aris
Kayıtlı Üye
İSLAM ÖNCESİ TÜRKLERDE CİN KAVRAMI
Anadolu folklöründeki biçimiyle cinlerden huddam edinme inancının, Türklerin müslümanlık öncesi inançlarında da yer aldığını söylemek pek mümkün değildir. Türk şamanizminde, doğaüstü varlıklarla ilişki kuran kişiye “kam” veya Kırgızlar'da hâlâ kullanıldığı gibi “bakşı” denir (2). Bakşı'nın koruyucu ruhu olarak sözünü ettiği “arvak” ile hadîm bir cinden bahsetmediği açıkça bellidir. Diğer yandan, zaman içinde yok olup giden Türk şamanizminde de cin benzeri varlıklara inanıldığı biliniyor. Fakat, bu inancın temellerinde Budizm'in köklü bir etkisi olduğu da kesindir. Uzakdoğu dinlerinin esas ilkeler açısından Ortadoğu'dakilere oranla büyük farklılıklar taşıması sebebiyle, bu farkın mitolojik unsurlarda da kendini göstermesi kaçınılmazdır.
Nitekim, İslam öncesi Türkler'den kalma ve “çıvı” olarak geçen bir terimi, Mahmud Kaşgarî “Dîvanü Lûgat-it Türk” adlı kapsamlı sözlüğünde açıklarken, İslamın etkisi ile bunun "cinlerden bir bölük' olduğunu yazmak zorunda kalmıştır. Oysa, Yakut Türkleri'ndeki şamanizmde - ki İslam-Arap etkisinde kalmamış nâdir bir koldur - görülen “ije-kil” ile paralel anlamdadır “çivi”. İje-kil; herhangi bir kişinin, ruhu gibi bedenine bağlı olan ve canı olarak tercüme edebileceğim biçimde tanımlanmaktadır. Çıvı da, fertleri birbirine bağlı bir toplumun kollektif canı gibi düşünülmüştür. Mesela, eski metinlerde anlatıldığı üzere; savaş anında birbirine saldıran iki ordunun askerleri çarpışırken, o iki toplumun çıvılarının da birbirine saldırdığına inanılırmış. Özellikle askerler gece vakti istirahatte iken, askerlerden çıkan çıvı daha da güçlenir ve böylece karanlıkta müthiş bir savaş olurmuş. Öyle ki, askerler geceleyin çıvıların attığı oklardan korunmak için çadırlarından dışarıya adım atmazlarmış.
Kaşgarlı Mahmud'un Türkler ile ilgili muhteşem eserini, Abbasi halifesi Muktedî'ye takdim ettiği yıllarda, doğudan itibaren Akıncılar Anadolu'ya girmeye başlamışlardı. Bu Akıncıların Orta Asya'daki İslam öncesi eski Türk kültür öğelerini ne ölçüde Anadolu'nun otantik etkisinden koruyabildiğini bilmiyoruz. Ancak, Anadolu'nun eski Doğu Roma İmparatorluğu'ndan kalma halkının âdet ve inançlarından günümüze kadar gelen bazı cin-peri hikayelerinin varlığını inkâr etmek mümkün değildir (3).
Bu sebeple, günümüzdeki Anadolu inançlarının kökünü; Akıncıların göçerlikten yerleşikliğe geçerken küçük beylikler kurmaya başlamalarıyla birlikte, Arap-İslam kültürünün Bizans-Anadolu ortamında yorumlanışında aramak gerekir. Burada Osmanlı kültürünü - içeriği çok zengin olmasına rağmen - aynen kendisinden önceki gibi İstanbul'un surları içinde sıkışıp kalmış ve onbeş-yirmi sene önce de Anadolu kültürü tarafından tamamen yok edilmiş olması yüzünden dikkate almıyorum. Esasında, cinlerle ilgili inançlarda da Anadolu ile Konstantinopolis (Der-Saadet) arasında dikkati çeken farklar vardır.
KURAN VE ARAP-İSLAM KÜLTÜRÜNDE CİN KAVRAMI
Sanıldığının aksine, Kuran'da - aynen ruh, melek, şeytan, öte alem konularında olduğu gibi - cinlerle ilgili konuda da yeterince açıklayıcı bir bilgi yoktur. Genellikle aynı tanımlamaların tekrarları yapılmıştır. Konu ile ilgili önemli sayılacak ayetlerin anlamları şöyledir:
6:100 : “Cinleri ona (Allah'a) ortak yaptılar. Halbuki onları da o yarattı.”
15:26-27 : “Andolsun ki biz insanı kuru çamurdan, biçimlenmiş balçıktan yarattık. Cann'ı da daha önce semum (dumansız? zehirleyici? çok sıcak?) bir ateşten yarattık.”
55:14-15 : “O, insanı bardak gibi kupkuru balçıktan yarattı. Cann'ı da yalın bir ateşten/alevden yarattı.” Cann, tefsircilere göre, cinlerin babası sayılan İblis olabilirmiş. Çünkü o da ateşten yaratılmıştır.
18:50 : “Hani biz meleklere: Adem'e secde edin demiştik de İblis'ten başkası hemen secde etmişlerdi. O ise cinlerden olduğu için, rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı. Şimdi siz beni bırakıp da onu ve onun avenesini - hepsi sizin düşmanınız olduğu halde - dost edinir misiniz? Zalimler için ne kötü bir değiştirmedir bu!”
51:56 : “Ben cinleri de insanları da ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”
11:119 : “Andolsun ki ben cehennemi hep insan ve cin ile dolduracağım.”
7:38 : İns(an) ve cinden sizden önce geçmiş ümmetler arasında siz de girin bu ateşin içine.”
6:130 : “Ey cin ve ins(an) topluluğu: Aranızdan size ayetlerimi nakleden, bu gününüzün gelip çatacağını özellikle haber veren peygamberler gelmedi mi size?”
6:128 : “Ey cin topluluğu, insanlardan birçoğunu baştan çıkardınız ha! Onların dostları olan insanlar da şöyle diyecekler: Ey rabbimiz, kimimiz kimimizden faydalandık, bizim için takdir ettiğin ecelimize ulaştık.”
41:29 : “O küfredenler: Ey rabbimiz, cinden ve insanlardan bizi saptıranları göster bize de, onları ayaklarımızın altına alalım. Ta ki en aşağıda kalanlardan olsunlar, diyecekler.”
34:14 : “Cinler gaybı bilmiş olsalardı, öyle horlayıcı bir azab içinde bulunmazlardı.”
Yahudi kral-peygamber Şalomon'un (Süleyman) cinleri için de şöyle deniyor:
27:17 : “Süleyman'ın cinlerden, insanlardan, kuşlardan orduları toplandı. İşte bütün bunlar (onun tarafından) idare ediliyordu.”
27:37-38 : “(Süleyman) dedi ki: Ey ileri gelenler, onun (Saba melikesinin) tahtını, teslim olarak bana gelmelerinden önce, hanginiz bana getirir? Cinlerden bir ifrit: Sen daha yerinden kalkmadan ben onu sana getiririm. Eminim ki buna gücüm yeter, dedi.”
34:12 : “(Süleyman'ın) Önünde, rabbinin izniyle iş gören bazı cinler de vardı.”
Ayrıca, birtakım cinlerin Peygamber'i Kuran okurken dinlemeleri ve daha sonra da bu konuda cinlerin konuşmalarının Peygamber'e vahy olunuşu ile ilgili 28 ayetlik Cin suresi ise şöyledir:
72-Cin : 1-15 : “Biz gerçekten hayranlık veren bir Kuran dinledik ki o hakka ve doğruya götürüyor. Bundan dolayı biz de ona iman ettik. Rabbimize hiçbir şeyi asla ortak tutmayacağız. Gerçekten, rabbimizin büyüklüğü yücedir. O ne bir eş ne de bir çocuk edinmiştir. Demek ki, meğer bizim avanağımız, Allah'a karşı ne yalanlar uyduruyormuş. Aslında biz de, insan olsun cin olsun, hiçbiri Allah'a karşı asla yalan söylemez sanmıştık. Ancak şu da var: İnsanlardan bazıları cinlerden bazılarına sığınırlar. Demek ki bu suretle onların azgınlıklarını arttırmışlar. Doğrusu, onlar da, sizin zannettiğiniz gibi, Allah'ın hiçbir kimseyi katiyen diriltemeyeceğini sanmışlar. Biz, ciddi bir biçimde göğe erişmek istedik. Fakat onu sert bekçilerle ve alevlerle doldurulmuş bulduk. Halbuki bundan önce, haber dinlemek için onun (göğün) bazı kısımlarında yer bulup oturuyorduk. Ama, şimdi kim dinleyecek olursa, karşısında kendisini gözetip duran bir alev buluyor. Doğrusu biz, yerdeki kişilerin kötülüğü mü isteniyor, yoksa rableri onlar için bir iyilik mi diliyor, bilmiyormuşuz. Gerçekten bizim aramızda iyiler de vardır, daha aşağı olanlar da. Farklı yollara ayrılmışız. Şu gerçeği de kuşkusuz anladık ki: Yeryüzünde kalsak da, göğe kaçsak da Allah'ı asla güçsüz kılamayız. Doğrusu, biz o doğru yola ulaştıranı dinleyince ona iman ettik. Her kim rabbine iman ederse, o ne ecrinin eksileceğinden ne de bir haksızlığa uğrayacağından korkmaz. Aslında kimimiz müslüman, kimimiz de zalimlerden. Müslüman olanlar, doğru yolu arayıp bulmuş olanlardır. Zalimler ise cehenneme odun oldular.”
Cinin anlattıkları Peygamber'e naklen bildirildikten sonra kendisine denmiş ki: “Eğer onlar o yol üzerinde dosdoğru gitselerdi, elbette onlara bol su içirirdik.” Bir tür alevden veya ateşten yaratılmış olanlar için ayrı bir cehennem tablosu çizileceği beklenirken, onların da cehennem ateşinde yanacaklarının söylenmesi ilginçtir. Kurandaki daha başka birçok tanımlamada da olduğu gibi, iyice anlaşılsın diye, olaylar “insanlara hitaben ve yine insanların değer yargılarına göre” anlatıldığından, vahiyde cehennem ateşi sembolik anlamda ve acı veren bir ortamı tasvir etmek için seçilmiş olabilir (4).
Kuran'da cin hakkında yapılan bu açıklamalar sonucunda, İslam alimleri arasında büyük fikir ayrılıkları doğmuştur. Dini açıdan önemli bir yeri olan Mu'tezîle ekolü cinin varlığını toptan yok sayarken, İmam Eşarî'nin yandaşları da cinlerin nerdeyse her şeyi yapmaya gücü yetecek varlıklar olduklarına inanmak gerektiğini savunmuşlardır. Diğer yandan, Hadis ravileri de, Peygamberin herhangi bir cini görüp görmediği hususunda anlaşamamışlardır. Ancak, esas itibarıyla, müslümanların cinlere inanması gerektiği söylenir.
Esasen, Kuran'da da belirtildiği gibi, Araplar Peygamber'e vahiy gelmesinden önce de zaten cinlere inanıyorlardı. Cinler, melekler ve diğer mitolojik tasvirlerin hepsi Cahiliye Dönemi'nin Arap kültüründe önemli bir yer almaktaydı. Seci (kafiyeli ifade), belâgat (güzel konuşma) ve şiir sanatlarına büyük değer veren Araplar, bu alanda yetenekli kişilerin daima marifetli bir cini olduğuna inanırlardı. Nitekim, Peygambere vahyolunan güzel sözleri duyduklarında da onun cininin kim olduğunu sormuşlardır.
Arap literatüründe, Kazvinî'nin “Acaib al-Mahlûkat wa Garaib al-Mawcûdat” ile Damirî'nin “Hayât al-Hayawân” adlı eserlerinde cinlerle ilgili önemli açıklamalar vardır. Bu yazarlara göre; insanın topraktan, meleklerin de nurdan yaratılmış olmalarına karşın, ateşten yaratılmış olan cinlerin erkeğine “cinni” dişisine de “cinniye” denir. Cinler üç gruba ayrılırlar: Agval, Saali ve Afarit. Agval veya Gilan grubundan olanlara “Gul” denir. Saali türü cinlere ise “Sılat” derler. Afarit grubundakiler ise “İfrit” diye bilinirler. Bu cin gruplarının kendi aralarında da hiyerarşik bir düzenleri vardır.
