Birinci Boyut İnsanı

logii

Kayıtlı Üye
Katılım
17 May 2009
Mesajlar
1,044
Tepkime puanı
269

Birinci Boyut İnsanı

İnsanın tekâmülünde, yani gelişim süreci veya aydınlanma aşamalarında yedi boyuttan sözedilir. Tasavvuftaki ‘insanın yedi boyutu’nu dilerseniz kadim Doğu bilgeliğinin yedi aşamalı tekâmülüne uygun düşen ‘yedi çakralı aydınlanma’ geleneğiyle kıyaslayabilirsiniz.
Henüz birinci boyutu aşamamış insan, toplumdaki yeri ne olursa olsun gelişmemişliğinin izlerini taşır. Tasavvuftaki adı ‘Nefs-i Emmâre’ olan birinci, yani alt benlik katında yer alanlar ‘emredilmiş’ ya da kendilerine ‘dayatılmış’ olan yapay benlikleriyle yaşarlar. Bu aynı zamanda egonun güçlü olduğu, benmerkezci, çıkarcı bir zihin hâlidir. Şimdi birinci boyut insanının genel zihinsel yapısına ve tipik özelliklerine göz atalım.

Bu boyutta takılıp kalanlar yüzeysel ve şekilci kimselerdir. Tartışılmaz tabuları ve derin korkuları vardır. Kendileri kabul etmese de son derece tutucudurlar. Doğru olarak kabul ettikleri şeyleri hiçbir biçimde tartışamazlar, dogmatiklik kişiliklerinin bir parçası ve karakterlerinin belirleyici özelliği olmuştur. Ama bu yapaylıklar nedeniyle bir türlü gerçek-kendileri olamaz, içe dönüp bakamazlar; sürekli ‘çeper’de dolaştıklarından ‘merkez’e yönelemezler.

Birinci boyut insanları genel olarak alt düzeydeki düşük nitelikli enerjilerle haşır neşirdirler; onlarla çalışır, ancak onlarla etkileşebilir ve neredeyse sadece onlarla yaşarlar. Bu nedenle inançları da hoşgörüsüz ve tekyönlüdür. O yüzden çoklukla ‘yalnızlığı’ yaşar ve bir türlü ‘tekbaşına’ olabilecek özgürlüğe ulaşamazlar. Hiçbir şeyi sorgulayamazlar, çünkü cesaretleri kırılmış, özgüvenleri yokedilmiştir. Ama kolaylıkla çıkarcılığa yönelebilirler. Basit hesapların peşinde koştuklarından bir türlü nesnel olamazlar. Eğitim ve öğrenim durumları ne olursa olsun çözümleme yetenekleri yeterince gelişmediğinden, herhangi bir düşüncenin peşine hemen ve taassup derecesinde takılabilir, kısa sürede ona ‘tâbi’ olabilirler. Hoşgörüsüzdürler, çünkü ileri derecede ‘zihinsel’dirler. Zevkleri basit ve ‘fiziksel’dir, ama fiziksel olan her şey geçici olduğu halde, bunun ayırdında olamadıklarından olsa gerek, ‘kalıcılık’ peşinde koşma gibi bir açmaza saplanmışlardır.

Sevgisizdirler, çünkü sevgiyi hâlâ bir ‘ilişki’ sanırlar. Tutkuludurlar, ama gerçekte tutkularının tutsağı olduklarını farkedemezler.

Dahası da var... Sürekli güvence arayışına payandalanmış sahte bir ruhsallığa sahiptirler; nedeni, çok sözetmelerine rağmen gerçek anlamdaki ruhsallığı bilememeleri, belki de hiç deneyimlememiş olmalarıdır. Öyle ki, din ve dinsellik dahi onlar için aslında bir güvencedir. Gerçekteyse, işlevsel bakımdan inkârcıdırlar; cehaletlerini de yanılgılarını da aslâ kabul etmezler. Çünkü bunlar üzerinde dönüp bir kez daha düşünmez, onları irdelemezler. Görünüşte en halisâne sanılan duyguları bile aşırı bağlılık, korku, iltimas ve fanatik düzeydeki yandaşlıktan kaynaklanan tarafsız kalamama (öznellik) ve ayrımcılık ile sakatlanmış durumdadır. Çünkü bir defa kendilerine göre makbul ve muteber olan tarafta ‘saf tutmuş’lardır. O nedenle de ruhsal konularda katıdırlar, bir türlü uyumlu ve ılımlı olamazlar. Hiçbir olay ve sorun karşısında zihinsel bakımdan tarafsız olabilmeleri mümkün değildir.

