Reenkarnasyon Teorisi ve Detayları
Reenkarnasyon (tekrardoğuş, yeniden bedenlenme) ruhsal ilkenin yeni bir tensel kabuğa (et bedene) geri dönüşüdür. Bir insan varlığı için bu kabuk (dış zar) daima bir insan bedenidir. Ancak, bir önceki hayatın yaşanmış olduğu gezegene reenkarne olunabileceği gibi, başka bir gezegene de reenkarne olunabilir.
Nasıl ki yeryüzü hayatı için belli bir süre tespit edebilmek mümkün değilse, yeni bir bedene geri dönüş öncesi için de belli bir süre saptayabilmek mümkün değildir. Kimi insan varlıkları dünyada üç yıl, kimileri ise doksan yıl yaşarlar.
Yeryüzü hayatının süresi kişisel bir etkendir; aynen bunun gibi, dünyaya yeniden gelmeden önce geçirilen zamanın süresi de pek çok şartlara bağlı olan kişisel bir etkendir. Hemen şunu da belirtelim ki, bir gezegende reenkarne olmaya gelmeden evvel, ruh varlığı daha önceki yaşamlarının anılarını yitirmeye razı olur.
Reenkarnasyon, Antik Çağın tüm inisiyasyonlarında ezoterik bir sır olarak öğretilmiştir.
Fizik Beden Reenkarnasyonu « Reenkarnasyon
Fizik beden, yeryüzü enkarnasyonunun sembolüdür. Hermes’in Zümrüt Levhası bizlere şunu öğretir ki, “Tekliğin mucizelerini gerçekleştirmek için, yukarıda olan aşağıdakine, aşağıda olan da yukarıdakine benzemektedir.”
Demek oluyor ki, eğer reenkarnasyon ruh için mevcut ise, aynı şekilde beden için de mevcuttur: Diğer bir ifadesiyle, eğer bir ruh başka bir maddî varlığın içine yeniden gelebiliyorsa, demek ki bir dünyasal beden de yeryüzünü hiç terk etmeden başka bir dünyasal beden içinde yeniden ortaya çıkabilir.
Ruhun astralde geçirdiği bir staj döneminin (hazırlık dönemi) ardından maddî bir bedene geri dönüşü olan reenkarnasyon ile, yeni bir maddî bedene gelinmeden evvel hayvan bedenlerinden ve bitki bedenlerinden geçiş olan ruh göçünün (metampsikoz, tenasüh) birbirine karıştırılması işte buradan kaynaklanmıştır. Reenkarnasyon ile ruh göçünü asla birbiriyle karıştırmamak gerekir; çünkü insan gerilemez ve ruhu da asla bir hayvan ruhu hâline gelmez.
Şimdi, fizik bedeni inceleyelim. Fizik beden üçlü bir taşıyıcıdır: Üç ilkeyi taşır ve bu üç ilkenin her birinin kendi özel alanını oluşturan üç merkeze sahiptir. Beden şunları taşımaktadır:
1- İçgüdülerin ilkesi. Bu tamamen fiziksel bir ilkedir ve alanı da karındır.
2- Duyguların ve astral güçlerin ilkesi. Bunun alanı göğüs bölgesidir ve merkezi de kalp pleksusudur.
3- Mantalin ve ruhsal güçlerin ilkesi. Bunun alanı baş bölgesidir.
Bu ilkelerden yola çıkılarak bedenler oluşturulmuştur ve eğer gerekirse bir fizik beden, bir astral beden ve bir mantal beden vardır denebilir; ancak bunlar yalnızca sözcüklerden ve düşüngüsel bölümlerden ibarettir. Biz ise her zamanki fizyoloji ile yetineceğiz.
Fizik beden, toprak (yer, yeryüzü) tarafından bir enkarnasyonda kullanılmak üzere diğer ilkelere sağlanmış olan bir elbisedir; bu, bir hayat için insan biçiminde evrimleşmiş olan topraktır.
Bir odun parçasını örnek alalım. Bunu bir şöminede yaktığınız zaman ışık ve sıcaklık çıkar ve geriye de caputmortuum hâlinde kül kalır. Odun açısından kül, toprağın ona vermiş olduğu ve yeniden toprak olan şeyi temsil eder. Sıcaklık ve ışık ise, güneşin bitkiye vermiş olduğu ve yeniden güneşsel güçler plânına geri döneni temsil eder.
Mineraller kemikleri meydana getirirler, ki bu, Eskilerin Toprak dedikleri unsura karşılık gelir; bitkiler kasları ve vejetatif organları sağlarlar: bu, Eskile/in Hava unsuruna karşılık gelir; hayvanlar nöronları (sinir hücreleri) ve sinirleri sağlarlar: bu, Eskiler”in Ateş unsurudur ve buna sinir gücü de dahildir. Son olarak, organik sıvılar Su unsuruna karşılık gelmektedir.
Görüldüğü gibi, insan bedeninin kökeni hayvan bedenlerinin ve geçmişteki hâllerin evolüsyonuna (değişim; gelişim; ilerleme; evrim) dayanmaktadır.
Okült bir yasa vardır; adı “tekrar yasası” dır ve buna göre, evrim spirali üzerinde klişeler üç defa ortaya çıkarlar, ancak bu, değişik anlarda ve her seferinde spiralin daha yüksek bir plânında gerçekleşir.
Bu yasa, hücrelerin bir insan bedenine iştirak etme onuruna ulaşmadan evvel geçip gelmiş oldukları hayvan bedenlerinin biçimlerini dış biçim itibarıyla yeniden oluşturan fizik bedenin ana rahminde meydana getirilişi sırasında da yeniden kendini gösterir.
