RoyalArch
Kayıtlı Üye
1. Hayatı
İslam âleminin yetiştirdiği en büyük mutasavvıflardan olan Mevlana, 1207 yılında günümüzde Afganistan sınırları içerisinde kalan Belh şehrinde doğdu. Asıl adı Muhammed Celaleddin’dir. Müslüman dünyası O’nu “Efendimiz” anlamına gelen Mevlana adı ile onurlandırdı. O’nun konumuz açısından önemi ve eşsizliği ise aşk’ı varlığın, var oluşunve yaratılışın merkezine alan kâinat merkezli (antropokozmik) dünya görüşüdür. Onun derin tabiat ve âlem anlayışı başta çevreciler olmak üzere birçok kesimi cezp etmeye devam etmektedir.
1219 yılında Celaleddin daha 12 yaşındayken ailesiyle birlikte Belh’ten ayrıldı. Anlaşılan ailesi yaklaşmakta olan Moğol istilasını tahmin ederek göç etmişti. Aile öncelikle Hac vazifesini yerine getirmek için Mekke’ye yöneldi. Zahmetli ve uzun bir yolculuktan sonra Selçuklu İmparatorluğu’nun başkenti olan Konya’ya yerleşti. Yolların kesişme noktasındaki Konya, o zamanın bir ilim ve ticaret merkezi olmasının yanında; farklı dinlerden, ırklardan ve kültürlerden insanların birlikte yaşadıkları bir yerdi. Bu uzun yolculuğun etkileri büyük oldu. Dört yıl süren bu yolculuk boyunca Celaleddin sadece büyük şehirleri, insanda haşyet uyandıran heybetli ve muhteşem dağları, güzel ve bereketli ovaları ve uçsuz-bucaksız çölleri görüp dolaşmadı. Aynı zamanda döneminin iyi tanınan gönül erleri ve âlimleri ile de tanıştı. Mevlana’nın biyolojik çeşitlilik ve kültürel zenginliği kucaklayan âlem anlayışında bu seyahatin büyük etkisi olduğu anlaşılmaktadır. Mevlana’nın kişiliği psikanalist yöntemle inceleyen Prof. R. Arasteh bu uzun yolculuğun etkilerini şöyle anlatır:
Ailenin birkaç yıl süren uzun seyahatleri Celalettin'in aydınlanmasına büyük ölçüde katkıda bulundu. O dönemde ergen olduğu için, gördükleri ve yaşadıklarından hayatının en çok yararlanabilecek çağındaydı; doğrusunu söylemek gerekirse, o yeni ve manevi bir yeniden doğuş [dönemine] giriyordu. Bunlara ek olarak babası ile birlikte olduğundan aynı zamanda çağının en önde gelen manevi liderleri ile görüşme ayrıcalığına sahipti. Bunlar arasında birçok sufi bulunmaktaydı; kendisine Esrarname [sırlar kitabı] adlı tasavvufu konu edinen eserini hediye eden 31 Attar, ve büyük işrakî [düşünürü] Suhreverdi bunlar arasındaydı (Arasteh, 37).
İlk eğitimini çağının ünlü âlimlerinden birisi olan babasından aldı. Ancak daha genç yaşta bile kelam, fıkıh, felsefe, tefsir, mantık vb. klasik ilimler onun ruhunun ve kalbinin susuzluğunu gidermeye yetmiyordu. Ona göre bu ilimler şekilcilikle doluydu ve varlığın özüne inemiyorlardı. Alman Filozof Karl Jaspers’in tabiriyle hakikati aramak ve bulmak için sürekli “yolda” ve arayış halinde olan Celaleddin, zamanın ilim merkezler, olan Halep ve Şam’a gitti. Önde gelen âlimleri tanıştı ve tartıştı. Ancak bir okyanus gibi engin, Himalaya’lar gibi yüksek gönlü okudukları, duydukları ve öğrendikleriyle bir türlü tatmin olmuyordu.
Mevlana yirmi-bir yaşında evlendi. Yirmi-dört yaşına geldiğinde hukukta ve kelamda belli bir düzeyde şöhrete ulaştı. Babasının ölümünden sonra halkın ve yetkililerin isteği üzerine babasının yerine geçti. Mevlana bu makamı bir yıl işgal etti. Görünüşte herkesin imrendiği ve onun gibi olmak istediği “örnek bir hayatı” vardı. Saygın bir müderristi. Genç olmasına rağmen mesuliyetli bir makam işgal ediyordu. Bazıları meşhur zevat olmak üzere, yaklaşık dört yüz kişi onun konuşmalarına katılmaktaydı. Padişahlar, şehzadeler ve vezirler de onun sohbetlerine ve derslerine katılıyorlardı.
Bu sıralarda babasının öğrencilerinden biri olan Burhan ed-Din-i Tirmizi, kendisini ziyaret etti ve klasik tasavvufu anlama konusunda ona yardımcı olabileceğini teklif etti. Celaleddin teklifi kabul etti. Burhan ed-Din ile dokuz yıl süren bir yoğun bir eğitim ve öğretim devresi başladı. İlk üç yılda bilgisini arttırdı, ruhi ve davranışsal varoluş düzeyini değiştirdi. Bundan sonraki dört yıl yalnız ve şeyhi ile birlikte meşhur diğer tasavvuf merkezlerine seyahat etti. Öğrencisinin fikri ve ruhi gelişimini yakından takip eden Burhaneddin, onun yeni bir göreve hazır olduğunu şu sözleriyle ifade etti:
“Oğlum! Şu anda görev için hazırsın. Hiçbir ilimde eşin yok. İlimlerin aslanı oldun. Ben de böyle bir aslanım. Burada iki aslana ihtiyaç olmadığından, gitmek istiyorum. Dahası, büyük bir dost sana gelecek ve birbirinizin aynası olacaksınız. Manevi hayatın en deruni yönlerine seni götürecek, sen de onu. Her biriniz bir değerini tamamlayacak. Tüm dünyadaki en iyi dost siz olacaksınız”.
Tıpkı Konfüçyüs gibi Mevlana’nın zamanında kabul gören tüm geleneksel ilimleri tahsil edip, hazmettiği anlaşılmaktadır. Ancak bu ilimlerin sınırlılığını her gün daha çok kavrıyor; bu ilimlerin yeniden doğuş için yeterli olmadığını anlıyordu. Fihi Ma Fihi’deki bir anekdot bu durumunu ve öğrencilerine karşı olan davranışını çok güzel anlatmaktadır:
Bilgiler elde etmeye çalıştım; öğrendim-belledim. Yüksek kişiler, gerçeğe erenler, akıllı-fikirli adamlar, uzağı görenler, derin bilginler, yanıma gelince onlara eşi olmayan, güzel mi güzel, ince mi ince şeyler anlatayım diye bütün o bilgileri burada topladı, o zahmetleri buraya getirdi, yığdı; ben ne yapabilirim? Bizim ilimizde, bizim toplumumuzda şâirlikten daha ayıp bir iş yoktu. O ilde kalsaydık onların tabiatlarına uygun bir ömür sürer, ders vermek, kitaplar meydana getirmek, öğüt vermek, va'zetmek, zâhitlikte bulunmak, ibâdetlere koyulmak gibi onların istediği şeylere sarılırdık. (FM, AG, 16. Bölüm )
Geleneksel ilimlerle tatmin bir türlü tatmin olmayan Celaleddin, kendisini tamamen Tasavvufa adamak için sahip olduğu prestijli makamı bıraktı. Tasavvufun zamanındaki geleneksel kelamî ve entelektüel yaklaşımlara üstünlüğünü göstermeye çalıştı ve bunda başarılı da oldu.
Mevlana’nın hayatındaki asıl büyük değişim ise 1244 yılında, beklenen dost “esrarengiz şahsiyet Şems-i Tebrizi” Konya’ya gelmesiyle başladı. Mevlana otuz yedi yaşındaydı.
Şems’te “uzun zamandır aradığı İlahi Sevgilinin mükemmel bir yansımasını gördü”. Şems “ruh denizinin derinliklerinden” Mevlana’yı uyarınca “nurun hayali açığa çıkmaya başladı”. Bundan sonra onun için Şems “gözün ışığı, aklın berraklığı, ruhun parlaklığı ve kalbin aydınlığıydı”. Şems “çokluğun arkasındaki birliği gören ve birliğin nasıl çokluğa döndüğünü bilen biriydi”. “Şems tamamen [kendisinin, âlemin, âlem üstü varlığın] farkındaydı. Hayatı, bütün varlığı ve hayatın özünü, tecrübe ile yaşadı. Şems, çiçeğin yapraklarının içinin ve dışının aynı olduğu gibi içte ve dışta aynıydı; Şems evrenin gelişmekte olan hafızasında insanlığın açığa çıkmasıydı”.
