlaca direnmeden teslim oldu. Halka iki seçenek tanındı, "ya Müslüman olun ya da kılıçtan geçerilmeye rıza gösterin"... Onların Hristiyanlar ya da Yahudiler gibi kendi dinlerini koruma lüksleri yoktu. Çünkü Müslümanların gözünde Tanrı yoluna döndürülmesi gereken putperest kafirlerdi. Başka çareleri yoktu, Müslüman oldular (1).
Halife Ömer döneminde fethedilen Mısır'da Müslümanların ilk işi İskenderiye okulunu dağıtmak ve bu okulca asırlar boyunca toplanmış olan o muhteşem İskenderiye kitaplığını yakmak oldu. Okulun üyesi filozofların yapabilecekleri tek şey vardı. Müslüman gibi görünerek, öğretilerine İslami bir kılıf geçirmek. Bunun için filozoflar, İslamiyetin içindeki muhalefetten yararlandılar ve böylece, İslamın katı kurallarından bir nebze sıyrılmayı başardılar. Hilafet iddiaları nedeniyle Ömer'in karşısında olan peygamberin damadı Ali'nin yanını tuttular. Bu filozoflar, Ali yandaşları görünümü altında İslamiyete bambaşka bir boyut getirdiler (2). Alevilik olarak adlandırılan bu mezhebin bünyesinde, İslam dininin önerdiği anlam değişti. Yaradana tapınma olgusu yerini, Tanrı-evren-insan üçlemesinden oluşan varlık birliğine bıraktı. Sünni ortodoks Müslümanlar bu durumu derhal sapkınlık olarak nitelenirdi. Ama yapabilecekleri birşey yoktu. Karşılarındakiler, peygamberin damadının yandaşıydılar ve hepsi de görünüşte Müslümandılar.
Bu inanış biçimi Arapların zorla Müslüman yaptığı halklar arasında öyle yayıldı ki, Şiilik-Alevilik adı altında, birbirine hiç benzemeyen Zerdüşt İranlılar, Mısır'lı Fatımiler, Şamanist Türkler aynı çatı altına toplandılar. Hepsinin de Ali yanlısı görünmesine karşın Şiiliğin Alevilikle, Batınilikle ve Dürzilikle benzeşmemesinin altında yatan gerçek budur. Zerdüşt yanlıları, kendi dinlerinin birçok normunu koruyarak Şii, Şamanist Türkler Alevi ve Mısır'lılar ile Ali'yi savunan diğer bazı Arap kavimlerinin bugünlerdeki ardılları da Dürzi ya da diğer bazı Batıni mezheplerin üyeleri olmuşlardır.
Şamanist Türklerin İslamiyet'deki rolünü daha sonra incelemek üzere, Mısır'a geri dönelim.
İslamiyeti kabul eder görünen İskenderiye okulu mensupları derhal Yunanlı filozofların ve özellikle de Pisagor ve Eflatun'un eserlerini yaymaya başladılar. Kuran'daki bazı deyişlerden faydalanmasını iyi bilen filozoflar, "Tanrının sıfatlarından birisi de Alim'dir. Bu yüzden Tanrıya en yakın kişiler bilginlerdir" diyerek, kendilerine bir koruma kalkanı kurdular ve öğretilerini bu hüviyetleri çevçevesinde daha da rahat yayma fırsatı buldular. Bu filozoflardan Veysel Karani öyle bir mertebeye yükseltildi ki, onun peygamberin öğretmeni olduğu söylentisi dahi çıktı (3).
Yeni Eflatuncu filozofların etkilen kuşaktan kuşağa yayılarak sürdü. Onların görüşlerinden etkilenen birçok kişi ve mezhep oldu. Filozoflar bu akıma Tasavvuf, kendilerine de Sufi adını verdiler. Bazı kaynaklar Sufi kelimesinin, bu filozofların giydiği kıyafetten doğduğunu öne sürmektedir. Ancak bu, hem zamanın en güçlü bilginleri olan filozofları küçük düşürmek hem de Ezoterik öğretiyi küçümsemek için Sünni Müslümanlarca uydurulmuştur. Sufilerin isminin, Suf adı verilen giysiden geldiği iddiası tamamen geçersizdir. Bugüne kadar hangi felsefi ekol, müridlerinin giydiği elbisenin adını almıştır?
Aksine Sufi kelimesi, bu düşünce akımının kaynağının Yunan felsefesi olduğunun, köklerinin Pisagor ve Eflatun'da bulunduğunun delilidir. Yunanca'da Sofos kelimesi, Akıl-Hikmet veya Bilgelik anlamına gelmektedir. Aynı kökten gelen sufi kelimesi de İskenderiye okulu yandaşlarınca, bu anlamlan nedeniyle seçilmiştir (4). Bu arada, filozof ve felsefe sözcükleri de aynı kökten türetilmiştir. Bu kelimeler, Yunancada sevgi ve güzellik anlamına gelen "Pilos" ile Sofos'un birleşiminden doğmuştur. Diğer bir deyişle felsefe, akıl ve hikmetin önderliğindeki güzellik ve sevgidir.
Ayrıca Yunanistan'da, çok akıllı ve bilgili olduklarını göstermek için kendilerine "Sofistler" diyen bir grubun aslında çok tutucu ve hatta bağnaz kişiler olması, bir başka kelimenin, "Sofuluğun" doğmasına yol açmıştır. Sofu, hemen her dinde aşırı bağnazlara verilen ad olmuştur.
Mısır'da bu gelişmeler olur ve Sufilik tüm İslam alemine yayılırken, İran'da İslamiyet'e karşı bir başka tepki kaynağı ortaya çıktı. O dönemde İran'da Zerdüşt inanırlarının yanısıra, Yuanna İnciline inanan ve "Sen Jan Babtist" Hristiyanları denilen bir grup yaşıyordu (5). Müslüman istilacılar, kendilerine karşı çıkan İran kökenli grupların hepsine birden "Hariciler" adını verdiler. İslama karşı gelenler anlamına gelen Hariciler, ve özellikle de Sen Jan Babtist Hristiyanları zamanla İslamiyeti kabul eder göründülerse de, İran'da yayılan İsmaililiğin ve 10. yüzyılda ortaya çıkan Mutezile akımının önde gelen bir kaynağı oldular.
Hariciler, İslamiyete inanır görünürlerse de, Muhammed'in kutsal kelam olduğunu, diğer bir deyişle İsa'nın bir yeniden doğuşu olduğunu savunurlardı. Kutup yıldızını uhuliyetin simgesi olarak gören ve "Nubuka" adını verdikleri bir Tanrı üçlemesine tapınan Hariciler Pisagor'un üçyüzler meclisini andırır şekilde, üçyüz rahipten oluşan ve "Ahyar" adı verilen bir meclis tarafından yönetilirlerdi. Ahyar'ın içinden seçilen yedi kişilik hükümete de "Abrar" denilirdi.
Sufiler, Mısır'ın yanısıra Mezopotamya'da da son derece etkiliydiler. Eski Babil okulunu andırır biçimde Basra'da çok güçlü bir sufi merkezi, "İhvan-ı Sefa" oluşmuştu (6). Gizli dernekler haline getirdikleri tarikatlarda biraraya gelen sufiler Bağdat'da da aynı merkezi kurdular. Abbasiler döneminde Bağdat'ın İslam dünyasının başkenti haline gelmesi, sufiliğin de tüm Müslüman dünyasında yaygınlaşmasına neden oldu. Sufi önde gelenlerinin üyesi bulunduğu Karamiler mezhebi (7), İskenderiye, Kahire, Bağdat, Basra'nın yanısıra, Kudüs'de, Türkistan'ın birçok kentinde ve Gazze sultanlığının hemen her köşesinde tekke kurdu. İslamiyetin katı ortodoks Sünni taraftarlarına karşı Sufiler son derece akılcı ve gizli bir savaş sürdürürken, Sünnilerin karşısına açıkça çıkan Şii'ler bir süre sonra yenilmekten kurtulamadılar. Buna karşın, Emevilerin saltanatları sırasında uyguladıkları baskı ve zulüm, zoraki müslümanların Sünnilere karşı nefretlerinin içten içe sürmesine neden olmuştu. Bu nefret, İsmaili ve Fatimi ayaklanmaları ile doruk noktasına ulaştı.
Ali'nin iki oğlunun ve pekçok yandaşının Kerbela'da öldürülmelerinden sonra, sağ kalan tek torunu Zeynelabidin'in ve onun soyundan gelenlerin Şii mezhebi inanırlarına İmam olmalarını Sünni yöneticiler kabul ettiler. Ancak bunu, Şiileri kontrol altında tutabilmek için yapıyorlardı ve İmamların hepsi sadece birer kuklaydı. "İsmaililer", İmam Cafer Sadık'ın oğlu İsmail'in imamlığını kabul eden Karamilere verilen ad oldu. Öte yandan köklerini, peygamberin Sünnilerce öldürülen kızı, Ali'nin karısı Fatma'ya kadar götürmeleri nedeniyle de Mısırlı Karamilere "Fatımiler" adı verildi (8).
İsmaililerin hedefi, filozof Farabi'nin deyimi ile, "gerçek akıl devletini, kardeşliğe ve eşitliğe dayanan bir cumhuriyeti kurmaktı". İmam İsmail'in ölüm yılı M.S. 760 olduğuna göre, İsmaili mezhebinin de bu tarihlerde kurulduğu sanılıyor. Ancak, 7 dereceli inisiasyona dayanan İsmaili örgütlenmesine, İsmaili Şeyh El Cebel'i, Meymun oğlu Abdullah döneminde başlandığı biliniyor (9).
İlk İsmaili devleti, M.S. 874'de Hamat Karmat tarafından, İran körfezinin güneyindeki Lasha'da kuruldu (10). Yaklaşık 150 yıl kadar varlığını sürdüren bu devlet tamamiyle laikti. Lasha'da oruç tutulmaz, namaz kılınmazdı ve bir tek bile cami yoktu. Karmatiler adı verilen ve bir meclis tarafından yönetilen bu devletin orduları M.S. 929'da Mekke'yi işgal etti ve Kabe'deki kutsal kara taş "Haceri Esved"i alarak Lasha'ya götürdü. Bu arada mezhebin ortadoğuya yayılmış diğer kollan da boş durmuyor, başta Bağdat olmak üzere tüm büyük İslam kentlerinde gizli İhvan-ı Sefa dernekleri halinde örgütleniyorlardı. Karmatlar bir süre sonra Bağdat ve tüm Mezopotamyayı kontrol eder hale geldiler. Bağdat'daki halife tam anlamıyla bir kuklaya dönüşmüştü ve ipleri de Lasha'daydı. Mutezile akımının Bağdat'ta ortaya çıkışı işte böyle bir ortamda gerçekleşti (l 1). Sünni İslami otoritenin yokluğundan faydalanan sufiler her türlü dini ve siyasi fikri tartışır hale geldiler. Öyle ki, Müslüman topraklarında Tanrının varlığı dahi ilk kez tartışılabildi. 10. yüzyılda, Bağdat hilafeti, yönetimi laikleştirmek zorunda kaldı. Halifeler, teokratik birçok ayrıcalıklarının yanısıra, örneğin Cuma namazında adlarına hutbe okutmaktan bile vaz geçtiler. Namaz kılma, oruç, haç gibi ibadet zorunlulukları kaldırıldı. Alkollü içkilerin satışı serbest bırakıldı ve hatta domuz etinin satılmasına izin verildi. Bu arada, kadınların da erkekler ile eşit olduğu kabul edildi.
Karmatlar, Bağdat hilafetinin ricası üzerine, Haceri Esved'i Kabe'deki eski yerine koymayı kabul ettiler. Bağdat'da yönetim "Ümera" denilen, İhvan-ı Sefa derneklerine dayanan sufilerin elindeydi (12). İslamiyetin başkentindeki bu özgür ortam, İran'dan Türkistan'a ve Endülüs'e kadar birçok yerde yankılarını buldu. Bu dönemde, "Dinlerin Eleştirisi" ve "Peygamberlerin Aldatıcılığı" adları altında felsefi eserlerin yayınlanması dahi mümkün oldu.
M.S. 909'da, İsmaili inançlı bir başka devlet, Fatimiler Mısır'da kuruldu. Karmetiler gibi Fatimiler de, İsmaililiğin 6. derecesine sahip kardeşlerden kurulu bir meclis tarafından yönetiliyordu. Bu meclislerin başında 7. dereceye sahip İsmaili şeyhleri, devlet başkanı konumunda yer alıyorlardı.
Fatimiler, Mısırlı eski sanatkar loncalarını ihya ettiler ve yeni bir örgütlenme ile loncaları kalkındırdılar. "İzciler" anlamına gelen "Fütüvve" adı altında, genç İsmaili sanatkarlardan kurulu muazzam bir askeri güç oluşturuldu (13). Diğer tüm Batıni örgütlenmelerde olduğu gibi Fütüvve'de de derecelere dayalı bir sistem esastı. Toplam 9 dereceden oluşan Fütüvve teşkilatının ilk derecesi Nazil, ikincisi Tim Tarik, üçüncüsü Meyan Beste derecesi idi. 4. derece Nakip Vekili, 5. derece Nakip ve 6. derece de Baş Nakip dereceleriydi ki, bu derece müntesiplerinin en önemli görevleri askeri örgütlenmeyi düzenlemek ve her türlü töreni yürütmekti. 7. derece saliklerine kardeş anlamına gelen "Ahi" adı verilirdi. Türkler arasında yaygınlaşan Fütüvvenin yan kuruluşu Ahiliğin, adını bu kaynaktan aldığı sanılmaktadır. Fütüvve içinde Ahi'lerin görevleri şeyh yardımcılığı mertebesindeydi. 8. derece, herbiri kendi teşkilatının başında olan şeyhlerin derecesiydi. 9. derece ise, tıpkı İsmaili örgütlenmesinde olduğu gibi sadece bir tek kişiye, şeyhlerin şeyhine verilirdi. Tüm Fütüvve teşkilatının lideri olan ve sadece devlet başkanı konumundaki Şeyh el Cebel'e karşı sorumlu olan bu kişinin unvanı "Şeyhüssüyun" idi. Fütüvvenin, o sıralarda giderek güçlenen Sünni inançlı Selçuklulara karşı koyabilecek bir kuvvet olması amaçlanmıştı. Bu kuruluş daha sonra, Selahattin Eyyubi döneminde Sünni Müslümanlarca da benimsendi ve aynı adlı örgütlenmeyi Sünniler de uyguladı. Yine bu örgüt, Ahilik adını alarak, Türkler arasında yaygınlaştı (14).
İsmaililik'de de, diğer batini inanç kurumları gibi ketumiyet esastı ve yemin işkence altında dahi bozulmazdı. İsmaililik'de İmamın Tanrının yeryüzündeki tezahürü olduğuna inanılırdı. İmamlık soydan soya geçerdi ve İmamın söylediği herşey doğru, yaptığı her hareket haklıydı. Tarikatın lideri olan Şeyh el Cebel (Doğanın şeyhi) İmam soyundan gelmekteydi.
İsmaililik inancına göre gökler ve yerler yedi kattır (15). Bu nedenle tarikatte mükemmelliğe 7. ve sonuncu derece ile ulaşılır. Bu derecenin sadece Şeyh el Cebel'e verilmesi, onun mükemmelliğine ve Tanrı ile bir olduğu inancına dayanmaktadır. Diğer İsmaililer en çok 6. dereceye kadar ulaşabilirler. Yani, ancak mükemmelliğe yaklaşabilirler fakat hayattayken onu elde edemezlerdi.
İsmaililer, Tanrının salt ışık olan yüce bir varlık olduğuna ondan çıkmış olan tüm ruhların yine ona döneceğine inanırlardı. Onlara göre, 6. dereceye malik olabilmiş kişilerin ruhları ölümden sonra Tanrıya dönme mutluluğuna erişirken, daha düşük dereceli kardeşlerin ve sıradan insanların ruhları, gövdeden gövdeye geçerek dünyada acı çekmeye devam ederlerdi. İsmaililer için yeryüzü cehennemin ta kendisiydi. Bu nedenle de, şeyhlerinin emri üzerine kendilerini feda etmekten çekinmezlerdi, çünkü, daha iyi bir hayata doğacaklarına inanırlardı.
İsmaili öğretisi, ruhun, gövdede bulunduğu süre içinde yaptıklarından sorumlu olduğunu savunmaktadır. İyi bir kişi olarak yaşanmışsa, bir sonraki hayatta daha üst düzey birisi olarak dünyaya gelinecek ve böylece tüm aşamaların tamamlanması mümkün olacaktır. Şeriatın iddia ettiği gibi bir öte dünya, cennet veya cehennem yoktur. Cennet de, cehennem de bu dünyadadır. Yaşamını mutlu geçirmiş kişi cennette, mutsuz kişi ise cehennemdedir. Kuran'da iddia edildiği gibi Tanrının yargılayıcı bir gücü de bulunmamaktadır. Namaz, oruç, haç, zekat gibi ibadetler gereksizdir. Gerçek inancın gizlenerek, Müslüman görünme adeti "takkiye"nin ilk uygulayıcıları İsmaililer olmuştur.
İsmaililik, Pisagorculuğun bir nevi devamı gibidir. İsmaililer, 7 sayısının kutsallığının yanısıra, birçok görüşlerini ve bu arada beyaz kıyafetlerini, Pisagorculuğun, Makedonyalı Büyük İskender'in Mezopotamya'yı işgal ettiği sırada, öğretisinden son derece etkilenen Saabilikten almışlardır.
İsmaililerin giysileri beyaz tunik üzerine takılan kırmızı kuşaktan ibarettir. Bu giyisi, İsmaililer'den etkilenen Templier Şövalyelerine geçmiş, onlarda beyaz kıyafet üzerine ilave edilen kırmızı bir haça dönüşmüştür.
İsmaili öğretisi, 7 dereceli bir tekamül zincirini içermektedir. Örgüte üye olmak isteyen aday bir yıl boyunca incelemeye alınmakta, uygun görülmesi halinde özel bir törenle inisiasyonu yapılmaktaydı. İnisiye edilenlere beyaz elbise giydirilir ve sonsuz itaat ve ketumiyet yemini ettirilirdi.
Birinci derecenin adı "Müminler" derecesiydi. Bu derecede İslamiyet ve Kuran öğretilirdi. İsmaililer için, semavi bir dini tam manasıyla tanımayan kişi, bu dinin ötesindeki öğretileri anlayamazdı. Müminler derecesinden ikinci dereceye en erken iki yılda geçilebilirdi.
İkinci derece sahiplerine "Mükellefler" adı verilirdi. Mükelleflere, İslam dininin yanısıra diğer dinler de öğretilir ve tek geçerli dinin İslamiyet olmadığı, aksine tüm dinlerin aynı hedefe yöneldikleri gösterilirdi. Mükelleflerden beklenen, dış dünyada aday olabilecek kişilerle temasa geçmeleri ve onları yanlarına çekmeleriydi. Bu derecede de yükselme süresi iki seneydi. Daha sonraki derecelerde müridler altıncı dereceye kadar en erken birer sene arayla yükselirlerdi.
Üçüncü derece, "Dai'ler" derecesiydi. Sır saklama ve ketumiyetin öğretildiği bu derecede, müridlere Muhammed ve ondan önceki yedi peygamberin yaşam ve görüşlerinin yanısıra, tarikatın sırları da yavaş yavaş verilmeye başlanırdı. Marifet kapısı denilen bu dereceye haiz Dai'ler, tarikata girmek isteyenler hakkında araştırma yapar, haklarında karar verirlerdi. Dai'lerin bir başka görevi de mezhep hakkında propaganda yapmaktı. "Dai" kelimesi, Arapçada "Çağıran" anlamına gelmektedir.
Dailer, kendilerinden önceki iki dereceli müridlerden sorumluydular ve aralarında kimin yükseleceğine de onlar karar verirlerdi.
Dördüncü derece "Dai-yi Ekber" yani, Büyük Dai derecesiydi. Dai-yi Ekber derecesini alan müridlere "Baba" da denirdi. Onlar gerçek kapısından Tarikate girmeye hak kazanmışlardı. Daha sonraki yüzyıllarda Yesevilik'te ve Bektaşilik'te müridlere verilen "Baba" lakabı İsmaililer'in bu geleneğine dayanmaktadır. Dai-yi Ekber'ler tüm Dai'lerin başı durumundaydılar. Onlar, Dai'ler kuruluna da başkanlık ederlerdi.
Tarikatın gerçek sırlarının verilmeye başlandığı derece, "Tarikat kapısı" adı verilen beşinci dereceydi. Bu derecede tüm dinlerin, bu arada İslamiyet'in gereksizliği anlatılır ve saliklerine, "bir yudum emenler" anlamına gelen "Zu Massa" denilirdi (16).
Hüccet adı verilen ve "Hakikat Kapısı" denilen altıncı derece, bir İsmaili'nin ulaşabileceği son dereceydi. Bu derecede evrende varolan ikilik, Tanrının üçlü vasfı ve kainatı meydana getiren dört büyük güç gibi Batıni doktrinin en önemli sırları verilir, tüm peygamberlerin, diğer bütün din kurucular gibi sadece birer Kamil İnsan oldukları öğretilirdi. Tanrısal nurun "Işık" olduğunun belirtildiği bu derecede ona ulaşmak için derece salikleri ruhlarını arındırmak ve Kamil İnsan konumuna yükselmekle mükelleftiler. İsmaililer, Tanrıya ancak altıncı derece sahiplerinin mükümmel bir yaşam sürdükten sonra, öldükleri zaman ulaşabileceklerine inanırlardı.
Yedinci derece en mükümmel dereceydi ve Tanrısal bir niteliği vardı. Bu dereceye sadece, Tanrının yeryüzündeki tezahürü olduğuna inanılan Şeyh el Cebel (Doğanın şeyhi) sahipti. Tüm İsmaililerin lideri olan şeyhin diğer unvanları da, "Belag-ı Azam (Kutsal Kelam Üstadı)" ve "Namus-ül Ekber (Büyük Sır Üstadı)" idi.
İsmaililer, Müslüman dünyası üzerindeki etkilerini uzunca süre devam ettirdilerse de, Sünni inançlı Türklerin kontrolü ele geçirmeleri karşısında giderek gerilediler. Karmeti devletinin yıkılmasından sonra Fatımiler de önce Haçlıların saldırıları, sonra iç isyanlar ile sarsıldılar ve nihayet, Selahattin Eyyubi komutasındaki Sünni kuvvetlerince tamamen yok edildiler.
Bu gelişmeler karşısında İsmaililer küçük kalelere sığınmak zorunda kaldılar. Bu kalelerin en ünlüsü, Hasan Sabbah'ın komutasındaki Alamut Kalesiydi. Sabbah ve emrindeki fedaileri, Selçuklu yönetimine karşı sürekli mücadele ettiler ve hem Arap, hem de Türk Sünni ileri gelenlerinin korkulu rüyası haline geldiler.
Sabbah'ın fedailerinin yaşamları pahasına Sünni liderlerine suikastlar düzenlemeleri, İsmaililer ile ittifak halinde olan Haçlı Şövalyelerinin ve özellikle de Templier'lerin onlardan büyük ölçüde etkilenmelerine neden oldu.
İsmaililerin bir tür bugünkü devamı niteliğinde olan Dür-ziler'in tarihi de, onların Hristiyanlar ile ittifakından ve özellikle Templier Şövalyeleri ile iyi ilişkilerinden bahsetmektedir. Batıni doktrinden, kurucuları El Hakim'in Tanrı olduğu dogmasına saplanarak uzaklaşan Dürziler, öncülleri İsmaililer gibi beyaz giyinirler. İnsanları, akıllılar ve cahiller olarak ikiye ayıran Dürzilere göre akıllılar kendileri, cahiller de diğer insanlardır. Mezhebe kabul edilenlere "Akel" adı verilir. Dürzilerin "Darasin" denilen ritüellerinde, gerçek kimliklerini özellikle sakladıkları ve Müslüman olarak göründükleri açıkça belirtilmektedir."
En sonunda böyle bir yazı bulabildim uzun bi konu ve daha önce karşılaşmadığım için yanlış cümleler kurmama açısından olduğu gibi aldım umarım bir sakıncası yoktur. Sevgiyle kalın :)
 