Fizik beden bir kere oluştuğunda, yeryüzü atmosferiyle solunum vasıtasıyla ilişkiye geçer ve dünya hayatının gelişimi kendi yolunu izler. Bu gelişim sırasında fizik beden, kemiklerini beslemek için mineralleri, kaslarını ve iç organlarını beslemek için nebatları ve sinir hücrelerini beslemek için de hayvanları sindirir.
Fizyoloji kitaplarında fizik bedenin hayat boyunca geçirdiği çeşitli değişimler yer almaktadır. Biz yalnızca şunu belirtelim ki, fizik beden, oluşumu sırasında dünyanın ona vermiş olduğu unsurları içine çekmeye (soğurmaya, emmeye) ve bunları sabit yasalara uygun olarak dönüştürmeye devam eder.
Ölüm Olayı « Reenkarnasyon
Ölüm olayının belirgin özelliği, insan varlığını oluşturan ilkelerden her birinin kendi plânına geri dönme eğilimi göstermesidir.
İnsan varlığını yukarının ve aşağının sürekli akımlarının birleşmesi vasıtasıyla yeryüzüne sabitleşmiş bir kıvılcım hâline dönüştürmüş olan bir bağ vardır ve bu bağ sona erer; akım ne aşağıdan yukarıya ne de yukarıdan aşağıya geçemez ve güç hatları da yön değiştirirler (”yukarı” ve “aşağı” sözcükleri burada sembolik anlamda kullanılmışlardır ve yalnızca değişik vibrasyonel plânları temsil etmektedirler).
Ölüm olayı tamamlanmıştır; organik sıvılar pıhtılaşmış, iç organların faaliyeti durmuştur; beden artık soğumuştur; yaşamsal ahenge katılmalarını temin eden bağdan mahrum kalmış olan fiziksel hücrelerin her biri kendi özerkliğini yeniden ele geçirecektir; ve başlangıçta hiyerarşiye bağlı olan her bir hücrenin özerk hâle gelmesiyle bedende çürüme ve dağılma (ayrışma, bozulma, çözülme) oluşacaktır.
Henüz yaşarken, bu durum bedende çıban ya da kanser olarak ortaya çıkar, ölüm sonrasında ise dağılma (bozulma, çözülme, ayrışma) şeklinde tezahür eder; aynı şeyler beden için olduğu kadar toplum yaşamında da geçerlidir. Bu dağılma sebebiyle fiziksel hücreler kendilerini oluşturan ilkelere geri dönerler.
Bedenin toprağın altına gömülmesi olayını ele alalım. İnsan varlığının kemiklerine ait olan hücreler, mineral olan her şey gibi uzun süreli ve ağır seyreden bir evrim sürecine tâbi olmak gibi belirgin bir karakteristiğe sahiptirler; iskelet içinde uzun bir süre değişmeden kalacaklar ve ait oldukları fizik varlığın ölümünden ancak çok uzun zaman sonra mineral planındaki hücrelerin evriminin yöneticisi durumuna yemden geleceklerdir. Yeryüzü mineral varlıklarının insan kemiği durumuna gelmelerinin büyük ödülü de budur ve bu mineral enkarnasyonun süresi fizik bedenin kendi süresini çok aşar.
Kasların ve vejetatif organların hücreleri bitkisel plâna geri dönerler ve burada bir kere daha tekrar edelim ki, yeryüzüne ait olan ve bir insan bedeninden geçmiş olan her hücre daha ileride temas hâline geçebileceği tüm yeryüzü hücrelerinin yöneticisi olur, çünki her şey zekidir ve tanrısal ruh her yerde dolanmaktadır. İnsan varlığındaki sıvılar çeşitli yollardan yeryüzü sıvılarına geri dönerler, gazlar da yeniden atmosfere karışırlar.
Bedenin yakılması olayı, vejetatif organların ve kasların hücrelerinin büyük bir bölümünü doğrudan doğruya atmosfere geri döndürür; ve gerek bitki gerekse de mineral olarak yaşamakta olan yeryüzü varlıkları bu hücreleri solunum vasıtasıyla gaz hâlinde içlerine çekecekler ve reenkarne edeceklerdir.
Ayrıca, kül hâline dönüştürülmüş olan mineral hücrelerinin evrimi de kaydadeğer ölçüde ilerlemiştir; ancak bedenin yakılması işleminde, şayet astral ilkeler tamamıyla serbest kalmamışlarsa, ciddî tehlikeler mevcuttur.
Reenkarnasyonun İlkeleri « Reenkarnasyon
Şimdi toprağa gömülmüş bir fizik bedenin reenkarnasyonunu izleyeceğiz; bu ilkelerin evrimini anlayabilmek için en basit yol budur. İnsanın bedenindeki hücrelerin dağıldığı görülür; bitkiler bu hücrelerin bir bölümünü emerler (soğururlar) ve bu bitkileri yiyen bir vejetaryenin vücudunda, ölmüş olan kişiye ait bu hücreler daha çabuk gelişip olgunlaşırlar.
Ancak bitkiler genelde otobur bir hayvan, örneğin bir sığır tarafından yenmişlerdir ve fizik bedeni kendilerinde reenkarne etmiş olan bitkisel hücreler sığır tarafından sindirilirler. Hayatta olan bir insan bu sığırın etini yer ve ölmüş olan kişinin fizik bedeninden gelen hücreleri sindirmiş olur.
Böylece insan plânına ait fizik bedenin yeniden insan plânına reenkarne oluşuyla devre tamamlanmış olur. Bedenin yakılıp kül edilmesi durumunda ise insan, eski insan bedenine ait ilkeleri solunum vasıtasıyla gaz hâlinde sabitleştirir; bitkiler de bunları aynı yolla tespit ederler; küllere gelince, bunlar toprağa karışırlar ve bitki liflerinin ve hayvan kemiklerinin bileşimindeki başlıca bölümü teşkil ederler.