Mevlana, Şemsi hemen evine davet etti. Bir-iki yıl ayrılmamacasına beraber kaldılar. Bu birliktelik onun üzerinde çok derin ve kalıcı etkiler bıraktı. Şems ile tanıştıktan sonra adeta yeniden doğdu ve aşkı kâinatın canlı gücü olarak keşfetti (Arasteh, 2000). Bundan sonra her şey değişmeye başladı. Onun muhteşem ifadesiyle:
Ölüydüm, dirildim;
Ağlıyordum, gülmeye başladım.
Aşkın gücü geldi ve ebedi güç oldum.
Gözüm keskinleşti, ruhum ise cesur,
Bende bir aslanın kalbi var, Parlayan bir Venus oldum. Babasındaki büyük değişimin yakından izleyen oğlu Sultan Veled babasını içine alana “güçlü ve kontrol edilemez duyguları” şu şekilde ifade eder:
Bir an bile ney dinlemeye ve semaya ara vermedi;
Gündüz ve gece asladinl enmedi.
Müftüydü, şair oldu;
Zahit idi; Aşk ile sarhoş oldu.
Üzümden yapılan şarap değildi: aydınlanmış ruh sadece Nur şarabını içer”.
Peki, Şems ne yapmıştı? Ünlü Mevlana ve tasavvuf uzamanı William Chittick’e göre “Şems, Mevlana’yı daha önce asla tecrübe etmediği ilahi aşkın farklı boyutlarıyla tanıştırdı”. Mevlana eğitim-öğretim görevlerini tamamen terk ederek, tüm vaktini Şems’le geçirmeye başladı. Adeta ruhları bir, fakat bedenleri farklıydı. Çok geçmeden Şems’le aralarındaki dostluk ve yakınlık Mevlana’nın bazı talebelerinin kıskançlığına ve çekememezliğine sebep oldu. Bir süre sonra Şems ortadan kayboldu. Bazıları katledildiğini söylese de, Mevlana buna hiçbir zaman inanmadı. Ancak şurası kesin ki, Şemsin kaybolması Mevlana’nın kendini şiire
vermesine ve coşkun bir şair olmasına sebep oldu. Mevlana bunu birçok yerde açıkça ifade eder.M esnevi’nin o muhteşem başlangıç beyitlerinde bunu şu şekilde ima eder: “Dinle neyden, zirâ o bir şeyler anlatmada Ayrılıklardan şikâyet etmededir. Ney der ki: Beni kamışlıktan kopardıklarından beri, İniltim kadın- erkek herkesi ağlattı. Ayrılık bağrımı delik deşik eylesin, Tâ ki aşk derdini anlatabileyim.”
17 Aralık 1273 yılında büyük bir aşkla bağlı olduğu “Dosta” yürüdüğünde, Konya ve civarında yaşayan Yahudi, Hıristiyan, Müslüman kısaca herkesimden büyük bir topluluk cenazesine katıldı. Herkes onu “Efendimiz” olarak kabul ediyordu. O gün bu gündür o sadece Müslümanların değil, tüm dünyanın Mevlana’sı olarak kabul edilmektedir (Barks, 1995;
Chittick, 1993). Fani dünyaya veda ettiği geceyi “şebi-i arus” (düğün gecesi) olarak adlandırdı. Ölüm onun için yokluk, hiçlik ve dostlarından ve sevdiklerinden ebedi olarak ayrılış değildi. Aksine onun için ölüm, yeniden doğuştu; dosta kavuşmaydı. Hayatının son anında bizlere verdiği en büyük ders, ölümün çirkin, sevimsiz, ürküten ve korkutan perdesini yırtıp atarak; bizlere adeta ölümü sevdirmesiydi. O gün bugündür Mevlevi dervişler bu geceyi bir bayram gibi kutlamaktadırlar.
Mevlana’nın Vedası
Öldüğüm gün, tabutumu omuzlar üzerinde gördüğün zaman,
bende bu cihanın derdi var sanma..
Bana ağlama,"yazık yazık, vah vahdeme.
Şeytanın tuzağına düşersen, vah vah'ın sırası o zamandır,
yazık yazık o zaman denir..
Cenazemi gördüğün zaman ayrılık ayrılık deme, benim,
buluşmam, görüşmem o zamandır.
Beni mezara koydukları zaman "elveda elveda" deme..
Mezar cennet kapısının perdesidir.
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret.
Güneşle aya batmadan ne ziyan gelir.
Sana batma görünür ama, o aslında doğmaya hazırlıktır, yeniden doğmadır.
Mezar ise hapishane gibi görünür ama, aslında can'ın hapisten kurtuluşudur.
Yere hangi tohum atıldı da bitmedi.
Neden insan tohumuna gelince bitmeyecek zannına düşüyorsun.
Hangi kova kuyuya salındı da dolu olarak çıkmadı.
Can Yusufu kuyuya düşünce, niye ağlasın.
Bu tarafta ağzını yumdun mu. o tarafta aç..
Çünkü artık, hayhuydan uzak. mekânsızlık âlemindesin"
2. Başlıca Eserleri
Konfüçyüs’ten farklı olarak, Mevlana’nın tüm eserleri kendi zamanında telif edilmiştir. En önemli eseri en son yazdığıMesn evî’dir. MevlanaM esnevî’yi çok sevdiği talebesi ve kâtibi Hüsameddin Çelebi'nin talebi üzerine yazmıştır. Daha doğrusu o söylemiş, talebesi de yazmıştır. Altı cilt olan Mesnevî’nin beyit sayısı konusunda farklı görüşler olsa da genel kabule göre 25585 ila 26660 beyitten oluşmaktadır. Mevlana bu ölümsüz eserine şu sözlerle dikkat çekmektedir:
“Bu kitap,M esnevî kitabıdır. Mesnevî, hakîkate ulaşma ve yakîn sırlarını açma hususunda din temellerinin, temellerinin temelidir. Allah’ın en büyük fıkhı, Allah’ın en aydın yolu, Allah’ın en açık delilidir... Şüphe yok ki Mesnevî, gönüllere şifadır; hüzünleri giderir, Kur’ân’ı apaçık bir hale koyar...” (Mesnevî, I, Önsöz)
Haklı olarak Mevlana daha çok bu eseriyle tanınmıştır. Eser birçok dünya dilini çevrilmiştir. Hala büyük bir ilgi ile okunmaktadır. On beşinci yüzyılın önde gelen mutasavvıf ve şairlerinden
Abdurrahman Câmi’ye göre ; "mânâ cihânının eşsiz pâdişahının zâtının değerini ispatlamak için Mesnevî kâfidir. O büyük varlığın vasfı ve üstünlüğü hakkında ben ne söyleyeyim? O peygamber değildir fakat kitabı vardır."
Yarım yüzyıla yakın bir zamanı Mevlana’yı anlamaya adayan ve Mesneviyi İngilizceye
tercüme eden ve yorumlayan Prof. R. A. Nicholson’a göre "Mevlâna, bütün asırların
yetiştirdiği mutasavvıf şairlerinin en büyüğüdür". Ünlü Psikanalist ve düşünür Erich
Fromm’a göre "Mevlâna sadece büyük bir şair, eşsiz bir mutasavvıf değildir. O aynı zamanda
insan tabiatının derinlerine inmiş, insanın iç yüzünü keşfetmiştir”.
Böylece de insanın kendi mahiyetini ve kâinatın anlamını anlama arayış ve çabalarına büyük katkı tapmıştır. Mevlâna'nın çeşitli konularda söylediği ve yaklaşık kırk bin beyitten oluşan diğer önemli kitabı ise Dîvân-ı Kebir’dir. Mesnevi gibi dili Farsça’dır. Ancak yer yer Arapça, Türkçe ve
Rumca şiire de yer verildiği görülmektedir.
Mevlâna'nın başta zamanın yöneticileri ve önde gelen şahsiyetleri olmak üzere çeşitli kişilere
yazdığı yüz kırk yedi mektupMektûbât adlı eserinde bir araya getirilmiştir. Mektupların
içeriğine bakıldığında, çoğu zaman nasihat niteliğinde olduğu ve bazen de sorulan sorulara
verilen cevaplardan oluştuğu görülmektedir.
“Ne varsa içindedir” manasına gelen Fîhi Mâ Fih Mevlâna'nın çeşitli meclislerde yaptığı sohbetlerinden oluşmaktadır. Oğlu Sultan Veled tarafından bir araya getirildiği sanılmaktadır. Mecâlis-i Seb'a adlı eseri ise Mevlâna'nın çeşitli vesilelerle yaptığı vaazlarının bir araya getirilmesinden oluşmaktadır. İçeriğine bakıldığında daha çok toplumsal ve ahlaki Hadisleri yorumladığı görülmektedir.