biraz uzun araştırma yaparken cok uğraştım ve toparlamam epey zaman aldı umarım bilgilerim dorudur yanlış bilgi vermek istemiyorum ama öğrendiklerim de beni biraz şaşırttı doğrusu neyse konuya geçelim
Evren ile Tanrı'yı bir ve aynı sayan öğretilerin ve inanç sistemlerinin genel adı Panteizm'dir. Tanrı ile evreni bir, aynı ve özdeş kabul eden görüştür. Panteizm anlam olarak Tümtanrıcılık demektir. Panteizm'in temel ilkesine göre, evrende bulunan her şey tek bir Varlık'tan oluşmuştur. Gerçekte var olan bu tek varlıktır, tüm nesne ve canlılar onun çeşitli görünümleridir. Eski gizemci, Hermetik ve ezoterik toplulukların çoğunda Panteist ilkeler benimsenmiştir ve tüm öğretiler gibi dejenere edilmeden önce de pek çok insana yarar getirmiştir.
Evreni algılayış biçimi olarak Panteizm, Hindu, Buda dinlerinde metafiziğin görünenin ardındaki tek gerçek olduğu geleneğine uygun bir anlayıştır. Felsefî bir tasarım olarak Panteizm ise, eski Yunan felsefesinde Plotinos Rönesans'tan sonra Giordano Bruno ve Spinoza tarafından temsil edilmiştir. Düşünsel kökü Antik Çağ Yunan Stoacılığına dayanan Panteizmin ileri sürdüğü “Evrenin Ruhu Anlayışı”, Hegelciliği veSpinozacılığı doğurmuştur.
Yahudi mistisizmi Kabalacılık tümüyle panteisttir. Vahdet-i vücut anlayışı ile Tasavvuf 'ta da panteist olgu benimsenmiştir. Ezoterizmi, bu toplulukların dejenere olmayanlarını ve halen aydınlanma çalışmalarını sürdüren toplulukların işlevlerini yani inisiyasyonu daha iyi kavramak için Hermetizm ve Neoplatonizm vePanteizm gibi temel öğretilerden mutlaka söz etmek gerekir ki aradaki bağlantılar kurulabilsin.
Ezoterizmi benimseyip uygulayan mistik, okült, teozofik ve ruhsal öğretilerle ilgilenen gruplar ve topluluklar, kendi öğretileri kapsamında çoğunlukla din, töre, bilim ve sanat gibi konuları bir bütün biçiminde işlerler. Öğretilerine göre akıl ve deney yoluyla ulaşılan bilgilerin ötesine geçmeye çalışarak,"sezgi/içe doğuş" yöntemi ile sağlanabilen bilgilere öncelik verirler ve bu öncelik ‘Gizli Öğreticiliğin’ de temeli olur. Ezoterik çalışmalar aslında inisiyasyona yönelik çalışmalar demektir. Bu çalışmalar insanları bazı ‘Hakikatlerle’karşılaştırmak, onlara kendilerini tanıtmak amacıyla yapılırlar. İnsanın Hakikati keşfetmesi için önce kendini keşfetmesi gerekir. İnisiyasyonun bütün amacı insanın kendi kendine sahip olmasıdır. Kaybetmiş olduğu kendini, şuurlu olarak, bu dünyada tekrar yakalayabilmesidir yani benliğin tekrar şuurlu olarak ele geçirilmesi… Kuşkusuz bunun için tek yolinisiyasyon olamaz. Pek çok başka yol da vardır çünkü insanların ihtiyaçları farklı farklıdır. Sadece inisiyatikaktarımlarda ruhsal öğretmenle öğrencinin vazgeçemeyecekleri tek bir büyük hal vardır o da: ”Yüksek ruhsal enerjiyle temasa geçmek” halidir.
Ezoterizmi benimseyen topluluklar, kendilerine özgü bir çalışma yöntemi ve öğretisi olan topluluklardır. Üyeleri olmayan kişileri çalışmalarına almadıkları gibi, gizli öğretilerini kendi üyelerinden başkalarına açmayan örgütlenmelerdir. Bir ezoterik topluluğun bu gizlilik özelliği, onun "gizli örgüt"olmasını gerektirmez. Ezoterik bir topluluğun ya da kurumun varlığı, amaçları, ilkeleri, üyelerinin kimler olduğu, çalışmalarının nerede yapıldığı, nasıl çalıştığı herkesçe bilinebilir. Ezoterik ve gizemci bir topluluğun gizli olarak nitelendirilebilecek tek yönü, üyelerinin kendi aralarında yaptıkları inisiyatik bilgi çalışmalarının içeriğidir.
İnsanın nereden gelip nereye gittiği, amacının ne olduğu, Tanrı, Evren, Ruh, Varoluş gibi temel konuların insan üzerindeki etkisini ve yararını; grubun gücü ve bilgiyi açma kapasitesi kadar kendi ölçülerine göre derinlemesine, meta/öte yanıyla incelerler. Tarihsel süreç içindeki diğer ezoterik bilgilerle karşılaştırmalar yaparak, dinler tarihi ve felsefe ile de ilgilenirler, insanın özüne, kim olduğuna nereden gelip, nereye gittiğine dair tüm verileri araştırırlar, incelerler. Her zaman her ezoterik grubun, o gruba has inisiyatik sırları vardır. İşte bilginin dejenere olmaması için tek paylaşmadıkları bilgi budur.
Ezoterik İnisiyasyon uygulamalı bir çalışma biçimidir; "dışarıdaki", "yabancı", "harici", "bigâne" kişinin"içeri" alınması, "mahrem" kılınması, ezoterik topluluğun "üyesi" durumuna getirilmesi, ezoterik bilginin ışığına kavuşması anlamına da gelir.
Ezoterik İnisiyasyon; bireyin,bir aşamadan bir üst aşamaya geçişini ruhsal olarak gerçekleştirmeye yönelik bir süreçtir. Burada amaç, bir takım simgesel eylemler ve fiziksel edimler aracılığıyla, bireye yeni bir yaşama "doğmak" üzere, eski yaşamında "öldüğü" duygusunu verebilmektir. Bu nedenle, kimi ezoterik gruplarda inisiyasyona, “İkinci Doğuş” adı da verilir.
İnisiyasyon yoluyla, kişi daha "yetkin" bir tinsel duruma girmekte, "üstün" bir evren anlayışına ulaşmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, inisiyasyon, en derin anlamıyla, bir çeşit "Üstün İnsana/tasavvufta İnsanı-ı Kamil” olarak adlandırılan insana yükseliştir. Temel işlevi, kişinin, dış yaşamındaki her türlü koşullu durumunun ötesine geçmesini sağlamaktır. Böylesi bir "Yüceltme"eylemi, evrenin özündeki "Büyük İyiliğin/Hayrü-Ala’nın" bireyde belirmesi, tanrısallığın insanda tezahürü olgusunu varsayar. Bu varsayım temelini Panteist düşüncede bulmaktadır.
Küçük Sırlar
İnisiyasyon aşamaları bir mertebeler silsilesidir. Tam bir inisiyasyonda üç büyük aşama vardır; üyeye önce küçük sırlar gösterilir. Küçük sırlara ermiş kişilere Eski Mısır’da “Mist” adı verilirdi. Mister adı da köken olarak buradan gelmektedir. Küçük sırlar, Mist’lere kozmolojiyi yöneten ve ilk hali kuran oluş kanunlarını göstermeyi amaçlar. Bu aynı zamanda büyük sırlar için bir hazırlık devresi olmaktadır Bazen buna yolculuk ya da imtihanlar da denilen saflaşma çalışmaları da eklenir. Mist bu bilgileri alırken, bir yandan da kendisini arındırmaya ve saflaştırmaya çalışır. Saflaşmadan maksat hem ruhsal hem bedensel saflaşmadır. Eski Mısır inisiyasyonlarında yapılan ateş, su, şehvet, yemek sınavları bu derin anlamları içerirdi. Amaç bir çocuk gibi saflaşmadır. Böylece mistik bir arınma elde edilir.
Bu saflaşma bildiğimiz çocuk kadar saf olmak anlamına gelmez. Fevkalade bir temizlik hali ifade edilmektedir. O kişide herhangi bir ahenksizlik hüküm sürmüyorsa, gelen ruhsal tesiri nakledişi de mükemmel olur yani günlük yaşamındaki eylemleri de evren ahengiyle uyumlu ve mükemmeldir. Normal bir insanın tüm hallerini; ıstıraplarını, sevinçlerini, kederlerini yaşamasına rağmen bunların içinden sıyrılış süresi çok kısadır ve hemen kendi arınmış ruh haline geri dönebilmektedir. Ayrıca mükemmel ve sevgi dolu edimleriyle de diğer insanlara her zaman iyi bir örnek olmakta, onlarda da arınma isteği uyandırmaktadır.
Büyük Sırlar
Büyük sırlar aşamasında öğrenen kişi, gerçek spiritüel amaçlara, şekilsel olmayan üstün ruh hallerinin gerçekleştirmeye başlar ve uyanır. O artık bir uyanıktır, ikinci doğumunu yapmış ve dünyada yaşarken evrensel bilgileri kullanır ve yaşar hale gelmiştir. Ona bu dünyanın yıpratıcı etkilerinden kurtulması ve Nirvana ya yani aydınlanmaya ulaşması için gerçek spiritüel dersler öğretilir. Bu amaca inisiyatik topluluklar ve ezoterik tradisyonlar çeşitli isimler verirler. “Muhteşem Işık”, “Üstün Kimlik” gibi. Bu büyük sırların ikinci aşamasıdır. Bu aşamadan sonrainisiye adayı, beşeri yani insani yönünün alt seviyeli özelliklerinden sıyrılarak, “Aşkın İnsan”hüviyetini kazanır. Evrene dahil olan insan anlamına gelen aşkın insan, tasavvuftaki adıyla olgun insan, İnsan-ı Kamil halini alır.
Aşkın/müteal insan, tüm varlık tezahürlerini tek bir ilke ile isimlendirebilen ve isimlendirdiği bilgiyi de günlük yaşamda yaşayabilen kişi demektir. Bu olguyu daha iyi anlatmak için, “Her şey Tanrı’nın bir yansımasından ibarettir.” ifadesi kullanılır. Eflatun/Platon bu ifadeyi ilk kez çok net ifade eden bir filozoftur ama aslında ona filozof demek de pek yeterli değildir çünkü o Elözis inisiyasyon okulunu kuran bir “Büyük İnisiyedir”
Birey, inisiyasyon yoluyla, kendi içrekliğinde saklı olarak varolan özü canlandırmaktadır. Bu bir "iç gerçekleşme yani kendi özünü, aslını tanıma çalışmasıdır”. Bu nedenle, ezoterik inisiyasyon uygulanan kişinin, belirli bir takım özellik ve eğilimlere baştan sahip olması gereklidir.
Hemen hemen her uygarlıkta kendine özgü bir inisiyasyon anlayışı vardır. İnisiyasyon asli olarak bir tür yola/tarik’e giriş anlamına gelir. Bir öğrenim yoludur. Nefsini tanımada ve terbiyede, aynı zamanda eşyayı tanımada, onun kökenini bilmede ve anlamada gereken bilgileri elde edebilmek ve uygulamaları yapabilmek için bir yol ve bir gidiş tespitidir.
İnisiyasyon'nun Batı dillerindeki karşılığı olan "initiation" sözcüğü, Latince'deki "initium" sözcüğünden türemiştir. "Initié" ise aslında "yola koyulmuş, başlamış" demektir. Ezoterizmde en önemli kavram"İnisiyasyon" dur.
Ezoterizm (Batıniyye, İçreklik), bilgilerin ve görgülerin kapalı bir topluluk içinde ve aşamalı olarak verildiği çalışma ve öğreti sistemidir. Asıl gerçeklerin anlayabilecek yetenek ve bilgide olan kişilere aktarılabileceği görüşü ezoterik sistemin özüdür.
İnisiyasyona ruhsal bir tesirin nakledilişinde hazır olmak da diyebiliriz. Bu ruhsal tesirin kişiden kişiye, toplumdan topluma nakledilmesi gerekmektedir. Bu bir tür ruhsal zincir ağı kurmak gibidir. Zaten bütüninisiyatik çalışmaların özü, ruhsal tesirin bir taraftan alınıp, bir tarafa naklinden ibarettir ve nakil işlemini kolaylaştıracak bütün çalışmalar inisiyatik çalışmalardır.