Sonuç olarak, burada, yalnızca ve yalnızca fizik beden açısından, eski simyagerler tarafından kuyruğunu ısıran bir yılan şeklinde simgeleştirilmiş olan devrenin tamamlanışını görmekteyiz.
Bedenin Oluşumu « Reenkarnasyon
Dünya, her 24 saatte bir, fizik bedenin enkarne olmuş olduğu noktayı zodyakın on iki burcunun her birinin önünden sırasıyla geçirir. Ay, oluşum hâlindeki bu minik fizik bedenin önündeki dolanımını her ay gerçekleştirir; öyle ki, bu fizik bedenin eksiksiz biçimde tamamlanabilmesi için Ay’ın en az yedi kere, normal olarak da dokuz kere bu dolanımı gerçekleştirmesi icap eder.
Bir insanın horoskopunun eksiksiz ve kesin olabilmesi için, doğum gününün horoskopunun öncesinde annenin gebe kaldığı günün horoskopunun çıkarılması gerekir. Albert Le Grand (Büyük Albert) yazmış olduğu maji kitabında yedi gezegenden her birinin oluşum hâlindeki bedene etkide bulunduğunu açıklar:
Satürn güçleri birinci ayda insan varlığının genel çatısını (iskeleti) oluştururlar; ikinci ayda Jüpiter güçleri vücut sıvıları üzerinde etkili olurlar; üçüncü ayda da Mars güçleri kan üzerinde etki yaparlar ve cenin kımıldamaya başlar. Oluşmuş olan bu insan varlığını, Güneş, ısısı ve hayatıyla aydınlatır. Ardından Venüs ona dış görünüşün (kılıfların) güzelliğini verir; Merkür tüm hareketler ve sinir sistemi üzerinde etkide bulunur; ve son olarak da Ay, anaya özgü o tesiriyle, tamamlanmış olan bu eseri eksiksiz kılmaya gelir.
İşte bu esnada çocuk dünyaya gelebilir ve pek büyük bir ihtimam gösterilirse hayatta kalabilir; gebeliğin yedi aylık dönemini tamamlamıştır. Ancak genel olarak Satürn tüm kemikleri ve lifleri kusursuz hâle getirmek ve ardından da Jüpiter tüm hayatî unsurlara gerekli olan gücünü vermek için yeniden gelirler ve böylece bebek çok daha iyi koşullarda doğabilir.
Görüldüğü gibi, gebe kalma esnasında anne, yeryüzünün görünmez atmosferinde dolanmakta olan esrarengiz güçleri kendi çevresinde yoğunlaştıran hakikî bir astral pildir. Ruhun enkarne olmak için geçmiş olduğu zodyak kapılarının birinden gelmiş olan şuurlu astral güçler, işte tam bu anda, oluşum hâlindeki bedenin görünmez merkezlerine yerleşirler.
İşte, bebek artık doğmuştur. İlk soluk alışı ile birlikte annesinin astral tesirlerini terk eder ve solunumu vasıtasıyla, güneş ışınlarıyla direkt temas hâlinde bulunan gezegenimizin atmosferine bağlanmak suretiyle ciğerlerine yeryüzü (dünya) astralini yerleştirir.
İnsan varlığında hayatı esnasında dolanmakta olan astral, onu doğanın bütün astral güçleriyle ilişki hâline geçirir. Bu astral varlıkların merkezi fiziksel olarak kalp pleksusunda yer alır. Astral ilkelerin ve ruhsal ilkelerin temas noktası, fiziksel olarak, anatomistlerin “dördüncü karıncık döşemesi” adını verdikleri, beyinciğin alt bölümünde yer alır ki burası, dıştan bakıldığında ense seviyesindedir. Tüm bu sırları gayet iyi bilem Mısırlılar, astral klişelere etkide bulunmak amacıyla ensenin manyetize edilmesine Sa adını verirlerdi.
Astral İlke Reenkarnasyonu « Reenkarnasyon
1- Astrolojik Tesirler
Astral ilkelerin reenkarnasyonu meselesini ele almadan evvel astrolojik ya da daha doğrusu astrozofik [(Yunanca’dan) astro: yıldız; sophia: bilgelik.] bir inceleme yapmak gerekmektedir. Bu, yeryüzü ile, şimdi inceleyecek olduğumuz astral güçler plânı arasındaki ilişkilerin tetkik edilmesidir. Bu incelemeyi eksiksiz biçimde gerçekleştirebilmek ve bir insan rahmine gelip yerleşen bu muazzam güç akımlarım iyi tasvir edebilmek amacıyla, eski Mısırlıların veya modern inisiyelerin yaşanmış ilimlerinin bütünü gerekmektedir.
Tamamıyla çözüme kavuşturamayacak olsak dahi, yine de meselenin ana unsurlarını elimizden geldiğince ortaya koymaya gayret edeceğiz.
Mavi Kuş isimli eserinde Maeterlinck, enkarne olacak Ruhların ülkesinin bir tasvirini yapar. Bu ruhlardan her birinin iyi ya da kötü bir misyonu vardır ve bu ruh dünyaya, o misyonu yerine getirmek için doğmaktadır. Burada söz konusu olan, ruhsal ilkenin reenkarnasyonudur. Ancak, görünmez âlemde geçirmiş olduğu süre içerisinde ruh, gelecekteki fizik bedenini oluşturur ve bu işi astral güçler vasıtasıyla gerçekleştirir. Hamilelik sırasında, fizik bedenin oluşturulması için geçen dokuz ay boyunca meydana gelen astronomik olaylar nelerdir? Çözümlemek durumunda olduğumuz ilk husus budur.