3. Allah ve Yaratılış
Mevlana, Allah’ın fizik âlemi yoktan var ettiğini (ex nihilo) ve yeni şeyler yaratmaya da devam ettiğini kabul eder. Allah’ın her an âlemde yarattığı şeylerden “akıllar bile hayret içinde” kalmaktadır: Taşları, lâl ve yakut, dağları altın ve gümüş madeni yapıyor. Yeryüzündeki bitkileri harekete getirip diriltiyor ve adeta “adn cenneti” haline getiriyor. Yer, taneleri kabul ediyor, ürün veriyor, ayıpları örtüyor ve daha anlatılamayacak kadar çok, yüz binlerce tuhaf şeyleri kabul ediyor, meydana getiriyor. Bunun gibi dağlar da türlü türlü madenleri ortaya çıkarıyor (FM, 24).
Ona göre, Allah her şeyi özel bir düzen, görev, amaç içerisinde yaratmaktadır. Dahası âlemdeki her şey canlıdır. Bu sistem içerisinde hiçbir şey ruhsuz ve cansız değildir; varlığın en alt derecesinde olmasına rağmen madde bile canlıdır. Mevlana “yeryüzü ve suyun, ateş ve havanın bize cansız gibi görünmelerine rağmen Allah’ın nezdinde canlı olduğunu , asla “yeryüzünü boş ya da ölü” olarak düşünmememizi; yeryüzünün sürekli uyanık olduğunu ve yaratıcısını tanıdığını Kur’anî bir bağlamda ısrarla ifade eder.
Bulut, güneş, ay ve yücelerdeki yıldızlar...
hepsi de bir nizamla gelirler, giderler.
Her biri, ancak vaktinde gelir...
vaktini ne geciktirir, ne de erken gelip çatar.
Bunu nasıl oldu da peygamberlerden anlamadın sen?
Onlar, taşa sopaya bilgi ihsan ettiler.
Bunları gör de diğer cansız şeyleri de
şüphesiz bir halde sopaya, taşa kıyas et!
Taşla sopanın itaati meydana çıkar,
görünürde öbür cansız şeylerin halinde de haber verir... onlar da
“Biz, Tanrıyı biliriz, ona itaat ederiz... hepimiz de tesadüfen halk edilmiş abes şeyler değiliz” derler (Mesnevi 4, 759).
Büyük Alman filozof Hegel Mevlana’nın felsefesini dikkatle incelemiş ve onun Allah’ın Birliği kavramına hayran olmuştur. Mevlana uzmanlarına göre “Hegel Mevlana’nın [kullandığı dilin] sembolik gücünden ve kesinliğinden o kadar etkilendi ki ondan uzun alıntılar yapmaktan kendini alamamıştır”. (Bina-Vaziri)
Allah’ı her yerde keşfeden ve yaratılışın her bir parçasını Allah’ın azametinin bir tezahürü olarak gören “gerçekliğin bu müthiş vizyonu” tasavvufa has bir nitelikti. Abdurrahman Cami’ye göre:
“Her dal, yaprak ve meyve Allah’ın mükemmelliğinin bazı yönlerini açığa vurur: servi ağacı onun saltanatını ima eder, gül O’nun cemalinden haber verir”. Her atom Allah tarafından yaratıldığından, insan hakikat-ı uzmayı [en büyük hakikati] bilebilir ve aşkın sırlarını öğrenebilir.
Kur’an merkezli bu Allah anlayışının Mevlana’nın düşüncesinde merkezî ve temel bir konumu olduğu yukarıdaki alıntıda açıkça görülmektedir. Bu anlayış onunantropokozmik dünya görüşünün de kilit noktasıdır. O’nun beyitleri “yaşamın farklı yönlerinde kendini açığa vuran Allah’ın azametini” anlama ve onunla konuşmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Ancak, bu bağlamda Allah’ın özellikle iki niteliği çok önemlidir.
Allah bütün âlemleri ve her şeyi besleyendir. Allah her şeyi sevgiyle yaratır ve hayatını sürdürür. Dahası, Allah durağan ve statik bir varlık değildir. Belki, kâinat vasıtasıyla Saltanatını, Hikmetini ve İlmini sürekli olarak gösteren ebedi hayatın kaynağıdır. Bu anlayışla bakıldığında bizi şefkatli bir anne gibi kucaklayan etrafımızdaki âlemdeki her şey, İlâhi İrade, Hikmet ve Kudretin sonucu olarak meydana gelmektedir; âlemde büyük bir plan işlemekte ve her şey bu plana göre şekillenmekte ve oluşmaktadır.
Arılar bile Allah’tan gelen ilhamla kendi evlerini yapmaktadırlar. Böylece O’nun coşkulu ifadelerinde renkli ve canlı bir dünyanın kendini açığa vurduğu görülmektedir. Her şey hem birbiriyle ilişkili ve bağlantılıdır hem de özel bir alan, anlam, görev ve önem içindedir. Âlem, Allah’ın “sıfat ve özellikleri”ni açıkça gösteren değerli bir sanat parçası ve anlamlı bir kitap haline dönüşmektedir. Dahası bütün dünya Allah’ı sevmek ve O’na ibadet etmek için yaratılmıştır. Atomlardan, güneş sistemine; arıdan balığa kadar tüm varlıklar “mest edici ve hayranlık uyandırıcı” bir uyum içerisinde hareket etmekte ve bizi kucaklamaktadır.
Örneğin ona göre sıradan bir bahçe estetik bir boyuta sahiptir. Yeni açmış yeşil yapraklar Allah’ın sonsuz inayetini ve hayat ihsan eden gücünün en iyi kanıtları ve şahitleridir. Bu nedenle Mevlana’nın bahçesindeki her çiçeğin bir görevi vardır; insan yaşamının çeşitli özelliklerini ve durumlarını tasvir etmektedir. Kendi bahçesinin buğusunda Mevlana sadece çiçeklerin ve bahçedeki bütün sakinlerin dile getirdiği sonsuz övgüyü dinlemez aynı zamanda onları dua vaziyetinde canlandırır. Örneğin çınar ağacı bir müminin ellerini dua için açtığı gibi, dallarını semaya açmış dua etmektedir.
Öte yandan bulutlar okyanusun aşkından gebedir. “Bulutlar gözyaşı dökmeden, bahçe nasıl gülümser?” Sabah rüzgârı sevgilinin nefesini veren yaşamın sembolünün bir parçasıdır. Bu nedenle rüzgâr dokunduğunda ince dallar mest olur ve bu ilahi musikiye eşlik ederek dans etmeye başlar. Kısaca yeşil taze dilleriyle ve uzun elleriyle konuşan her ağaç; dalları ve yapraklarıyla Allah’ın yaratıcı gücünü herkese duyuran birer haberci olmaktadır. Saba rüzgârının bize söyleyecek sırları olduğunu vurgulayan Mevlana, sabah namazından sonra
yeniden uykuya gitmememizi ister:
Saba rüzgârının sana söyleyecekleri var.
Lütfen, tekrar uyumaya gitme.
Gerçekten istediğin içi dua etmelisin
Lütfen, tekrar uyumaya gitme.
İki dünyanın birbirine dokunduğu kapı eşiğinde insanlar gidip-gelmekte.
Ve kapı sonuna kadar açık;
Lütfen, tekrar uyumaya gitme.
Görüldüğü gibi, Mevlana etrafımızdaki âleme sadece çıkarcı, faydacı ve araçsal bir nazarla bakan zihin yapımızı da değiştirerek, her şeye bütüncül bir gözle bakan yeni bir bakış açısı sunmaktadır. Mevlana’nın etrafımızdaki tabiatı ve içindekileri nasıl gördüğüyle ilgili bir kaç alıntıyla yetinmek istiyoruz:
Toprak, su, hava bize ölü görünseler de,Allah nezdinde canlıdırlar(Şerif 49).
Rüzgâr, toprak, su ve ateş kölelerdir. Benimle, seninle ölüdür. Hak’la diridirler, ancak onun emrini tutarlar (Mesnevî 1, 66, beyit 835).
Bu cansız olan bulut vaktinde yağmur yağdırmanın gerekli olduğunu ne bilir? Bu bitkiyi kabul edip, bir yerine on veren toprağı da görüyorsun. Bunları bir kimse yapıyor. İşte sen asıl O’nu gör!(Fihî Mâfih, 61).
Toprak bile ulu Tanrı’nın kendisine verdiği her şeyden, cemad (cansız) olmasına rağmen, haberdardır. Eğer öyle olmasaydı suyu nasıl kabul ederdi ve her şeye nasıl sütannelik eder ve onu beslerdi(age, 340).