Sistemin üç önemli özelliği vardır;
1) Öğretiyi alacak olanların özenle seçilmelerinden sonra, inisiyasyon yöntemi ile topluluğa kabul edilerek, yine aynı yöntemle ilerlemeleri
2) Öğretilerin bir dereceler silsilesi içinde verilmesinin yanı sıra hiyerarşik yapı gözeten bir örgütlenmenin bulunması
3) Öğretilerin kapsamında simge, alegori ve özdeyişlerin kullanılması.
Ezoterik yaklaşımın özü; bireyin kendi kendini aydınlatamaması; bir disipline ve onu aydınlatacak bir grubun olması gerektiği olgusuna bağlıdır. Ezoterik öğretinin bu uygulamasına karşın mistisizm tasavvuf ve gizemciliğin; bazen işte bu noktada, ayrı görüşte olduğu durumlar ya da uygulamalar da olmuştur. Mistik kişi yani mutasavvıf, gizemci çoğu zaman elini eteğini dünyadan çekmiş bir "münzevi"dir, düzen ve denetimini tek başına kurar ve günlük yaşamın dışındadır. Gerçeğe bir anda "sezgi" yoluyla varır. Oysa,ezoterizmde, kişi ancak "inisiyasyona" dayalı (initiatique) bir grup, bir örgüt tarafından ışığa kavuşturulabilir. Ezoterik örgüt kişiye, öncelikle ruhsal bir etki aşılar, sonra bu etkinin üzerine bir "öğreti" kurmaya çalışır; bunu yaparken de belirli bir hiyerarşik yapıyı ve disiplini izler. Mistisizm'in bazen salt bireysel düzeyde kalabilmesine karşın, ezoterizm daima örgütsel bir yapıdadır. Aslına her iki uygulama da doğrudur. İçe doğuşlarla aydınlanma da mümkündür ama disiplin olmadan bu aydınlanma hali korunamaz. İster ezoterik bir grupla çalışılsın, ister bireysel uygulama yapılsın sonuç hiç fark etmez.
Aydınlanmak, özüne ulaşmak isteyen kişi erdemli disiplinli ve çalışkan olmak zorundadır. İnisiyatikçalışmaya giren kimse önce kendinin en kaba yönlerinden, içgüdülerinden başlayarak; giderek en üstün şuur hallerine kadar uzanır ve İnsan-ı Kamil denen olgun ve evrimleşmiş, belirli bir seviyeye ulaşmış insan haline gelir. İnisiyasyonun özdeki amacı; inisiye olan kişiyi İnsan-ı Kamil haline getirmektir. Ve bunun olması için de muhakkak ruhsal bir etkinin bizden geçip başka bir yere gitmesi gerekir. Gelen etki ya da tesir bizde saklı kalır ve başkasına akmazsa inisiyatik bir öğreti alıyoruz diyemeyiz. Ancak incelmiş bir egoizm yaşıyoruz diyebiliriz.
İnisiyasyonun gizemi
İnisiye olan kişi üzerinde oluşturulan ruhsal etki, esas olarak, inisiyasyon töreninin "haricilere aktarılamaz" olan temel niteliğidir. Aristoteles, Eleusis Gizemleri'nden söz ederken, "öğrenmek yerine hissetmek" diyordu. İnisiyasyon sırasında da, aktarılan bir öğreti yoktur, yaşanan yoğun duygular vardır. Ama, bu duygular, ileride öğretinin serpileceği uygun zemini yaratmaktadır.
Öyleyse "inisiyasyon" un gizemi, "dile getirilemez, sözcüklerle anlatılamaz" bir gizemdir; ancak ritüeller aracılığı ile yaşanır, çilesi çekilir, sevinci ve aydınlanma hali hissedilir. Gerçekten, tüm ritüelleri en ufak ayrıntısına kadar hariciler tarafından bilinse bile, ezoterik örgütlerin gizemleri tam olarak çözülemez ve çözülemeyecektir. Zira bu gizemler ancak kişisel olarak yaşandığı zaman duyumsanabilir. Asıl gizem “sizi size götürecek yolun uygulamalar aracılığı ile açılmasıdır.”
Tüm ezoterik örgütlerde bulunan ve üstünkörü incelendiğinde anlamsız görünen ritüellerin, aslında, ister korkutucu, ister yadırgatıcı olsun, inisiye olan kişiler üzerinde bir tür psikanalitik tedavi etkisini andıran tinsel yankılanmaları vardır.
Bu durumda, inisiyasyon yoluyla, birey kendi kendini "gerçekleştirmekte", yetkinleşme sürecine ilk adımı atmakta, kendi özünde saklı olanları kuramsaldan eylemsele yöneltmektedir. Üstelik bu durum bir kez kazanılınca, bir daha yitirilmeyen bir niteliktir. İnisiyasyon olgusu artık sürekli bir "durum"dur. İnisiyeye bir daha kapanmayacak bir kapı açılmıştır. İnisiye olmak bir daha geri alınamaz bir özelliktir.
İnisiyasyon Törenleri
Ezoterik örgütlerde, İnisiyasyon Törenleri, bireyin benliğini etkilemeyi amaçlayan ve hem fizik, hem de tinsel birer"sınav" niteliği taşıyan deneyimlerdir. Aslında, inisiyasyon, ezoterik örgüt üyelerinin, haricilere açmamak konusunda yemin ettikleri bir "gizem" dir.
Törenin, katılanların kişiliğine bağlı olmayan, kendiliğinden bir etkenliği vardır. Bu etkenlik törenin kendi özünden kaynaklanmakta olup, töreni yöneten ve düzenleyenlerin, ayrıca diğer katılımcıların kişiliğinden bağımsızdır. Töreni yöneten önemli değildir, önemli olan törenin işlevidir.
Etkin sonuçlara ulaşabilmek için, törenin ritüeline, en ufak ayrıntısına kadar uyulması gerekmektedir. Ancak, yine de, eğilimleri açısından yatkın olmayan kişilere uygulanan inisiyasyonun etkisiz kalması olasıdır.
İnisiyasyonda uygulama
Töreni tamamlayan üstat bir birey olarak hareket edemez. O bir zincir halkasıdır. Kendini aşan bir tesirin, kuvvetin aktarıcısı durumundadır. Demek ki hem üstat hem de inisiye adayı bakımından hiçbir şekilde bireysellik konusunun ortaya çıkmaması gerekir. İnisiyasyona alınacaklar için üç ana şart aranır;
- Eksiksiz bir niteliğe sahip olacak üye. Bulunduğu ortamdaki anlayışa uygun olmak şartıyla eksik niteliklere sahip olmamalıdır
- Düzenli bir şekilde bilgileri ve tesirler kabul edebilme yani alıcılık yeteneği aranır ki bu yetenek daha sonra vericilik yeteneğine dönüşecektir
- Kendi iç benliğini gerçekleştirme gücü ve gelişmiş bir kişilik
Ayrıca inisiye adayının ya da diğer adıyla yolcunun derin sezgileri olan duyarlı bir kişi olması gerekir. Hem kendindeki hazineden, hem doğadan, hem de gerektiğinde ruhsal dünyadan sezgi alabilmelidir. Bunlar gereklidir çünküinisiye gelecekte, akmakta olan spiritüel tesiri başka yönlere ve kişilere de yöneltebilmeli ve onların da aydınlanmalarına destek verebilmelidir. İnisiyasyona kabul edilmek için emredici 4 temel şart daha vardır;
- Beden temizliği: Beden temizliği denince sık sık banyo yapmak anlaşılmamalıdır. Beden temizliğini oluşturan asıl unsun bedenin ruhsal ve fiziksel beslenmesindeki temizliktir. Kirlian metotlarıyla ortaya çıkan bedene ait tesirlerin doğru ve doğal beslenmeyle ahenkli bir hale getirilmesidir. Alkol, esrar, afyon gibi zehirler, aşırı ve karışık yemekler ve aşırı cinsel istek, doğal olmayan gıdalar bedeni kirletir.
- Duygusal asalet: Duygusal asalet, insanlara karşı gerçekten insanca duygular içinde olmaktır. Şefkat, merhamet, onların onurunu kendi onuruymuş gibi korumak, duygu açısından diğerlerine karşı menfaat hesapları içinde bulunmamak gibi.
- Mantal zihin genişliği: Bu genişlik inisiye adayı için çok şey ifade eder. Zeka gerektirir, aklın belirli biçimde bazı kurallara bağlı olarak çalışmasını gerektirir, çok iyi gözlem yeteneği ister. Birbirine bağlanarak giden bir mantık önemlidir. Çevremizde olup bitenleri belirli ve kaba açılardan görmek değil, daha süptil ve çok değişik açılardan da görmek mahareti ve insanlara karşı hoşgörü de mutlaka olmalıdır.
- Spiritüel yükseklik: Belli bir derecede olgun bir varlık olma özelliğidir. Yeteneksiz insan inisiye edilemez. Bu nedenle halka özgün inisiyasyonlar vardır. Halk masalları da bunlardan biridir. Özel sihirli kılıçlar, hayat suyu, kafdağının ardındaki kase gibi semboller halk için düşünülmüştür.
Günümüz modern inisiyasyonlarında ise törenlere ve ritüellere pek gerek yoktur. Tarihsel süreçte tören ve ritüellerde büyük sapmalar ve dejenerasyonlar yaşanmıştır. Bugünün ezoterik yolcusu için en güzel tören yaşamın kendisidir. Ve gayretli bir insan kendi yolunu açabilir. Çünkü artık inisiyatik sır olarak kabul edilen eskinin tüm bilgilerine her istediği zaman ulaşabilme gücü vardır. Bir tören dikkatinde, kendini keşfediş serüveni gibi yaşanan yaşam en iyi okuldur. Disiplin, kendine saygı ve her gün kendini aşma gayreti içinde olmak; aydınlanma basamaklarını her gün tek tek çıkmak anlamına gelir.
Gizemci aradığı ışığa, bilgiye bir anda sezgiyle ulaşabilir. Buna karşılık, inisiye olmuş kişi, bilgiyi ancak, zamanla ve bir takım aşamalardan sırasıyla geçerek elde eder. Bu nedenle, inisiyasyon yolu, uzun, çileli, aktif katılım gerektiren bir yoldur. Bunun sonucu olarak, inisiyasyonu temel alan tüm ezoterik örgütlerde, hiyerarşik bir yapı oluşmuştur. İnisiyasyonun çeşitli aşamaları, üyelerin ulaştığı varsayılan çeşitli yetkinlik düzeyleri, bir takım "derece"lerle, "rütbe" lerle belirlenmiştir.
Hiyerarşinin gereği olarak, her ezoterik örgütlenmede, üyelerin seçilmesine, törelerin gözetilmesine, geleneklerin sürdürülmesine egemen olan, çoğunlukla oldukça karmaşık ve ayrıntılı bir organizasyon bulunur. Aynı şekilde, ritüellerin izlenmesinde de, yine hiyerarşik yapının gereği olarak, disipline sıkı sıkıya uyulur.Bu sıkı disiplin inisiyenin gelecekte yer alacağı tüm alanlarda çok başarılı olmasının tek sırrıdır. Kendine sahip olamayanın bazı evrensel sırlara sahip olması pek mümkün olmadığı düşünülür.
İnisiyasyonun gizemi uygulamada saklıdır. İnisiye adayı iken, inisiye olurken ve olduktan sonra süregelecek uygulamalardan hoşlanmayanların, disipline olamayanların , kaşif ve araştırmacı ruhu taşımayanların, yeterince cesur ve dürüst olmayanların, ne kadar zor olursa olsun doğru yolda yürümekten korkmayanların yolu değildir, inisiyatik yol ezoterizm yolu ve bu yolun gizemleri kendini tanımaktan ve aşmaktan korkmayan cesur insanların yoludur ve o yol, gizemlerini ancak böylelerine açar.
Sonuç olarak; ezoterik inisiyasyon; kişinin önceden belirlenen eğilimleri ve özellikleri üzerine yapılandırılan, belirli bir ruhsal etki yaratarak, kişinin bilinçaltına yönelen, bireyin kendisinin uygulayarak tamamlaması gereken "saklı özün gerçekleştirilmesi" çabasından oluşan üçlü bir süreçtir.