Hayatta iken manevî bakımdan çözülmesi gereken yegâne mesele, bir insan varlığının kendi tasarrufu altında bulunan astral güçlerin onun daha çok içgüdülerinin mi yoksa ruhunun mu hizmetinde olacağıdır. Burada, astral tesirlerin fiziksel hayat tarafından bir evolüsyonu ya da envolüsyonu söz konusudur; ölümden sonra etki sahibi olacak astral kabukların yaratılması da bundan kaynaklanır. Mistiklerin lisanı ile ifade edecek olursak, Fisagor’un adlandırdığı ya da Saint Paul’ün (Aziz Pavlus) açık bir tarzda tanımladığı gibi, ruhumuzun arabasını biz kendimiz yaratırız.
Eğer tüm güçlerimizi içgüdülerimizin tatmin edilmesi için kullanırsak, eğer hayat bizim için yalnızca servet peşinde koşmaktan ve bizden daha az varlıklı insanların bundan faydalanmalarını reddederek sadece kendi çıkarlarımızı gözetmekten ibaretse, bu durumda “ruhumuzun arabası”nı yaratabilmek için kullanabileceğimiz hiçbir astral cevhere sahip değilizdir; bir yeryüzü zenginiyizdir, ancak astralde fakirizdir.
Tüm bu fikirlerin insanoğlunun sefaletini ciddiye almama ve tevekkül sahibi olmayı yayma amacıyla hareket eden rahipler tarafından icat edilmiş olduğu da iddia edilmektedir; ancak, Mısırlı rahipler sonuca ulaşıcı, durugörür, görünür âlemdeki öğretilerinin tümünün görünmez âlemde doğrulamasını yapan insanlardı. İnsanların geri kalanı da nasıl olsa tüm filozoflar gibi günün birinde ölümün kapılarından geçecekler ve inisiyelerin uydurduğu bir masal olduğunu iddia ettikleri şeyin, gerçeğin ta kendisi olduğunu göreceklerdir.
Böylece, gelecekteki astral durumumuzun tüm evolütif ve envolütif eğilimlerini, emrimiz altındaki astral güçleri kullanışımız ile, hayatımız esnasında bizzat kendimiz yaratmış oluruz.
Fiziksel ölüm anında astral iki bölüme ayrılır: Bu astralin bir bölümü insan varlığının imajını, idolünü oluştururken astral biçimi de, göçlerini ve evrimlerini yönetmek suretiyle hayatiyetlerini oluşturduğu fiziksel (bedensel) hücrelere bağlı hâlde kalır; bu astralin diğer bölümü de, kendisine kabuk (dış zar) vazifesi gördüğü ve böylelikle astral bölgelerden geçmesini sağladığı ruhsal ilkeye bağlı kalır. Demek ki, ölüm olayı sonucunda, astral iki plânda evrimini sürdürür.
Dublenin bu astral hayatını kuramsal ve uygulamalı olarak en derinlemesine ve kapsamlı incelemiş olanlar, hiç kuşkusuz, Mısırlılardı. Mısırlılar, yaşam sırasında, ruhun, bedenin tüm eylemlerini gökyüzünde Kutup Yıldızı’nın bulunduğu bölgeden yayılmakta olan güçler vasıtasıyla yönettiğini iddia ediyorlardı; piramitlerin girişlerinin son derece matematiksel bir kesinlikle daima Kutup Yıldızı’na yöneltilmiş olmasının sebebi budur.
Ölüm olayını takiben Mısırlılar fizik bedeni ilk önce, üç ay boyunca tuzlamak suretiyle, daha sonra da ona aromalar enjekte etme yöntemiyle muhafaza ediyorlardı. Böylece, onu mumyalama vasıtasıyla fiziksel hücrelerin bozulup dağılmasını engelliyorlar ve bu fiziksel hücrelerin ayrışmasına neden olacak olan astral gücün uzaklaşması olayını önlüyorlar ve bu gücün beden çevresinde sabitleşip kalmasını sağlıyorlardı.
Daha da ileri gidiyorlardı: Çok karmaşık bir majik ayin vasıtasıyla Kutup Yıldızı çevresinde dolanan astral güçleri davet ediyorlar, bunları mumyanın, bu bir tür astral varlık içine reenkarne olmuş olan dublesine aktarıyorlar ve bu dubleyi, gerek mumyanın bizzat kendi içine, gerekse de mumyanın çevresine yerleştirilmiş olan tahtadan ya da pişmiş topraktan yapılma heykelcikler içine enkarne ediyorlardı.
Mısırlılar böylece, yaşayan astral varlıklardan oluşan gerçek yeraltı kentleri oluşturmuşlardı ve bu yöntemle öncelikle yeryüzü astraline etkide bulunarak uygarlık kutbunun kendi ülkeleri üzerinde çok uzun süre sabitleşmesini, ardından da kader güçleriyle ilim yoluyla mücadele ederek insan varlıklarının reenkarnasyonunun geciktirilmesini sağlıyorlardı. İleride, günün birinde antik Mısır’ın ilminin hakikî yüzü ortaya çıktığı zaman, büyük şaşkınlıklara yol açacaktır.
Ancak olağanüstü durumları burada bir kenara bırakıp, şimdi tekrar normal ölüme dönelim ve astralin böyle bir anda iki bölüme ayrıldığını hatırlayalım: Bu bölümlerden biri “ruhun arabası”nı oluşturur ve ruhu kuşatır ve diğer bölüm de astral gücü oluşturur ve dağılacak olan fizik bedeni kuşatır.