Arap inancına göre, “Gul” türünden olan cinler genellikle dişidir, erkeğine “Qutrub” denir. “Marid” tipi Gul'ler en acımasız olanlardır. Hilekarlıkta onlardan daha haini yoktur. Değişik biçimlere girerek önce insanlara yollarını şaşırttırır, sonra hemen üstlerine atlayıp parçalayarak onları yutarlar. Mısır Arapları, geceleyin mezarlara saldıran Gul'lerin cesetleri yediklerine inanırlar. Anadolu folklöründeki “Gul-yabani” ise daha ziyade hortlak veya hayalet olarak tasvir edilir ve ıssız yerlerde, karanlıkta ansızın insanın önüne çıkarak korkuttuğu söylenir. Masallardaki umacı “dev anası” da bir Gul'dür.
Yine, Anadoluda “al-karısı” diye bilinen ve loğusaya veya çocuğuna saldırarak onları boğmaya çalıştığı söylenen hayali yaratık da dişi Gul sayılır. Peygamber, bir hadise göre, Gul diye bir yaratık olmadığını söylemiş. Mu'tezîle ekolü de bu hadise atfen cinleri yok saymıştır. Fakat, başka bir hadise göre de Peygamber, sataşan Gul'leri kovmak için ezan okumayı tavsiye etmiştir. Araplar için Gul kavramı o kadar etkileyiciydi ki, uğursuz sayılan beta-Persei çiftyıldızına Ras al-Gul (Cinin Başı) adını takmışlardı. Bugün astronomide kullanılan Algol adı da dolayısıyla onlardan kalmıştır.
Sılat türündeki cinlerin dişileri Gul gibi biçim değiştirebilirler. Ayrıca, cinlerin çoğu dişi Sılat'lardan korkar, çünkü büyücü olurlar. Yani, mesleği büyücülük olan cinler bile var. Sılat'ların daha az zararlıları ise su birikintilerinde yaşayanlar, ağaç kovuklarında gizlenenler ve havadar yerlerde gezinenler olarak tanımlanıyor. Bu türdekilere Anadolu'da daha çok - farsi kökenli olarak – “peri” adı verilmektedir.
İfrit’ler ise Cahiliye Döneminde cinlerden sayılmazken, İslamiyet ile birlikte cin olmuşlar. Ama, eski bir alışkanlık olarak, Araplar İfrit’leri Şeytan’lar ile bir tutmayı yeğlemişler. İnanışa göre, İfrit çok kuvvetli, sert mizaçlı, acımasız ve aynı zamanda kurnazdır. Mısır'da ise, öldürülen veya acılar içinde ölen bir adamın hayaletine ifrit derler.
İslam inancına göre, cinlerden korunmak amacıyla, Kuran'ın sonunda yer alan iki kısa surenin (Falâk ve Nâs) dua olarak okunması yaygındır. Ananeye göre, bu iki sure Peygamber'e büyü yapılmasından sonra, büyülerden korunması için indirilmiştir. Hadislere dayanarak bazı tefsirciler bu surelerin sadece birer dua olmaları sebebiyle, ilk dönemlerde Kuran'a dahil edilmediğini söylerler. Fakat, daha sonra Kitab'ın en sonuna ilave edilmişler.
HADİSLERDE ANLATILAN CİN
İslam'da, uygulama bakımından, Kuran'dan sonra başvurulacak ilk kaynak, Peygamber'in sözleri ve yaptıklarıdır ki Sünnet (Sunna) olarak bilinir. Peygamber'in sağlığında, onun Kuran hükümlerini uygulama biçimine ve açıklamalarına tanık olanların anlattıklarından derlenen Hadis kitapları bu bakımdan Sünnet'in esasını oluşturur (5). Çok sayıda hadis kitabı olmasına rağmen, içlerinde en çok güvenilenler Buhârî'nin ve Ebu Müslîm'in derlemeleridir. Bu derlemelerde cin konusunda Peygamber'in yorumlan ise şöyle:
Buhârî - Menâkıb 31:80 : Ebu Hureyre, Peygamber'in abdest alması ve temizlenme suyu için yanında küçük bir kırba taşırmış. Bir keresinde, Peygamber ihtiyacını gidermek için çıktığında, Ebu Hureyre arkasından kırba ile onu takip ederken, Peygamber “kimdir o?” diye sormuş. Ebu Hureyre olduğunu öğrenince de kendisine “benim için temizleneceğim birkaç taş ara, ama bana sakın kemik ve hayvan gübresi getirme” demiş. Ebu Hureyre de söyleneni yapmış. Peygamber ihtiyacını giderdikten sonra, birlikte yürürlerken Ebu Hureyre niye öyle söylediğini sormuş. Peygamber de kemik ve hayvan gübresi hakkında şunları söylemiş: “Bu ikisi cinlerin yemeklerindendir. Gerçekten bana Nasibin cinlerinden bir heyet geldi. Bunlar ne hoş cinlerdir! Benden azık istediler. Ben de onlar için Allah'a, cinlerin önüne çıkan her kemik ve tezek topağında kendileri için muhakkak bir yiyecek bulmaları için dua ettim.”
Peygamberin ne hoş cinler dediği heyetin geldiği yer - hadise göre eski adıyla Nasibin (Nasibis) - vaktiyle ünlü büyücülerin merkezi sayılırdı. Bu yer, günümüzdeki adıyla, Mardin iline bağlı Nusaybin ilçesidir.
Buhârî - Tefsir 253:330 : Ebu Hureyre demiş ki; Peygamber şöyle buyurdu: “Cin tayfasından bir ifrit dün gece namazımı bozmak için bana ansızın hücum etti. Lakin, Allah beni galip getirip ona istediğimi yapmaya fırsat verdi. Sabah olunca, hepiniz göresiniz diye onu mescidin direklerinden birine bağlamak istedim. Fakat, kardeşim Süleyman Peygamber'in sözleri hatırıma geldi (de böyle yapmadım).
Abdurrezzak'ın Musannaf’ına göre: Peygamber, “bu ifrit kedi suretinde karşıma geldi” demiş. Müslim'e göre: "Yüzüme çarpmak için elinde ateşli bir alev ile geldi" demiş. Nesei'ye göre: "Onu yatırdım ve dilinin soğukluğunu elimin üzerinde hissedinceye kadar boğazını sıktım" demiş. Ravh'a göre, Peygamber o ifriti horlayarak kovmuş. Ed-Darekutnî'de ise bu yaratığın kedi değil de köpek olduğu söyleniyor. Rivayetin muhtelif olması yüzünden, Peygamber'in o gece namaz kılarken ne ile karşılaştığı ve eğer bir varlık ile boğuşmuş ise bunun alelade bir kedi veya köpek olup olmadığı hususunda eski İslam alimleri arasında anlaşmazlıklar çıkmıştır. Bu tartışmalar içinde en uzun süreni; ateşten yaratılmış bir cinin dilinin de sıcak olması gerekirken, Peygamber'in nasıl olup da bunu elinin üstünde bir soğukluk gibi hissetmesi hakkındadır.
Müslîm - Selâm 37:139 : Peygamber dedi ki: “Gerçekten, Medine'de müslüman olmuş cinler vardır. Onlardan birini görürseniz, kendisine üç gün ihtarda bulunun. Şayet bundan sonra size yine görünürse, onu öldürün! Çünkü o bir şeytandır.”
Gerek güvenilir gerekse zayıf hadisler arasında olsun, Peygamber'in müslümanlara cinleri nasıl kullanacakları veya cinlerden korunmak için kimlere başvuracakları konusunda, günümüzdeki cincileri haklı çıkaracak hiçbir öğütte bulunmadığını görüyoruz. Buna mukabil, cin konusuna paralel olarak, büyü, nazar gibi olaylar karşısında da Peygamber'in özellikle etkili olduğunu belirttiği bazı Kuran ayetleri vardır. Fahrüddin Razi, bunlardan Kuran'ın sonunda yer alan ve Muavvizeteyn (= koruyucu ikili) diye anılan Falâk ve Nâs surelerinin, Peygamber'e dua olarak okuyup kötülükten korunması için vahyolunduğunu söyler. Anlamları şöyledir:
Falâk Suresi: “De ki: Tan yerinin Rabbına sığınırım. Yaratıkların kötülüğünden, bastırdığı zaman karanlığın kötülüğünden, düğümlere üfürenlerin kötülüğünden ve gözü kaldığında haset edenin kötülüğünden.” Nâs Suresi: “De ki: insanların Rabbına, insanların Sahibine, insanların İlahına sığınırım. Gerek cinlerden gerekse insanlardan olsun, insanın içine vesvese veren o fısıltısı bol sinsinin kötülüğünden.”
İdrak, bilgi ve tecrübe ışığında yapılan açıklamaların yetersiz kaldığı her alanda olduğu gibi, cinler konusunda da din kanalı ile gelen yorumların muhakkak ki insan üzerindeki etkisi büyüktür. Ama, yorumlar uzman olmayan kişilerce yapılırsa, bu kez etkisinin yaratacağı zararı gidermek için başka uzmanlara danışma gereği doğar. Yani, cinler hakkında söylenen her şeye inanmaya başlarsanız, sonunda bir asabiye hekiminin kapısında bulabilirsiniz kendinizi. Dini inançları ağır basan kişiler için bu alanda güvenilir kaynak olarak halk için yazılmış iki eseri okumanızı tavsiye ederim: “Kuran ve Hadislere Göre Cinler – Büyü”, Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Beyan Yayınları, 1995 - İst.. “İnsan ve İnsanüstü: Ruh - Melek - Cin – İnsan”, Süleyman Ateş, Dergah Yayınları, 1979 - İst..
ANADOLU İNANÇLARINDA CİNLERLE İLGİLİ KİTAPLAR
Kuran ve Hadis açıklamalarına rağmen, İslam edebiyatında cinlerle ilgili ve çoğu Cahiliye Devri'nden kalma inançlarla dolu eserlere rastlamak mümkündür. Anadolu'da bu alanda dikkati çeken ilk eser, 15. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olan Firdavsi-i Rûmî veya halk arasında Uzun Firdevsî olarak bilinen bir şair-yazarın, Balıkesir'de - muhtemelen Farsça'dan tercüme ederek - yazdığı “Daawat-nama” adlı kitabıdır. Sekiz bölümden oluşan bu küçük eserde, cin çağırma yöntemleri, fal bakma usulleri, burçların ve yıldızların özellikleri ve bazı tılsımların etkilerinden bahsedilir. İçindeki yazar tarafından çizilmiş cin resimleri ve şemalar açısından folklorik önemi büyük olan Dâvetnâme'nin, Şams al-Maarif gibi dış kaynaklı eserlerden derlenmiş olması sebebiyle muhteva açısından Anadolu inançlarını yansıttığı söylenemez.
Basılı eserler arasında, Türkiye'de en çok rağbet gören kitap ise, Seyyid Süleyman el-Hüseyni efendinin "Kenz-ul Havâs" adıyla en son 1916 (1332)'da Eski Türkçe yayınlanan dört ciltlik eseridir. Defalarca yasaklanmasına rağmen, yeni harflerle ve sadeleştirilmiş bir dille kısaltılılıp tekrar basılarak el altından satılan Kenz-ul Havâs, aynı zamanda bu alanda kitap yazan birçok meraklının da ilham kaynağı olmuştur. Bunların içinde, Mustafa İloğlu'nun 1970'de yayınlamaya başladığı ve sonunda yedi ciltlik bir hacime ulaşan “Gizli İlimler Hazinesi”, ve Mustafa Ertuğrul'un “Dua Hazinesi” külliyatı kayda değer. Ancak, bunların ve benzeri kitapların birer “hazine” (kenz) olmaktan çok, baştan sona saçma sapan hurafelerle bezenmiş, ama aralara Kuran'dan ayetler serpiştirilerek mistik bir hava verilmeye çalışılmış tipik cehalet örnekleri olduğunu da belirtmek gerekiyor.