Dünya her nefeste yeniden yaratılmada, yenilenmektedir. Fakat biz dünyayı öylece durur gördüğümüzden, bu yenilenmeden haberdar değiliz. Her an âlem yenilenmekte, ve biz, görünüşte aynı kaldığından,onun yenilenmiş olduğunun farkında değiliz,bedende, benzerinin devamlılığı olmasına rağmen hayat, ırmak gibi her zaman bir yeniliğe akmakta (Bayraktar 1989, 80).
Ey gün, doğ! Atomlar oynuyor, cezbeye kapılmış ruhlar oynuyor. Kulağına, dansının onu nereye sürüklediğini söyleyeceğim.Havada ve çöldeki bütün atomların bizim gibi divane olduklarını iyi bil (Bayraktar, 67).
Bu deniz, can balıklarıyla dopdoludur. Sen görmüyorsun ama etrafında uçuşup duruyorlar. O balıklar sana kendilerini çarpmaktadırlar. Gözünü açta apaçık gör. Balıkları görmüyorsan bile, bari kulağın tesbihlerini duysun (Mesnevi, III, 305, beyit 3735).
Kısacası Mevlana mahlûkatın her birinin, akıl ve temyiz sahibi olanların da, olmayanların da Allah’ı tesbih ettiklerinden, her birinin tesbihinin bir diğerinden farklı olduğundan bahsetmektedir (Yaylalı 1975, 178). Bu tesbihleri dinlemekte ve kendisi de bu kozmik zikre katılmaktadır. Mevlana’ya göre “hayatsız madde yoktur; madde en düşük derecedeki varlıklarda bile canlıdır”( Şerif 49). Ona göre her şey beden diliyle O’nu tesbih etmektedir:
“Şu dilsiz uzuvlarının yüzlerce dili vardır. Âleme rızk veren Tanrının nimetlerinin zikri zaman yapraklarında gizlenmiştir”. Bu bakış açısının kaynaklarına bakıldığında, diğer Müslüman düşünürler gibi, Mevlana’da da Kur’an’ın etkisi ve yansımasının açık olduğu anlaşılmaktadır. Kur’an’daki bazı ayetlerin Mevlana’nın dilinde şiirleştiği görülmektedir.
Mevlana, mevsimlerdeki değişimi çok canlı bir şekilde tasvir eder. “Gece gündüz hikâye arayıp duranlara”, etrafındaki âlemin beden diliyle (lisan-ı hal) ile söylediklerine kulak vermesini ister. Zira insanın her organı ve bedeni de “Allah’ın bir nimetini söylemektedir”. Dahası tabiat tıpkı bir annenin çocuğunu emzirmesi gibi, bizi emzirmekte ve beslemektedir. “Bahar olmayınca bahçelerde bir şey doğar mı? Gebelerle kucaklarındaki çocuklar, baharın o kadınlarından aşkına delalet eder. Her ağaç çocuklarını emzirmededir” (Mesnevi 6, 93-95).
Mevlana’nın şiiri âlemde yansıyan sonsuz Güzelliğe hayranlığı addettiği için O aynayı, Allah’ın sonsuz Güzelliğini yansıtan yaratılmış dünya için bir sembol olarak kullanmaktadır. Etrafımızdaki âlemi bir ayna olarak gören Mevlana’nın Allah’ı insana onun şahdamarından daha yakındır. Dostunun işaretlerini her yerde gördüğü içindir ki, O’nun asla bitmeyen İstek ve Gücünün kendini açığa vurmasından başka bir şey olmayan etrafındaki âlemde gördüğü Allah’ın yarattığı mucizeleri seyretmekten kesinlikle bıkmaz. Örneğin ağaçtaki her yaprak çalılardaki her kuş Allah’ın büyüklüğünü anmakta ve övmektedir. Aslında bütün âlemden yükselen kozmik ve ilahi müzikten başka bir şey değildir. Müzik hayatın kaynağıdır; bitince
hayat da biter. Etrafımızdaki âlemin bize sağladığı “fayda boyutunu” çok sığ ve yetersiz bulan Mevlana, derinlere işaret etmekte; inci ve mercanlara işaret etmektedir: Denize varıp oradan birazcık veya bir testi su almakla yetinmek yazık olur. Denizden alınacak inciler ve daha başka binlerce şeyler varken, yalnız su almanın ne değeri olabilir? Akıllı insanlar bununla nasıl öğünürler ve ne yapmış olurlar?( Fihî Mâfih, 17). Ona göre etrafımızdaki âlemin “fayda boyutu" bir köpüktür. “Bu âlem, çer-çöple dolu bir köpüktür; fakat bu köpük, dalgaların çalkalanmasından, oynamasından ve denizin köpürüp kaynamasından temizlik, saflık ve güzellik bulur. İnsanların kadınlar, oğullar, yük yük altınlarla gümüşler, güzel cins atlar, davarlar, ekinler gibi şeyler gösterişleriyle, içini çeker ve hırsım gıcıklar”. Ancak ona göre “bütün bunlar dünya zevkidir”. Ayetin “süslendirildi” ifadesinden hareketle, bu âlemde “gerçek güzellik ve iyilik yoktur; bu güzellik onda iğreti olarak bulunuyor ve başka bir yerden gelmiştir” ifadesiyle âlemin arkasındaki Mutlak Varlığa dikkat çekilerek; insanların “kıymetsiz bir köpükçük olan” boyuttan ziyade, bu alemi bir bütün olarak kavrayıp, gerçek varlılığı bulmaya davet edilir(Fihî Mâfih, 18).
Âlem ise O’na ayna olmak, O’nu göstermek açısından bir değer kazanır. Çevreci bir bakış açısıyla bakıldığında onun etrafımızdaki âlemi aşağıladığı ve önemsemediği sonucu çıkarılabilir. Ancak Mevlana’nın öğretisi bir bütün olarak ele alındığında, onun âlemin “sığ ve dar boyutuyla” tatmin olmadığı, tüm büyük ve engin ruhlar gibi âlemin derin boyutunu anlamaya çalıştığı söylenebilir. Bu yönüyle de Mevlana’nın âlem anlayışı “derin çevrecilerin” kavramlaştırmaya çalıştığı âlem anlayışını bile aşmaktadır. İnsan, kesinlikle düşman ve vahşi bir âlemde tek başına değildir ve etrafı da düşmanlarla değil, dostlarla kuşatılmıştır. Çiçekleriyle, gülleriyle, bahçeleri, dağları, taşları; geceleyin bize göz kırpan yıldızları ve sayısız hayvan çeşidiyle âlem insana gerçek bir evdir ve onu kucaklamaktadır.
Onun âlem ve yaratılış anlayışını irdelerken “tekâmül” anlamındaki “evrim” anlayışına da işaret edilmelidir. Ancak O, Darwin ya da Spencer gibi mekanik veya biyolojik bir evrim kuramcısı değildir. Darwin varlığın ve yaşamın çevreye uyumu için kör zorlayıcı bir mücadele ile yaratılışın daha üst türlerin biyolojik bir görünümü olduğunu söylerken Mevlana, bütün yaratılış sürecini büyük bir sistem içinde anlamakta ve mekanik dinamikleri açıklamak yerine aşka, çekiciliği ve çekimi yaratan en önemli güç olarak sığınmaktadır. “Evrendeki bütün atomlar âşıklar gibi birbirlerini çekmektedir, herkes aşkın manyetik gücüyle eşine doğru sürüklenmektedir.”
Bundan dolayı onun evrim teorisi yaşamın yaratıcı ve evrimsel boyutlarını tartışan Bergson ile karşılaştırılabilir. Fakat Bergson’a göre yaratıcı evrim süreci amaçsız ve anlamsızdır. Mevlana ise Allah’ı varlığın amacı ve esası olarak görmekte ve yaşamın amaç arayan bir
faaliyet olduğunun altını çizmektedir(Bayraktar, 1987). Bu anlayışta, daha yüksekteki bir varlığın içine dâhil olan alt mertebedeki varlıklar, aşamalı bir imha sürecinin aksine, üstteki varlık tarafından özümsenmektedir. Aynı şekilde, ona göre semavî hareketler kör ve mekanik bir hareket olmayıp, “sonsuz aşk okyanusunda dalgalanmalardır”. Eğer ortada “evrensel aşk” yoksa tüm varlık donabilir ve hiçliğe çekilebilir. Canlı, bitkilerde ortaya çıkmayı ve onlarla birleşmeyi reddedebilir ve bitkiler ne hayvanların yaşamına yükselebilirler, ne de yaşamın mantık ve ruhuna ulaşabilirler.(…) Zira aşksız hiçbir şey hareket etmez.