Şayet insan varlığı kendi “ruh arabası”nı iyi oluşturmuşsa ve eğer iyilik, fedakârlık klişeleri bu astral kitlenin ışıltılı yıldızlarını teşkil ediyorsa, bu durumda gelecekteki astral bedenin evrimi kesinleşmiştir.
2- Fiziksel Biçimlerin Astraldeki Evrimi
Burada, son derece önemli bir meseleden söz etmek zorundayız. Bilginler, yeryüzündeki canlı varlıklar dizisinin gayet belirgin bir tür hiyerarşi oluşturduğunu saptamışlardır: Bazı canlı varlıkların bedenleri, kendilerinden daha aşağı seviyede ya da yukarı bir seviyede bulunan varlıkların bedenlerinden çok az bir farklılık göstermektedir.
Darwinciler tarafından da pek sevilen şu canlı varlıkların evrimi meselesine yön vermiş fikrin kökeni burada yatar.
Halbuki bu evrimin, genel şartlarda, dünya üzerindeki mevcudiyetini saptayabilme imkânı yoktur; yeryüzünde organlarda değişim gibi, yaşanmakta olan bölgeye uyumlanma gibi durumlar mevcuttur, ancak bir köpek bedeninin evrim geçirmek suretiyle bir maymun bedeni hâline ya da bir maymun bedeninin bir insan bedenine dönüştüğü görülmemiştir. Bunun nedeni basittir: Çünkü evrim, fiziksel enkarnasyon sırasında değil, fiziksel ölümün hemen ardından gelen astral hâl sırasında gerçekleşmektedir.
Astral beden işte bu esnada evrim geçirir, dönüşüme uğrar ve bir üst seviyedeki varlığın astral bedeninin menşei durumuna gelir. Bu astral beden de kendi sırası geldiğinde fiziksel organları imal eder ve işte böylece de, doğrudan bir üst seviyeye mensup bir varlık, bir alt seviyeye mensup olan eski varlığa ait biçimleri spiralin daha yüksek bir plânına enkarne etmek üzere dünyaya gelir.
Doğadaki tüm fizik bedenler gerçekte insan varlığına ait fizik bedeni oluşturabilmek amacıyla evrim geçirirler; ancak bu evrim astral plânda gerçekleşir.
Demek ki, reenkarne olacak varlığa bağlı olarak süresi uzayıp kısalabilen bu astral dinlenme sürecinden sonra reenkarnasyon anı gelip çattığında, gelecekteki astral beden, enkarne olmuş olan ruhun evvelki hayatındaki hâl ve gidişine bağlı olarak önceki astral bedeninden farklı olmaktadır; gelecekteki fizik bedenin güzelliğinin ya da çirkinliğinin, gelecekteki organların güçlü ya da zayıf oluşunun, astral güçlerin, yani ruhu çevreleyen bu güçlerin çıkıp gelecek oldukları zodyak burcunun astral güçlerinin yükseltme kudretlerinin ve ruhsal reenkarnasyonun gizli yasalarının tümünün kökeni burada aranmalıdır.
Bu astral tesirler, halk masallarında, dünyaya gelen her insan varlığının beşiğinin çevresine toplanan iyi ve kötü periler şeklinde anlatılır.
Hamile kalma esnasında, geleceğin bu ana babasının fiziksel (bedensel), manevî (moral) ya da ruhsal varlıkları vasıtasıyla tasarrufta bulundukları astral güçler ne kadar yoğun olursa, çekim güçleri de o orantıda kuvvetli olur. Demek ki, hamile kalma aynı zamanda astral güçler bakımından da son derece ciddî bir olaydır.
Ruhsal İlke Reenkarnasyonu « Reenkarnasyon
Ruhsal reenkarnasyon Antik Çağın tüm inisiyatik tapınaklarında bir sır olarak öğretilirdi. Ruhsal reenkarnasyonun ayrıntılarını daha iyi anlaşılır hâle getirebilmek amacıyla, inisiyatik tradisyonun insan bedeninin yapısı ve bunu oluşturan ilkelere ilişkin görüşlerini hatırlamakta yarar görüyoruz.
İnsan bedeni, maddesel bir fiziksel dış kabuktan oluşmuştur, ki bunu hepimiz bilmekte ve görmekteyizdir. Bu maddesel kabuk Mısırlılar tarafından Khat diye isimlendirilirdi. Bu maddesel kabuğun yanı sıra, bedenin biçimine uyum sağlamış olan ve hakikî anlamda onun dublesi olan bir ilke vardır. Astral plâna bağlı olan, orada gizlice soluk alıp veren ve yılldızlarm tesirine maruz kalan bu ilke, Paracelsus tarafından astral beden ve Mısırlılar tarafından da Ka diye adlandırılmıştır; ki Mısırlıların vermiş oldukları bu adı, çağdaş doğubilimciler, Maspero ile birlikte gayet güzel biçimde tercüme etmişler ve “duble” sözcüğünü kullanmışlardır.
Nasıl ki fizik beden fizik plândan geliyor ve yine oraya dönüyorsa, aynı şekilde bu astral beden de, bir önceki bölümde görmüş olduğumuz gibi, astral plândan gelmekte ve yine oraya dönmektedir.
Ka ya da astral beden, organizmanın işlerini çekip çeviren bir ev kadını gibidir; büyük sempatik sinir sistemine ve onun tüm kollarına yerleşmiş durumdadır. Eğer büyük sempatik sinir sisteminin doğru ve kesin bir temsilî resmi yapılmak istense, bunun tarafından sinire kavuşturulmuş tüm kılcal damarları, tüm atardamarları, tüm toplardamarları ve tüm organları çizmek gerekecektir. Böylece, fizik bedenin hakikî bir dublesi (tıpatıp benzeri) elde edilmiş olacaktır.
