Kelebeğin ateşe aşık olup, korkusuzca, cesaretle koşması, yanıp, ateşte yok olması mecazi bir anlatım şeklidir. Kişi aşık olduğu kişi ile bir olur, senlik- benlik , bencillik ortadan kalkar birlik oluşur. Kelebek de ateşle bir olur, dünyaya geliş amacına muradına-vuslatına kavuşur. Burada anlatılan hikayede de Tasavvufta genelde mecazi- sembolik anlatımlarda olduğu gibi maddi dünya bağımlılıklarından kurtularak, cesaretle aşka, Allah’a, yaradana, öze kavuşma yolculuğudur.
Ateş- Od sembolik ifadelerde aşkın temsilidir.
“Aşkın hikâyesini, durmaksızın feryâd eden bülbüle değil..Sessiz sedasız can veren pervanelere sor.” Mevlana
“Sevdiğini mertçe seven kişi, pervane gibi özler ateşi. Sevip de yanmaktan korkanın, ‘masal anlatmaktır’ bütün işi.” Ömer Hayyam
Pervaneler de ışığa ve ateşe tutkunlukları gözlerini kör etmişcesine ölüme kanatlarını yakarak koşan cesur yüreklilerdir.
Türk-İslam edebiyatında çok yer almış olan Şem ve pervane hakkında ilgilenenler için aşağıda ki alıntıyı paylaşmak istedim, belki daha açıklayıcı olur.
Şem ve Pervana Şark edebiyatının başlıca tem ve benzetmelerindendir. Şem; bal mumu, yanan mum demektir. Pervane ise gece kelebeği de denilen küçük böcektir. Gündüzleri karanlık yerlerde bulunur. Ortalık kararınca ışığa doğru koşar. Emri’nin şu mısrası bu sahneyi şöyle tasvir eder:
Gece oldukta görür pervane şem’-i Rûşeni
Pervanenin gözleri kamaştığı için ayrılamaz ve kendini fener, lamba şişesi, mum ve ampul gibi şeylere çarpar. Sonunda kanatları ve vücudu yanar. Bu arada yanan ateş aynı zamanda mumu da eritip bitirmektedir:
Şem’i yakmaz mı ol ateş ki yakar pervaneyi (Şeyhülislam Yahya)
Pervane sessiz ve gürültüsüz can veren sadık bir aşığı sembolize eder. Tek bir ışık etrafında döner ve kendini yakıp yok eder. Bu teklik vahdet ile ilişkilendirilir. Şem’ ilahi aşkı, pervane ise yanan kavrulan vahdet yolundaki dervişi temsil eder. Fenâfillâh mertebesine ulaşmak için çeşitli engellerle karşılaşan sâlik, bu engelleri korkusuzca aşar:
Talib-i şem ‘i vasl olınca kişi
Oda yanmaktan ana perva ne (Bâkî)
Tevriye sanatının inceliğini kullanarak şair, pervanenin korkusuzluğun (pervane) ta kendisi olduğunu anlatmaktadır.
Bu korkusuzluğun sebebi aşkının büyüklüğüdür. Sevgilinin cemalinin güzelliği onu pervaneye çevirmiştir:
Pervane kıldı şem‘-i cemalün Hayaliyi
Kandil-i mihr tak-ı sipihr üzre yanmadın
İlahî aşk ve ateş arasındaki en önemli benzerlik, her ikisinin de değiştirici, dönüştürücü bir etkiye sahip olmasıdır. Ateş; yakar, yok eder. Böylece ikiliği birliğe dönüştürür. Aşkın ateşi, onu hakikatten alıkoyan maddî heveslerini yıkar. Böylece onu temizler. Bu ateş, çokluktan, şirkten kurtarıp tevhide sürükleyen bir kuvvettir. Akıl, insana varlık kazandırır. Aşk ise insanın varlığını ortadan kaldırır. İnsanın varlığı kaldığı müddetçe de birlik olmaz. İkilik olur. Biri Allah’ın varlığı, diğeri de insanın varlığıdır. Hâlbuki hedef birliktir. O halde insanın birliğe ulaşması için aşk gerekir.