Hermes şöyle der:
“İnsanca ölümlü olmak da, tanrıca ölümsüz olmak da elimizde. . .
Her akıl bu gerçeği kavrayamaz. . .
Büyük sırrı gönlümüzde saklayarak eylemlerimizle söyleyelim.
bilim gücümüz, inanç kılıcımız, sükût kalkanımız olsun.
Ufaklıklar ki büyük çoğunluktur, ya aptal ya da kötüdürler.
Aptalsalar, bu gerçek karşısında akıllarını büsbütün yitirirler.
Kötüyseler, bu gerçeği kötüye kullanarak büsbütün kötülük ederler.
Gerçeği gizlemekten başka çıkar yol yoktur.
Bilmek, bulmak, susmak gerek.”
Ezoterik, hermetik görüş üzerine kurulmuş tüm düşünceler ve inançlara “ezoterizm” ya da batınilik denmektedir. Hikmete dayalı ve kapalı olan bu öğretinin hedefi bilgeliktir. Bilgeliğe ise, içsel özgürlüğe, yetkinliğe ve bütünlüğe kavuşmakla erişilebilinir. Ezoterik öğretiye göre, bilgelik yolunda ilerleyen insan, her koşul altında mutluluğu ve asıl önemlisi sevgiyi benliğinde yaşar ve evrenle paylaşır. Hermetizm, Batıni ve kadimdir, kökleri uzun zaman öncelere dayanır. Öğretilerin sadece zahiri yönlerine değil, ezoterik, Batıni yönlerine de dengeli biçimde girer.
Geçmişten günümüze bazı Batıni topluluklar şöyledir: Mevleviler, Alevi ler, Bektaşiler, Dioniysos kültü, Gnostikler, Kabalacılar, Zerdüşt, Mithraism, Pitagorasçılık, Neo-Platonizm, Sufizm, Batıniler (Hasan Sabbah), Tapınak ve Malta Şövalyeleri, Masonluk, Ahilik(Kardeşlik), Gül Haç ve eski onlarca Mısır, Mezopotamya ve Ortadoğu kaynaklı ezoterik, inisiyatik sistemlerdir. Bunlar yıllarca birbirlerinden etkilenerek günümüze kadar ulaşmışlardır.
Ezoterik Batıni doktrinler ile ilgili detaylı bilgi sahibi olmak isteyenlere ezoterizm için bir başyapıt olan Cihangir Gener’in “Ezoterik Batıni Doktrinler Tarihi” isimli eseri mutlaka öneririm. Ezoterik Batıni doktrinlerin, tarihi çok eski zamanlara kadar uzanmaktadır. Batınilik ismini ayrı bir mezhep şekilde kullanan Hasan Sabbah’tır. 1049 – 1134 arasında yaşamıştır. Batınilik, Yeni- Plâtonculuk, Alevilik gibi kuruluşlardan ve çoktanrıcı inançlardan oluşan akımı yeniden düzenlemiş ve ona siyasal bir nitelik vermeye çalışmıştır.
Hasan Sabbah'ın geliştirdiği Batınilik sayılara ve onların yorumlarına dayanır. Genellikle tin, insan, us, evren, tanrı, uzay, boşluk, bilgi, imamlık, oluş gibi konular üzerinde durur. Batinilik'e göre tin iki türlüdür. Birincisi iyi, ikincisi kötüdür; iyi ise ışık evrenine, kötü ise başka bir gövdeye gider. Batinilik'te on sayısı ile yirmi iki harf kutsaldır. İnançla, varlıkla ilgili bütün sorunlar bu sayı ile harflere göre açıklanır. Bu sayı ile harfler varlık türlerini, onların özelliklerini oluş biçimlerini, niteliklerini, birbiriyle olan ilişkilerini yansıtır. Bu kuruluş Kabaladan etkilenmiştir. Birçok sistemin sıkça kullandığı “ebced sistemi” ile yorumlanır. Bu sistem her harfin bir sayısal karşılığı olduğu esasına dayanır.
Cihangir Gener kitabında şöyle belirtir: “Batınilik, çok eskilere giden inançlardan oluşan bir birikimdir. Batınilik, tanrısal nitelikleri insana indirger, Ali'yi de tanrısal insanın en yetkin örneği olarak görür. Bundan başka, eski İran inançlarından, özellikle Zerdüştçülükten de geniş ölçüde yararlanır. Gerçekte Batınilik, yeni bir inanç kurumu olarak ortaya çıkma savında olmasına karşın, eskinin yeni görünme çabasıdır.”
Ezoterizmin en belirgin özelliği sembollere yer vermesidir. Batıni sistemlerde “zahirin altındaki batının ehline” açıklanması “sembolik dil” denilen teşbihlerle yapılır. Akıl erdiğince ve dil döndüğünce, zahirin altında yatan batın sorgulanır ve araştırılır. Bilgi kademelerle ve sadece ehline verilir.
Ezoterizm, semboller ve alegoriler kullanarak insanda “kendini bilme” sürecini tetikler. Oscar Wirth’e göre “semboller içimizde mevcut olan ve ancak sezebildiğimiz hakikatleri somutlaştırabilmemizi sağlar”. Kendini biliş, dereceli bir iç öğretim yoluyla ve sınırlı olarak üyelerine aktarılır. Bu biçimlenme kişisel farklılıklar gösterebilir. Algı tamamen kişinin kendisine bırakılmıştır. Ezoterik düşünce içerisinde değişmez dogma, bir bilen veya mürşid ilişkisi yoktur. Son söz hiçbir zaman söylenmez. Sadece ihtiyacı olan için önünde değil; yanında yürüyecek rehber vardır. Kişiler değil, kavramlar ve fikirler daha önemlidir. Bunun için yol gösterici, örnek kopyalama gibi kolaya kaçılamaz; daha zor olan kişinin kendi kendine çalışması beklenir. Ezoterik uyanış kendine ait değerleri üretebilen, yaşamında özgün ve farkında olabilen kişiliğin yükselişidir. O artık yeryüzü düzeyinde bir yaratıcıdır.
Mevlana şöyle der: “Her şeyden önce mademki insansın... Mademki duyuyor düşünüyor, seziyorsun...
Büyük hakikati bulmak için gönlünü ve idrakini yoracaksın...
Duyduklarını ve bulduklarını söyleyeceksin...
Sen söyleyemezsen, ruhunun vasıl olduğu sırları, şiirlere, sazlara, semalara söyleteceksin...
Bütün bunları dahi söylenemeyecek ölçüde büyük sırlara erdiğin zaman ise...
İşte o zaman susacaksın!”.
İnisiyasyon sistematiğine dayalı mistik okullarının kökleri eski Mısır'ın Hermetik gizem okullarına hatta daha öncesine kadar giden ezoterik öğretilere İslam dünyasında Batıni ekoller de denir. Mısırlıların Fatımiliği, Arapların Dürzîliği ve Türklerin Aleviliği, Batıni inancın uzantılarındandır. Bunların hepsinde inisiyasyona ve derecelerden oluşan sisteme dayanan, ketumiyet yeminleriyle sırları korunan kardeşlik örgütleri Ahilik( Kardeşlik) tipi oluşumlar vardır. Tapınak şövalyeleri de, bu derece hiyerarşisi, inisiyasyon ve ketumiyete dayanan örgüt sistemini doğulu Batınilerden öğrenmişlerdir.
Batıni felsefeyi duru Türkçe şiirleriyle Anadolu halkına sevdiren ve Türkçeyi yaşatan Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Hacı Bektaşi Veli gibi Anadolu erenleridir. Onlar, Batıni bakış açısı ile mikro ve makro kozmosa bakmışlar ve orta yoldan yürümüşlerdir. Batın ve zahiri birlikte incelemişlerdir.
Tamer Ayan bir metninde şöyle yazar: ”İnsanın Batıni değişimi de Ibn-i Arabî’nin terimiyle Âlem-i Dünyeviyye’den Âlem-i Uhreviyye’ye geçiştir. Bu değişim veya geçiş, Aklın saflaştırılması ve soyutlaştırılması ile sağlanır ve buna da Akl-ı Mücerred denir. Sağlanan aslında, aklın cismani ve fiziki hiçbir etkenden etkilenmeksizin faaliyetini sürdürmesini sağlamaktır. İnsan, eşyayı ve nesneyi, Akl-ı Mücerred gözüyle görmeye başlarsa, onun etrafında tabiattaki eşya da ontolojik bünyelerini ifşa etmeye başlar. Bu yeteneğe sahip olabilene, “Arif” veya “Aşkın” denilmektedir. Kamil İnsan ise gördüğü her şeyin ve hatta o anda bile bunları idrak eden kendisinin bile eninde sonunda Zat-ı İlahi’nin bir sureti olarak farklı varlık düzeyleri arasında sürekli ve sonsuz bir ilahi varlık akımının gidip gelmekte olduğunu görecek bir noktaya erişmiş kişidir.”
İnsanoğlu gerekli bilgileri aklın yardımı ile elde eder. Bütün bunlar zahiri bilgilerdir ve aklın yardımı ile açıklanır. Aklın ve bilimin ışığı altında gerekli bilgileri elde etmek; bizi ilim sahibi yapar ve bu Hakikate varma yolunda gereklidir. Gönül gözünün açılması ise farklı bir süreçtir. O gerçek aydınlanmadır ve ruhun ilk idrak aşamasıdır. Akıl ve Hikmet, âlemi, zahiri ve Batıni anlamda idrak etmek demektir. Birey, okuyarak, bilgi sahibi olarak kendi ruhunu yüceltmeyi başaracaktır.
Tamer Ayan şöyle devam etmektedir: “Tamamen Batıni olmak, bir tür uçtur. Nasıl ki zahirilik, her şeyi zahire bağlayıp, zahir dışında hiçbir şey yok diyorsa, tamamen Batıni tavır da “zahirde hiçbir şey yok, her şey batındır” demektedir. Ana cadde her öğretide merkezdedir.” Ezoterizm, ana yolda dengede inisiyelerin yolunda yürümektir. O, kadim öğreti uçlarda dolaşmaz; o yüzden de uçlardaki düşünce sistemlerince sevilmez. “Bu bağlamda ezoterik geleneklerde “terazi” ve “kılıç” simgesi çok önemlidir, zahiri olanla Batıni olanın birlikteliğinin sembolizmidir budur. Denge, orta sütun ve orta yol.” “İbn Arabî insan-ı kâmilin iki tarafa da bakan bir yüzü olduğunu söyler. Yüksek irfan düzeyini yakalayan önder şahsiyetler ve Sufiler daima zahir-batın dengesini koruyanlar olmuştur. Hz. Ali de, İbn Arabî de, Mevlana da Yunus Emre de hepsi de ana cadde tasavvufunun temsilcileridir.”
Üstadlardan bazı alıntılarla bitirelim...
Mevlana’nın dile getirdiği anlayışı şöyledir:
“Hak yolunun yolcusu küfürden de, dinden de beridir. Gönlüme baktım: Allah’ı orada buldum. Yoksa başka yerde değil. Ben ne Hıristiyan’ım, ne Musevi ne de Zerdüşt ne de Müslüman. Ne Şarktanım, ne Garptanım, ne topraktan ne de denizden. İkiliği bir yana attım. İkinin bir ettiğini gördüm. Bir’i arar, Bir’i yaşar, Bir’i çağırırım ben.”
Hintli şair Kabir de, Ariflerin anlayışını şöyle dile getirmiştir:
“Neden çıkarsın minareye? Tanrı sağır mı ki?
Medet umduğunu gönlünde arasana,
Gerçeği evinde aramazsın da,
Ormandan ormana gezer durursun.
Hakikat sendedir. Sende!..
Nereye gidersen git, ruhunu bulamadıktan sonra,
Senin için dünyanın bir gerçekliği olamaz elbette.”
Hep dendiği gibi” Güneşin altında yeni hiç bir şey yoktur”. İnsanlık tarihi boyunca farklı farklı yorumlansa da ezoterik inisiyatik kadim gelenek birdir. Bu öğreti hep merkezdedir; biz tüm öğretileri okuyacak, bileceğiz; hepsinden faydalanacağız ve ayrıştırıcı değil; tamamlayıcı olacağız. Putlaştırdığımız katı yargılarımızı benliğimizden söküp atacağız. Gerçek anlamda hür olmak ancak kendi bağlarımızdan kurtularak olacaktır. Kendi fikrimizi, bilgi sahibi olarak oluştururken; kozamızı örerken; diğer insanların fikirlerini de yargılamadan dinleyecek hatta onların kendi fikirlerini özgürce seslendirmeleri için biz onlara destek olacağız. Herkes kendi aydınlamasını paylaşacaktır; ancak ezoterik yol birdir ve o yolun sınırları bellidir.