Mevlana’nın “güçlü olanın yaşamını sürdürmesi” ilkesi yerine aşk ve karşılıklı bağımlılık temeline dayanan; Allah’ın ilmi, iradesi ve kudretinin kendisini belli bir süreçte açığa vurması anlamında farklı bir tekamül anlayışı geliştirdiği görülmektedir.
4. Dinamik bir güç olarak aşk
Mevlana tabiatta gizli bir enerjiye sahip bir güç keşfetmiştir ve bu görünmez gücü insanoğlunun evrenin kalanını paylaştığı bütün formların sebebi olarak görmektedir. Daha sonra cismani ve ruhani dünyanın altında ne yattığını anlamaya çalışmış ve bulmuştur. Buna göre, kainatta ve bizim içimizde olan görünmez ve sürekli artan değişimin altında yatan aşktır. Aşk, böylece, Allah’tan gelmektedir ve Allah’a doğru hareket etmektedir. Yaratılışın yukarı doğru hareketinde bir evreden başka bir evreye geçişinde olduğu gibi aşk da her adımda varlığın yeni biçimlerine dönüşmektedir. O’na göre evrendeki her şeyi, her şeyle birleştiren zerrecikler arasındaki etkileşimden sorumlu olan bu pozitif enerjidir. Böylece hiçbir şey bu sistemden bağımsız değildir. Her şey birbirine bağlı ve bağımlıdır.
Buna ilaveten aşk her hissi yücelttiği, sezgi gücünü artırdığı ve anlayışı yönettiği içindirki Mevlana insanda aşkın zekâdan üstün olduğunu itiraf etmektedir. Günlük sosyal yaşamda, örneğin, aşk daha önemli ve uygulanabilir bir iştir. Bu demektir ki aşk tüm anlaşmazlıkları çözer, bencilliği ve akla gelen birçok bahaneyi ortadan kaldırır. Bu suretle aşk sadece dini ve ahlaki yaşam için basit ve gereksiz değil aynı zamanda evrensel düzen için de sürdürülebilirdir.
Kısaca ifade etmek gerekirse Mevlana birbirleriyle güçlü bir şekilde birbirine bağımlı bir hissi ifade eden doğal dünyaya ve kendimize yönelik daha derin ve kapsamlı bir anlayış sunmaktadır.
Annem sevgidir
Babam sevgidir
Peygamberim sevgidir
Allah’ım sevgidir
Ben sevginin çocuğuyum
Sadece sevgiden bahsetmek içi geldim.
Bunun zorunlu bir sonucu olarak Mevlana, dünyanın gerçekliğini, tüm yaşamın saygınlığını ve özellikle kendini ve ilâhi başlangıcı ve amacı düşünen insan yaşamını yeniden yapılandırmıştır. Bundan dolayı Mevlana “aşkın kâinatın ruhu olduğunu; bu ruhun sınır tanımadığını ve tüm insanları, ülkeleri ve dinleri içine aldığını büyük bir şevkle ilan eder.
Varoluşçu psikanalist Erich Fromm, Mevlana’nın aşk kavramının ve sonuçlarının farkında olan bir düşünür. Fromm’a göre “aşık olduğumuzda dünya daha tatlı, daha güzel ve daha muhteşem görünür. Aşık olduğumuzda, her şeye ve herkese aşık oluruz.” Bununla beraber, Mevlana sadece “aşkın gücünün” farkında olmanın yeterli olmayacağını vurgular. “Aşık, bu şefkatini, cömertliğini ve sevgisini hal ve hareketleri ile tercüme etmeli; göstermelidir.” Mevlana’nın, fikri ve zihni bir değişimle yetinmediği, daha doğrusu tatmin olmadığı görülmektedir. İnsan inancını ve fikir hayatını günlük hayatta uygulamalıdır.” “Daha ileri bir adım atarak, kendisini diğer hemcinsleri ve kâinatta birlikte ve beraber hissetmek için varoluşun sevincini gerçek iyi olmada keşfetmelidir” (Fromm, 1993).
Bundan dolayı, Mevlana hayatın anlamını ararken aile ve okul gibi toplumsal kurumların ve hayat tecrübelerinin ötesine geçmiş ve bu kurumları “insanın olgunlaşmamasının” bir sonucu olarak görmüştür. Bütün bunlar insanın nihai yeniden doğuşuna; “sevme sanatını” elde etmesi için yönlendirmelidir. “Bu sevme sanatının ve insanın kendi insani tabiatına ve doğal çevresine karşı olan bu derin kavrayışın, insanın iç âleminde tecrübe ettiği mutluluğu dışa yansıtması için teşvik etmesi” gerçekten ilginçtir.
İşte bu anlayıştan bir çevre ahlakı oluşturabiliriz. İnsan iç âlemindeki barış ve huzuru diğer tüm varlıklara karşı ifade eder. Daha önemlisi ise, bu davranışın faydacı ve araçsal olmaması; kâinatın mütevazı bir ferdi ve üyesi olan insanın durumu olmasıdır.
Kardeş olarak hayvanlar
Mevlana’nın, şiirlerinde hayvanlara şaşırtıcı derecede yer verdiği; adeta onlarla farklı bir iletişim kurduğu görülür. Mesnevi’yi okuyan biri, hayvanların hiç de Kartezyen felsefenin bize sunduğu “ruhsuz otomat makineler” olmadığını fark eder. Dünya cansız, anlamsız ve amaçsız olmadığı gibi, dünyayı şenlendiren hayvanlar da amaçsız değildir. Mevlana’nın bakış açısında hüthüt kuşu, Hz. Süleyman'nın postacısı olur, Sebe Melikesi Belkıs’a onun mesajını götürür-getirir (Mesnevi, 6, 194). Allah sivrisineği Nemrud’a musallat etti ve onu helak etti. Ateşin İbrahim'i (Ona selâm olsun) yakmasına izin vermediğinden, ateş İbrahim için soğuk bir madde ve güvenilir bir yer oldu; yeşillik, güllük gülistan haline geldi (FM, 88).
Mevlana’ya göre kurt, horoz ve aslan bile aşkın ne olduğunu bilir. Bu anlayışın doğal sonucu olarak Mevlana hayvanlara karşı son derece hassas ve naziktir. Örneğin yürürken uyuyan bir köpeği uykusundan uyandırmaz ve rahatsız etmemeye çalışır. Zavallı hayvan uyanana kadar bekleyecek kadar ona saygılıdır.
Bir gün öğrencileriyle Konya sokaklarında yürüyordu. Genç bir dana ona yaklaştı ve boynunu onun önünde eğdi. Dananın gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Zavallı hayvanın bir şeyden korktuğu ve kaçtığı her halinden (beden dili) anlaşılıyordu. Mevlana hayvanın başını, boynunu ve sırtını okşamaya başladı. Onu sakinleştirdi. Derken ellerinde bıçak olan iki kişi çıka geldi. Daha danayı istemeden, Mevlana bu hayvandan ne istediklerini sordu. Dananın kendilerine ait olduğunu ve keseceklerini söylediler. Kısa bir müzakereden sonra, Mevlana danayı kesmemeleri konusunda onları ikna etti. Olup-biteni seyreden herkes gördükleri karşısında şaşırmış ve çıt çıkmıyordu. Dananın sahipleri, hayvanı alıp gitmeden, bir kez daha Mevlana’ya onu kesmeyecekleri konusunda söz verdiler.
Bir başka gün Mevlana evden biraz ekmek alıp, ayrıldı. Talebelerinden biri onun gizlice takip etti. Birazdan Mevlana’nın, yeni doğurmuş ve yavrularını emziren bir köpeğe kendi elleriyle ekmek yedirdiğini gördü. Takip edildiğini anlayan Mevlana talebesine döndü ve şu açıklamayı yaptı. Zavallı köpek! Bir hafta önce doğurdu. Yavrularını terk etmeyerek, şefkatle onları bekliyor.
Sevgili Peygamberimiz buyuruyor: “Merhamet sahibi kimselere Allah da merhamet edecektir. Yeryüzünde bulunanlara merhamet ediniz ki gökte bulunan da size merhamet etsin”.
Alıntı.
İslam âleminin yetiştirdiği en büyük mutasavvıflardan olan Mevlana, 1207 yılında günümüzde Afganistan sınırları içerisinde kalan Belh şehrinde doğdu. Asıl adı Muhammed Celaleddin’dir. Müslüman dünyası O’nu “Efendimiz” anlamına gelen Mevlana adı ile onurlandırdı. O’nun konumuz açısından önemi ve eşsizliği ise aşk’ı varlığın, var oluşunve yaratılışın merkezine alan kâinat merkezli (antropokozmik) dünya görüşüdür. Onun derin tabiat ve âlem anlayışı başta çevreciler olmak üzere birçok kesimi cezp etmeye devam etmektedir.