Aşk rüzgarı (heva) esince akıl mumunu söndürmektedir. Yani aşk gelince akıl devre dışı olmaktadır:
Yine ben dil şem’ini bir dilbere yandırmışam
Ol heva ile çerağ-ı aklı dinlendirmişem ( Zâtî)
Şem ve pervâne kelimeleri arasındaki söz konusu yakınlığa bağlı olarak pervânenin muma doğru yönelişi, Asl’a duyulan özlemin ve tekrar ona ulaşma arzusunun bir neticesidir. Dolayısıyla da kendisinde “ilahî bir öz” taşıyan; ancak dünyaya inme neticesinde Allah’tan ayrılmış olan insanın O’nunla tekrar bütünleşme gayesini, başka bir deyişle menşeine geri dönme isteğini yansıtmaktadır.
İnsan kainatın küçültülmüş bir örneğidir. Bu görüşü dünyanın dörtte üçünün sularla kaplı olması, buna mukabil insan vücudunda da dörtte üç oranda su bulunması gibi ilmi gerçeklerle açıklayabileceğimiz gibi Şeyh Galib’in zübde-i âlem (âlemin özü) benzetmesi ile de kuvvetlendirebiliriz. Akif ise “ insan ”mevzusunda :
Haberdâr olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen
“Muhakkar bir vücûdum!” dersin ey insan, fakat bilsen
Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden ulvîdir:
Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir demektedir.
Pervanenin şem etrafında dönüşü başlangıçta geniş çaplı ve yavaştır. Ancak pervane mertebe kat ettikçe, makamdan makama geçtikçe Şem’e daha da yaklaşır ve çap gittikçe daralır. Bu makamda Hakk’ın onu kendisine çekmesini bekler. Şem’ ise pervaneye değil de pervaneye üflediği kendi ruhuna özlem duymaktadır. Bu da Allah’ tan kula yönelen aşkın temelidir. Pervane ile Şem arasındaki son engel olan benlik de kalkınca Hakk cezbesiyle pervaneyi kendine çeker ve onu yakar:
Nara atan canını çün şem içün pervanedür.
Narına Şem’ ol sebepten yandurur pervaneyi (Nesîmî)
Şem’in alevinde yanan insan yeryüzü macerasını tamamlamış olur. Bu yanışla Hakiki varlık hakkındaki en kesin bilgiyi (hakka’l- yakin) elde eder. Bu bilgi tecrübidir, tatmayan bilmez:
Kim ki pervane sıfat ışkuna yanmaz ne bilür
Ne bilür şol yine kim pertev-i envar nedür (Nesîmî)
Mumun yanması sembolik olarak yaratmayı temsil eder. Mum geceyi yani yokluğu aydınlatarak varlığı ortaya çıkaracaktır. Mumun rengi bütün renklerin kaynağı olan beyazdır. Bu durum her şeyin aslının Mutlak Nur’ a dayandırılması ile özdeşleştirilirse vahdet meselesi de aydınlanacaktır.
Karia suresinde, “ kelferaşin mebsûs “ tabiriyle insanlar ateş etrafında yayılmış pervanelere benzetilmiştir. Yayılmış pervaneler tabiri kelebeklerin ateş çevresinde çırpınıp sonunda yanarak yere serilmesini ifade eder. Bu ayetten ilham alan şairler için şem’ ve pervane mazmunları zamanla mesnevi konusu da olmuştur.
İslami literatürde
pervanenin şem ile olan hikayesi ilk kez büyük sufi Hüseyin b. Mansur el- Hallac (ö. 922 )tarafından yazılmıştır. Türkçe yazılan Şem ü Pervane mesnevilerinden ilki XIII. yüzyılın sonlarında ve XIV. Yüzyılın başlarında yaşamış olan Gülşehrî’ ye aittir. Gülşehrî, Mantıku’t-tayr adlı eserinin altmış üç beyitlik bölümünde pervanelerin şemden haber getirmelerini anlatmıştır. Mesnevi özetle şöyledir:
Kelebekler bir gece, kendisine güvenilen doğru bir kişiden mumla ilgili haber alırlar:
Kelebekler bir gice mumdan haber
İşidürler bir kişiden muteber
Bu kişi onların güneş ve aydan daha nurlu bir sevgilileri olduğunu haber verdikten sonra bu sevgilinin (mumun) özelliklerini bir bir sıralar. Pervanelere, onun altından bir ağaç olup meyvesinin inciye benzediği, yüzünün cennete, alevinin cehenneme benzediği gibi haberler aktarır. Bunu duyan pervaneler şaşırır, “Kim bize sevgilimizden doğru haberi getirebilir? ”derler:
Kim bize ol şahidümüzden haber
Kim getüre katumuza muteber
Aralarından bir pervane öne atılır ve kendisini göndermelerini ister. O pervane mumu görüp ondan haber getirmeye gider. Mumdan bir nişan almak için kendini aleve atar. Bir ayağı ve bir kanadı büsbütün yanar ve kapkara kesilir. Geri gelip arkadaşlarına, onu uzaktan seyretmek gerektiğini aksi halde sonunun kendisi gibi olacağını söyler. Kendisinin beyaz; fakat izlerinin, nişanlarının siyah olduğunu söyler. Diğer pervaneler de bu nişandan bir şey anlamadıklarını, kibirle yaklaştığı için belki de kendisinde hiçbir izin kalmadığını ifade ederler.