sevgiyle kalın...
 
İslam ezoterizmi ve zaman konusu anlayabilmek için öncelikle ezoterizm kavramını incelemek gereklidir, çok fazla karıştırılan bir kavramdır.
Ezoterizm kelime manası olarak "sadece belli sayıda olan müritlere açıklanan,halkın düzeyine inmeyen ve inmemesi gereken bilgi akımı" denebilir.
Daha geniş kapsamlı bir tanım yapacak olursak, ezoterizm, sadece seçilmiş belli bir topluluğa verilen, semboller ve şifreler aracılığı ile aktarılan, inisiyasonna sayanan , metafizik öğretileridir.bu öğretilerin içeriği ve inisiyason aşamaları kültürlere göre değişmektedir.
Dinlerin ezoterik ve egzoterik yanları vardır. Ezoterizm bir din değildir.Ezoterm kutsal olana daha derin bir bakıştır.
islam dini ve ezoterzm hakkında düşüncelerim şöyle ;
Ezoterist her şeyden önce Tanrının varlığına ve birliğine inanır.
Amaç Tanrıdan varolan fakat onun kadar mükemmel olmayan insanın dünya üzerinde yaşadığı hayatlarının sonucunda tekamül ederek yeniden Tanrıya dönmesidir.
Bu düşünce islamda da vardır "inna lillahi ve inna ileyhi raciun"(bakara 156) manası " O'ndan geldik ve ona döneceğiz" şeklindedir.
ve İslam da tasavvufun birinci kuralı Vahdet-İ Vücud kuralıdır.
yani ezoterizin etkisi açıkca görülmektedir.
islam ezoterizmi ve zaman konusu üzerine çok düşündüm
Aklıma sadece islamdaki kader inanışı geldi . İslama göre geçmiş ve gelecek diye birşey yoktur.Şimdi ve şuan vardır.yani çoğu insan hep şunu söyler ee benim kaderim yazılmış Allah yazmış ben ne yapıyım vs aslında bu durum öyle değildir.
Bir zaman çizgisi düşünün sizde o zaman çizgisinin tam ortasındasınız bir geçmişi birde geleceği var peki Allah nerede ve sizi nasıl gözlemliyor, işte Allah o çizginin üstündedir , geçmişi geleceği ve şimdiyi aynı anda görür işitir yani zaten yaşadığımız ve yaşıyacağımız herşey olmuştur .
bir diğer düşüncem ise islamda tasavvuf olarak gelişmiş insanların zaman kavramınıı aşabildikleridir.örneğin hz. hızır ve bazı peygamberlerin zamanda yada bir yerden bir yere ani yolcuğu .
Birazcık çorba oldu ama soru cok geniş kapsamlı daha farklı yazabilirdim konuyu anlayamadığımdan böyle oldu
hatalarım varsa düzeltirseniz sevinirim :) teşekkürler.
 
bildiğim kadarıyla tevekkül etmek ve tamamen ALLAHImın bizden istediğini öğrenip onu uygulamak ancak beşeriz şaşarız tarih boyunca şüpheler acabalar hep olmuş ve olacak ama önemli olan bu teslimiyet içersinde yaradana sığınıp her şeyin sahibi o olduğunu yürekten inanmak ondan gelen herşeyin bir hikmeti olduğunu kabullenmek
 
Sevgili Yule,
Forumdaki arkadaşlarımızla birlikte bu sorunun yanıtını bulmak amacıyla günlerce araştırma yaptık ve ne olduğunu anlamaya çalıştık. Kimimiz cevaplara yakındı kimimiz ise elinden gelen çaba ve muhakemeyi ortaya koydu. Ancak bizlerde sorunun gerçek yanıtını merak ediyoruz. Daha fazla ipucu verirseniz arşivleri araştırmak için kendi adıma hazırım. Zira konuyu inceledikçe daha derine dalma ihtiyacı duydum. Günlerce haftalarca bilgim ve sezgilerimi kullanmaya çalıştım. Gerçek cevabı bulamasak da yaptığım araştırmalara ve öğrendiğim bilgilere sebep olduğunuz için çok minnettarıım. Atlantis kartlarında seçim hakkı kazanmak da benim için önemliydi ancak yeni bir görüş açısı kazanmak daha değerli. Yine de kartlardan bir seçim şansı yapmak beni ve arkadaşlarımı mutlu eder belki de çabalarımızdan ötürü bir ödülü hak etmişizdir.

Sevgiyle kalın.
 
*Ben makale yazamam, üslubumca yazabilirim ancak.verdiğiniz konuya dair bir yazımı aşağıya keydettim. Sevgiyle paylaşıyorum*

-*- Zamansız-Mekansız-Sınırsız-Sonsuz-*-

/
Kendi'm için dinliyorum tüm müzikleri.
Herkes sadece kendisinin nedeni
ve kendi kendisinin neticesi imiş madem,
daima kendimizleyiz o halde.

Etrafımda yüzen sayısız balıklara benziyor düşünceler
Ve havada uçan kanatları her tarafıma çarpan kuşlara.
Anladım artık sanırım, herkes külkedisi
Bir fark var yalnız
Herkesin saati farklı zamanlara kurulu.

Tüm farklı uyanışlar ve silkinişlerde aslına dönüyor resimler
Suretler hızla deviniyor kendi içinde.
Ama herkes de tam olarak kendisiyle.
Kim diyorsa ki, ben de bir şey var
Yokluğuna, yoksunluğuna inat bir ispat sevdası
Canını cananda görme kavgası
Anlarım ki hiçbir delil kafi değil bu yalana şehadet etmeye

Varlık yokluk yanılsamalarının düzensizliği hayat
Düzensizliklerin dalgalı dansı yaşanan her şey
Rakkaseler sayılamayacak kadar çok zannetsek bile,
Her biri aynı fiyakalı ıslığın tek nağmesi.

Bu bestenin başı yok, sonu gelmeyecek
Nefes ne zaman nefes oldu,
ne zaman sese döndü,
ses hangi aralıkta besteye durdu

Varlık sahası hangi evreleri döne döne kendisinde yoğurdu
Anladım ki iş ve fiil dediklerimiz, ne oldu nede bitti
Bütüne bütün olarak bakmaya çalışmak daha kolay
Parçalar ve cüzler temsil yeteneğinde yetersiz

Anlamak lazım ise ve anlamaya bir yol bulunmalı ise
O ancak nefesi, sesi,hayatı,tüm varlığı bütünleyebilmekle olacak.
Yani ben kötüyüm ve bir iyilik var karşımda meselesi değil bu.
Ne iyi var ne kötü
Ve ne de seyretmek,

Ancak yaşamak var ki,
Tüm isimler ve sıfatlar,fiiller hepside sadece bir yaşayış.
Seyretmiyor Rabbimiz kendisini,
O yaşıyor ansız,zamansız,mekansız,sınırsız,ve sonsuz
Yaşadığını sonsuz parçalardan sonsuz çeşitten zevk edebilmek O’nun ilmi ve kudreti
Ve biz sadece o ilim ve kudretin
Yaşam kovanı peteğindeki sayısız gözlerinden birileri olarak varsayımsal unsurlarız
Ne iyiyiz ne kötüyüz
Ne güzel ne çirkin
Sadece dilenilenleriz, murad edilmiş olanlar.
Tüm gerçeklik algımız Hayat nakışını nakşeden Usta’nın sınırsız sonsuz marifeti gereği,
Biz öyle bir yokluk ile yokuz ki;
Bunu ancak ölüm anlatabilirdi, o da zaten bu sebeple var.
Evveli yada ahirinde tüm hayatlar Hayat verenin Hayatı.
Üzülmeyelim, hiç silinmeyecek bir izdüşümüz
Yokluğumuzda kendimizi var sanmamızın bile bir mükafatı var,
Evrende tek bir harf bile mevcutluk algısına düşürüldükten sonra silinmediğine göre
Ne yok olacağız
Ne silineceğiz kayıttan
Şımarmayalım ama,
Biz Tanrı değiliz çünkü.
/

MoNa
 
Öncelikle öğrenmek istediğinizin sorduğunuz şeylerin wikipedia daki açıklamaları veya kelime anlamları değilde bizim ne anladığımız veya bu konu hakkında ne düşünüp ne bildiğimiz olduğunu varsaydığımı belirterek yazıma başmalak istiyorum.

İslam ezoterizmi dendiğinde aklıma tasavvuftanda öncesi,Peygamber efendimiz zamanı geliyor.ayrıca Ebu Hureyre nin'Hz.Peygamber'den iki ilim öğrendim;birisini yaydım,öbürünü saklı tuttum,onuda yaysaydım başımı keserlerdi' sözü,yani Ledun ilminin ozamandan itibaren olduğunu gorebiliyoruz.Ayrıca Hz.Peygamberin Hz.Aliye aktarmış olduğu ilim ve bilgiler de İslami ezoterizme güzel bir örnek.Kısacası İslami ezoterizm Aslında İslamla beraber var oldu ancak İslami ezoterizm diye bir ad alması Tasavvuf da gerçekleşti.En iyi örneklerinden biriside şu;Tasavvufta Manevi eğitim Usta-Çırak arasında ezoterizm olarak gerçekleşir.Usta bu yolla çırağını ayırır,ödev verir,anlar,görür,duyar.

Zaman dendiğinde ise aklıma gelen tekşey 15 satıra sığdırılamayacağı ancak ilk aklıma gelen bilgi'Maddenin var olmasını sağlayan etken Zamandır bu yuzden boyutlar 3+1 olarak 4+1 olarak kullanılır yanı zaman boyut olarak ele alınmaz bu yuzden bız 3 boyutlu bır mekandayız zaman ise zaten boyutları,maddenin herşeyin var olmasını sağlayan etkendir,zaman yoksa hiçbirşey yoktur herşeyin ilki zamandır'bilgisi.Ancak islam için ele alırsak Kuranda veya islamda zamanın Vakit olarak ele alındığını söylersem zaten bunun islamda nekadar fazla yerettiğini ve bunun kısacadeğil uzunca bir şekildebile açıklanmasının zor olduğunu söylemenin yanlış olmayacağını düşünüyorum.

Teşekkürler... :)
 
Konu pazar gününe kadar beklemektedir ve pazar günü aradığım cevabı vereceğim. Pazar gününe kadar yorumlarınızı beklemeye devam etmekteyim. Sevgi ve Işıkla...
 
tıpkı beynimi durduran hocamın ödev vermeleri gibiydi bu konu onun yerini hiç aratmadın yule :D
herneyse şimdi düşüncelerimi toparlayıp yazımı yazayım fazla vaktim kalmadı :P


İslam Ezoterizmi karşımıza ''kişinin kendi aydınlanması'' olarak çıkmaktadır.
Aydınlanma insanın kendisindedir. İnsan kendisine bakmalıdır aydınlanmak için.
Özgür düşünce ile kalbi ve aklı ona her şeyin bilgisini verebilir, verecektir zamanla.
İnsanın özgür düşünebilmesi kendi zincirlerinden ya da önyargıları ya da başka şeylerden dolayı olamayabilir, ki birçok insan bunlardan dolayı özgür düşünememektedir.
Kişi aydınlanabilmek gizli olanın bilgisini edinebilmek için her şeye açık olmalıdır. Ve böylece her şeyden bir şeyler almalıdır. İnsan gizli şeylerin bilgisine zincirleri varsa onlardan kurtularak, önyargılarını yok ederek onun özgürce düşünebilmesini engelleyen diğer şeyleride kendi dışında bırakarak edinebilir.
ayrıca gerçeği bilmenin her insan için iyi olmayacağıda vardır. Oyüzden gizlidir gizli olan şeyler.
Her insan gizlinin her şeyin bilgisini edinmek ister. Ama her şeyi herkesin bilmemesi gerektiğide önümüze çıkmaktadır burda. Çünkü her şeyi bilmeyi herkesin kaldıramayacağı vardır. Kaldırsada bunu kötüye kullanabileceği ya da başka şeylerden dolayı herkesin her şeyi bilmemesi gerektiği vardır.
oyüzden bazı şeyler gizlidir gizli kalmaktadır gizli kalmalıdır düşüncesi vardır burda. Her insan aydınlanmayı kendisinin yapması gerektiği şey olduğunu bilmeli ve bunu özgür düşünce, akıl, kalbi ile zaman emek harcayarak edinmelidir, edinebilir isterse.
 
Ezoterizmi genel olarak bir inanç olarak değil de , insanlığın tarihinin başlangıcından günümüze kadar gelen bir gelenek , öğreti olarak algılamak daha doğru olur. Bu bilgi sayesinde tarih içindeki bir çok sanatçı ve düşünürün eserlerini anlamak da daha kolay olur.
Mevlana Celaleddin-i Rumi İslam Ezoterizmi’nin en önemli isimlerinden biridir. Ancak onun batıni yönü geniş kitlelerce hiçbir zaman anlaşılamamıştır.
Onun batıni yönünü anlayabilmek için günümüze kadar gelen eserlerinin üstündeki örtünün kaldırılması şarttır. Aksi takdirde o büyük batıni öğretinin sırlarına nüfuz edilemez. Sözlerinin üstü örtülü olduğunu bizzat kendisi şöyle açıklamıştır: “Halka bundan fazla söylemeye imkan yok…
Bilgi kişiye belli bir güç ile birlikte , belli bir sorumlulukta getirir. Bunu kaldıramayacak kişilerin bunlara sahip olması , hem kendisine hem çevresine hemde içinde bulunduğu kültürel yapıyı büyük zararlara uğratacaktır'' .
Daha geniş kapsamlı bir tanım yapacak olursak , ezoterizm , sadece seçilmiş belli bir topluluğa verilen ( bunlara inisiye ) , semboller ve şifreler aracılığı ile aktarılan , erginlemeye ( initiation ) dayanan, metafizik öğretilere denir.
 