1985 yılında, Ata Nirun ile bu konuda bir araştırma yaparken, Mustafa İloğlu'nu da Beyoğlu'ndaki evinde ziyaret edip kendisi ile uzun uzadıya görüşmüştük. Merhumun, İslam Okültizmi hakkında zerre kadar bilgisi yoktu. Derme çatma Arapçası ile orijinal bir eseri tetkikten de mahrumdu. Ancak, sağdan soldan öğrendiği yarım yamalak tecrübi bilgilerle bir zenaatçi olabilecek seviyede üfürükçülükle uğraşıyordu ki, bu da geçimini sağlamasına yetiyordu. Mamafih, bu zatın derlediği yedi cilt, günümüzde adeta inanılmaz sırlarla dolu bir şaheser gibi piyasaya sürülmektedir. Oysa, içindekilerin bir işe yarayıp yaramadığı bir yana, hemen hemen hepsi yanlış veya eksik kopya edildiğinden, yedi cildin yedisi de zırvalıklar hazinesi olmaktan öte bir kıymet taşımamaktadır.
Türkiye'de bu alanda yazılan kitapların birbirinin kopyası olmasının yanısıra, ilk kaynak olarak genellikle Ahmad bin Ali al-Bûnî'nin “Kitab Şams al-Maarif” adlı dört ciltlik Arapça eserinden izler taşıdıkları görülmektedir. Bu konulara meraklı kişilerin yoğun talebi ile, 1979 yılında bir yayınevi, Bûnî'nin eserini tercüme ettirip piyasaya sürdü. Fakat, tercüme eden zatın - daha önce İbn al-Arabi'ye atfolunan bir risaleyi tercümesinde de görüldüğü gibi - Arapça bilmesine rağmen bu konulardan hiç nasibini almamış olması yüzünden, akla karayı birbirine karıştırarak eseri çorbaya çevirmesiyle, kimsenin içinden çıkamadığı bu dört ciltlik garabetin fazla müşterisi olamadı. Zaten, mütercim de sonunda iyice sıkılmış olmalı ki, eserin Kitab al-Raml bölümünü çevirmeden teslim etmiş. Son aylarda ise, Ahmad Musa al-Zarkavi'nin “Mafatih al-Gayb” adlı eserinin Kahire baskısından tercümesinin yapılacağını duydum. Bu kitap da alanında oldukça ünlüdür.
Gördüğü ilgi ve derleyenin diğerlerinden çok farklı bir ortamdan gelmesi bakımından, İsmet Zeki Eyuboğhı'nun değişik yayınevlerince farklı isimler altında yayınlanan “Aşk Duaları, Cinler ve Cinciler” adlı ve bir tür etnolojik araştırma niteliği taşıyan eserini de halkın inançlarını yansıtması açısından burada belirtmek gerekecektir.
Anadolu halkının cinlerle ilgili inançlarını yönlendirmesindeki rolü bakımından, biri tercüme diğeri telif iki eseri de burada dikkate almak gerekir: Yazarı, İmâm-ı Şiblî adında 14. yüzyılda yaşamış büyük bir İslam alimi diye tanıtılan “Cinlerin Esrarı” adlı kitap, aslında Arap-İslam mitolojisinden seçilmiş hikayeler arasına sahih veya mevzu olmasına bakılmaksızın rastgele serpiştirilen hadislerle doludur. Tercümenin başına ilk bölüm olarak dışardan eklenen iki formalık açıklama ise sanki okuyucunun aklını iyice karıştırmak için yazılmış gibidir.
Diğer ilginç eser ise, Ahnıed Hulusî adındaki bir zatın 1971 yılından beri defalarca yeniden basılıp piyasaya sürülen “Din - Bilim Işığında Ruh, İnsan, Cin: Spiritizmin İçyüzü” adlı kara kaplı kitabıdır. Yazar önce cinlerin kim olduğunu - sanki kapı komşusundan bahseder gibi - anlattıktan sonra, ısrarlı bir biçimde, mehdilik iddialarının, spiritizma celselerinin, reenkarnasyon inancının ve UFO denilen cisimlerin ardında hep cinlerin bulunduğunu tekrarlamaktadır. Türkiyede, bu gibi fanatik görüşlerin etkisiyle, parapsikolojik araştırmaların aslında cinlerin oyununa gelmiş zavallı şaşkınların işi olduğuna dair garip bir inanış doğduğu için, konuyu bir televizyon maskaralığından bahsettikten sonra ele alacağım.
TV EKRANINDAKİ CİNLER
Garip olayların halkın ilgisini çekeceğini düşünen yapımcılar, izleyiciyi aydınlatmaktan çok izleyici sayısını arttırmayı amaçlayan programlarına, geçen aylarda cincileri ve cinleri davet etmeyi uygun buldular. Teksoy Görevde adlı bir programın 06-10-1995, 01-03-1996 ve 19-04-1996 tarihli yayınlarında; Sinop'un bir köyünde evdeki eşyaların yerini değiştirip ortalığı yangın yerine çeviren muzur cinlerin marifetini, Adapazarı'nda bir hocanın cinlerini kadının içine sokarak onu nasıl debelendirdiğini, Burdur'un bir köyünde de dosya kağıdına poz veren cinlerin kaşını gözünü seyrettik. Allahtan, sonunda bay Teksoy cinlerden iyice korktu da, bu saçma sapan görüntülerle ekranı daha fazla işgal etmekten vazgeçti!
23 Nisan 1996 tarihli Hürriyet gazetesinin 33. sayfasında, kendisiyle yapılan bir röportajda, bay Teksoy zeka seviyesi düşük bir program hazırladığını söyleyenlere ateş püskürürken, aynı zamanda içine düştüğü durumu da dile getiriyordu: “Gerçeği söylemem gerekirse, uyku sistemim tamamen bozuldu. İstisnasız, her gün baş ağrısı çekiyorum. Üstelik, çekimi yapan arkadaşlar da aynı haldeler.”
Programları izleyenlerin de açıkça gördüğü gibi, Sadettin Teksoy konuyu ne bir uzmana danışma gereğini duydu ne de bir hekimin görüşlerine yer verdi. Bu yetmezmiş gibi, çevresindekilerin anlattıklarına gözü kapalı inanmak suretiyle, kendisini ve kameramanlarını psikolojik olarak olayın cinlerle ilişkili olduğuna şartladı. Özellikle 19-04-96 tarihli programda, Kavacı köyünde, Oğuz adındaki çocuğun elindeki boş kağıda bakarken, içinde bulunduğu ruhsal durumunu yansıtan sahneleri hatırlarsanız, daha sonra bu stresin ne gibi arazlar yaratacağı konusunda tahminde bulunmak için illaki uzman olmanız dahi gerekmeyecektir.
Ekranda, ortası boş bir dosya kağıdı görüyoruz. Arkasından verilen ışığın etkisiyle, dosya kağıdında kağıt hamurunun kalitesizliğinden kaynaklanan leke izleri görülüyor. Ülkemizde hâlâ standartlara uygun kağıt imal edilmediği için, aynı şeyi kim yapsa bu lekeleri görebilir. Fakat, daha önce uzun bir süre, görülmesi beklenen cinlerle ilgili hayali ayrıntıları anlatan çocuk, gelenleri konuya iyice şartlamayı da ihmal etmiyor. Böylece, görev başındaki Teksoy, çocuğun mental imaj telkininden sonra, bu düzensiz kağıt lekelerini hayal gücünün serbest çağrışımlarına malzeme yapıp, hipnotize olmuş bir halde ve sadece kendisinin görebildiği cinleri - boş kağıda bakarak - izleyicilere heyecanla anlatıyor.
Bu sırada, kameraman henüz yeterince hipnotize olamadığı için, elbette ki cin-min görmüyor. Ama, “yahu, milletin gördüğü cini ben niye görmüyorum!” paniği içinde, durmadan objektifin diyaframı ile oynuyor. Ekranda bakıyoruz; diyafram değiştikçe kağıdın ortasında ışık alan kısım bir koyulaşıyor bir aydınlanıyor. Ama, ortada yine tek bir cinin portresi bile yok. Oysa, Teksoy telaş içinde bağırıyor: “Bak bak! Şimdi sol gözü belirdi. İşte, dosdoğru bana bakıyor!” Derken, çocuk işi berbat ediyor: “Hayır, ağbi. Sana bakmıyor. Hazretin gözü orada değil, burada. Şuradaki leke de onun ağzı!” Ama, Teksoy artık kendinden geçmiş bir durumda. Boş kağıttan kendisine dik dik bakan cinleri gördüğünden de hiç şüphesi yok. Yaşadığı illüzyonun etkisiyle de kanındaki adrenalin seviyesi hızla yükselmekte ve yanaklarına kadar kızarmakta.
Hani derler ya, muhteremin verilmiş sadakası varmış. Aslında, bu gibi durumlarda yaşanan travmatik olayların yarattığı stress sonucunda, baş ağrısı ve uyku düzeni bozukluğu gibi basit psikosomatik arazlardan daha vahim sonuçlar ile de karşılaşılması kuvvetle mümkündür. Bu gibi deneylerde kullanılan kişilerin, deneyden sonra olur olmaz yerde benzeri algılama yanılmalarına veya halüsinasyonlara kapıldıkları, yalnızken fısıltı halinde sesler duydukları, bedenlerine giren garip varlıkların kendilerine zorla bazı işler yaptırdığı iddiaları genellikle bilinen hususlardır. Sanırım, buradaki psikiyatrik semptomların detayına girmeden, aslında bence daha önemli olan Adapazarı vakasına temas etmek gerekecek.
1 Mart 1996 tarihli programında, yine görev başındaki Teksoy'u bu kez Adapazarı'nda Cevat Topkara adındaki bir zatın ticarethanesinde görüyoruz. Bu zatın cinci mi yoksa medyum mu olduğu anlaşılamıyor (6). Sonra öğreniyoruz ki, kendisi Kuran İlmi ile iştigal etmekteymiş!... 40'lı yaşlardaki Cevat “hoca”nın bizim göremediğimiz cinleri var ve kendisi gayet şık giyinmiş. Bu sırada içeriye Sabahat kızı Çiğdem hanım ile yanında yaşlı bir bey giriyor. Söylendiğine göre, Çiğdem hanımın ayağında felç, midesinde kanama, ellerinde morarma ve daha bir sürü şikayeti var. Yanındaki yaşlı beyin eşi olduğunu öğrendiğimiz Çiğdem hanım, oldukça genç ve görünürde kanlı-canlı ama belli ki birilerinin yardımına muhtaç.
Çiğdem Hanım'ı daha önce hekim muayenesine götürmüşler. Ama o hekim her ne tahsil etmişse, normal bir teşhiste bulunamayıp, genç kadını cin çarpmıştır diyerek Topkara Ticarethanesi’ne yollamış! (7) Şimdi, ekranda Cevat Bey'i yazı masasının arkasında otururken görüyoruz. Birkaç saniye önüne bakarak şöyle bir duruyor. Sonra, sanki görünmeyen birileri suratına üflemiş gibi hafiften silkiniyor. Hemen anlıyoruz ki cinler geldi! Çünkü alıştık artık bu numaralara. Evet, şimdi Cevat bey ayağa kalktı ve divanın üstünde biçare uzanmış Çiğdem Hanım'a doğru ilerlemeye başladı. Genç kadın Cevat beye bakarken adeta ruhunu teslim edecekmiş gibi gözlerini süzüyor, hafiften titriyor ve divana biraz daha serbestçe yayılıyor. Yaşlı kocası da şaşkın bir ifade ile yakışıklı Cevat Bey'i seyrediyor. Mizansen, tam bir ortaoyunu dekoruna uygun. Ama, az sonra Cevat hoca cinlerini seferber etmeye başlayınca işler daha da karışacak.