Madde üzerine etkide bulunma vasıtası olarak bu astral dubleyi kullanan ruhsal ilkeye Mısırlılar Khou adını verirlerdi; bu, “ruh” demekti. Demek ki, Mısırlılara göre enkarne olmuş insan varlığı bir fizik bedenden yani khat’dan, bir astral bedenden yani Ka’dan ve bir de ruhtan yani Khou’dan oluşmaktaydı. Bu ruh fizik bedenin ensesine doğru yollanan klişeler vasıtasıyla genelde uzaktan etkide bulunurdu. Mısırlıların ileri sürdüklerine göre, doğum anından itibaren ruh, Kutup Yıldızı’na doğru olan astral bölgelere sığınıyor ve maddesel unsurları buradan teşvik ediyordu.
Ölümü takiben, nasıl ki fiziksel hücrelerin her biri çıkıp gelmiş oldukları üç plâna geri dönüyorlar ve bunun neticesinde mineraller insan bedenindeki kemikleri ve onun mineral ilkelerini, bitkiler kasları ve hayvanlar da hayvansal hücreleri geri alıyorlarsa, aynen bunun gibi, insan varlığım oluşturan ilkelerin her biri de kendi plânına geri döner; dolayısıyla, fizik beden fizik plâna, astral beden astral plâna ve ruh da ruhsal ya da tanrısal plâna geri dönerler.
Bununla birlikte yine de bu üç unsur birbirlerine bağlı hâlde kalırlar ve fizik bedenin ölümü, yeryüzünde fizik bedenin gizli uydularını oluşturmuş olan pek çok mineral, bitkisel ve hayvansan varlığın dağılmasına neden olur.
Yeryüzünde bir enkarnasyonun öncekinden 1200 yıl sonra ya da 10 yıl sonra gerçekleştiğini iddia etmek ne kadar saçma ise, insanın yeryüzü hayatının süresi için belirli sayı vermek de aynı şekilde saçmadır. Bir insanın yeryüzünde 60 yıl ya da 80 yıl yaşayabilir olduğunu söylemek mümkün değildir, çünkü dünya üzerinde geçirilen dönem esas itibarıyla kişiseldir: Bazıları bir saat, kimileri 102 sene ve hatta daha uzun, kimileri de farklı sürelerde dünya hayatında kalırlar.
Aynı şekilde, görünmez plânlar adını verdiğimiz boyutlarda geçirilen süreyi de belirlemek mümkün değildir; bu da esas itibarıyla kişiseldir. Ruh asla durmaz; onun özü aktivitedir ve yeryüzü hayatımızda dinlenmek için büyük istek duyduğumuz her seferinde, bu, ruhun fizik beden tarafından bulanıklaştırılmış olduğunu gösterir.
Ruh, esası bakımından dinamik olduğu içindir ki, etkide bulunmaya ölümden sonra da devam eder: Düzenler, imajine eder (tahayyül eder, imgeler, tasarlar), hiç durmaksızın çalışır.
Ölümden Sonra « Reenkarnasyon
Her ne olursa olsun, inisiyatik tecrübelere ve öteâleme gidip de geri dönenlerin anlattıklarına dayanarak, insan varlığının ölümden hemen sonraki hâlinin bir özetini yapabiliriz.
İntihar dışında, normal evrimde gerçekleşen ölüm hissi acı verici değildir. Bu his, su üzerinde kayıp giden bir gemideyken hissedileni andırır; İsis’in kayığı, Caron’un kayığı imgeleri ve astral plânda hissedilenleri halka yansıtan bütün mitolojik fikirler buradan kaynaklanmıştır. Çağdaşlara göre bu his demiryolunda hiç sarsıntısız bir şekilde yapılan yolculuğu andırmaktadır.
Varlık, ölüm dediğimiz şeye maruz kalmış olduğuna inanmaz; uyuduğunu ve rüya görmekte olduğunu sanmaktadır. Aynı zamanda ölüm, burada görünmez olarak tanımlamakta olduğumuz plânlara hakikî bir doğum olduğundan dolayı, yeryüzündeki yüzüstü bırakılmış zavallılar ağlayıp sızlanmakta ve kesin bir ayrılığa inanmaktalarken, o, çevresinde tüm aile büyüklerini, yitip gitmiş olduklarını sandığı tüm insanları ve onun gelişini coşkuyla kutlayanları bulmaktadır.
İnisiyatik tradisyonun söylediğine göre rehberinin eşliğindeki ruh üç gün boyunca yeryüzündeki görmekten hoşlanacağı bütün yerleri ziyaret edebilir. Yeryüzünde bırakmış olduğu sevdiği insanlara gerek rüyada gerekse de doğrudan doğruya görünebilir; hatta ve bu sık sık olur astral haliyle kendi cenaze törenine de katılıp onu izleyebilir; ardından uykuya dalar…
Yeni astral organların bundan böyle evrimlerini sürdürecek oldukları plânlara alışmaları gerekmektedir ve doğada sıçramalar olmadığından, bu yeni duruma uyum sağlama da, ruhun daha önceki evrimine bağlı olarak ağır ağır gerçekleşir.
Uyanış gerçekleştiğinde, ruh, öncelikle genel evrime yardımcı olmak, ardından da gelecekteki yeryüzü “binalarını” inşa edebilmek amacıyla kendi astral organlarını kullanır… “Yeryüzüne ait” diyoruz, çünkü yeryüzü üzerinde konuşmaktayız; ancak şunu yalnızca ölümden sonra bilebiliriz ki, reenkarnasyon herhangi bir sistemin bütün diğer gezegenlerinde gerçekleşebilir.