Kısacası, söylemleri görünüşte ne kadar tinsel olsa da yaşantıları gerçekte ‘bedensel’dir; yani yaşamları esasta ‘bölünmüş’tür. Tabii zihinleri de...

Bilimin ve bilimsel gerçeklerin onlar için hiçbir önemi yoktur. Bilmeden iman etmeyi (şuursuz inanç) ve bilinçsiz teslimiyeti tercih etmişlerdir. Birinci boyut insanına ‘tek boyutlu’ da diyebilirsiniz. Yani bir türlü, aynı anda hem ‘enine’ hem de ‘boyuna’ düşünemezler. Farklı görüş ve inançlara mensup olanların da zaman zaman haklı olabileceğini aslâ kabul edemezler.

Hayatın her ânında fanatiktirler, her şeye tutkuyla bağlanırlar; eleştiri kabul etmezler, tartışmalarda çabucak kabalaşır veya nezaketsiz davranmaya başlarlar ki bu aslında yetersizliklerinin göstergesidir. Belki de bu nedenledir ki, büyükçe bir kısmı, toplum yaşamındaki en basit ve temel görgü kurallarını dahi önemsemezler; bunun sonucu olarak da gittikçe duyarsız, hattâ umursamaz olabilirler.

Birinci boyut insanlarının özlemleri büyük olduğundan düşkırıklıkları da büyük ve ruhsal bakımdan yıkıcı olur. Hiçbir olayda ‘bütün’ü göremez, sürekli parçalara veya bileşenlere takılıp kalırlar. Bunun nedeni, nedensellik anlayışından uzakta olmalarıdır. O nedenle de ister istemez (ve tabii bu durumun kaçınılmaz sonucu olarak) ‘benmerkezci’dirler. Dünya görüşlerinin de bundan etkilenmemesi düşünülemez. Üstelik onlar için artık biz-onlar ayrımcılığını ısrarla sürdürmek, giderek vazgeçilemez bir hâl ve adeta bir amaç hâlini almıştır. Ama bu durumun bir başka sonucu sürü psikolojisine sahip olmaya dönüşebilir. Böyle bir durumda ise derinliğine düşünemez, buna ihtiyaç da duymazlar. Çünkü birileri, örneğin hayranı ya da, görüşlerini benimsemiş oldukları dinî ve siyasî önderler bütün bunları kendileri için zaten yapmaktadırlar. Bu nedenle onlara bir de minnetle bağlanırlar, ama aslına bakarsanız böylesi bir düşünce bile özünde bencil ve ‘hazırcı’dır.

İşte bu yüzden ‘kemalât yolunda’ işe ilk olarak, aslında Üçüncü Göz’le bağlantılı olan Birinci Çakra’nın açılması, nefs-i emmâre durumunun aşılması ve zihnin tedricen özgürleştirilmesiyle başlanılmalıdır. Daha ileri aşamalarda farkındalığımızın artışı; bilince ve bilinçliliğe gittikçe artan biçimde erişme... gibi olumlu aşamalar zaten kendiliğinden oluşmaya başlayacaktır.
Bütün inanç sistemleri ve onların varyantları sadece birer şekilsel başlangıç veya çıkış noktası olabilir; hiç birisi varış yeri değildir. O nedenledir ki kalıplara bağlanmış, ritüellere boğulmuş, her türden şekilcilikle çepeçevre sarmalanmış hiçbir organize din ile hiçbir yere varılamaz. Zaten biryerlere erişecek olan da din değil ‘insan’dır. Herşey insan içindir. Ama takdir edersiniz ki henüz yeterince gelişmemiş, haketmemiş, gerçeklikleri bilemez ve algılayamaz durumda, yani son derece eksik bilgili ve aydınlanma yolunda geri kalmış olan insan için değildir.

Benimsenen her dinsel yargı veya tasavvur, bir başka vargı’nın kurgusal nedenini oluşturur ve bu durum kutsala ilişkin yeni faraziyeler ve kabullerle ilânihaye sürüp gider... Sonunda bu tür kanıtlanamayan önermeler (aksiyomlar), varsayımlar (postülalar) yığını işin içinden çıkılamayan, akılcılığın da, bilimselliğin de kolaylıkla gözardı edilebildiği, tamamen kendine özgü garip bir ‘sözde sistem’e dönüşür.