“Ayşen, Ayten, Aysun, Gülişah! Hadi bakim, bacaklarından yukarıya doğru bedenine giriverin hanım kızımızın!”, diye ortalık yere yüksek sesle konuşuyor Cevat hoca. Kim bu Ayşen, Ayten, falan filan? Meğerse hocanın teşhiste bulunan doktor cinlerinin adları imiş bunlar. Eh, müslüman mahallesinde salyangoz satılamayacağı gibi, Türkiyede de hani o kitaplarda adı geçen “Behruşyaşin, Efremaşin” gibi cinlerle ticaret yapılamıyor olmalı, diyoruz. Şimdi bu görünmeyen Ayşen, Ayten cin kızlarımız neden Çiğdem hanım kızımızın genellikle adet olduğu üzere ağzından veya kalbinden değil de bacaklarından yukarıya doğru muayeneye başladıklarını anlamaya da ilmimiz yetmiyor. Allahtan, hocanın cin tayfası erkek cinsinden değil. Yoksa, rezaletin boyutu daha da büyüyecek!
Hoca cin kızlara, “bacaklardan yukarıya doğru iyice bir yoklayın bakalım” telkinini etkili bir sesle verdikten sonra, kamera Çiğdem hanım'ın divana uzanmış bedeninde gittikçe artan ihtilaçlı kıvranmaları görüntülüyor. Acaba bir epilepsi nöbeti mi başladı diyerek, ekrana daha dikkatle bakma ihtiyacını duyuyorum. Hayır, hiç alakası yok. Kameramanlar görüntüyü profesyonelce uygun açılardan veriyorlar. Ben de bu esnada hocanın yol açtığı modaya uyarak, yanımdaki kimsenin göremediği psikiyatrist cin kızlarım Pakize, Dürdane, Melahat ve Nurhayat’a soruyorum, bu ne iştir diye. Muhtemelen bir konversiyon vakası ve semptomlara paralel somatik komplikasyonlar, diye hemen kulağıma fısıldıyor Pakize!
Fakat, Cevat hoca hızını alamıyor ve ikinci perdede hanım kızımızın göğüs nahiyesine el ile de müdahelede bulunuyor. Sonunda, epey bir friksiyon neticesinde Çiğdem hanım muradına eriyor ve rehavetle karışık utangaç bir gülümseme ile kameraya bakarken bütün ızdırabının dindiğine hep birlikte şahit oluyoruz. Fakat, hocaya göre bu iş bir defada bitmeyecektir. Yakın bir zamanda, kötü cinler hanım kızımızın yine bacaklarına sarılacak ve böylece hocayı tekrardan ziyaret saati gelecektir.
İşin ilginç tarafı, halka seyrettirilen bu kepazelik hakkında ne Tabibler Odası'ndan ne de başka bir yetkili kuruluştan hiçbir tepki gelmemiş olmasıdır.
MODERN BİLİM AÇISINDAN CİNLER
Bilimsel bir araştırmaya, öncelikle varsayımlardan uzak durup, olayın incelenebilmesi için uygun yöntemleri seçmekle başlanır. Eğer, elinizdeki yöntemlerin tümden yetersiz kalacağı, başka örneği veya benzeri olmayan bir olaylar grubunu inceleyecekseniz, o zaman işiniz zor demektir. Cinlerle ilgili olduğu söylenen vakalar da halka yansıtılırken, sanki ortada böylesine olağanüstü bir durum varmış da, bilim adamları çaresiz kalıyormuş gibi bir mizansen yaratılmaktadır. Böylece, meydan birtakım şarlatanlara kalmakta ve onlar da halkı dolandırmanın keyfini yaşamaktadır.
Aslında, halk arasında “cin çarpması” veya benzeri biçimde anılan ruhsal veya bedensel şikayetlerin hemen hemen hepsi alelade tıbbi vakalardır ve bu şikayetlerin herhangi bir uzman hekim tarafından incelenmesi sonucunda hastalık veya bozukluk kolaylıkla teşhis edilebilmekte, uygun olan tedavisi ne ise o yapılmakta ve hasta da sağlığına kavuşmaktadır. Ortaçağ'da henüz tıp bilimi yeterince gelişmemiş iken, hastalıkların çoğunun birtakım tabiatüstü varlıkların anlaşılamayan etkisinden kaynaklandığı inancı yaygındı. Ama, hurafelere sarıldıkça büsbütün perişan olan insanlar, sonunda işin aslını araştırmaktan daha akılcı bir yol bulunmadığını gördüler.
Tıp bilimi bugün de her derde çare bulacak kadar gelişmiş değil. Ama, cinlerle ilgili olduğu sanılan vakaların tedavisinde de hiç cin yakalayan bir hekime rastlanamadı bugüne kadar. Çünkü, o hurafelerde anlatıldığı biçimde ne cinler var ne de şeytanlar, insana saldıran. Ancak, şu önemli noktayı gözardı etmemek gerekiyor. Teşhis ve tedavide kullanılan tanımlamalar, gerek zaman içinde gerekse değişik kültürlere göre farklılıklar arzedebilir. Nitekim, mesela batı kültüründen farklı bir biçimde gelişmiş olan Uzakdoğu’daki tıp disiplini ile batının tıp disiplini birbirine uymamaktadır. Ancak, bir hastalığın iki ayrı disiplinde tamamen farklı yöntemlerle tedavi edilebildiğini de görüyoruz. Son yıllarda güncellik kazanan Akupunktur, buna bir örnek sayılabilir. Aynen bunun gibi, henüz bilinmeyen başka tıp disiplinlerinin de olabileceğini yabana atmamak lazım. Yalnız, burada sözü edilen yeni ve bilinmeyen tıp disiplinini tanımlarken, elbette ki bir yerde bunun geçmişten günümüze kadar uzanan gelişimini de bilmek zorundayız.
Diyelim ki, hastalıkları cin-ifrit sembolleri ve bunlara bağlı tasvirlerle açıklayan böyle gizli bir tıp disiplini var da, bundan bizim haberimiz yok henüz. O takdirde, en azından bu gizli kalmış tıp anlayışına sahip kişilerin neler yapabildikleri inceleyebilmeliyiz. Gerçekten de tarihçesi uzun bir geçmişe dayanan böyle bir tıp ekolü olduğu söylenir. Ancak, bunu doğru dürüst uygulayabilenlerin sayısı yok denecek kadar azdır ve bunlar yeryüzünün belirli bir bölgesinde toplanmış da değillerdir. İşte bütün zorluk buradan kaynaklanmaktadır.
Ortaçağ'dan bu yana yazılmış, cinler, ifritler ve meleklerden bahseden, tılsımlar, efsunlar, iksirler, dualar ve anlaşılmaz yazılarla dolu o kitapların hepsi, aslında bu yarı fantastik bilimin kötü birer karikatürü gibidir. Çünkü, prensip olarak bu gizli bilimin hiçbir zaman kitap veya yazılı herhangi bir şey biçiminde başkalarına aktarılamayacağı, öğretilemeyeceği söylenir daima. Burada hakim olan düşünce, bilenlerin daima başkalarından üstün kalabilmesini sağlamak için konunun hep gizli tutulması gerektiği inancı değildir. Aksine, belirli bir ruhsal olgunluğa erişememiş kişilerin bu bilimi kullanmaya heves ettiğinde, hem kendilerine hem de başkalarına zarar vererek tabiatın - veya diyelim ki ilahi düzenin - dengesini bozmaktan öte bir şey yapamayacaklarının kesinlikle biliniyor olması yüzünden ortada yazılı bir şey bulunmamaktadır.
Sadece zeki olmanın, bu bilimin sırlarına vakıf olmaya yetmediği söylenir. Aynı zamanda başka bilgilerle de donanımlı olmaktan, dahası bütün bunları anlayabilecek bir ruh olgunluğuna erişmiş olmaktan bahsedilmektedir. Herhangi bir insan bu seviyeye geldiğinde, kendisinde bizim henüz tanımadığımız bambaşka idrak kapıları açılacağı için, zaten kitapları okumasına da gerek kalmadığı söylenmekte ve neticede bu bilimin herhangi bir kitapta yazılı olmadığı ve hiçbir zaman da yazılmasına gerek duyulmayacağı belirtilmektedir.
Bu yarı mistik ifadelerden ne gibi bir sonuç çıkaracağınızı bilemem. Ama, bazı açıkgöz insanların, sanki bu seviyeye gelmişcesine, yapmacık bir eda ile kendilerini cahil insanlara kolaylıkla kabul ettirdiklerine ve onları sömürdüklerine her dönemde şahit olmak mümkündür. Tarih, bu gibi sahtekarlık örnekleriyle dolu. Ermiş şeyhler, el etek öptüren tarikatçılar, filanca zaman mehdileri ve daha niceleri hep aynı hırsın esiri olarak insanları aldatmışlardır. Oysa derler ki, kimin hangi mertebeye eriştiğini Hâlik'ten (yaratandan) başkası bilmez, erişmiş olan da kendini belli etmez. Yani, ben şuyum buyum diyenlerin veya tevazu ve tecahül maskesi altında gerdan kıranların hepsi aslında iki arpa boyu bile yol alamamış birer zavallıdan başka bir şey sayılmıyorlar.
Şimdi durum böyle iken, komşunun ısrarla tavsiye ettiği filanca hocanın nefesinden veya cinlerinden medet umar mı artık insan! Meşhur bir söz vardır; “kelin merhemi olsa, önce kendi başına sürer” derler. Eh artık, kimin keli kimin perçemi olduğunu görmek size kalmış bir şey.
Biraz önce size böyle bir gizli bilimin var olduğu söyleniyor, ama ne olduğunu bilen yok dedim. Cin-peri hikayeleri de işte bu ne olduğu bilinmeyen bilimi, yarım yamalak birilerinden duyanların uydurdukları masallardan ibarettir. Diyelim ki siz hiç tıptan anlamıyorsunuz ve cinlerin esrarına merak sardınız. Derken, günün birinde iki hekimin konuşmasına kulak misafiri oluyorsunuz. Hastanın EKG'si duruyor önlerinde. Koroner arter kalsifikasyonu'nun tesbiti gerektiğini söylüyor hekimin biri. Diğeri ise, majör koronerlerde stenoz olma ihtimali bulunmadığını, çünkü ne subepikardialde ne de lateralde böyle bir traslusent bant anomalisine rastlamadığını, ama fluoroskopinin ventrikül anevrizması gösterdiğini idda ediyor. Siz telaş içinde bu tek kelimesini anlamadığınız cümleleri bir kağıda not ediyorsunuz. Diyelim ki, ortada bir de diastol anatomisi için alınmış röntgen filmi var. Sonra, birden hekimlerin oradan uzaklaşmasını fırsat bilip EKG şeridi ile röntgen filmini kaptığınız gibi kaçıyorsunuz. Haydi bakalım, şimdi bu hazinenizi kullanarak doktorculuk oynamaya başlayın. Kimbilir böylece kaç kişiyi öldürürsünüz veya sakat bırakırsınız!
Yazacağınız “gizli ilim hazinesi” kitabınızda ilk cinin adı herhalde majör koronerlerde stenoz olacaktır. Belki bu ikinci olur da ilkinin adı ventrikül anevrizması'dır. Sonra, EKG şeridinde uzayıp giden zigzaglı çizgileri kitabınıza kopya etmeye çalışırken gizli anlamlarından da bahsetmeyi ihmal etmezsiniz. Hele bir de hastanın röntgen filminden seçebildiğiniz şekilleri “cinlerin resmi” diye kitabınızın sonuna eklerseniz, müthiş bir şey olur. Aradan yıllar geçer. Yaşadığınız olayla ilgili başkalarına anlattığınız hikayeler, bire bin katılarak döner dolaşır ve tekrar size gelir. Kitabınızın yeni versiyonuna büyük bir heyecanla bunlan da eklersiniz. Kimbilir, belki sizin gibi başkaları da tesadüfen böyle konuşmalara kulak misafiri olmuştur. Sizin “kardiyolojik cinleriniz”in yanısıra, onlar da “oksazepam, klordiazepoksid, difenhidramin” gibi “uyku getiren cinler”den, veya genetik laboratuarından çaldıkları bir filmdeki sistik fibrosis DNA sekansında görülmeyen C-T-T ile ilgili garip şekillere ve notlara bakarak, cinleri çağırıp görünür hale nasıl getirileceğinden bahseden kitaplar yazarlar.
Gizli ilimlerle ilgili kitaplar da işte böyle “sağır duymaz ama uydurur” misali, ne olduğunu kimsenin anlamadığı bir bilimden kalan yalan yanlış fragmanlarla doludur.