1219 yılında Celaleddin daha 12 yaşındayken ailesiyle birlikte Belh’ten ayrıldı. Anlaşılan ailesi yaklaşmakta olan Moğol istilasını tahmin ederek göç etmişti. Aile öncelikle Hac vazifesini yerine getirmek için Mekke’ye yöneldi. Zahmetli ve uzun bir yolculuktan sonra Selçuklu İmparatorluğu’nun başkenti olan Konya’ya yerleşti. Yolların kesişme noktasındaki Konya, o zamanın bir ilim ve ticaret merkezi olmasının yanında; farklı dinlerden, ırklardan ve kültürlerden insanların birlikte yaşadıkları bir yerdi. Bu uzun yolculuğun etkileri büyük oldu. Dört yıl süren bu yolculuk boyunca Celaleddin sadece büyük şehirleri, insanda haşyet uyandıran heybetli ve muhteşem dağları, güzel ve bereketli ovaları ve uçsuz-bucaksız çölleri görüp dolaşmadı. Aynı zamanda döneminin iyi tanınan gönül erleri ve âlimleri ile de tanıştı. Mevlana’nın biyolojik çeşitlilik ve kültürel zenginliği kucaklayan âlem anlayışında bu seyahatin büyük etkisi olduğu anlaşılmaktadır. Mevlana’nın kişiliği psikanalist yöntemle inceleyen Prof. R. Arasteh bu uzun yolculuğun etkilerini şöyle anlatır:
Ailenin birkaç yıl süren uzun seyahatleri Celalettin'in aydınlanmasına büyük ölçüde katkıda bulundu. O dönemde ergen olduğu için, gördükleri ve yaşadıklarından hayatının en çok yararlanabilecek çağındaydı; doğrusunu söylemek gerekirse, o yeni ve manevi bir yeniden doğuş [dönemine] giriyordu. Bunlara ek olarak babası ile birlikte olduğundan aynı zamanda çağının en önde gelen manevi liderleri ile görüşme ayrıcalığına sahipti. Bunlar arasında birçok sufi bulunmaktaydı; kendisine Esrarname [sırlar kitabı] adlı tasavvufu konu edinen eserini hediye eden 31 Attar, ve büyük işrakî [düşünürü] Suhreverdi bunlar arasındaydı (Arasteh, 37).
İlk eğitimini çağının ünlü âlimlerinden birisi olan babasından aldı. Ancak daha genç yaşta bile kelam, fıkıh, felsefe, tefsir, mantık vb. klasik ilimler onun ruhunun ve kalbinin susuzluğunu gidermeye yetmiyordu. Ona göre bu ilimler şekilcilikle doluydu ve varlığın özüne inemiyorlardı. Alman Filozof Karl Jaspers’in tabiriyle hakikati aramak ve bulmak için sürekli “yolda” ve arayış halinde olan Celaleddin, zamanın ilim merkezler, olan Halep ve Şam’a gitti. Önde gelen âlimleri tanıştı ve tartıştı. Ancak bir okyanus gibi engin, Himalaya’lar gibi yüksek gönlü okudukları, duydukları ve öğrendikleriyle bir türlü tatmin olmuyordu.
Mevlana yirmi-bir yaşında evlendi. Yirmi-dört yaşına geldiğinde hukukta ve kelamda belli bir düzeyde şöhrete ulaştı. Babasının ölümünden sonra halkın ve yetkililerin isteği üzerine babasının yerine geçti. Mevlana bu makamı bir yıl işgal etti. Görünüşte herkesin imrendiği ve onun gibi olmak istediği “örnek bir hayatı” vardı. Saygın bir müderristi. Genç olmasına rağmen mesuliyetli bir makam işgal ediyordu. Bazıları meşhur zevat olmak üzere, yaklaşık dört yüz kişi onun konuşmalarına katılmaktaydı. Padişahlar, şehzadeler ve vezirler de onun sohbetlerine ve derslerine katılıyorlardı.
Bu sıralarda babasının öğrencilerinden biri olan Burhan ed-Din-i Tirmizi, kendisini ziyaret etti ve klasik tasavvufu anlama konusunda ona yardımcı olabileceğini teklif etti. Celaleddin teklifi kabul etti. Burhan ed-Din ile dokuz yıl süren bir yoğun bir eğitim ve öğretim devresi başladı. İlk üç yılda bilgisini arttırdı, ruhi ve davranışsal varoluş düzeyini değiştirdi. Bundan sonraki dört yıl yalnız ve şeyhi ile birlikte meşhur diğer tasavvuf merkezlerine seyahat etti. Öğrencisinin fikri ve ruhi gelişimini yakından takip eden Burhaneddin, onun yeni bir göreve hazır olduğunu şu sözleriyle ifade etti:
“Oğlum! Şu anda görev için hazırsın. Hiçbir ilimde eşin yok. İlimlerin aslanı oldun. Ben de böyle bir aslanım. Burada iki aslana ihtiyaç olmadığından, gitmek istiyorum. Dahası, büyük bir dost sana gelecek ve birbirinizin aynası olacaksınız. Manevi hayatın en deruni yönlerine seni götürecek, sen de onu. Her biriniz bir değerini tamamlayacak. Tüm dünyadaki en iyi dost siz olacaksınız”.
Tıpkı Konfüçyüs gibi Mevlana’nın zamanında kabul gören tüm geleneksel ilimleri tahsil edip, hazmettiği anlaşılmaktadır. Ancak bu ilimlerin sınırlılığını her gün daha çok kavrıyor; bu ilimlerin yeniden doğuş için yeterli olmadığını anlıyordu. Fihi Ma Fihi’deki bir anekdot bu durumunu ve öğrencilerine karşı olan davranışını çok güzel anlatmaktadır:
Bilgiler elde etmeye çalıştım; öğrendim-belledim. Yüksek kişiler, gerçeğe erenler, akıllı-fikirli adamlar, uzağı görenler, derin bilginler, yanıma gelince onlara eşi olmayan, güzel mi güzel, ince mi ince şeyler anlatayım diye bütün o bilgileri burada topladı, o zahmetleri buraya getirdi, yığdı; ben ne yapabilirim? Bizim ilimizde, bizim toplumumuzda şâirlikten daha ayıp bir iş yoktu. O ilde kalsaydık onların tabiatlarına uygun bir ömür sürer, ders vermek, kitaplar meydana getirmek, öğüt vermek, va'zetmek, zâhitlikte bulunmak, ibâdetlere koyulmak gibi onların istediği şeylere sarılırdık. (FM, AG, 16. Bölüm )
Geleneksel ilimlerle tatmin bir türlü tatmin olmayan Celaleddin, kendisini tamamen Tasavvufa adamak için sahip olduğu prestijli makamı bıraktı. Tasavvufun zamanındaki geleneksel kelamî ve entelektüel yaklaşımlara üstünlüğünü göstermeye çalıştı ve bunda başarılı da oldu.
Mevlana’nın hayatındaki asıl büyük değişim ise 1244 yılında, beklenen dost “esrarengiz şahsiyet Şems-i Tebrizi” Konya’ya gelmesiyle başladı. Mevlana otuz yedi yaşındaydı.
Şems’te “uzun zamandır aradığı İlahi Sevgilinin mükemmel bir yansımasını gördü”. Şems “ruh denizinin derinliklerinden” Mevlana’yı uyarınca “nurun hayali açığa çıkmaya başladı”. Bundan sonra onun için Şems “gözün ışığı, aklın berraklığı, ruhun parlaklığı ve kalbin aydınlığıydı”. Şems “çokluğun arkasındaki birliği gören ve birliğin nasıl çokluğa döndüğünü bilen biriydi”. “Şems tamamen [kendisinin, âlemin, âlem üstü varlığın] farkındaydı. Hayatı, bütün varlığı ve hayatın özünü, tecrübe ile yaşadı. Şems, çiçeğin yapraklarının içinin ve dışının aynı olduğu gibi içte ve dışta aynıydı; Şems evrenin gelişmekte olan hafızasında insanlığın açığa çıkmasıydı”.
Mevlana, Şemsi hemen evine davet etti. Bir-iki yıl ayrılmamacasına beraber kaldılar. Bu birliktelik onun üzerinde çok derin ve kalıcı etkiler bıraktı. Şems ile tanıştıktan sonra adeta yeniden doğdu ve aşkı kâinatın canlı gücü olarak keşfetti (Arasteh, 2000). Bundan sonra her şey değişmeye başladı. Onun muhteşem ifadesiyle:
Ölüydüm, dirildim;
Ağlıyordum, gülmeye başladım.
Aşkın gücü geldi ve ebedi güç oldum.