Muhayyel dinsel figürler, objeler ve fenomenler, görülüp bilinemedikleri için ne gibi şeyler oldukları, herkesin ne tür bir koşullanmaya uğramış olduğuna ve hayalgücünün çalışma biçimine, hattâ o anki psişesine göre (tıpkı rüyalar gibi) farklılık gösterirler. Gerçekliğin ürünü olmadıkları için belirsiz, sanal ve yorumsaldırlar. Dinadamlarının çabası, zihinlerde yaratılmalarına neden oldukları bu tür sanal objeleri az çok üniform hâle getirmek ve inananlarda onlar hakkında benzer sanal izlenimler uyandırmak, sonra da sürekli tekrarlarla, bunların gerçekmiş gibi kabullenilmelerini ve güya canlı tutularak gerektiğinde ‘kullanılabilmelerini’ sağlamaktır.

Öyle ya, bunca temelsizlikten sonra herkes kalkıp da farklı anlar ve farklı yorumlarsa o inanç sisteminde kaos oluşmaz mı? Biz de çaresiz, herşeyi dinadamlarının buyurduğu gibi kabul ederiz; farklılıklardan ve yorumlamadan olabildiğince kaçınır ve onlardan zihnen uzaklaşırız. Bu sürecin sonunda erişilebilecek olan tahammülsüzlükten ve ‘bilinç yitimi’n den kastettiğimiz işte böyle birşeydir.

Dinler genel karakteri itibarıyle statik, dinadamları da kaçınılmaz olarak tutucudur. Salt bu özellikleri nedeniyle dahi tanrısal özellik taşımazlar. Oysa ki doğa sürekli oluşum ve yenilenme içerisindedir; o nedenle dinlerin çelişkili dogmaları değil de bilimin kendisi tanrı kelâmı olarak, bilimin aydınlık yolunda olmak da aynı şekilde tanrının yolunda olma biçimde nitelenmeye daha uygundur... Yoksa ne analitik ne de deneysel olarak doğrulanma olanağı bulunmayan bir takım önerme ve faraziyelere inanmak ‘erdem’dir, ne de öylesi bir inançta ısrar ve onu zorla da olsa yaygınlaştırıp benimsetme gayreti.

‘Duyular dışı’ olanın, doğal olarak sınırlı duyularımızla idrakinden sözedemeyiz. Onların kısmen algılanabilmesi için iki yol izlenebilir. Ya duyularınızı geliştirirsiniz, ki bu da bir yerden sonra yetersiz kalır; veya önce ‘duyular ötesi’ne erişim potansiyelinizi artırırsınız... Ondan sonra ne kadar gelişebileceğiniz size kalmıştır. Matematiği bulan ve onunla hesaplama yeteneğini geliştiren insan, bu sayede bir yandan doğanın gizemlerini farkedip onları gizem olmaktan çıkaracak şekilde düşünce ufkunu genişletebilmiş, bir yandan da evrensel dili (yani bilimi) daha doğru anlayarak onunla ilişkisini artırabildiği ölçüde tanrısal farkındalığını geliştirebilmiştir.

Evren hem bilginin kaynağı hem de onu tanıdıkça algılanabilir, bildikçe anlaşılabilir hâle getiren bir düzenektir. Bizim edinebildiklerimiz sadece anlayabildiklerimizdir; ve amacımız öncelikle algılama alanımızı genişletmek olmalıdır. Çünkü doğrulara erişebilme olanaklarımız, sahip olduğumuz bilgi ile ve bilgiyi işleyip yeni çıkarımlamalara erişebilme beceri ve yeteneğiyle sınırlıdır. Bilgi, anlayış ve algılama sınırlarımızın dışına taşan olgu, oluşum ve gerçeklikleri yoksaymak da, bilmeksizin kutsala maletmek de yanlış değil midir? O halde yapılacak şey durmaksızın araştırmak olmalıdır.

Nasıl bedensel bir gücümüz varsa; zihinsel, ruhsal, astral, eterik... ve bilinçsel gücümüz de vardır. Bedensel gücümüzü (ve fiziksel enerjimizi) geliştirebiliriz ve geliştirdikçe daha çok güçlenir, daha fazla hisseder ve ‘farkederiz’; aynı şey diğerleri için de geçerlidir...