Anadolu folklöründeki biçimiyle cinlerden huddam edinme inancının, Türklerin müslümanlık öncesi inançlarında da yer aldığını söylemek pek mümkün değildir. Türk şamanizminde, doğaüstü varlıklarla ilişki kuran kişiye “kam” veya Kırgızlar'da hâlâ kullanıldığı gibi “bakşı” denir (2). Bakşı'nın koruyucu ruhu olarak sözünü ettiği “arvak” ile hadîm bir cinden bahsetmediği açıkça bellidir. Diğer yandan, zaman içinde yok olup giden Türk şamanizminde de cin benzeri varlıklara inanıldığı biliniyor. Fakat, bu inancın temellerinde Budizm'in köklü bir etkisi olduğu da kesindir. Uzakdoğu dinlerinin esas ilkeler açısından Ortadoğu'dakilere oranla büyük farklılıklar taşıması sebebiyle, bu farkın mitolojik unsurlarda da kendini göstermesi kaçınılmazdır.
Nitekim, İslam öncesi Türkler'den kalma ve “çıvı” olarak geçen bir terimi, Mahmud Kaşgarî “Dîvanü Lûgat-it Türk” adlı kapsamlı sözlüğünde açıklarken, İslamın etkisi ile bunun "cinlerden bir bölük' olduğunu yazmak zorunda kalmıştır. Oysa, Yakut Türkleri'ndeki şamanizmde - ki İslam-Arap etkisinde kalmamış nâdir bir koldur - görülen “ije-kil” ile paralel anlamdadır “çivi”. İje-kil; herhangi bir kişinin, ruhu gibi bedenine bağlı olan ve canı olarak tercüme edebileceğim biçimde tanımlanmaktadır. Çıvı da, fertleri birbirine bağlı bir toplumun kollektif canı gibi düşünülmüştür. Mesela, eski metinlerde anlatıldığı üzere; savaş anında birbirine saldıran iki ordunun askerleri çarpışırken, o iki toplumun çıvılarının da birbirine saldırdığına inanılırmış. Özellikle askerler gece vakti istirahatte iken, askerlerden çıkan çıvı daha da güçlenir ve böylece karanlıkta müthiş bir savaş olurmuş. Öyle ki, askerler geceleyin çıvıların attığı oklardan korunmak için çadırlarından dışarıya adım atmazlarmış.
Kaşgarlı Mahmud'un Türkler ile ilgili muhteşem eserini, Abbasi halifesi Muktedî'ye takdim ettiği yıllarda, doğudan itibaren Akıncılar Anadolu'ya girmeye başlamışlardı. Bu Akıncıların Orta Asya'daki İslam öncesi eski Türk kültür öğelerini ne ölçüde Anadolu'nun otantik etkisinden koruyabildiğini bilmiyoruz. Ancak, Anadolu'nun eski Doğu Roma İmparatorluğu'ndan kalma halkının âdet ve inançlarından günümüze kadar gelen bazı cin-peri hikayelerinin varlığını inkâr etmek mümkün değildir (3).
Bu sebeple, günümüzdeki Anadolu inançlarının kökünü; Akıncıların göçerlikten yerleşikliğe geçerken küçük beylikler kurmaya başlamalarıyla birlikte, Arap-İslam kültürünün Bizans-Anadolu ortamında yorumlanışında aramak gerekir. Burada Osmanlı kültürünü - içeriği çok zengin olmasına rağmen - aynen kendisinden önceki gibi İstanbul'un surları içinde sıkışıp kalmış ve onbeş-yirmi sene önce de Anadolu kültürü tarafından tamamen yok edilmiş olması yüzünden dikkate almıyorum. Esasında, cinlerle ilgili inançlarda da Anadolu ile Konstantinopolis (Der-Saadet) arasında dikkati çeken farklar vardır.
KURAN VE ARAP-İSLAM KÜLTÜRÜNDE CİN KAVRAMI
Sanıldığının aksine, Kuran'da - aynen ruh, melek, şeytan, öte alem konularında olduğu gibi - cinlerle ilgili konuda da yeterince açıklayıcı bir bilgi yoktur. Genellikle aynı tanımlamaların tekrarları yapılmıştır. Konu ile ilgili önemli sayılacak ayetlerin anlamları şöyledir:
6:100 : “Cinleri ona (Allah'a) ortak yaptılar. Halbuki onları da o yarattı.”
15:26-27 : “Andolsun ki biz insanı kuru çamurdan, biçimlenmiş balçıktan yarattık. Cann'ı da daha önce semum (dumansız? zehirleyici? çok sıcak?) bir ateşten yarattık.”
55:14-15 : “O, insanı bardak gibi kupkuru balçıktan yarattı. Cann'ı da yalın bir ateşten/alevden yarattı.” Cann, tefsircilere göre, cinlerin babası sayılan İblis olabilirmiş. Çünkü o da ateşten yaratılmıştır.
18:50 : “Hani biz meleklere: Adem'e secde edin demiştik de İblis'ten başkası hemen secde etmişlerdi. O ise cinlerden olduğu için, rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı. Şimdi siz beni bırakıp da onu ve onun avenesini - hepsi sizin düşmanınız olduğu halde - dost edinir misiniz? Zalimler için ne kötü bir değiştirmedir bu!”
51:56 : “Ben cinleri de insanları da ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”
11:119 : “Andolsun ki ben cehennemi hep insan ve cin ile dolduracağım.”
7:38 : İns(an) ve cinden sizden önce geçmiş ümmetler arasında siz de girin bu ateşin içine.”
6:130 : “Ey cin ve ins(an) topluluğu: Aranızdan size ayetlerimi nakleden, bu gününüzün gelip çatacağını özellikle haber veren peygamberler gelmedi mi size?”
6:128 : “Ey cin topluluğu, insanlardan birçoğunu baştan çıkardınız ha! Onların dostları olan insanlar da şöyle diyecekler: Ey rabbimiz, kimimiz kimimizden faydalandık, bizim için takdir ettiğin ecelimize ulaştık.”
41:29 : “O küfredenler: Ey rabbimiz, cinden ve insanlardan bizi saptıranları göster bize de, onları ayaklarımızın altına alalım. Ta ki en aşağıda kalanlardan olsunlar, diyecekler.”
34:14 : “Cinler gaybı bilmiş olsalardı, öyle horlayıcı bir azab içinde bulunmazlardı.”
Yahudi kral-peygamber Şalomon'un (Süleyman) cinleri için de şöyle deniyor:
27:17 : “Süleyman'ın cinlerden, insanlardan, kuşlardan orduları toplandı. İşte bütün bunlar (onun tarafından) idare ediliyordu.”
27:37-38 : “(Süleyman) dedi ki: Ey ileri gelenler, onun (Saba melikesinin) tahtını, teslim olarak bana gelmelerinden önce, hanginiz bana getirir? Cinlerden bir ifrit: Sen daha yerinden kalkmadan ben onu sana getiririm. Eminim ki buna gücüm yeter, dedi.”
34:12 : “(Süleyman'ın) Önünde, rabbinin izniyle iş gören bazı cinler de vardı.”
Ayrıca, birtakım cinlerin Peygamber'i Kuran okurken dinlemeleri ve daha sonra da bu konuda cinlerin konuşmalarının Peygamber'e vahy olunuşu ile ilgili 28 ayetlik Cin suresi ise şöyledir:
72-Cin : 1-15 : “Biz gerçekten hayranlık veren bir Kuran dinledik ki o hakka ve doğruya götürüyor. Bundan dolayı biz de ona iman ettik. Rabbimize hiçbir şeyi asla ortak tutmayacağız. Gerçekten, rabbimizin büyüklüğü yücedir. O ne bir eş ne de bir çocuk edinmiştir. Demek ki, meğer bizim avanağımız, Allah'a karşı ne yalanlar uyduruyormuş. Aslında biz de, insan olsun cin olsun, hiçbiri Allah'a karşı asla yalan söylemez sanmıştık. Ancak şu da var: İnsanlardan bazıları cinlerden bazılarına sığınırlar. Demek ki bu suretle onların azgınlıklarını arttırmışlar. Doğrusu, onlar da, sizin zannettiğiniz gibi, Allah'ın hiçbir kimseyi katiyen diriltemeyeceğini sanmışlar. Biz, ciddi bir biçimde göğe erişmek istedik. Fakat onu sert bekçilerle ve alevlerle doldurulmuş bulduk. Halbuki bundan önce, haber dinlemek için onun (göğün) bazı kısımlarında yer bulup oturuyorduk. Ama, şimdi kim dinleyecek olursa, karşısında kendisini gözetip duran bir alev buluyor. Doğrusu biz, yerdeki kişilerin kötülüğü mü isteniyor, yoksa rableri onlar için bir iyilik mi diliyor, bilmiyormuşuz. Gerçekten bizim aramızda iyiler de vardır, daha aşağı olanlar da. Farklı yollara ayrılmışız. Şu gerçeği de kuşkusuz anladık ki: Yeryüzünde kalsak da, göğe kaçsak da Allah'ı asla güçsüz kılamayız. Doğrusu, biz o doğru yola ulaştıranı dinleyince ona iman ettik. Her kim rabbine iman ederse, o ne ecrinin eksileceğinden ne de bir haksızlığa uğrayacağından korkmaz. Aslında kimimiz müslüman, kimimiz de zalimlerden. Müslüman olanlar, doğru yolu arayıp bulmuş olanlardır. Zalimler ise cehenneme odun oldular.”
Cinin anlattıkları Peygamber'e naklen bildirildikten sonra kendisine denmiş ki: “Eğer onlar o yol üzerinde dosdoğru gitselerdi, elbette onlara bol su içirirdik.” Bir tür alevden veya ateşten yaratılmış olanlar için ayrı bir cehennem tablosu çizileceği beklenirken, onların da cehennem ateşinde yanacaklarının söylenmesi ilginçtir. Kurandaki daha başka birçok tanımlamada da olduğu gibi, iyice anlaşılsın diye, olaylar “insanlara hitaben ve yine insanların değer yargılarına göre” anlatıldığından, vahiyde cehennem ateşi sembolik anlamda ve acı veren bir ortamı tasvir etmek için seçilmiş olabilir (4).
Kuran'da cin hakkında yapılan bu açıklamalar sonucunda, İslam alimleri arasında büyük fikir ayrılıkları doğmuştur. Dini açıdan önemli bir yeri olan Mu'tezîle ekolü cinin varlığını toptan yok sayarken, İmam Eşarî'nin yandaşları da cinlerin nerdeyse her şeyi yapmaya gücü yetecek varlıklar olduklarına inanmak gerektiğini savunmuşlardır. Diğer yandan, Hadis ravileri de, Peygamberin herhangi bir cini görüp görmediği hususunda anlaşamamışlardır. Ancak, esas itibarıyla, müslümanların cinlere inanması gerektiği söylenir.
Esasen, Kuran'da da belirtildiği gibi, Araplar Peygamber'e vahiy gelmesinden önce de zaten cinlere inanıyorlardı. Cinler, melekler ve diğer mitolojik tasvirlerin hepsi Cahiliye Dönemi'nin Arap kültüründe önemli bir yer almaktaydı. Seci (kafiyeli ifade), belâgat (güzel konuşma) ve şiir sanatlarına büyük değer veren Araplar, bu alanda yetenekli kişilerin daima marifetli bir cini olduğuna inanırlardı. Nitekim, Peygambere vahyolunan güzel sözleri duyduklarında da onun cininin kim olduğunu sormuşlardır.
Arap literatüründe, Kazvinî'nin “Acaib al-Mahlûkat wa Garaib al-Mawcûdat” ile Damirî'nin “Hayât al-Hayawân” adlı eserlerinde cinlerle ilgili önemli açıklamalar vardır. Bu yazarlara göre; insanın topraktan, meleklerin de nurdan yaratılmış olmalarına karşın, ateşten yaratılmış olan cinlerin erkeğine “cinni” dişisine de “cinniye” denir. Cinler üç gruba ayrılırlar: Agval, Saali ve Afarit. Agval veya Gilan grubundan olanlara “Gul” denir. Saali türü cinlere ise “Sılat” derler. Afarit grubundakiler ise “İfrit” diye bilinirler. Bu cin gruplarının kendi aralarında da hiyerarşik bir düzenleri vardır.