Gözüm keskinleşti, ruhum ise cesur,
Bende bir aslanın kalbi var, Parlayan bir Venus oldum. Babasındaki büyük değişimin yakından izleyen oğlu Sultan Veled babasını içine alana “güçlü ve kontrol edilemez duyguları” şu şekilde ifade eder:
Bir an bile ney dinlemeye ve semaya ara vermedi;
Gündüz ve gece asladinl enmedi.
Müftüydü, şair oldu;
Zahit idi; Aşk ile sarhoş oldu.
Üzümden yapılan şarap değildi: aydınlanmış ruh sadece Nur şarabını içer”.
Peki, Şems ne yapmıştı? Ünlü Mevlana ve tasavvuf uzamanı William Chittick’e göre “Şems, Mevlana’yı daha önce asla tecrübe etmediği ilahi aşkın farklı boyutlarıyla tanıştırdı”. Mevlana eğitim-öğretim görevlerini tamamen terk ederek, tüm vaktini Şems’le geçirmeye başladı. Adeta ruhları bir, fakat bedenleri farklıydı. Çok geçmeden Şems’le aralarındaki dostluk ve yakınlık Mevlana’nın bazı talebelerinin kıskançlığına ve çekememezliğine sebep oldu. Bir süre sonra Şems ortadan kayboldu. Bazıları katledildiğini söylese de, Mevlana buna hiçbir zaman inanmadı. Ancak şurası kesin ki, Şemsin kaybolması Mevlana’nın kendini şiire
vermesine ve coşkun bir şair olmasına sebep oldu. Mevlana bunu birçok yerde açıkça ifade eder.M esnevi’nin o muhteşem başlangıç beyitlerinde bunu şu şekilde ima eder: “Dinle neyden, zirâ o bir şeyler anlatmada Ayrılıklardan şikâyet etmededir. Ney der ki: Beni kamışlıktan kopardıklarından beri, İniltim kadın- erkek herkesi ağlattı. Ayrılık bağrımı delik deşik eylesin, Tâ ki aşk derdini anlatabileyim.”
17 Aralık 1273 yılında büyük bir aşkla bağlı olduğu “Dosta” yürüdüğünde, Konya ve civarında yaşayan Yahudi, Hıristiyan, Müslüman kısaca herkesimden büyük bir topluluk cenazesine katıldı. Herkes onu “Efendimiz” olarak kabul ediyordu. O gün bu gündür o sadece Müslümanların değil, tüm dünyanın Mevlana’sı olarak kabul edilmektedir (Barks, 1995;
Chittick, 1993). Fani dünyaya veda ettiği geceyi “şebi-i arus” (düğün gecesi) olarak adlandırdı. Ölüm onun için yokluk, hiçlik ve dostlarından ve sevdiklerinden ebedi olarak ayrılış değildi. Aksine onun için ölüm, yeniden doğuştu; dosta kavuşmaydı. Hayatının son anında bizlere verdiği en büyük ders, ölümün çirkin, sevimsiz, ürküten ve korkutan perdesini yırtıp atarak; bizlere adeta ölümü sevdirmesiydi. O gün bugündür Mevlevi dervişler bu geceyi bir bayram gibi kutlamaktadırlar.
Mevlana’nın Vedası
Öldüğüm gün, tabutumu omuzlar üzerinde gördüğün zaman,
bende bu cihanın derdi var sanma..
Bana ağlama,"yazık yazık, vah vahdeme.
Şeytanın tuzağına düşersen, vah vah'ın sırası o zamandır,
yazık yazık o zaman denir..
Cenazemi gördüğün zaman ayrılık ayrılık deme, benim,
buluşmam, görüşmem o zamandır.
Beni mezara koydukları zaman "elveda elveda" deme..
Mezar cennet kapısının perdesidir.
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret.
Güneşle aya batmadan ne ziyan gelir.
Sana batma görünür ama, o aslında doğmaya hazırlıktır, yeniden doğmadır.
Mezar ise hapishane gibi görünür ama, aslında can'ın hapisten kurtuluşudur.
Yere hangi tohum atıldı da bitmedi.
Neden insan tohumuna gelince bitmeyecek zannına düşüyorsun.
Hangi kova kuyuya salındı da dolu olarak çıkmadı.
Can Yusufu kuyuya düşünce, niye ağlasın.
Bu tarafta ağzını yumdun mu. o tarafta aç..
Çünkü artık, hayhuydan uzak. mekânsızlık âlemindesin"
2. Başlıca Eserleri
Konfüçyüs’ten farklı olarak, Mevlana’nın tüm eserleri kendi zamanında telif edilmiştir. En önemli eseri en son yazdığıMesn evî’dir. MevlanaM esnevî’yi çok sevdiği talebesi ve kâtibi Hüsameddin Çelebi'nin talebi üzerine yazmıştır. Daha doğrusu o söylemiş, talebesi de yazmıştır. Altı cilt olan Mesnevî’nin beyit sayısı konusunda farklı görüşler olsa da genel kabule göre 25585 ila 26660 beyitten oluşmaktadır. Mevlana bu ölümsüz eserine şu sözlerle dikkat çekmektedir:
“Bu kitap,M esnevî kitabıdır. Mesnevî, hakîkate ulaşma ve yakîn sırlarını açma hususunda din temellerinin, temellerinin temelidir. Allah’ın en büyük fıkhı, Allah’ın en aydın yolu, Allah’ın en açık delilidir... Şüphe yok ki Mesnevî, gönüllere şifadır; hüzünleri giderir, Kur’ân’ı apaçık bir hale koyar...” (Mesnevî, I, Önsöz)
Haklı olarak Mevlana daha çok bu eseriyle tanınmıştır. Eser birçok dünya dilini çevrilmiştir. Hala büyük bir ilgi ile okunmaktadır. On beşinci yüzyılın önde gelen mutasavvıf ve şairlerinden
Abdurrahman Câmi’ye göre ; "mânâ cihânının eşsiz pâdişahının zâtının değerini ispatlamak için Mesnevî kâfidir. O büyük varlığın vasfı ve üstünlüğü hakkında ben ne söyleyeyim? O peygamber değildir fakat kitabı vardır."
Yarım yüzyıla yakın bir zamanı Mevlana’yı anlamaya adayan ve Mesneviyi İngilizceye
tercüme eden ve yorumlayan Prof. R. A. Nicholson’a göre "Mevlâna, bütün asırların
yetiştirdiği mutasavvıf şairlerinin en büyüğüdür". Ünlü Psikanalist ve düşünür Erich
Fromm’a göre "Mevlâna sadece büyük bir şair, eşsiz bir mutasavvıf değildir. O aynı zamanda
insan tabiatının derinlerine inmiş, insanın iç yüzünü keşfetmiştir”.
Böylece de insanın kendi mahiyetini ve kâinatın anlamını anlama arayış ve çabalarına büyük katkı tapmıştır. Mevlâna'nın çeşitli konularda söylediği ve yaklaşık kırk bin beyitten oluşan diğer önemli kitabı ise Dîvân-ı Kebir’dir. Mesnevi gibi dili Farsça’dır. Ancak yer yer Arapça, Türkçe ve
Rumca şiire de yer verildiği görülmektedir.
Mevlâna'nın başta zamanın yöneticileri ve önde gelen şahsiyetleri olmak üzere çeşitli kişilere
yazdığı yüz kırk yedi mektupMektûbât adlı eserinde bir araya getirilmiştir. Mektupların
içeriğine bakıldığında, çoğu zaman nasihat niteliğinde olduğu ve bazen de sorulan sorulara
verilen cevaplardan oluştuğu görülmektedir.
“Ne varsa içindedir” manasına gelen Fîhi Mâ Fih Mevlâna'nın çeşitli meclislerde yaptığı sohbetlerinden oluşmaktadır. Oğlu Sultan Veled tarafından bir araya getirildiği sanılmaktadır. Mecâlis-i Seb'a adlı eseri ise Mevlâna'nın çeşitli vesilelerle yaptığı vaazlarının bir araya getirilmesinden oluşmaktadır. İçeriğine bakıldığında daha çok toplumsal ve ahlaki Hadisleri yorumladığı görülmektedir.
3. Allah ve Yaratılış
Mevlana, Allah’ın fizik âlemi yoktan var ettiğini (ex nihilo) ve yeni şeyler yaratmaya da devam ettiğini kabul eder. Allah’ın her an âlemde yarattığı şeylerden “akıllar bile hayret içinde” kalmaktadır: Taşları, lâl ve yakut, dağları altın ve gümüş madeni yapıyor. Yeryüzündeki bitkileri harekete getirip diriltiyor ve adeta “adn cenneti” haline getiriyor. Yer, taneleri kabul ediyor, ürün veriyor, ayıpları örtüyor ve daha anlatılamayacak kadar çok, yüz binlerce tuhaf şeyleri kabul ediyor, meydana getiriyor. Bunun gibi dağlar da türlü türlü madenleri ortaya çıkarıyor (FM, 24).