Bilincin etki alanı, zihin, akıl, zekâ ve ruhun... işlevleri ve etki alanlarıyla kıyaslanamayacak kadar geniştir ve erişilebilindiğinde tümünü (ve daha çok başka unsur, bileşen veya oluşumları da) kapsayacak enginliktedir. O nedenle tanrısallığı bilinç olmaksızın duyumsamak mümkün değildir. Ve yukarıda sayılanlardan herhangi birine bağımlı olursanız, tanrısallığı duyumsayamazsınız.

Dünyada göründüğümüzden görünürde kaybolacağımız âna kadar bilinçle yaşarsak tanrısallığın parçası olduğumuzu idrak edebiliriz. Tekâmülümüzde de, gidişimizde de; gideceğimiz yerdeki yaşantımızda da, tekrar dönüşteki niteliğimiz üzerinde de büyük ölçüde bu edim ve eylemlerimiz belirleyici olacaktır. Oysa ki gelişememiş ve hâlâ birinci boyutta yaşam sürmekte olan bir insana bilgelik, aydınlanma, farkındalık... gibi sözcükler hiçbir şey ifade etmeyecektir. Sadece bunlar değil, sevgi, saygı, vicdan, şefkat, merhamet... gibi gerçekte hepsi birbirine bağlı olan, insanlığın yüksek değerleri de aşınmış, örselenmiş ve onların gözünde gerçek anlamlarını yitirmiş durumdadırlar.

Bu kişilerin nedensellikten uzak zihinsel tasarımları, gerçek yaşamın ve onun doğal seyri ile yaşamdaki olguların önüne geçtiğinden, böylesi çarpıtılmışlıklar sonucu gerçeğe de gerçekliklere de varılamaz olunur. Bilgi eksik, beynin işlem kapasitesi azaltılmış, zekâ işlekliğini yitirmiş, zihin aşırı ölçüde koşullu, bilinç de karartılmış olduğundan, bütün bunlardan yoksun bırakılmış olan akla artık ne kadar yönelinmiş olursa olsun, akıl yürütme sürecinin temel bileşenleri eksik veya yetersiz olduğundan çıkarımlamalar doğru ya da nitelikli olamayacaktır. Zaten yeniliklere de kapalı olunduğundan bu durumda varılacak sonuçların tümüyle yanlış ve yanıltıcı olması kaçınılmazdır.
Bir sonraki aşamaya geçiş pekala mümkündür. Seçilebilecek yöntemler çeşitli olup bir bakıma tercih meselesidir. Bunların üzerinde durmayacağız ama, çağımıza uygun vazgeçilmez koşul her zaman bilimsellik olmalıdır. Hemen onun yanında da, hiç değilse bir süreliğine inançlardan özgürleşme gelmelidir. Öyle ki inançlarımız bazen doğa yasalarından ayrıcalık talep etmeye ve giderek de haklı veya haksız biçimde çıkar gözetmeye yönelmiş olabilirler. Şuurlu inancı şuursuz inançtan ayıran kriterlerden birisi de budur. Oysa ki neden, niçin, nasıl sorularını kendimize açıkyüreklilik ve tarafsızlıkla sorabilirsek, yavaş yavaş da olsa bu tavrımızı bilincin terazisinde tartmaya başlamış oluruz. Evrensel yasaları bir tarafa bırakarak kişisel çözümler aramaksa boşunadır, yanıltıcıdır, aldatmaca olur ve sadece zihnimizin bize oyunudur. Çünkü hiç kimse tekbaşına kurtuluşa erişemez. Doğal akışa ne kadar karşı koyabiliriz? Bir yandan evrenle kesintisiz bir ilişki ve etkileşim içinde olduğumuzu farkedip diğer yandan da ona karşı koymaya çalışmak olacak şey değildir. O vakit nasıl bütünün uyumlu bir parçası olunabilir ki? Bu, bazı sözde mistiklerin tanımlamaya çalıştığı gibi evrensel güçlere kaderci biçimde teslimiyet değildir. Aksine onları anlayıp kavrayarak ‘bir olmak’ ve onun etkin, onurlu, kendi başına da işlevi olan bilinçli bir parçası olarak ‘bütünleşmek’ demektir. İlki insanı yalnız bir teba ve âciz bir kaderci, ikincisi ise tekbaşına, onurlu, özgür ve güçlü kılar...