Arap inancına göre, “Gul” türünden olan cinler genellikle dişidir, erkeğine “Qutrub” denir. “Marid” tipi Gul'ler en acımasız olanlardır. Hilekarlıkta onlardan daha haini yoktur. Değişik biçimlere girerek önce insanlara yollarını şaşırttırır, sonra hemen üstlerine atlayıp parçalayarak onları yutarlar. Mısır Arapları, geceleyin mezarlara saldıran Gul'lerin cesetleri yediklerine inanırlar. Anadolu folklöründeki “Gul-yabani” ise daha ziyade hortlak veya hayalet olarak tasvir edilir ve ıssız yerlerde, karanlıkta ansızın insanın önüne çıkarak korkuttuğu söylenir. Masallardaki umacı “dev anası” da bir Gul'dür.
Yine, Anadoluda “al-karısı” diye bilinen ve loğusaya veya çocuğuna saldırarak onları boğmaya çalıştığı söylenen hayali yaratık da dişi Gul sayılır. Peygamber, bir hadise göre, Gul diye bir yaratık olmadığını söylemiş. Mu'tezîle ekolü de bu hadise atfen cinleri yok saymıştır. Fakat, başka bir hadise göre de Peygamber, sataşan Gul'leri kovmak için ezan okumayı tavsiye etmiştir. Araplar için Gul kavramı o kadar etkileyiciydi ki, uğursuz sayılan beta-Persei çiftyıldızına Ras al-Gul (Cinin Başı) adını takmışlardı. Bugün astronomide kullanılan Algol adı da dolayısıyla onlardan kalmıştır.
Sılat türündeki cinlerin dişileri Gul gibi biçim değiştirebilirler. Ayrıca, cinlerin çoğu dişi Sılat'lardan korkar, çünkü büyücü olurlar. Yani, mesleği büyücülük olan cinler bile var. Sılat'ların daha az zararlıları ise su birikintilerinde yaşayanlar, ağaç kovuklarında gizlenenler ve havadar yerlerde gezinenler olarak tanımlanıyor. Bu türdekilere Anadolu'da daha çok - farsi kökenli olarak – “peri” adı verilmektedir.
İfrit’ler ise Cahiliye Döneminde cinlerden sayılmazken, İslamiyet ile birlikte cin olmuşlar. Ama, eski bir alışkanlık olarak, Araplar İfrit’leri Şeytan’lar ile bir tutmayı yeğlemişler. İnanışa göre, İfrit çok kuvvetli, sert mizaçlı, acımasız ve aynı zamanda kurnazdır. Mısır'da ise, öldürülen veya acılar içinde ölen bir adamın hayaletine ifrit derler.
İslam inancına göre, cinlerden korunmak amacıyla, Kuran'ın sonunda yer alan iki kısa surenin (Falâk ve Nâs) dua olarak okunması yaygındır. Ananeye göre, bu iki sure Peygamber'e büyü yapılmasından sonra, büyülerden korunması için indirilmiştir. Hadislere dayanarak bazı tefsirciler bu surelerin sadece birer dua olmaları sebebiyle, ilk dönemlerde Kuran'a dahil edilmediğini söylerler. Fakat, daha sonra Kitab'ın en sonuna ilave edilmişler.
HADİSLERDE ANLATILAN CİN
İslam'da, uygulama bakımından, Kuran'dan sonra başvurulacak ilk kaynak, Peygamber'in sözleri ve yaptıklarıdır ki Sünnet (Sunna) olarak bilinir. Peygamber'in sağlığında, onun Kuran hükümlerini uygulama biçimine ve açıklamalarına tanık olanların anlattıklarından derlenen Hadis kitapları bu bakımdan Sünnet'in esasını oluşturur (5). Çok sayıda hadis kitabı olmasına rağmen, içlerinde en çok güvenilenler Buhârî'nin ve Ebu Müslîm'in derlemeleridir. Bu derlemelerde cin konusunda Peygamber'in yorumlan ise şöyle:
Buhârî - Menâkıb 31:80 : Ebu Hureyre, Peygamber'in abdest alması ve temizlenme suyu için yanında küçük bir kırba taşırmış. Bir keresinde, Peygamber ihtiyacını gidermek için çıktığında, Ebu Hureyre arkasından kırba ile onu takip ederken, Peygamber “kimdir o?” diye sormuş. Ebu Hureyre olduğunu öğrenince de kendisine “benim için temizleneceğim birkaç taş ara, ama bana sakın kemik ve hayvan gübresi getirme” demiş. Ebu Hureyre de söyleneni yapmış. Peygamber ihtiyacını giderdikten sonra, birlikte yürürlerken Ebu Hureyre niye öyle söylediğini sormuş. Peygamber de kemik ve hayvan gübresi hakkında şunları söylemiş: “Bu ikisi cinlerin yemeklerindendir. Gerçekten bana Nasibin cinlerinden bir heyet geldi. Bunlar ne hoş cinlerdir! Benden azık istediler. Ben de onlar için Allah'a, cinlerin önüne çıkan her kemik ve tezek topağında kendileri için muhakkak bir yiyecek bulmaları için dua ettim.”
Peygamberin ne hoş cinler dediği heyetin geldiği yer - hadise göre eski adıyla Nasibin (Nasibis) - vaktiyle ünlü büyücülerin merkezi sayılırdı. Bu yer, günümüzdeki adıyla, Mardin iline bağlı Nusaybin ilçesidir.
Buhârî - Tefsir 253:330 : Ebu Hureyre demiş ki; Peygamber şöyle buyurdu: “Cin tayfasından bir ifrit dün gece namazımı bozmak için bana ansızın hücum etti. Lakin, Allah beni galip getirip ona istediğimi yapmaya fırsat verdi. Sabah olunca, hepiniz göresiniz diye onu mescidin direklerinden birine bağlamak istedim. Fakat, kardeşim Süleyman Peygamber'in sözleri hatırıma geldi (de böyle yapmadım).
Abdurrezzak'ın Musannaf’ına göre: Peygamber, “bu ifrit kedi suretinde karşıma geldi” demiş. Müslim'e göre: "Yüzüme çarpmak için elinde ateşli bir alev ile geldi" demiş. Nesei'ye göre: "Onu yatırdım ve dilinin soğukluğunu elimin üzerinde hissedinceye kadar boğazını sıktım" demiş. Ravh'a göre, Peygamber o ifriti horlayarak kovmuş. Ed-Darekutnî'de ise bu yaratığın kedi değil de köpek olduğu söyleniyor. Rivayetin muhtelif olması yüzünden, Peygamber'in o gece namaz kılarken ne ile karşılaştığı ve eğer bir varlık ile boğuşmuş ise bunun alelade bir kedi veya köpek olup olmadığı hususunda eski İslam alimleri arasında anlaşmazlıklar çıkmıştır. Bu tartışmalar içinde en uzun süreni; ateşten yaratılmış bir cinin dilinin de sıcak olması gerekirken, Peygamber'in nasıl olup da bunu elinin üstünde bir soğukluk gibi hissetmesi hakkındadır.
Müslîm - Selâm 37:139 : Peygamber dedi ki: “Gerçekten, Medine'de müslüman olmuş cinler vardır. Onlardan birini görürseniz, kendisine üç gün ihtarda bulunun. Şayet bundan sonra size yine görünürse, onu öldürün! Çünkü o bir şeytandır.”
Gerek güvenilir gerekse zayıf hadisler arasında olsun, Peygamber'in müslümanlara cinleri nasıl kullanacakları veya cinlerden korunmak için kimlere başvuracakları konusunda, günümüzdeki cincileri haklı çıkaracak hiçbir öğütte bulunmadığını görüyoruz. Buna mukabil, cin konusuna paralel olarak, büyü, nazar gibi olaylar karşısında da Peygamber'in özellikle etkili olduğunu belirttiği bazı Kuran ayetleri vardır. Fahrüddin Razi, bunlardan Kuran'ın sonunda yer alan ve Muavvizeteyn (= koruyucu ikili) diye anılan Falâk ve Nâs surelerinin, Peygamber'e dua olarak okuyup kötülükten korunması için vahyolunduğunu söyler. Anlamları şöyledir:
Falâk Suresi: “De ki: Tan yerinin Rabbına sığınırım. Yaratıkların kötülüğünden, bastırdığı zaman karanlığın kötülüğünden, düğümlere üfürenlerin kötülüğünden ve gözü kaldığında haset edenin kötülüğünden.” Nâs Suresi: “De ki: insanların Rabbına, insanların Sahibine, insanların İlahına sığınırım. Gerek cinlerden gerekse insanlardan olsun, insanın içine vesvese veren o fısıltısı bol sinsinin kötülüğünden.”
İdrak, bilgi ve tecrübe ışığında yapılan açıklamaların yetersiz kaldığı her alanda olduğu gibi, cinler konusunda da din kanalı ile gelen yorumların muhakkak ki insan üzerindeki etkisi büyüktür. Ama, yorumlar uzman olmayan kişilerce yapılırsa, bu kez etkisinin yaratacağı zararı gidermek için başka uzmanlara danışma gereği doğar. Yani, cinler hakkında söylenen her şeye inanmaya başlarsanız, sonunda bir asabiye hekiminin kapısında bulabilirsiniz kendinizi. Dini inançları ağır basan kişiler için bu alanda güvenilir kaynak olarak halk için yazılmış iki eseri okumanızı tavsiye ederim: “Kuran ve Hadislere Göre Cinler – Büyü”, Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Beyan Yayınları, 1995 - İst.. “İnsan ve İnsanüstü: Ruh - Melek - Cin – İnsan”, Süleyman Ateş, Dergah Yayınları, 1979 - İst..
ANADOLU İNANÇLARINDA CİNLERLE İLGİLİ KİTAPLAR
Kuran ve Hadis açıklamalarına rağmen, İslam edebiyatında cinlerle ilgili ve çoğu Cahiliye Devri'nden kalma inançlarla dolu eserlere rastlamak mümkündür. Anadolu'da bu alanda dikkati çeken ilk eser, 15. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olan Firdavsi-i Rûmî veya halk arasında Uzun Firdevsî olarak bilinen bir şair-yazarın, Balıkesir'de - muhtemelen Farsça'dan tercüme ederek - yazdığı “Daawat-nama” adlı kitabıdır. Sekiz bölümden oluşan bu küçük eserde, cin çağırma yöntemleri, fal bakma usulleri, burçların ve yıldızların özellikleri ve bazı tılsımların etkilerinden bahsedilir. İçindeki yazar tarafından çizilmiş cin resimleri ve şemalar açısından folklorik önemi büyük olan Dâvetnâme'nin, Şams al-Maarif gibi dış kaynaklı eserlerden derlenmiş olması sebebiyle muhteva açısından Anadolu inançlarını yansıttığı söylenemez.
Basılı eserler arasında, Türkiye'de en çok rağbet gören kitap ise, Seyyid Süleyman el-Hüseyni efendinin "Kenz-ul Havâs" adıyla en son 1916 (1332)'da Eski Türkçe yayınlanan dört ciltlik eseridir. Defalarca yasaklanmasına rağmen, yeni harflerle ve sadeleştirilmiş bir dille kısaltılılıp tekrar basılarak el altından satılan Kenz-ul Havâs, aynı zamanda bu alanda kitap yazan birçok meraklının da ilham kaynağı olmuştur. Bunların içinde, Mustafa İloğlu'nun 1970'de yayınlamaya başladığı ve sonunda yedi ciltlik bir hacime ulaşan “Gizli İlimler Hazinesi”, ve Mustafa Ertuğrul'un “Dua Hazinesi” külliyatı kayda değer. Ancak, bunların ve benzeri kitapların birer “hazine” (kenz) olmaktan çok, baştan sona saçma sapan hurafelerle bezenmiş, ama aralara Kuran'dan ayetler serpiştirilerek mistik bir hava verilmeye çalışılmış tipik cehalet örnekleri olduğunu da belirtmek gerekiyor.