Ruhun normal evriminde bizi ilgilendirecek olan onun öbür plânda yapacak oldukarmdan ziyade, onun yeniden enkarne olmak üzere bulunduğu durumda olup bitecek olanlardır.
İnsan yeryüzünde zamanı dolduğunda nasıl plân değiştiriyorsa, aynı şekilde, ruhsal plânda da ruh varlığı eprövlerin kendi kişisel, evrimi ve bir unsuru olduğu tüm diğer ruhların evrimi için yaşanmaları gerektiğinin şuuruna varır. İşte bunun üzerine, ondan büyük fedakârlık talep edilir.
O, geçmişteki tüm enkarnasyonlarının bilincine sahip durumdadır, son bedenli hayatları sırasında neler kazanmış ya da neler kaybetmiş olduğunu ve aynı şekilde, gerçekleştirecek olduğu yeni bedenli hayatı sırasında üstesinden gelmek zorunda olduğu sınamaların da neler olduğunu gayet iyi bilmektedir.
Enkarnasyon hazırlıklarından sonra ruh maddî bedene bağlanır. Şunu unutmayalım ki doğa sıçramalar yapmaz. Bundan dolayı, dünyasal çocukluk adı verilen bu özel hâl gerçek bir karma durumdur ve ruh bu hâl içerisinde henüz iki plânda birden yaşamaktadır. Bu çifte yaşam yedi yaşma kadar sürer ve çocuk atalarını görür, koruyucu meleğinin (rehber varlık) kendini sık sık gösterdiğini ve kendisiyle birlikte oynadığını da görebilir.
Böylece, yedi yıl boyunca, ruh denemeler yapar ve çocuğun beyni yeryüzü ve görünmez âlem ile bağlantı halindedir. İki plânda birden yaşar. Bu yüzden çocuk, ruhunun görünmez plânda algılamakta olduğu vizyonlar görür. Yeryüzü hayatına doğmak, öteâlemde ölmektir. Ruhu çevreleyen atalar çocuğu yeryüzündeki ilk yılları süresince koruyup kollamaya da devam ederler.
Ruh, bir yaşından yedi yaşına kadar enkarne olur. Yedi yaşından on dört yaşına kadar bir çabuk kamcılık (saflık) safhası vardır: Çocuk kendisine söylenen her şeye inanır. Ama yine de, okulda sırf öğretmene karşı gelmiş olma ihtiyacı yüzünden fikirlerini değiştirir.
On dört yaşından yirmi bir yaşına kadar olan safhada çocuk olgunlaşır ve tip bakımından tam bir insan hâline gelir. Kendisine verilen öğütlere inanıp güvenirse, ağırbaşlı ve dengeli biri olacaktır, ama çoğunlukla bu öğütlere pek aldırmaz, çevresinden kaçar, kendi kendine bir kişilik yaratır. Bu, annelerin nitelemesiyle, “nankör yaş”tır.
Yirmi bir yaşından yirmi sekiz yaşına kadar insan kişisel bir inanç oluşturur. Şayet çalışma hayatının içindeyse, patronların personellerini sömürdüğüne inanır; şayet filozof ise, bir ateist durumuna gelebilir.
Demek ki insanda üç karakteristik safha vardır: kuşkululuk, baş kaldırma ve kişiliğin oluşturulması. Aynı yasalar her insanda bulunur. Bu inkâr döneminden sonra, insan genellikle inanca yeniden döner.
Ölümden Sonra « Reenkarnasyon
Her ne olursa olsun, inisiyatik tecrübelere ve öteâleme gidip de geri dönenlerin anlattıklarına dayanarak, insan varlığının ölümden hemen sonraki hâlinin bir özetini yapabiliriz.
İntihar dışında, normal evrimde gerçekleşen ölüm hissi acı verici değildir. Bu his, su üzerinde kayıp giden bir gemideyken hissedileni andırır; İsis’in kayığı, Caron’un kayığı imgeleri ve astral plânda hissedilenleri halka yansıtan bütün mitolojik fikirler buradan kaynaklanmıştır. Çağdaşlara göre bu his demiryolunda hiç sarsıntısız bir şekilde yapılan yolculuğu andırmaktadır.
Varlık, ölüm dediğimiz şeye maruz kalmış olduğuna inanmaz; uyuduğunu ve rüya görmekte olduğunu sanmaktadır. Aynı zamanda ölüm, burada görünmez olarak tanımlamakta olduğumuz plânlara hakikî bir doğum olduğundan dolayı, yeryüzündeki yüzüstü bırakılmış zavallılar ağlayıp sızlanmakta ve kesin bir ayrılığa inanmaktalarken, o, çevresinde tüm aile büyüklerini, yitip gitmiş olduklarını sandığı tüm insanları ve onun gelişini coşkuyla kutlayanları bulmaktadır.
İnisiyatik tradisyonun söylediğine göre rehberinin eşliğindeki ruh üç gün boyunca yeryüzündeki görmekten hoşlanacağı bütün yerleri ziyaret edebilir. Yeryüzünde bırakmış olduğu sevdiği insanlara gerek rüyada gerekse de doğrudan doğruya görünebilir; hatta ve bu sık sık olur astral haliyle kendi cenaze törenine de katılıp onu izleyebilir; ardından uykuya dalar…
Yeni astral organların bundan böyle evrimlerini sürdürecek oldukları plânlara alışmaları gerekmektedir ve doğada sıçramalar olmadığından, bu yeni duruma uyum sağlama da, ruhun daha önceki evrimine bağlı olarak ağır ağır gerçekleşir.