Selamlar;
-------------------------------------------------------------
Ezoterizm, bir konudaki derinbilgilerin ve sırların ehil olmayanlardan gizlenerek, bir üstad tarafındansadece ehil olanlara inisiyasyon yoluylaöğretilmesidir. Ezoterizm bir din veya bir inanç sistemideğildir. Çoğunlukla ezoterikyani ezoterizm ile ilgili veya ezoterizme dair şeklinde kullanılır.Ezoterizm'de en önemli kavram "İnisiyasyon"dır.İnisiyasyon kelimesi,kök olarak Lâtince "initiatio"dan gelir. Fransızca'da ve İngilizce'de"initiation" olarak geçer, yola koyulmuş, başlamış" demektir.Osmanlıca karşılığı "tedris, irşat"; Türkçe anlamıise "öğretme, doğru yolu gösterme" şeklindedirEzoterizm(içe yönelik anlam/ileti), asıl olarak belirli kişilerin içselliği ilesınırlandırılmış felsefî öğretilerdir. Bu öğretiler herkes tarafından bilinenegzoterik (dışa dönük anlam/ileti) öğretiler değil, tam tersine belirlikişilerin aşamalardan geçerek bilmeye hak kazandığı öğretilerdir. Diğer anlamıise içsel, tinsel farkındalık yaratan, Mistisizm ile eşanlamlı kabul edilen önemli vekesin bilgilerdir. AyrıcaEzoterizm geniş, farklı öğreti ve pratik yelpazesine sahip olan bir akımdır.Ezoterizm, sık sık, yanlışlıkla mistisizm ile karıştırılarak dinsel alanasokulmaktadır. Fakat ezoterizm, René Guénon'un belirttiği gibi, ne bir dindir,ne de bir dinin iç kısmıdır. Kaynağını herhangi bir dinden de almaz. Guenon'agöre, buna karşı gösterilebilecek tek istisna, yalnızca, temel dayanaknoktalarını İslâmîyet'ten almış olmakla birlikte, mistisizmle karıştırılmamasıgereken İslâmî ezoterizmdirİnisiyasyon, İslam tasavvufundaki müridin mürşide intisabı ilebenzerlik arz eder, denilebilir. Bu yol hakikate giden bir yoldur. Ancak hermüntesip aynı hakikate ulaşmayabilir. inisiyasyon denilen eğitim, islamgeleneğinde, genel olarak “tedris, irşat” olarak ifade edilmekle birlikte,inisiyasyon sözcüğünün özel anlamdaki karşılığının tasavvuf olduğu kabuledilmektedir
Ezoterik İnisiyasyon;bireyde, varlığın bir alt aşamasından bir üst aşamasına geçişi ruhsal olarakgerçekleştirmeye yönelik süreçtir. Burada amaç, bir takım simgesel eylemler vefiziksel edimler aracılığıyla, bireye yeni bir yaşama "doğmak" üzere"öldüğü" duygusunu aşılamaktır. Bu nedenle, kimi ezoterik örgütlerdeinisiyasyona, İkinci Doğuş da denilmektedir. İnisiyasyon yoluyla, kişi daha"yetkin" bir tinsel duruma girmekte, "üstün" bir evreneulaşmaktadır.

İslâmî ezoterizmde"bâtınî" terimikullanılır. Yahudi ezoterismine Kabbala denir. Ancak, Kabbala inisiyasyoniçermediği için ezoterik değildir. Budizm dininin ezoterikyorumuna ise Vajrayana denir. Bunun dışında Hristiyanlıkta da tarihte ezoterik yorumlargörülmüştür. Bunların arasında Behmenizm, Katharizm gibi mezhepler zikredilebilir.

Ezoterizm insanadoğduğu kaynakları öğretebilmek ve tekrar oraya çıkarabilmek için vardır.Hakiki ezoterizmin gayesi budur. Bu gayeden başka gayeler sapmadır. Kur’an’da:“Biz insanı en mükemmel surette yarattık” deniliyor. Öyleyse bu hayatın veburadaki bütün eğitimin amacı basamak basamak onu tekrar o yüce mertebeyeçıkarabilmek olmalıdır.

Birinisiyasyonda tek olan üstad inisiyatör adı ile ifade edilir. inisiye adısözcük anlamıyla başlamış, kabul edilmiş anlamına gelmekteyse de terimgünümüzde, inisiyasyonu tamamlayanları ifade etmek üzere kullanılan bir terimhaline gelmiştir. tasavvufta üstad için mürşit, öğrencileri için mürit terimikullanılır.


--------------------
İslâmîezoterizmde zaman ile alakalı açık seçik bir şey bulamadım ama ;

İslamiezoterizme tasavvuf dersek gerçeği öğrenebilme adına, irşad olma adına, tekamüledebilme adına geçirilen ya da geçirilmesi gereken süreç diyebilirmiyiz.
-----------------
Sevgilerimle..
 
Merhaba, bende okuduklarımdan derleme yaptım. Biraz uzun oldu ama olsun. :)

Ezoterizm, bir konudaki derin bilgilerin ve sırların ehil olmayanlardan gizlenerek, bir üstad tarafından sadece ehil olanlara inisiyasyon(halk dilinde el vermek) yoluyla öğretilmesidir. Ezoterizm bir din veya bir inanç sistemi değildir. Çoğunlukla ezoterik yani ezoterizm ile ilgili veya ezoterizme dair şeklinde kullanılır. Bu öğretinin kullandığı dil "semboller dili" olagelmiş ve bu sembollerin, simgesel anlatımlarının imkânlarından yararlanılmış, hemen her kavimde, her millette, binlerce sene korunarak, uygarlıktan uygarlığa aktarılması mümkün olmuştur. Sembollerin dili ile öğretisini inisiyelerine *kuşaktan kuşağa aktaran, hakkında bilgi bulabildiğimiz ilk Kardeşlik örgütü "Naacal Kardeşliği”dir. Bu örgüt, insanlığın ilk bilinen büyük uygarlığının beşiği olan ve günümüzden 12.000 yıl önce sulara gömülen Pasifikteki "Mu" kıtasında kurulmuş bulunan yönetici rahipler örgütüdür. Ezoterizm tüm din ve zamanlarda kuşaktan kuşağa aktarılan gizli öğretilerdir. Ezoterizm İslamiyet’ten önce mu kıtası, Atlantis, Mısır, Yahudi, Antik Yunan ve İsa zamanında da vardı. İslamiyet’te ise Mevlana, Yunus Emre, Hallac-ı Mansur, Hacı Bektaşi Veli ve Muhyiddin Arabi olarak inceleyebiliriz. Daha yazabilecek bir çok isim(İmam gazali, Hz Hızır, Mimar Sinan, Ak Şemseddin, Fatih Sultan Mehmet ve sayamayacağım yüzlerce belki binlercesi)

İslam peygamberi Muhammed'in ailesi, kuşaklar boyu Güneş mabedinin, Kabe'nin yönetimini elinde tutan rahiplerdi. Zaman içerisinde Kabe'nin içine pek çok kavimin putları dolsa da, Muhammed'in ailesine ve savundukları dini inanca, tek Tanrı inanırları anlamına gelen "Hanif Din" inanırları deniyordu.

İslamiyet'in, kutsal kitabı Kuran dışındaki en önemli kanun koyucusu, Hanif dinin uygulanmakta olan ilkeleriydi. İşte bu nedenle, zaman içerisinde çok farklılaşmış olsa da, ilk kaynağın Ezoterik olması nedeniyle İslamiyet'te de bu öğretinin izlerine sıkça rastlanır.
İslamiyetin Ezoterik öğreti ile ikinci karşılaşması, Mısır'ın Müslüman güçlerce fethi sırasında meydana geldi. İslamiyet'in Arap yarımadasından çıkıp tüm Ortadoğu'ya yayılmaya başladığı sırada Mısır'da halkın bir bölümü Hristiyan, bir miktarı Yahudi ama büyük çoğunluk eski çok tanrılı din taraftarıydı. Gerçi Osiris mabedi yıkılmış ve rahiplerin büyük bölümü Kudüs'e geçmişlerdi ancak Ezoterik doktrin varlığını kuşaktan kuşağa sürdürüyordu. Doktrinin başlıca kaynağı, İskenderiye'deki Yeni Eflatuncu İskenderiye Okulu idi. İskenderiye okulunun üyesi filozofların müslüman gibi görünerek, öğretilerine İslami bir kılıf geçirdiler.Bu filozoflar, Ali yandaşları görünümü altında İslamiyete bambaşka bir boyut getirdiler. Alevilik olarak adlandırılan bu mezhebin bünyesinde, İslam dininin önerdiği anlam değişti. Yaradana tapınma olgusu yerini, Tanrı-evren-insan üçlemesinden oluşan varlık birliğine bıraktı.

Diğer tüm Batıni örgütlenmelerde olduğu gibi Fütüvve'de de derecelere dayalı bir sistem esastı. Toplam 9 dereceden oluşan Fütüvve teşkilatının ilk derecesi Nazil, ikincisi Tim Tarik, üçüncüsü Meyan Beste derecesi idi. 4. derece Nakip Vekili, 5. derece Nakip ve 6. derece de Baş Nakip dereceleriydi ki, bu derece müntesiplerinin en önemli görevleri askeri örgütlenmeyi düzenlemek ve her türlü töreni yürütmekti. 7. derece saliklerine kardeş anlamına gelen "Ahi" adı verilirdi. Türkler arasında yaygınlaşan Fütüvvenin yan kuruluşu Ahiliğin, adını bu kaynaktan aldığı sanılmaktadır. Fütüvve içinde Ahi'lerin görevleri şeyh yardımcılığı mertebesindeydi. 8. derece, herbiri kendi teşkilatının başında olan şeyhlerin derecesiydi. 9. derece ise, tıpkı İsmaili örgütlenmesinde olduğu gibi sadece bir tek kişiye, şeyhlerin şeyhine verilirdi.
Bu kuruluş daha sonra, Selahattin Eyyubi döneminde Sünni Müslümanlarca da benimsendi ve aynı adlı örgütlenmeyi Sünniler de uyguladı. Yine bu örgüt, Ahilik adını alarak, Türkler arasında yaygınlaştı

İsmaililik inancına göre gökler ve yerler yedi kattır. Bu nedenle tarikatte mükemmelliğe 7. ve sonuncu derece ile ulaşılır. Bu derecenin sadece Şeyh el Cebel'e verilmesi, onun mükemmelliğine ve Tanrı ile bir olduğu inancına dayanmaktadır. Diğer İsmaililer en çok 6. dereceye kadar ulaşabilirler. Yani, ancak mükemmelliğe yaklaşabilirler fakat hayattayken onu elde edemezlerdi.
İsmaililer, Tanrının salt ışık olan yüce bir varlık olduğuna ondan çıkmış olan tüm ruhların yine ona döneceğine inanırlardı. Onlara göre, 6. dereceye malik olabilmiş kişilerin ruhları ölümden sonra Tanrıya dönme mutluluğuna erişirken, daha düşük dereceli kardeşlerin ve sıradan insanların ruhları, gövdeden gövdeye geçerek dünyada acı çekmeye devam ederlerdi. İsmaililer için yeryüzü cehennemin ta kendisiydi. Bu nedenle de, şeyhlerinin emri üzerine kendilerini feda etmekten çekinmezlerdi, çünkü, daha iyi bir hayata doğacaklarına inanırlardı.
İsmaili öğretisi, ruhun, gövdede bulunduğu süre içinde yaptıklarından sorumlu olduğunu savunmaktadır. İyi bir kişi olarak yaşanmışsa, bir sonraki hayatta daha üst düzey birisi olarak dünyaya gelinecek ve böylece tüm aşamaların tamamlanması mümkün olacaktır. Şeriatın iddia ettiği gibi bir öte dünya, cennet veya cehennem yoktur. Cennet de, cehennem de bu dünyadadır. Yaşamını mutlu geçirmiş kişi cennette, mutsuz kişi ise cehennemdedir. Kuran'da iddia edildiği gibi Tanrının yargılayıcı bir gücü de bulunmamaktadır. Namaz, oruç, haç, zekat gibi ibadetler gereksizdir. Gerçek inancın gizlenerek, Müslüman görünme adeti "takkiye"nin ilk uygulayıcıları İsmaililer olmuştur.
İsmaililik, Pisagorculuğun bir nevi devamı gibidir. İsmaililer, 7 sayısının kutsallığının yanısıra, birçok görüşlerini ve bu arada beyaz kıyafetlerini, Pisagorculuğun, Makedonyalı Büyük İskender'in Mezopotamya'yı işgal ettiği sırada, öğretisinden son derece etkilenen Saabilikten almışlardır.
İsmaililerin giysileri beyaz tunik üzerine takılan kırmızı kuşaktan ibarettir. Bu giyisi, İsmaililer'den etkilenen Templier Şövalyelerine geçmiş, onlarda beyaz kıyafet üzerine ilave edilen kırmızı bir haça dönüşmüştür.
İsmaili öğretisi, 7 dereceli bir tekamül zincirini içermektedir. Örgüte üye olmak isteyen aday bir yıl boyunca incelemeye alınmakta, uygun görülmesi halinde özel bir törenle inisiasyonu yapılmaktaydı. İnisiye edilenlere beyaz elbise giydirilir ve sonsuz itaat ve ketumiyet yemini ettirilirdi.

Birinci derecenin adı "Müminler" derecesiydi. Bu derecede İslamiyet ve Kuran öğretilirdi. İsmaililer için, semavi bir dini tam manasıyla tanımayan kişi, bu dinin ötesindeki öğretileri anlayamazdı. Müminler derecesinden ikinci dereceye en erken iki yılda geçilebilirdi.
İkinci derece sahiplerine "Mükellefler" adı verilirdi. Mükelleflere, İslam dininin yanısıra diğer dinler de öğretilir ve tek geçerli dinin İslamiyet olmadığı, aksine tüm dinlerin aynı hedefe yöneldikleri gösterilirdi. Mükelleflerden beklenen, dış dünyada aday olabilecek kişilerle temasa geçmeleri ve onları yanlarına çekmeleriydi. Bu derecede de yükselme süresi iki seneydi. Daha sonraki derecelerde müridler altıncı dereceye kadar en erken birer sene arayla yükselirlerdi.