1985 yılında, Ata Nirun ile bu konuda bir araştırma yaparken, Mustafa İloğlu'nu da Beyoğlu'ndaki evinde ziyaret edip kendisi ile uzun uzadıya görüşmüştük. Merhumun, İslam Okültizmi hakkında zerre kadar bilgisi yoktu. Derme çatma Arapçası ile orijinal bir eseri tetkikten de mahrumdu. Ancak, sağdan soldan öğrendiği yarım yamalak tecrübi bilgilerle bir zenaatçi olabilecek seviyede üfürükçülükle uğraşıyordu ki, bu da geçimini sağlamasına yetiyordu. Mamafih, bu zatın derlediği yedi cilt, günümüzde adeta inanılmaz sırlarla dolu bir şaheser gibi piyasaya sürülmektedir. Oysa, içindekilerin bir işe yarayıp yaramadığı bir yana, hemen hemen hepsi yanlış veya eksik kopya edildiğinden, yedi cildin yedisi de zırvalıklar hazinesi olmaktan öte bir kıymet taşımamaktadır.
Türkiye'de bu alanda yazılan kitapların birbirinin kopyası olmasının yanısıra, ilk kaynak olarak genellikle Ahmad bin Ali al-Bûnî'nin “Kitab Şams al-Maarif” adlı dört ciltlik Arapça eserinden izler taşıdıkları görülmektedir. Bu konulara meraklı kişilerin yoğun talebi ile, 1979 yılında bir yayınevi, Bûnî'nin eserini tercüme ettirip piyasaya sürdü. Fakat, tercüme eden zatın - daha önce İbn al-Arabi'ye atfolunan bir risaleyi tercümesinde de görüldüğü gibi - Arapça bilmesine rağmen bu konulardan hiç nasibini almamış olması yüzünden, akla karayı birbirine karıştırarak eseri çorbaya çevirmesiyle, kimsenin içinden çıkamadığı bu dört ciltlik garabetin fazla müşterisi olamadı. Zaten, mütercim de sonunda iyice sıkılmış olmalı ki, eserin Kitab al-Raml bölümünü çevirmeden teslim etmiş. Son aylarda ise, Ahmad Musa al-Zarkavi'nin “Mafatih al-Gayb” adlı eserinin Kahire baskısından tercümesinin yapılacağını duydum. Bu kitap da alanında oldukça ünlüdür.
Gördüğü ilgi ve derleyenin diğerlerinden çok farklı bir ortamdan gelmesi bakımından, İsmet Zeki Eyuboğhı'nun değişik yayınevlerince farklı isimler altında yayınlanan “Aşk Duaları, Cinler ve Cinciler” adlı ve bir tür etnolojik araştırma niteliği taşıyan eserini de halkın inançlarını yansıtması açısından burada belirtmek gerekecektir.
Anadolu halkının cinlerle ilgili inançlarını yönlendirmesindeki rolü bakımından, biri tercüme diğeri telif iki eseri de burada dikkate almak gerekir: Yazarı, İmâm-ı Şiblî adında 14. yüzyılda yaşamış büyük bir İslam alimi diye tanıtılan “Cinlerin Esrarı” adlı kitap, aslında Arap-İslam mitolojisinden seçilmiş hikayeler arasına sahih veya mevzu olmasına bakılmaksızın rastgele serpiştirilen hadislerle doludur. Tercümenin başına ilk bölüm olarak dışardan eklenen iki formalık açıklama ise sanki okuyucunun aklını iyice karıştırmak için yazılmış gibidir.
Diğer ilginç eser ise, Ahnıed Hulusî adındaki bir zatın 1971 yılından beri defalarca yeniden basılıp piyasaya sürülen “Din - Bilim Işığında Ruh, İnsan, Cin: Spiritizmin İçyüzü” adlı kara kaplı kitabıdır. Yazar önce cinlerin kim olduğunu - sanki kapı komşusundan bahseder gibi - anlattıktan sonra, ısrarlı bir biçimde, mehdilik iddialarının, spiritizma celselerinin, reenkarnasyon inancının ve UFO denilen cisimlerin ardında hep cinlerin bulunduğunu tekrarlamaktadır. Türkiyede, bu gibi fanatik görüşlerin etkisiyle, parapsikolojik araştırmaların aslında cinlerin oyununa gelmiş zavallı şaşkınların işi olduğuna dair garip bir inanış doğduğu için, konuyu bir televizyon maskaralığından bahsettikten sonra ele alacağım.
TV EKRANINDAKİ CİNLER
Garip olayların halkın ilgisini çekeceğini düşünen yapımcılar, izleyiciyi aydınlatmaktan çok izleyici sayısını arttırmayı amaçlayan programlarına, geçen aylarda cincileri ve cinleri davet etmeyi uygun buldular. Teksoy Görevde adlı bir programın 06-10-1995, 01-03-1996 ve 19-04-1996 tarihli yayınlarında; Sinop'un bir köyünde evdeki eşyaların yerini değiştirip ortalığı yangın yerine çeviren muzur cinlerin marifetini, Adapazarı'nda bir hocanın cinlerini kadının içine sokarak onu nasıl debelendirdiğini, Burdur'un bir köyünde de dosya kağıdına poz veren cinlerin kaşını gözünü seyrettik. Allahtan, sonunda bay Teksoy cinlerden iyice korktu da, bu saçma sapan görüntülerle ekranı daha fazla işgal etmekten vazgeçti!
23 Nisan 1996 tarihli Hürriyet gazetesinin 33. sayfasında, kendisiyle yapılan bir röportajda, bay Teksoy zeka seviyesi düşük bir program hazırladığını söyleyenlere ateş püskürürken, aynı zamanda içine düştüğü durumu da dile getiriyordu: “Gerçeği söylemem gerekirse, uyku sistemim tamamen bozuldu. İstisnasız, her gün baş ağrısı çekiyorum. Üstelik, çekimi yapan arkadaşlar da aynı haldeler.”
Programları izleyenlerin de açıkça gördüğü gibi, Sadettin Teksoy konuyu ne bir uzmana danışma gereğini duydu ne de bir hekimin görüşlerine yer verdi. Bu yetmezmiş gibi, çevresindekilerin anlattıklarına gözü kapalı inanmak suretiyle, kendisini ve kameramanlarını psikolojik olarak olayın cinlerle ilişkili olduğuna şartladı. Özellikle 19-04-96 tarihli programda, Kavacı köyünde, Oğuz adındaki çocuğun elindeki boş kağıda bakarken, içinde bulunduğu ruhsal durumunu yansıtan sahneleri hatırlarsanız, daha sonra bu stresin ne gibi arazlar yaratacağı konusunda tahminde bulunmak için illaki uzman olmanız dahi gerekmeyecektir.
Ekranda, ortası boş bir dosya kağıdı görüyoruz. Arkasından verilen ışığın etkisiyle, dosya kağıdında kağıt hamurunun kalitesizliğinden kaynaklanan leke izleri görülüyor. Ülkemizde hâlâ standartlara uygun kağıt imal edilmediği için, aynı şeyi kim yapsa bu lekeleri görebilir. Fakat, daha önce uzun bir süre, görülmesi beklenen cinlerle ilgili hayali ayrıntıları anlatan çocuk, gelenleri konuya iyice şartlamayı da ihmal etmiyor. Böylece, görev başındaki Teksoy, çocuğun mental imaj telkininden sonra, bu düzensiz kağıt lekelerini hayal gücünün serbest çağrışımlarına malzeme yapıp, hipnotize olmuş bir halde ve sadece kendisinin görebildiği cinleri - boş kağıda bakarak - izleyicilere heyecanla anlatıyor.
Bu sırada, kameraman henüz yeterince hipnotize olamadığı için, elbette ki cin-min görmüyor. Ama, “yahu, milletin gördüğü cini ben niye görmüyorum!” paniği içinde, durmadan objektifin diyaframı ile oynuyor. Ekranda bakıyoruz; diyafram değiştikçe kağıdın ortasında ışık alan kısım bir koyulaşıyor bir aydınlanıyor. Ama, ortada yine tek bir cinin portresi bile yok. Oysa, Teksoy telaş içinde bağırıyor: “Bak bak! Şimdi sol gözü belirdi. İşte, dosdoğru bana bakıyor!” Derken, çocuk işi berbat ediyor: “Hayır, ağbi. Sana bakmıyor. Hazretin gözü orada değil, burada. Şuradaki leke de onun ağzı!” Ama, Teksoy artık kendinden geçmiş bir durumda. Boş kağıttan kendisine dik dik bakan cinleri gördüğünden de hiç şüphesi yok. Yaşadığı illüzyonun etkisiyle de kanındaki adrenalin seviyesi hızla yükselmekte ve yanaklarına kadar kızarmakta.
Hani derler ya, muhteremin verilmiş sadakası varmış. Aslında, bu gibi durumlarda yaşanan travmatik olayların yarattığı stress sonucunda, baş ağrısı ve uyku düzeni bozukluğu gibi basit psikosomatik arazlardan daha vahim sonuçlar ile de karşılaşılması kuvvetle mümkündür. Bu gibi deneylerde kullanılan kişilerin, deneyden sonra olur olmaz yerde benzeri algılama yanılmalarına veya halüsinasyonlara kapıldıkları, yalnızken fısıltı halinde sesler duydukları, bedenlerine giren garip varlıkların kendilerine zorla bazı işler yaptırdığı iddiaları genellikle bilinen hususlardır. Sanırım, buradaki psikiyatrik semptomların detayına girmeden, aslında bence daha önemli olan Adapazarı vakasına temas etmek gerekecek.
1 Mart 1996 tarihli programında, yine görev başındaki Teksoy'u bu kez Adapazarı'nda Cevat Topkara adındaki bir zatın ticarethanesinde görüyoruz. Bu zatın cinci mi yoksa medyum mu olduğu anlaşılamıyor (6). Sonra öğreniyoruz ki, kendisi Kuran İlmi ile iştigal etmekteymiş!... 40'lı yaşlardaki Cevat “hoca”nın bizim göremediğimiz cinleri var ve kendisi gayet şık giyinmiş. Bu sırada içeriye Sabahat kızı Çiğdem hanım ile yanında yaşlı bir bey giriyor. Söylendiğine göre, Çiğdem hanımın ayağında felç, midesinde kanama, ellerinde morarma ve daha bir sürü şikayeti var. Yanındaki yaşlı beyin eşi olduğunu öğrendiğimiz Çiğdem hanım, oldukça genç ve görünürde kanlı-canlı ama belli ki birilerinin yardımına muhtaç.
Çiğdem Hanım'ı daha önce hekim muayenesine götürmüşler. Ama o hekim her ne tahsil etmişse, normal bir teşhiste bulunamayıp, genç kadını cin çarpmıştır diyerek Topkara Ticarethanesi’ne yollamış! (7) Şimdi, ekranda Cevat Bey'i yazı masasının arkasında otururken görüyoruz. Birkaç saniye önüne bakarak şöyle bir duruyor. Sonra, sanki görünmeyen birileri suratına üflemiş gibi hafiften silkiniyor. Hemen anlıyoruz ki cinler geldi! Çünkü alıştık artık bu numaralara. Evet, şimdi Cevat bey ayağa kalktı ve divanın üstünde biçare uzanmış Çiğdem Hanım'a doğru ilerlemeye başladı. Genç kadın Cevat beye bakarken adeta ruhunu teslim edecekmiş gibi gözlerini süzüyor, hafiften titriyor ve divana biraz daha serbestçe yayılıyor. Yaşlı kocası da şaşkın bir ifade ile yakışıklı Cevat Bey'i seyrediyor. Mizansen, tam bir ortaoyunu dekoruna uygun. Ama, az sonra Cevat hoca cinlerini seferber etmeye başlayınca işler daha da karışacak.