Bilginiz olanca hızla gelişirken, hergün maddi dünyaya ilişkin yeni birşeyler öğrenirken; belki maddesel ve parasal gücünüz, etkiniz, refahınız artarken; yine de hep birşeylerin eksikliğini ya da iyi gitmediğini hissediyorsanız; bir türlü aradığınız ya da özlediğiniz doyuma ulaşamıyorsanız; bu durum gerçekte evrensel ve aslî olanla, kaynağı varlığın birliğinden gelen, aslında her yerde olan, ama kendinizdeki ‘cüz’ünü farkedemediğiniz için kendinizin dışınızda olduğuna koşullandığınız ‘küll’ünün de ayırdına varamayacağınız o içinizdeki cevherle (töz) ilişki ve iletişiminizin henüz yeterli ya da olması gereken düzeyde olmadığını (olamadığını) gösterir.

Onu farkedemediğiniz sürece ‘varoluş’u da farkedemezsiniz ve buradaki yaşamınız süresince ulaşamamışsanız bütün bir yaşam süreniz de boşa geçmiş demektir. Onun kolayca farkedilemeyişinin nedeni, bugünkü idrakimizle ve eğer olsaydı algılanabileceğini sandığımız duyularımızın görme, bilme, algılama sınırlarının ötesinde olması, yani duyularımıza göre algılanabilecek bir nesne olmamasıdır.

O ne fizik ne de metafiziktir; ama biraz da Tao’cu bir yorumla anlamlandırmak istersek ‘hem fiziktir, hem metafiziktir’. Çünkü o herşeyin özüdür. Henüz algılayamadığımız boyutta, tıpkı bütün nesneler gibi hem parçacık hem de dalga’dır. Enerjinin bir tür yoğunlaşmasıdır, çevresiyle etkileşim halindeki yapısal bir oluşumdur; sürekli hareket hâlindedir, değişim içerisindedir, ‘tekâmül edebilir’dir... vd. Herşeyin esası ve özüdür. Özetle, o herşeydir, herşey de odur. Tanrısal oluşunun kuantum yorumu budur. Tanrı kavramındansa bu aşamada bile söz edilemez. Ancak eserlerinden, oluşumlarından ve oluşturduklarından sözedilebilir. Zâtından sözedebilmek mümkün değildir; çünkü sınırlı idrake sığmaz. Doğu felsefelerinde kendisinden sözedilecek gibi olunup da sözedilmemesi bu yüzdendir. O nedenledir ki bu felsefelerin ve inanç sistemlerinin çoğu, yüzeysel bakıldığında ‘ateistik’miş gibi görünür. Aslında o kadar uzağa gitmeye gerek yok. Bu uğurda can veren Hallâc da, şeriatın emridir diye öldürülen ya da zulme uğrayan tüm diğerleri de az ya da çok öyle sanılmamış mıydı...! Bugün de onların şakirtleri, müritleri, olanca acımasızlıkları ve sevgisizlikleriyle aramızda dolaşıyorlar. Üstelik bütün eylemlerini din ve tanrı uğruna, sözde onun emirlerine uyarak ve adetâ onun polisiymiş gibi yaptıklarını sanarak... Oysa ki onun böylesi bir korunmaya ihtiyacı yoktur..., olduğunu varsaymak küfr’ün ta kendisidir...

Zihinsel olan da, zihin-öncelikli yaşam da, tıpkı tek başına fiziksel olan veya madde-öncelikli yaşam gibi eksik, yetersiz ve bağlanıldığı ölçüde yanıltıcıdır. Her iki durumda da Varoluş’tan gelenler doğru algılanamaz; çünkü onlar ne sadece maddesel, ne de zihinseldir.

Kalıplarla düşünenin öz-varlığına o düşüncelerden tekâmül anlamında hiçbir yarar ulaşmaz. Çünkü içinde esas olarak bencillik, özünde durağanlık, gerçekte çıkar hesabı ve eylemsel nitelik olarak da miskinlik ve hazırcılığı taşır. Bunların hiçbirisiyle özgürlüğe, erdeme, aydınlanmaya ve farkındalığa giden yolda yürünemez.