Üçüncü derece, "Dai'ler" derecesiydi. Sır saklama ve ketumiyetin öğretildiği bu derecede, müridlere Muhammed ve ondan önceki yedi peygamberin yaşam ve görüşlerinin yanısıra, tarikatın sırları da yavaş yavaş verilmeye başlanırdı. Marifet kapısı denilen bu dereceye haiz Dai'ler, tarikata girmek isteyenler hakkında araştırma yapar, haklarında karar verirlerdi. Dai'lerin bir başka görevi de mezhep hakkında propaganda yapmaktı. "Dai" kelimesi, Arapçada "Çağıran" anlamına gelmektedir.

Dailer, kendilerinden önceki iki dereceli müridlerden sorumluydular ve aralarında kimin yükseleceğine de onlar karar verirlerdi.
Dördüncü derece "Dai-yi Ekber" yani, Büyük Dai derecesiydi. Dai-yi Ekber derecesini alan müridlere "Baba" da denirdi. Onlar gerçek kapısından Tarikate girmeye hak kazanmışlardı. Daha sonraki yüzyıllarda Yesevilik'te ve Bektaşilik'te müridlere verilen "Baba" lakabı İsmaililer'in bu geleneğine dayanmaktadır. Dai-yi Ekber'ler tüm Dai'lerin başı durumundaydılar. Onlar, Dai'ler kuruluna da başkanlık ederlerdi.
Tarikatın gerçek sırlarının verilmeye başlandığı derece, "Tarikat kapısı" adı verilen beşinci dereceydi. Bu derecede tüm dinlerin, bu arada İslamiyet'in gereksizliği anlatılır ve saliklerine, "bir yudum emenler" anlamına gelen "Zu Massa" denilirdi .

Hüccet adı verilen ve "Hakikat Kapısı" denilen altıncı derece, bir İsmaili'nin ulaşabileceği son dereceydi. Bu derecede evrende varolan ikilik, Tanrının üçlü vasfı ve kainatı meydana getiren dört büyük güç gibi Batıni doktrinin en önemli sırları verilir, tüm peygamberlerin, diğer bütün din kurucular gibi sadece birer Kamil İnsan oldukları öğretilirdi. Tanrısal nurun "Işık" olduğunun belirtildiği bu derecede ona ulaşmak için derece salikleri ruhlarını arındırmak ve Kamil İnsan konumuna yükselmekle mükelleftiler. İsmaililer, Tanrıya ancak altıncı derece sahiplerinin mükümmel bir yaşam sürdükten sonra, öldükleri zaman ulaşabileceklerine inanırlardı.
Yedinci derece en mükümmel dereceydi ve Tanrısal bir niteliği vardı. Bu dereceye sadece, Tanrının yeryüzündeki tezahürü olduğuna inanılan Şeyh el Cebel (Doğanın şeyhi) sahipti. Tüm İsmaililerin lideri olan şeyhin diğer unvanları da, "Belag-ı Azam (Kutsal Kelam Üstadı)" ve "Namus-ül Ekber (Büyük Sır Üstadı)" idi.

Birde Ahmet Yesevi’ye bakalım.

Ahmet Yesevi, her ne kadar bir İsmaili Dai'si idiyse de, kendi tekkesinde bazı değişiklikler yaptı. Mesela, altı aşamalı olan öğretiyi, Fütüvve teşkilatlarını örnek alarak, dokuz aşamaya çıkardı. Yesevi müridinin şeyh unvanı alabilmesi için bu dokuz aşamayı geçmesi ve kurtuluşa ulaşması şarttı. Bu dokuz aşama şöyle sıralanıyordu:
1-Tövbe edenler,
2- Bilginler,
3- Zahidler,
4- Sabirler (Sabredenler),
5- Salihler (Kurtulanlar),
6- Raziler,
7- Şakirdler (Öğrenciler),
8- Muhibler (İstekliler),
9- Arifler (Gönül Erenleri)

Birde Hacı Bektaşi Veli’ye bakalım

Hacı Bektaş, Tanrıdan varolan insanları dört grupta toplar. Bunlar Tanrıya ulaşma konusunda farklı yöntemler uygulayan insanlardır. Birinci grupta, gerçeği Tanrıya ibadette arayan sofu kişiler vardır ve dünya üzerindeki insanların oldukça önemli bir bölümü bu gruptandır. İkinci grupta tarikatın yolunu uygulayan ancak sofuluktan kurtulamayanlar, üçüncü grupta Tanrı hakkındaki sırları bilme ayrıcalığına sahip, ermişler ve nihayet sonuncu grupta da Tanrı ile birleşmiş olanlar yer alır. İşte Bektaşilikteki bu dörtlü inanç biçimine, "Dört Kapı Öğretisi" denilmektedir. Bir Bektaşi, bu dört kapıdan geçmeden Kamil İnsan olamaz.
İlk kapı, ortodoks dinsel yasaların öğretildiği Şeriat kapısıdır. Bunu, tarikatın gizli pratik ve sembollerinin verildiği Tarikat Kapısı ve mistik Tanrı biliminin öğretildiği Marifet Kapısı izler. Bektaşi için gerçek ancak dördüncü kapı olan Hakikat Kapısı ile gözler önüne serilir.
Dört kapının her biri on basamaktan oluşmaktadır ve kişi derviş olmak niyetindeyse, bu basamakları tırmanmak zorundadır.
Şeriat kapısında İslam dininin temel ilkeleri, Aleviliğin genel koşulları ile "Allah- Muhammed- Ali" üçlemesinin gizemi öğretilir. Bu kapının (derecenin) müdirlerine "Beloğlu" ya da "Aşık" denir. Aşık henüz nasip almamış kişidir. Şeriat kapısının 10 basamağı şöyle sıralanır:
1- İman etmek,
2- Kuran öğrenmek,
3- Namaz, oruç, zekat, haç gibi zorunlu görevleri yerine getirmek (bu zorluluklar bir sonraki kapıda kalkar),
4- Dürüst davranmak,
5- Evlenmek,
6-Cinsel yaşamdaki yasakları bilmek,
7- Muhammed'e ve onun cemaatine uymak,
8- Herkese şevkatli davranmak,
9- Her türlü temizlik kaidesine uymak,
10- Emirler ve yasaklara itaat etmek.

Şeriat kapısı koşullarını tam olarak uygulayan ve mürşidinin de onayı ile ikinci dereceye, Tarikat Kapısı'na geçen müride verilen unvan artık "Yol Oğlu" ya da seven bir dost anlamına gelen "Muhip"tir. Bir muhip ilk iş olarak Pir'e bağlılık yemini etmek ve bundan önceki tüm günahları için tövbe etmek zorundadır. Bundan sonra muhip, mürşidi tarafından tarikat kuralları hakkında eğitilir ve bu kuralları anladığını, kabul ettiğini göstermek üzere saçlarını kestirerek, giysilerini sadeleştirir. Bu kapının dördüncü basamağını çok sıkı bir çalışma ve disiplin terbiyesi, beşinci basamağını da mürşide ve tüm kardeşlere hizmet oluşturur. Altıncı basamakta muhip alçak gönüllü davranmak ve Tanrıdan korktuğunu ihsas etmek durumundadır. Yedinci basamakta Tanrı korkusundan ona sığınarak kurtulan muhip için daha sonraki sekizinci aşama, dikkatli ve ölçülü davranmayı öğrenmektir. Dokuzuncu basamakta maneviyat ve sevgi üzerine bilgisini yoğunlaştıran muhip son basamakta sevginin Tanrısal yönünü tanımakta ve bir üst dereceye geçmeye hak kazanmaktadır. Görüldüğü gibi, İslam şeriatına uyma zorunluluğu daha ikinci derecede sona ermektedir. Kadın ve erkeklerin birlikte katıldıkları bu derecede yapılan törenlere "İkrar ayini" ya da "Ayin'i Cem" adı verilir.
Üçüncü derece, Marifet Kapısıdır. Derece saliklerine "Derviş" adı verilir. Marifet Kapısı töreninin adı "Vakfı Vücut" törenidir. Dereceyi almak için bazen on yıl dahi bekleyen Derviş'e bu törende tarikatın resmi tacı giydirilir.
Marifet kapısında insanın, Tanrının, evrenin gizemleri, değerleri ve anlamlan üzerinde durulur. Doktrinin önde gelen öğretisi olan "Birlik Yasası"nın gizemine varılır.

Yunus Emre

Batıni doktrini halka kendi dilinde anlatan ve sevdiren, bu anlamda da Mevlana'nın gerçek varisi olduğu söylenebilecek kişi Yunus Emre oldu.
Baba İlyas, Hacı Bektaşi Veli, Ahi Evren, Celaleddin Rumi ve Yunus Emre'nin aynı dönemin, aynı koşulların insanları olmaları tesadüf değildir. Nitekim daha sonraki yüzyıllarda, ana kaynak değişmemesine rağmen düşünce yapısı değiştiği için Türkler arasından bu denli etkili düşünürler çıkmamıştır.
İnsan-evren-Tanrı birliğine inanan ve var olanın yalnızca Tanrı olduğunu söyleyen Yunus, çeşitliliğin sadece görüntüden ibaret olduğunu, Tanrısal sudur neticesinde ortaya çıkan evren ile insan'ın yapılarının, ilkelerinin özdeşliğini belirtir. Bu düşünce Yunus Emre'nin şu dizelerinde dile gelmiştir:
"Ay oldum aleme doğdum,
Bulut oldum göğe yağdım,
Yağmur olup yere yağdım,
Nur oldum güneşe geldim "...
"Nur olup güneşe (Işka) ulaşmak"... İşte Yunus'un da gerçek hedefi budur. Ölüm yoktur, yüce kaynağa dönüş vardır. Onun deyişi ile,
"İkiliğe terk et,
Birlik makamı tut.
Canlar canın bulursun,
Birlik içinde"...

Yunus Emre, yetiştiği tekkenin öğretilerine uyarak, Tanrısal imanda üç derece kabul eder. Bunlardan ilki ve en alt dereceli olanı "İlm-el Yakin İman"dır. Akıl ve ilim yoluyla oluşur. Bu tür imanın yeri akıldır ve alimlerin imanı bu türdendir. İkinci derece iman, "Ayn-el Yakin İman"dır. Yeri kalptir. Hakikatin Nurunu henüz görmemiş olan dervişler bu tür imana sahiptir.
Üçüncü ve en yüksek dereceli iman ise, "Hakk-el Yakin İman"dır. Ruhsal sezgi gücüyle elde edilir. Sadece Kamil İnsanlara has imandır. Dinin imanla hiç ilgisi yoktur, Yunus için. O:
"Din ü millet sorar isen,
Aşıklara din ne hacet.
Aşık kişi harap olur,
Işk bilmez din, diyanet" der.
-----------------------------------

"Öyle sırlar var ki ararsın durursun ömrün boyunca
gösterdiğin çaba ve liyakate göre bulduğunu zannedersin
Ne zaman ki vazgeçersin dalarsın dünya işlerine
işte o zaman sana gelir o tüm aradığın sırlar bir bir peşisıra
insanlar buna mucize derler sen ise saklarsın yüreğinde

ne aradığını bilene
bir çiçeğin akşam vakti örtünüp
sabah güneşi ile yapraklarını alabildiğince açışı ile bile yeter

ne zaman ki
gölgen vazgeçmiştir peşinde olmaktan
güneş olması gereken en yüksek noktadadır
sırrın sır olmadığını anladığını vakit
işte olman gereken en iyi durumdasındır."
Aslında anlayana bu şiir çok şey anlatır ezoterizm hakkında. Hallac-ı Mansur
-------
Muhyiddin Arabi
Ailesi, Endülüs’ün tanınmış ailelerinden biriydi. Sekiz yaşında eğitim almak için İşbilliye (bu günkü adıyla Seville) kasabasına gitti. Büyük hocalardan, İslam bilimleri, tarih ve felsefe öğrendi. Keskin zekası ve güçlü hafızası sayesinde her konuda çok çabuk ilerleme kaydetti. Çok genç bir yaşta iken, adı konulmayan bir hastalık geçirdi ve bu olaydan sonra algısal ve sezgisel büyük bir açılım yaşadı.

Arabi’nin gün yüzüne çıkardığı kozmik sırlar, onun ölümünden sonra tekrar sandıklara kapatılıp dehlizlere gömülmüştür. Her şey tekrar anlaşılmaz semboller haline getirilip sadece tarikat şeyhlerinin emrine sunulmuştur. Fakat, Arabi’yi ve evrenin kozmik sırlarını öğrenmek isteyen herkes, onun hepimiz için yazdığı kitaplarıyla aynı yolculuğa çıkabilir.

Arabi kehanetlerini açık açık ve korkusuzca dile getirirken Nostradamus, kilisenin tepkisinden korktuğu için bunları şifreli hale getirmiştir. Arabi asırlar önce telgrafın çalışma tekniğini anlatarak icadını haber vermiştir. Işığın hareketlerini tespit ederek Edison’a yol göstermiştir. Edison (1847-1931) onun için, “Üstadım” demiştir. Fatih’in İstanbul’u fethini, Yavuz’un Şam’ı alacağını ilham yoluyla haber vermiştir.

Arabi’yle ilgili bir başka rivayet de şudur. Gençken babası Mevlana’yı Arabi ile tanıştırmak için onun ziyaretine götürür. Babası önde , Mevlana arkada yaklaşırlarken Arabi “Fesuphanallah. Bir derya, bir ırmağın peşine takılmış geliyor”, der.

Büyük alimler ve üstatlar Arabi’nin çok yüksek mertebede bir veli olduğunu kabul ederler. Öğrencisi Sadrettin Konevi “Hocam, uyanıkken ve uyurken, geçmiş peygamber ve velilerin ruhları ile görüşüyordu.” demiştir.