Bir başka kelebek de mumu çok iyi bildiğini, yıllarca onun hizmetinde bulunduğunu, geceleri hep yanında olduğunu anlatıp mumdan haber getirmeye gider. Mumun alevine düşer, kelebekken mum olur. Artık kendisi de mum olduktan sonra mumun mumdan haber vermesi uygun olmayacağı için geri dönüp haber veremez. Mum kesilen kelebekten artık ancak başkası haber verebilecektir. İşte böylece biraz eren kişi iz, nişan alamaz, büsbütün eren de kendisi geri gelemez:
Bes biraz eren nişan alımadı
Külli eren hod girü gelimedi
Kulun padişahla aynı olması için yanıp yok olması lazımdır. Bir avuç sirke yüz yük şekerde erir, geriye sadece şeker kalır. İşte kul da Hak’ ta bu şekilde mahv (yok ) olursa, kendisi gider sadece Hak kalır:
Bir avuç sirkeyi yüz yük şekere
Saç ki sirke mahv ola şeker tura
Kul dahı Hakda şol elden mahv olur
Kim gidicek kul dükeli Hak kalur
Senlik davasıyla derde deva bulunmaz. Sen fena olursan sadece o kalır. Kimin yanında şüphe varsa bu nişan ortaya çıkmaz:
Senün ile derdüne yoktur deva
Ol kala çün kim sen olasın fena
Gülşehrî der ki, “Mum Hak’tır, kelebek de sensin; sen benlik davasından geçip yok olmayınca onu bulamazsın, Hakk’a eremezsin:
Şem’ Hak’dur kelebek sensin anı
Bulmayasın komayınca sen seni”
Gülşehrî kendi özünü (benliğini) terk ettiği zaman istediğinden haber alacaktır:
Kendüzin terk ide Gülşehri meger
Kim bula istediğinden haber
İkinci mesneviyi “şuaranın ulusu ” sayılan Zâtî ( öl. 1546 ) kaleme almıştır.3821 beyitlik bu eser Türk edebiyatının en ünlü şem ü pervane mesnevisidir. Mesnevinin olay örgüsü şöyledir: Rum (Anadolu) hükümdarı Jale’nin çocuğu olması için Allah’a yakarışı, Pervane’nin doğumu, yetiştirilmesi, Şem’e aşık oluşu, Şem’in resminin ortadan kaldırılması sonucu hastalanması, delirmesi ve Şem uğruna yaptığı tehlikeli yolculuklar ile yaşadığı maceralar, sonunda muradına erip Çin hükümdarı oluşu.
Lâmii Çelebi ( öl.1532 ) ise Ehl-i Şirâzî’ nin aynı adlı mesnevisini çevirmiştir. “Mehmet Kanar, Lamii Çelebi’ nin mesnevisinde sembollerle bir sufinin tasavvuf yolunda karşılaşacağı güçlüklerin anlatıldığını söyler.” Muidî (ö.1586) ve Feyzi Çelebi de şem ü pervane konulu mesnevi yazan şairlerdendir.
Şem ü pervane, Klasik edebiyatımızda gerek mesnevilere konu olarak, gerekse mazmun olarak çokça kullanılmıştır. Şem ü pervane sembolü “Yüküm gamdır, gam alırım gam satarım/Pervaneler gibi yanar tüterim diyen ” Karacaoğlan gibi aşıklar ve “Hep ben, ayna ve hayal; hep ben pervane ve mum” sözleri ile şiirini bezeyen Necip Fazıl gibi Cumhuriyet sonrası şairleri tarafından da kullanılmıştır. Bu sembol, modern şiirimizde ışığa doğru uçan kelebek imgesi ile de hala canlılığını devam ettirmektedir.
Zeliha GÖÇMEN
Aşkla, sevgi ve ışıkla kalın