Bilim ve sanat, gerçek dindarlığın ve tabii bu arada insana saygının ve yaratıcılığın da en önemli göstergelerindendir. Dinsel baskı ise bilim ve sanatı engellediği veya koşullandırdığı için saygısızlığın göstergesi. Ve hiçbir zaman unutmamalıyız ki görüşümüz, biz onu ne denli geliştirebilmiş olsak da ancak görme-anlama-bilebilme yeteneğimizle sınırlıdır.

Başlangıçta görüş alanımızın öncesi de sonrası da belirsizdir, tâ ki biz onu oluşturup geliştirinceye kadar. Bu durum fiziksel görüşte de, duyusal ve duyular ötesi görüş ve algılamalarımızın tümünde de, hattâ içsel görüşümüz için de hep aynıdır. Bu bakımdan zihinlerin tutsak edilmesini ve hep bir yere bağlı kalmasını amaçlayan kurumsallaştırılmış inanç sistemleri hiçbir zaman insanlığın önünü açmamış, aksine onun zihinsel ve ruhsal gelişimini sürekli engellemiştir.

Yukarıda da bir ölçüde değindiğimiz gibi akıl, zihin ve beyin ortaklaşa çalışarak duyu organlarının da yardımıyla her konuda ölçüm yapar; olayları ve olguları anlamaya, kavramaya çalışır. Bu sürece zekâ da dahil olduğunda hem algılamalarımız hem de çıkarımlama yeteneğimiz gelişir ve bu süreç ne kadar çok bilgiye dayandırılırsa gerçeğe de o denli yaklaşılmış olur.

Bu doğal gelişim, dinsel inanç söz konusu olduğunda işletilemez hâle gelir. Çünkü o zaman kuşku’dan vazgeçilir, bilgi gözardı edilir, her zaman güvenilen zekâ sürece dahil edilmez ve işlevini yitirir, özgürce yaratıcılıktan uzaklaşıldığında nedenselliği farkedebilmek olanaksızlaşır; mukayese bir kenara bırakılır, korkular ön plana çıkarılır, akıl pasifize edilir, beynin fonksiyonlarından yararlanılmaz. Ve sonuçta meydan kaçınılmaz olarak sadece o koşullanmış zihnimize ve onun dar kalıplarına bırakılır. Mesele budur.

Zihnin tasarımları, gerçek yaşamın ve onun doğal seyri ile olgularının önüne geçtiğinde artık gerçeğe de gerçekliklere de varılamaz olur. Öte yandan, göremediğimizi, hissedemediğimizi ya da ölçemediğimizi ‘yok’ saymaya öylesine alıştırılmışız ki. Oysa ki elektromanyetik dalgaları, telefonu, atomun yapısını, hattâ görüntülü iletişimi keşfedişimiz..., bütün bunlar insanlık tarihiyle kıyaslanırsa şunun şurasında kaç yılımızı aldı ki. O nedenle görülemeyen, hissedilemeyen ve ölçülemeyen şeyler, biz onları farkedemesek de her zaman varolacak, dolayısıyle bunlar tanımlanamadıkları için de ‘metafizik’ konular ya da sorunlar her zaman varlığını sürdürecektir.

İnsanlarla uyumlu olmak, onlarla her zaman aynı fikre sahip olmak demek değildir. Farklı fikirler, düşünsel zenginlik için ve yepyeni özgün çıkarımlamalara ulaşabilmek için gereklidir; yeter ki idealler olumlu, düşünceler hoşgörülü, iradeler özgür ve tekâmüle yönelik olabilsin.

Olanca hızıyla değişip gelişen dünyamızda herhalde matematiğin kuralları ya da fizik formülleri kadar kesin dinsel ya da inançsal kurallar olabileceğini düşünmüyorsunuzdur değil mi? Yoksa düşünüyor musunuz?


Koca Yûnus’un eşsiz dizeleriyle bitirelim:

Dervişlik baştadır, taçda değildir,
Issılık od’dadır, sacda değildir.
Eğer bir mü’minin kalbin yıkarsan,
Hakk’a eylediğin secde değildir.

Ararsan Mevlâ’yı kendin’de ara
Kudüs’te, Mekke’de, Hacc’da değildir.
Kabul et Yûnus’un ergen sözünü,
Tezcek gelir başa, geçde değildir.


A. Kerim Soley
 
Üst