Peki Arabi bu kadar eseri nasıl yazmıştır?
Arabi eserlerini ilham yoluyla yazdığını açık açık her zaman söylemiştir. Futuhat-ül Mekkiyye için “Hiç bir bölümü kendi akıl ve irademin ürünü değildir. Allah’ın ilham meleği nasıl yazdırdıysa öyle yazdım” demiştir. Genelde eserlerinin başında, o eseri nasıl ve niçin yazdığını açıklar. Onun kitapları bir olay, bir rüya, bir ilham üzerine yazılmıştır. Örnek olarak Füsus-ül Hikem kitabını gösterebiliriz. 1229 yılında Şam’da iken bir gece rüyasına Hazreti Muhammed girer. Elinde bir kitap tutmaktadır. “Bu Füsus-ül Hikem kitabıdır, bunu al ve insanların faydalanması için içeriğini açıkla,” demiştir. Arabi bu rüyayı manevi bir işaret kabul edip o kitabı yazmıştır. Kendi tabiri ile, o kitap ne bir eksik, ne bir fazla, Hz Muhammed’in elinde tuttuğu kitaptır.
Eserlerinde hayaller gerçek, ruhani şeyler bedenlenmiş, manevi olaylar maddi bir varlık kazanmış olarak ortaya çıkar. Arabi’ye göre hayal de bir gerçektir. Ayrıntılı bir şekilde Hızır ile yaptıkları görüşmeleri anlatabilir. Bir gün, kendisi için, “Dirileri bırakıp ölülerle konuşuyor” diyen birisine haber salar. Adam bir kuşluk vakti gelir. Bu sırada Arabi bir ruhla konuşmaktadır. Adam olaylara tanık olur ve Arabi ona, “Ölülerle oturup kalkan ben miyim, yoksa sen misin?” diye sorar. Ona göre gerçek diriler ölü ruhlar olup onlarla konuşmak da çok doğaldır. Dilediği peygamberin ruhuyla görüşme gücüne sahiptir. İsterse ruhun bu dünyaya inip maddi bir şekil almasını sağlayıp onunla görüşür, isterse kendi ruhunu beden kalıbından çıkarıp ruhlar aleminde onların ruhları ile birleştirirdi. Kurtuba’da yaşadığı sırada, İslam’dan önceki bütün kutup ve velilerin kendisine Allah tarafından gösterildiğini söylemiştir. Gene Fas’ta iken namazda parlak bir nurun kendisini sardığını, zaman ve mekan şuurunu kaybettiğini, hayali bir kişiyle de konuştuğunu söylemiştir. Başka bir gün, rüyasında arşın etrafında uçtuğunu, uçarken bütün yıldızlar ve harflerle nikahlandığını anlatmıştır.

Arabi bilgiyi üçe ayırır. Kaynağı akıl olan, duyu olan ve sır olan bilgi vardır. Sır yoluyla alınan bilgiler, aklın anlama alanı üstündedir. Peygamberler ve velilerin sahip olduğu bu tür bilgiler ilk duyulunca hemen inkar edilir. Özellikle bağnazlar ve kıt zekalılar bunu duyar duymaz inkar ederler. Oysa sır ilmini bilen zaten bütün ilimleri bilir. Arabi, akıl ve duyu organlarıyla idrak edilemeyen, öteki alem yani gayb alemi hakkında da bilgiler verir. Bunu, bazen rüyalarına dayanarak, bazen yarı uyanık haldeki izlenimlerinden yola çıkarak, bazen uyanıkken kimsenin görmediklerini görerek, bazen de bir tür Miraç şeklinde ruhunu yükselterek yaptığını söyler. Bu bilgi edinme yolları akıl ve doğa üstü bir yoldur. İlhamla gelen bu bilgileri akıl yoluyla anlamak imkansız gibidir.

Düsün..
Sen nesin ?
Süphesiz; sen, sen degilsin..
Sen osun.. Ama sen, sen olaraktan degil..
O, bir giris sekli ile sana dahil degildir. Ama, bir çıkıs sekli ile de, senden hariç degildir.. Keza; sen de onun haricinde degilsin. Bu anlattıgım mana ile: Senin mevcud oldugunu kasdetmiyorum.. Keza sıfatını da..
Sunu anlatmak istiyorum: sen hiç bir zaman var olmadın.Olman da mümkün degil..
Her seyi bir yana at..Hiç bir seyle olma.. Hatta sen, sen olma.. Hele nefsinle hiç olma..Onunla, yani: Hak'la da olma. Hatta, onda da olma. Onunla birlikte de olma..Fakat, sunu da unutma ki: Sen, ne bir fanisin; ne de bir mevcud.. Sen osun ; o da sen..Bu arada su manayı da anla: Allah-ü Taâlâ alemlerden hiç birine muhtaç degildir; ganidir..Bunun böyle olması için ne bir illet lazım gelir; ne de bir sebep..


Simdi.. Varlıgını ki, anlatılan manada anladın.. Yani varlıgına karsı bir irfan duygusuna sahib oldun: Süphesiz varlık yönü ile Allah-ü Taâlâ'yı anladın sayılır..Yani: Ona karsı bir irfan duygusuna sahib oldun demektir.Anlatılan bu mananın dısında her sey, bosuna sayılır.
Yani: Faydasız.. sıfır..


Bu manada, ârif zatların pek çogu: yüce Allah'a karsı marifetduygusunu, varlıgın yokluga geçisi ile hasıl olacagına kail oldular.Yani: Marifet duygusunu fena haline izafe ettiler..
Sonra.. Fenadan da geçtiler; fenanın, yani yoklugun da ötesinde aradılar..
Kanaatları buydu..Halbuki bu duygu; açıktan bir yanlıstır ve bir yanılmadır.
Sebebine gelince: Allah'a karsı marifet duygusu; ne varlıgın fenasına, ne de bu fenanın da fenaya varmasına baglıdır .Yani: Ne Mevcud varlıgın yok olmasına, ne de bu yok olmanın
da yok olmasına baglıdır..Hiç bir zaman irfan duygusu; anlatılan hallerle elde edilemez.
O sey ki, hiç bir sey degildir; ona bir vücud, yani varlık verilemez.Sonra.. o sey ki varlıktan yana bir nasibi yoktur; onun için de bir fena hali olamaz..
Ancak fena hali; bu varlıgın isbatından sonra gelebilir. Ki, fenaya müncer olacak bu varlık, bir yönüyle mevhumdur..
Simdi kendine gelmek zamanıdır .
Sen ki: kendini ne bir varlıga sahip, ne de bir fena haline varacak biri bildin.. Ve bu manada bir marifet duygusuna sahip oldun.. İste o zaman: Yüce Allah'ı gerçekten anladın sayılır..
Yani : Marifet sahibi oldun ; demektir..
Bu mananın dısında bir sey ummak bosunadır..

Sevgiler. :)
 
Zaman kavramı ezoterizm içerisinde çok önemli bir yere sahiptir. Herşey zamanın kendisi ile başlamıştır. Ve zamanın içerisinde akıp gitmeye devam etmektedir. Bu yüzen tüm kadim kültürler yaşamlarını zamanın yapısına göre belirlemişlerdir. Herşeyin bir doğumu vardır. Bu doğumla beraber o şey için yaşam serüveni başlamış demektir. Canlı ve ya cansız fark etmez. Soyut ve ya somut da fark etmez. Herşey doğar yaşar ve dönüşür. Bu süreç içerisinde zamanın oluşturucuları da büyük bir enerji meydana getirirler. Çünkü o şey doğduğunda bir enerji ile doğar. Zamanı oluşturanların enerjisi ile birleşerek kendisi ve etrafında bulunanların yaşamlarını etkiler.

Bu söylediklerimi örneklerle açıklayalım. Zaman herşey gibi yaratılmış bir şeydir. Onun da bir doğumu vardır. Onun içinde biçilmiş bir yaşam süresi vardır ve sonunda da zaman başka bir şeye dönüşecektir. Ölüm ifadesini dikkat ederseniz kullanmıyorum. Çünkü ölüm dediğimiz şey bir son değil bir dönüşümünün başlangıcıdır. Yani zaman yeniden doğar. Bunu bir spiral gibi düşünün. Başlanıcı vardır. Yavaş yavaş bir çemberi tamamlar, çember kapanmadan yeni çemberler oluşur. Son dediğimiz anda yeni bir çember başlar. Zamanın oluşturucuları dediğimiz şey ise en başta tabi ki mutlak yaratıcıdır. Daha sonra gezegenler, uydular, yıldızlar ve canlı cansız, somut soyut o şey ne ise onun oluşturucusu. Örneğin bir çift beraber bir insanı oluştururlar. Anne karnından çıkış bir doğumdur. Bir bebeğin ilk oluşturucusu mutlak yaratıcıdır. Daha sonra anne ve babasıdır. Doğduğu zaman da onun için biçilmiş tarih ne ise o tarihteki evrende yaratılmış herşey de çocuğun diğer zaman oluşturucularıdır. Biz evrendeki herşeyi dahil edemeyeceğimiz için basitçe gün, ay, yıl, ve saat hesaplaması yapıyor ve bu hesaplamaları yapmamızı sağlayan oluşturuculara bakıyoruz. Yani yıl için güneşe, ay için aya, gün için yıldızlara, saat için ise dünyanın kendisine bakıyoruz. Gün için yıldızlara tabiri kafanızı karıştırabilir. Günlerin isimlerine baktığınızda aslında cevabı bulursunuz. Günlerin kendi isimleri onların hangi gezegenle ilişkili olduğunu göstermektedir. Örneğin monday ay günü demek olduğu gibi.

Ezoterizm ise sizlerin de mesajlarınızda belirttiğiniz gibi üstü örtünmüş saklanmış, herkese açık edilmeyen kısaca sırlı bilgilerin bütününe denir. Bu durumda zamana ilişkin sır bilgileri makalelerimizde incelememiz gerekir. Konumuzda islam ezoterizmi olduğuna göre islam tasavvufuna, sufiliğe, havvasa bakmamız ve bütünü açıklarken de parçalardan yararlanmamız gerekir. İslam ezoterizminde batınilik ile aşkın bilgiler aydınlatılırdı. Yani islam ezoterizmine batınilik diyebiliriz. Zaman kavramını batıni olarak inceleyen ve bu konuda eşsiz bir eser yazan Muhyiddin Arabi'nin Saatler Hazinesi adlı çalışmasından bahsetmemiz gerekir. Muhyiddin Arabi bu çalışmasında tıbbi, ikdisadi, siyasi, coğrafi gibi pek çok konuda tespitler yapmış ve batıni bilgileri ortaya koymuştur. Özellikle bir insanın ve insanların oluşturduğu toplumun elde edebileceği faydaları ve zararları hesaplayarak daha fazla nasıl yarar elde edilebilir ve nasıl zararlardan kurtulunabilir gibi soruların cevaplarını aramış, bu konuda bilgi ve çözüm üretmiştir.

Kendisinin çalışmalarında aşkın bazı şuur halleri yaşayarak ilahiliğin kapısından girip gizlenmiş sırları gördüğü bununla beraber bu bilgileri açık seçik anlatamayacağını eserlerinden anlarız. Astral seyahat olarak nitelendirilen bir çalışma yapmış ve astral katları geçerek sır bilgileri duymuş görmüş ve hissetmiştir. Bununla birlikte bu sır bilgileri insanların helal ve hakkı anlamada insani duygularından kaynaklanarak tam olarak idrak edemeyecekleri için kötü yönde kullanabilme endişesinde dolayı açıklamadığını ifade etmiştir. Direkt olarak kendi sözleri ile "Ben ilahi bilim hazinelerini gezdiğim vakit bu bilimin bulunduğu dolabı açtım ve içindekileri gördüm. Bunları öğrendim, fakat tatbikatını yapmaktan korktum ve çekindim. Çünkü bu bilimin insanlığı kötüye ve batıla, helaka götürdüğünü anladım. Bunun öğrenilmesini kimseye tavsiye etmem." demiştir.

İslam ezoterizmi, zamanla ilgili olarak said ve nahis vakitleri açıklamaya çalışmıştır. Yapılacak her şey bu vakitlere uygun olarak yapıldığında fayda sağlamaktadır. Eğer uygun olmayan zamanlarda eğer bir iş yapılırsa zamanın oluşturucuları negatif enerji vereceği için yapılacak iş hayır getirmez inancı vardır. Bu yüzden de günleri, yılları ve saatleri hesaplayarak hayırlı ve şerli vakitleri hesaplamışlardır.

İslam ezoterizminde zamanla ilgili olarak yapılan çalışmalarda en başta ebced hesabı yer alır. Ebced hesabı direkt olarak neredeyse hiç değiştirilmeden Kabbala'dan Havvas ilmine geçmiştir. Kabbalaya da değiştirilerek Mısır Ezoterizminden geçer. Mısır Ezoterizmi de Mu ve Atlantisin kayıp bilgeliği ile oluşmuştur. Yani günümüzün islam ezoterizminin başlangıç temelleri Mu ve Atlantis'den gelmektedir. Bununla birlikte neredeyse o döneme ait hiç orjinal bilgi kalmamıştır. Sembolleştirilerek anlatılan bilgiler, sufi dergahlarının artık bilgiyi aktarmama kararından sonra sembol okumayı bilmeyen kişiler tarafından kendi çıkar ve isteklerine göre yapıldığı için tamamen bu bilgiler değişmiş ve sırlar kaybolmuştur.

Batıniler ebced hesaplamasından sonra gezegenlerin konumlarına, günlerine göre günü ikiye bölmüşler ve gece gündüz hesaplamaları yapmışlardır. Havvas'ın en zor ve en önemli konusu bu zaman hesaplamalarıdır. Basitçe bu sisteme majikal yıldız hesaplama adı verilmiştir. Herkes bu hesapları yapamayacağı, öğrenemeyeceği için Muhyiddin Arabi gibi değerli alimler halkın zarar görmeden hata yapmadan ve zorlanmadan basitçe öğrenebilecekleri said ve nahis vakitleri açıklamışlardır. Bu konuyu eğer detaylı olarak yazmaya kalkarsak 100 sayfalık bir yazı yazmam lazım. Sadece hesapları yazmam için ise bir 200 sayfalık kitap daha yazmam lazım. Bu yüzden sadece konuyu anlayabilmeniz için birkaç said ve nahis vakitlere örnek vereceğim.

Pazar: Tüm hayırlı işlerin yapılacağı başlanacağı bir gündür. Çünkü enerjisini güneşten alır.
Pazartesi: Bir işe başlanmaması gereken, başlanırsa eğer o gün içerisinde tamamlanması gereken bir gündür. Çünkü pazartesileri değişkenliğin yöneticisi olan ay tarafından beslenir.

Örneğin; Pazar'ın 10. saatinde hastalanan insanlar ölürler. Pazartesinin 3. saatinde hastalanan kişiler yaşar.
Yukarıdaki verdiğim örnekler günler ve saatlerin önemi üzerine anlatılmış islam ezoterizmi içerisinde yer alan bilgilerdir. Daha fazla örnek vermek isterdim ama tam ve bütün bir şekilde bunlar anlatılmaz ise bir anlamı yok. Dediğim gibi eğer herşeyi anlatmaya kalksam 100'lerce sayfalık yazı yazmam gerek. Bu yüzden daha fazlasını öğrenmek isteyenler Muhyiddin Arabi'nin Saatler Hazinesini ve Mukaddime'yi okuyabilirler. Hesaplamalar konusunda da yazılmış en sade ve türkçe eser islam ezoterizmi bilgini olmasa da Bülent Kısa'dır. Havvas'ın Derinlikleri 1 kitabını okuyarak daha fazla bilgi edinebilirsiniz.

Sizlere bir başlangıç olması açısından bu yarışma ve bu makale umarım faydalı olmuştur. Emek sarf edip cevap yazan arkadaşlara da sonsuz teşekkür ederim. Konu ile alakalı olarak istediğimiz cevapları alamasak da emek harcanmış ve bir bakış geliştirmiş üyelerimize söz verdiğim hediyeyi de sunacağım. Kaç kişi ve kim olduğunu buradan bir sonraki mesajımda belirteceğim.
Sevgi ve Işıkla...
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Geri
Üst