“Ayşen, Ayten, Aysun, Gülişah! Hadi bakim, bacaklarından yukarıya doğru bedenine giriverin hanım kızımızın!”, diye ortalık yere yüksek sesle konuşuyor Cevat hoca. Kim bu Ayşen, Ayten, falan filan? Meğerse hocanın teşhiste bulunan doktor cinlerinin adları imiş bunlar. Eh, müslüman mahallesinde salyangoz satılamayacağı gibi, Türkiyede de hani o kitaplarda adı geçen “Behruşyaşin, Efremaşin” gibi cinlerle ticaret yapılamıyor olmalı, diyoruz. Şimdi bu görünmeyen Ayşen, Ayten cin kızlarımız neden Çiğdem hanım kızımızın genellikle adet olduğu üzere ağzından veya kalbinden değil de bacaklarından yukarıya doğru muayeneye başladıklarını anlamaya da ilmimiz yetmiyor. Allahtan, hocanın cin tayfası erkek cinsinden değil. Yoksa, rezaletin boyutu daha da büyüyecek!
Hoca cin kızlara, “bacaklardan yukarıya doğru iyice bir yoklayın bakalım” telkinini etkili bir sesle verdikten sonra, kamera Çiğdem hanım'ın divana uzanmış bedeninde gittikçe artan ihtilaçlı kıvranmaları görüntülüyor. Acaba bir epilepsi nöbeti mi başladı diyerek, ekrana daha dikkatle bakma ihtiyacını duyuyorum. Hayır, hiç alakası yok. Kameramanlar görüntüyü profesyonelce uygun açılardan veriyorlar. Ben de bu esnada hocanın yol açtığı modaya uyarak, yanımdaki kimsenin göremediği psikiyatrist cin kızlarım Pakize, Dürdane, Melahat ve Nurhayat’a soruyorum, bu ne iştir diye. Muhtemelen bir konversiyon vakası ve semptomlara paralel somatik komplikasyonlar, diye hemen kulağıma fısıldıyor Pakize!
Fakat, Cevat hoca hızını alamıyor ve ikinci perdede hanım kızımızın göğüs nahiyesine el ile de müdahelede bulunuyor. Sonunda, epey bir friksiyon neticesinde Çiğdem hanım muradına eriyor ve rehavetle karışık utangaç bir gülümseme ile kameraya bakarken bütün ızdırabının dindiğine hep birlikte şahit oluyoruz. Fakat, hocaya göre bu iş bir defada bitmeyecektir. Yakın bir zamanda, kötü cinler hanım kızımızın yine bacaklarına sarılacak ve böylece hocayı tekrardan ziyaret saati gelecektir.
İşin ilginç tarafı, halka seyrettirilen bu kepazelik hakkında ne Tabibler Odası'ndan ne de başka bir yetkili kuruluştan hiçbir tepki gelmemiş olmasıdır.
MODERN BİLİM AÇISINDAN CİNLER
Bilimsel bir araştırmaya, öncelikle varsayımlardan uzak durup, olayın incelenebilmesi için uygun yöntemleri seçmekle başlanır. Eğer, elinizdeki yöntemlerin tümden yetersiz kalacağı, başka örneği veya benzeri olmayan bir olaylar grubunu inceleyecekseniz, o zaman işiniz zor demektir. Cinlerle ilgili olduğu söylenen vakalar da halka yansıtılırken, sanki ortada böylesine olağanüstü bir durum varmış da, bilim adamları çaresiz kalıyormuş gibi bir mizansen yaratılmaktadır. Böylece, meydan birtakım şarlatanlara kalmakta ve onlar da halkı dolandırmanın keyfini yaşamaktadır.
Aslında, halk arasında “cin çarpması” veya benzeri biçimde anılan ruhsal veya bedensel şikayetlerin hemen hemen hepsi alelade tıbbi vakalardır ve bu şikayetlerin herhangi bir uzman hekim tarafından incelenmesi sonucunda hastalık veya bozukluk kolaylıkla teşhis edilebilmekte, uygun olan tedavisi ne ise o yapılmakta ve hasta da sağlığına kavuşmaktadır. Ortaçağ'da henüz tıp bilimi yeterince gelişmemiş iken, hastalıkların çoğunun birtakım tabiatüstü varlıkların anlaşılamayan etkisinden kaynaklandığı inancı yaygındı. Ama, hurafelere sarıldıkça büsbütün perişan olan insanlar, sonunda işin aslını araştırmaktan daha akılcı bir yol bulunmadığını gördüler.
Tıp bilimi bugün de her derde çare bulacak kadar gelişmiş değil. Ama, cinlerle ilgili olduğu sanılan vakaların tedavisinde de hiç cin yakalayan bir hekime rastlanamadı bugüne kadar. Çünkü, o hurafelerde anlatıldığı biçimde ne cinler var ne de şeytanlar, insana saldıran. Ancak, şu önemli noktayı gözardı etmemek gerekiyor. Teşhis ve tedavide kullanılan tanımlamalar, gerek zaman içinde gerekse değişik kültürlere göre farklılıklar arzedebilir. Nitekim, mesela batı kültüründen farklı bir biçimde gelişmiş olan Uzakdoğu’daki tıp disiplini ile batının tıp disiplini birbirine uymamaktadır. Ancak, bir hastalığın iki ayrı disiplinde tamamen farklı yöntemlerle tedavi edilebildiğini de görüyoruz. Son yıllarda güncellik kazanan Akupunktur, buna bir örnek sayılabilir. Aynen bunun gibi, henüz bilinmeyen başka tıp disiplinlerinin de olabileceğini yabana atmamak lazım. Yalnız, burada sözü edilen yeni ve bilinmeyen tıp disiplinini tanımlarken, elbette ki bir yerde bunun geçmişten günümüze kadar uzanan gelişimini de bilmek zorundayız.
Diyelim ki, hastalıkları cin-ifrit sembolleri ve bunlara bağlı tasvirlerle açıklayan böyle gizli bir tıp disiplini var da, bundan bizim haberimiz yok henüz. O takdirde, en azından bu gizli kalmış tıp anlayışına sahip kişilerin neler yapabildikleri inceleyebilmeliyiz. Gerçekten de tarihçesi uzun bir geçmişe dayanan böyle bir tıp ekolü olduğu söylenir. Ancak, bunu doğru dürüst uygulayabilenlerin sayısı yok denecek kadar azdır ve bunlar yeryüzünün belirli bir bölgesinde toplanmış da değillerdir. İşte bütün zorluk buradan kaynaklanmaktadır.
Ortaçağ'dan bu yana yazılmış, cinler, ifritler ve meleklerden bahseden, tılsımlar, efsunlar, iksirler, dualar ve anlaşılmaz yazılarla dolu o kitapların hepsi, aslında bu yarı fantastik bilimin kötü birer karikatürü gibidir. Çünkü, prensip olarak bu gizli bilimin hiçbir zaman kitap veya yazılı herhangi bir şey biçiminde başkalarına aktarılamayacağı, öğretilemeyeceği söylenir daima. Burada hakim olan düşünce, bilenlerin daima başkalarından üstün kalabilmesini sağlamak için konunun hep gizli tutulması gerektiği inancı değildir. Aksine, belirli bir ruhsal olgunluğa erişememiş kişilerin bu bilimi kullanmaya heves ettiğinde, hem kendilerine hem de başkalarına zarar vererek tabiatın - veya diyelim ki ilahi düzenin - dengesini bozmaktan öte bir şey yapamayacaklarının kesinlikle biliniyor olması yüzünden ortada yazılı bir şey bulunmamaktadır.
Sadece zeki olmanın, bu bilimin sırlarına vakıf olmaya yetmediği söylenir. Aynı zamanda başka bilgilerle de donanımlı olmaktan, dahası bütün bunları anlayabilecek bir ruh olgunluğuna erişmiş olmaktan bahsedilmektedir. Herhangi bir insan bu seviyeye geldiğinde, kendisinde bizim henüz tanımadığımız bambaşka idrak kapıları açılacağı için, zaten kitapları okumasına da gerek kalmadığı söylenmekte ve neticede bu bilimin herhangi bir kitapta yazılı olmadığı ve hiçbir zaman da yazılmasına gerek duyulmayacağı belirtilmektedir.
Bu yarı mistik ifadelerden ne gibi bir sonuç çıkaracağınızı bilemem. Ama, bazı açıkgöz insanların, sanki bu seviyeye gelmişcesine, yapmacık bir eda ile kendilerini cahil insanlara kolaylıkla kabul ettirdiklerine ve onları sömürdüklerine her dönemde şahit olmak mümkündür. Tarih, bu gibi sahtekarlık örnekleriyle dolu. Ermiş şeyhler, el etek öptüren tarikatçılar, filanca zaman mehdileri ve daha niceleri hep aynı hırsın esiri olarak insanları aldatmışlardır. Oysa derler ki, kimin hangi mertebeye eriştiğini Hâlik'ten (yaratandan) başkası bilmez, erişmiş olan da kendini belli etmez. Yani, ben şuyum buyum diyenlerin veya tevazu ve tecahül maskesi altında gerdan kıranların hepsi aslında iki arpa boyu bile yol alamamış birer zavallıdan başka bir şey sayılmıyorlar.
Şimdi durum böyle iken, komşunun ısrarla tavsiye ettiği filanca hocanın nefesinden veya cinlerinden medet umar mı artık insan! Meşhur bir söz vardır; “kelin merhemi olsa, önce kendi başına sürer” derler. Eh artık, kimin keli kimin perçemi olduğunu görmek size kalmış bir şey.
Biraz önce size böyle bir gizli bilimin var olduğu söyleniyor, ama ne olduğunu bilen yok dedim. Cin-peri hikayeleri de işte bu ne olduğu bilinmeyen bilimi, yarım yamalak birilerinden duyanların uydurdukları masallardan ibarettir. Diyelim ki siz hiç tıptan anlamıyorsunuz ve cinlerin esrarına merak sardınız. Derken, günün birinde iki hekimin konuşmasına kulak misafiri oluyorsunuz. Hastanın EKG'si duruyor önlerinde. Koroner arter kalsifikasyonu'nun tesbiti gerektiğini söylüyor hekimin biri. Diğeri ise, majör koronerlerde stenoz olma ihtimali bulunmadığını, çünkü ne subepikardialde ne de lateralde böyle bir traslusent bant anomalisine rastlamadığını, ama fluoroskopinin ventrikül anevrizması gösterdiğini idda ediyor. Siz telaş içinde bu tek kelimesini anlamadığınız cümleleri bir kağıda not ediyorsunuz. Diyelim ki, ortada bir de diastol anatomisi için alınmış röntgen filmi var. Sonra, birden hekimlerin oradan uzaklaşmasını fırsat bilip EKG şeridi ile röntgen filmini kaptığınız gibi kaçıyorsunuz. Haydi bakalım, şimdi bu hazinenizi kullanarak doktorculuk oynamaya başlayın. Kimbilir böylece kaç kişiyi öldürürsünüz veya sakat bırakırsınız!
Yazacağınız “gizli ilim hazinesi” kitabınızda ilk cinin adı herhalde majör koronerlerde stenoz olacaktır. Belki bu ikinci olur da ilkinin adı ventrikül anevrizması'dır. Sonra, EKG şeridinde uzayıp giden zigzaglı çizgileri kitabınıza kopya etmeye çalışırken gizli anlamlarından da bahsetmeyi ihmal etmezsiniz. Hele bir de hastanın röntgen filminden seçebildiğiniz şekilleri “cinlerin resmi” diye kitabınızın sonuna eklerseniz, müthiş bir şey olur. Aradan yıllar geçer. Yaşadığınız olayla ilgili başkalarına anlattığınız hikayeler, bire bin katılarak döner dolaşır ve tekrar size gelir. Kitabınızın yeni versiyonuna büyük bir heyecanla bunlan da eklersiniz. Kimbilir, belki sizin gibi başkaları da tesadüfen böyle konuşmalara kulak misafiri olmuştur. Sizin “kardiyolojik cinleriniz”in yanısıra, onlar da “oksazepam, klordiazepoksid, difenhidramin” gibi “uyku getiren cinler”den, veya genetik laboratuarından çaldıkları bir filmdeki sistik fibrosis DNA sekansında görülmeyen C-T-T ile ilgili garip şekillere ve notlara bakarak, cinleri çağırıp görünür hale nasıl getirileceğinden bahseden kitaplar yazarlar.
Gizli ilimlerle ilgili kitaplar da işte böyle “sağır duymaz ama uydurur” misali, ne olduğunu kimsenin anlamadığı bir bilimden kalan yalan yanlış fragmanlarla doludur.