Uyanış gerçekleştiğinde, ruh, öncelikle genel evrime yardımcı olmak, ardından da gelecekteki yeryüzü “binalarını” inşa edebilmek amacıyla kendi astral organlarını kullanır… “Yeryüzüne ait” diyoruz, çünkü yeryüzü üzerinde konuşmaktayız; ancak şunu yalnızca ölümden sonra bilebiliriz ki, reenkarnasyon herhangi bir sistemin bütün diğer gezegenlerinde gerçekleşebilir.
Ruhun normal evriminde bizi ilgilendirecek olan onun öbür plânda yapacak oldukarmdan ziyade, onun yeniden enkarne olmak üzere bulunduğu durumda olup bitecek olanlardır.
İnsan yeryüzünde zamanı dolduğunda nasıl plân değiştiriyorsa, aynı şekilde, ruhsal plânda da ruh varlığı eprövlerin kendi kişisel, evrimi ve bir unsuru olduğu tüm diğer ruhların evrimi için yaşanmaları gerektiğinin şuuruna varır. İşte bunun üzerine, ondan büyük fedakârlık talep edilir.
O, geçmişteki tüm enkarnasyonlarının bilincine sahip durumdadır, son bedenli hayatları sırasında neler kazanmış ya da neler kaybetmiş olduğunu ve aynı şekilde, gerçekleştirecek olduğu yeni bedenli hayatı sırasında üstesinden gelmek zorunda olduğu sınamaların da neler olduğunu gayet iyi bilmektedir.
Enkarnasyon hazırlıklarından sonra ruh maddî bedene bağlanır. Şunu unutmayalım ki doğa sıçramalar yapmaz. Bundan dolayı, dünyasal çocukluk adı verilen bu özel hâl gerçek bir karma durumdur ve ruh bu hâl içerisinde henüz iki plânda birden yaşamaktadır. Bu çifte yaşam yedi yaşma kadar sürer ve çocuk atalarını görür, koruyucu meleğinin (rehber varlık) kendini sık sık gösterdiğini ve kendisiyle birlikte oynadığını da görebilir.
Böylece, yedi yıl boyunca, ruh denemeler yapar ve çocuğun beyni yeryüzü ve görünmez âlem ile bağlantı halindedir. İki plânda birden yaşar. Bu yüzden çocuk, ruhunun görünmez plânda algılamakta olduğu vizyonlar görür. Yeryüzü hayatına doğmak, öteâlemde ölmektir. Ruhu çevreleyen atalar çocuğu yeryüzündeki ilk yılları süresince koruyup kollamaya da devam ederler.
Ruh, bir yaşından yedi yaşına kadar enkarne olur. Yedi yaşından on dört yaşına kadar bir çabuk kamcılık (saflık) safhası vardır: Çocuk kendisine söylenen her şeye inanır. Ama yine de, okulda sırf öğretmene karşı gelmiş olma ihtiyacı yüzünden fikirlerini değiştirir.
On dört yaşından yirmi bir yaşına kadar olan safhada çocuk olgunlaşır ve tip bakımından tam bir insan hâline gelir. Kendisine verilen öğütlere inanıp güvenirse, ağırbaşlı ve dengeli biri olacaktır, ama çoğunlukla bu öğütlere pek aldırmaz, çevresinden kaçar, kendi kendine bir kişilik yaratır. Bu, annelerin nitelemesiyle, “nankör yaş”tır.
Yirmi bir yaşından yirmi sekiz yaşına kadar insan kişisel bir inanç oluşturur. Şayet çalışma hayatının içindeyse, patronların personellerini sömürdüğüne inanır; şayet filozof ise, bir ateist durumuna gelebilir.
Demek ki insanda üç karakteristik safha vardır: kuşkululuk, baş kaldırma ve kişiliğin oluşturulması. Aynı yasalar her insanda bulunur. Bu inkâr döneminden sonra, insan genellikle inanca yeniden döner.
Anormal Reenkarnasyonlar « Reenkarnasyon
Günümüzde büyüklüğünü henüz tam anlamıyla kavrayamamış olduğumuz eski Mısırlılar, doğanın en korkunç güçleriyle yüz yüze mücadele etmek istemiş, böylelikle yeryüzünün manyetik kutbunu elli asırdan da fazla bir süre Mısır’da kalmaya mecbur etmiştir; halbuki bu kutbun normal evrim süresi bir buçuk asırdır. Hatta, son derece iyi tanıdığı bu reenkarnasyon yasası ile de mücadele etmek istemiştir.
Bu amaçla, Mısırlılar, mumyalama yöntemi ile fizik bedenin hücrelerini hareketsiz kılıyor, duble adını verdiği astrali mumyanın mezara koyulmasından önce yapılan ayinler ile büyülüyor ve bu büyüleme vasıtasıyla da dubleyi mumyaya bağlıyor ve böylece ruhsal tekâmülün bir bölümünü engelliyordu. Ruh tanrısal plânda normal olarak yerine getirmesi gereken bir dizi işlevini gerçekleştiriyor, Tanrı’nın doğasına iştirak ediyordu; ancak reenkarnasyon uzun bir süre erteleniyordu.
Mezar kentleri gerçekte astral varlıkların ikametgâhlarıydı ve Mısırlı için bu astral yaşam onun zihinsel yaşamından çok daha önemliydi. Bu operasyonda başarıya ulaşabilmek için daha önceden çok seyrek olarak gerçekleştirilebilmiş birtakım şartların bütününün yerine getirilmesi gerekiyordu; öyle ki, sahip bulundukları tüm ilme ve majiye rağmen Mısırlıların dublenin hakikî anlamda büyülenmesini yaklaşık olarak bin denemeden ancak bir tanesinde başarabilmiş olduklarım çekinmeden söyleyebiliriz, ki bu bile fazladır. İşte bunlar anormal reenkarnasyonun en sık rastlanan durumlarıdır.
Biraz uzun ama okumanızda fayda var.