Ona göre, Allah her şeyi özel bir düzen, görev, amaç içerisinde yaratmaktadır. Dahası âlemdeki her şey canlıdır. Bu sistem içerisinde hiçbir şey ruhsuz ve cansız değildir; varlığın en alt derecesinde olmasına rağmen madde bile canlıdır. Mevlana “yeryüzü ve suyun, ateş ve havanın bize cansız gibi görünmelerine rağmen Allah’ın nezdinde canlı olduğunu , asla “yeryüzünü boş ya da ölü” olarak düşünmememizi; yeryüzünün sürekli uyanık olduğunu ve yaratıcısını tanıdığını Kur’anî bir bağlamda ısrarla ifade eder.
Bulut, güneş, ay ve yücelerdeki yıldızlar...
hepsi de bir nizamla gelirler, giderler.
Her biri, ancak vaktinde gelir...
vaktini ne geciktirir, ne de erken gelip çatar.
Bunu nasıl oldu da peygamberlerden anlamadın sen?
Onlar, taşa sopaya bilgi ihsan ettiler.
Bunları gör de diğer cansız şeyleri de
şüphesiz bir halde sopaya, taşa kıyas et!
Taşla sopanın itaati meydana çıkar,
görünürde öbür cansız şeylerin halinde de haber verir... onlar da
“Biz, Tanrıyı biliriz, ona itaat ederiz... hepimiz de tesadüfen halk edilmiş abes şeyler değiliz” derler (Mesnevi 4, 759).
Büyük Alman filozof Hegel Mevlana’nın felsefesini dikkatle incelemiş ve onun Allah’ın Birliği kavramına hayran olmuştur. Mevlana uzmanlarına göre “Hegel Mevlana’nın [kullandığı dilin] sembolik gücünden ve kesinliğinden o kadar etkilendi ki ondan uzun alıntılar yapmaktan kendini alamamıştır”. (Bina-Vaziri)
Allah’ı her yerde keşfeden ve yaratılışın her bir parçasını Allah’ın azametinin bir tezahürü olarak gören “gerçekliğin bu müthiş vizyonu” tasavvufa has bir nitelikti. Abdurrahman Cami’ye göre:
“Her dal, yaprak ve meyve Allah’ın mükemmelliğinin bazı yönlerini açığa vurur: servi ağacı onun saltanatını ima eder, gül O’nun cemalinden haber verir”. Her atom Allah tarafından yaratıldığından, insan hakikat-ı uzmayı [en büyük hakikati] bilebilir ve aşkın sırlarını öğrenebilir.
Kur’an merkezli bu Allah anlayışının Mevlana’nın düşüncesinde merkezî ve temel bir konumu olduğu yukarıdaki alıntıda açıkça görülmektedir. Bu anlayış onunantropokozmik dünya görüşünün de kilit noktasıdır. O’nun beyitleri “yaşamın farklı yönlerinde kendini açığa vuran Allah’ın azametini” anlama ve onunla konuşmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Ancak, bu bağlamda Allah’ın özellikle iki niteliği çok önemlidir.
Allah bütün âlemleri ve her şeyi besleyendir. Allah her şeyi sevgiyle yaratır ve hayatını sürdürür. Dahası, Allah durağan ve statik bir varlık değildir. Belki, kâinat vasıtasıyla Saltanatını, Hikmetini ve İlmini sürekli olarak gösteren ebedi hayatın kaynağıdır. Bu anlayışla bakıldığında bizi şefkatli bir anne gibi kucaklayan etrafımızdaki âlemdeki her şey, İlâhi İrade, Hikmet ve Kudretin sonucu olarak meydana gelmektedir; âlemde büyük bir plan işlemekte ve her şey bu plana göre şekillenmekte ve oluşmaktadır.
Arılar bile Allah’tan gelen ilhamla kendi evlerini yapmaktadırlar. Böylece O’nun coşkulu ifadelerinde renkli ve canlı bir dünyanın kendini açığa vurduğu görülmektedir. Her şey hem birbiriyle ilişkili ve bağlantılıdır hem de özel bir alan, anlam, görev ve önem içindedir. Âlem, Allah’ın “sıfat ve özellikleri”ni açıkça gösteren değerli bir sanat parçası ve anlamlı bir kitap haline dönüşmektedir. Dahası bütün dünya Allah’ı sevmek ve O’na ibadet etmek için yaratılmıştır. Atomlardan, güneş sistemine; arıdan balığa kadar tüm varlıklar “mest edici ve hayranlık uyandırıcı” bir uyum içerisinde hareket etmekte ve bizi kucaklamaktadır.
Örneğin ona göre sıradan bir bahçe estetik bir boyuta sahiptir. Yeni açmış yeşil yapraklar Allah’ın sonsuz inayetini ve hayat ihsan eden gücünün en iyi kanıtları ve şahitleridir. Bu nedenle Mevlana’nın bahçesindeki her çiçeğin bir görevi vardır; insan yaşamının çeşitli özelliklerini ve durumlarını tasvir etmektedir. Kendi bahçesinin buğusunda Mevlana sadece çiçeklerin ve bahçedeki bütün sakinlerin dile getirdiği sonsuz övgüyü dinlemez aynı zamanda onları dua vaziyetinde canlandırır. Örneğin çınar ağacı bir müminin ellerini dua için açtığı gibi, dallarını semaya açmış dua etmektedir.
Öte yandan bulutlar okyanusun aşkından gebedir. “Bulutlar gözyaşı dökmeden, bahçe nasıl gülümser?” Sabah rüzgârı sevgilinin nefesini veren yaşamın sembolünün bir parçasıdır. Bu nedenle rüzgâr dokunduğunda ince dallar mest olur ve bu ilahi musikiye eşlik ederek dans etmeye başlar. Kısaca yeşil taze dilleriyle ve uzun elleriyle konuşan her ağaç; dalları ve yapraklarıyla Allah’ın yaratıcı gücünü herkese duyuran birer haberci olmaktadır. Saba rüzgârının bize söyleyecek sırları olduğunu vurgulayan Mevlana, sabah namazından sonra
yeniden uykuya gitmememizi ister:
Saba rüzgârının sana söyleyecekleri var.
Lütfen, tekrar uyumaya gitme.
Gerçekten istediğin içi dua etmelisin
Lütfen, tekrar uyumaya gitme.
İki dünyanın birbirine dokunduğu kapı eşiğinde insanlar gidip-gelmekte.
Ve kapı sonuna kadar açık;
Lütfen, tekrar uyumaya gitme.
Görüldüğü gibi, Mevlana etrafımızdaki âleme sadece çıkarcı, faydacı ve araçsal bir nazarla bakan zihin yapımızı da değiştirerek, her şeye bütüncül bir gözle bakan yeni bir bakış açısı sunmaktadır. Mevlana’nın etrafımızdaki tabiatı ve içindekileri nasıl gördüğüyle ilgili bir kaç alıntıyla yetinmek istiyoruz:
Toprak, su, hava bize ölü görünseler de,Allah nezdinde canlıdırlar(Şerif 49).
Rüzgâr, toprak, su ve ateş kölelerdir. Benimle, seninle ölüdür. Hak’la diridirler, ancak onun emrini tutarlar (Mesnevî 1, 66, beyit 835).
Bu cansız olan bulut vaktinde yağmur yağdırmanın gerekli olduğunu ne bilir? Bu bitkiyi kabul edip, bir yerine on veren toprağı da görüyorsun. Bunları bir kimse yapıyor. İşte sen asıl O’nu gör!(Fihî Mâfih, 61).
Toprak bile ulu Tanrı’nın kendisine verdiği her şeyden, cemad (cansız) olmasına rağmen, haberdardır. Eğer öyle olmasaydı suyu nasıl kabul ederdi ve her şeye nasıl sütannelik eder ve onu beslerdi(age, 340).
Dünya her nefeste yeniden yaratılmada, yenilenmektedir. Fakat biz dünyayı öylece durur gördüğümüzden, bu yenilenmeden haberdar değiliz. Her an âlem yenilenmekte, ve biz, görünüşte aynı kaldığından,onun yenilenmiş olduğunun farkında değiliz,bedende, benzerinin devamlılığı olmasına rağmen hayat, ırmak gibi her zaman bir yeniliğe akmakta (Bayraktar 1989, 80).
Ey gün, doğ! Atomlar oynuyor, cezbeye kapılmış ruhlar oynuyor. Kulağına, dansının onu nereye sürüklediğini söyleyeceğim.Havada ve çöldeki bütün atomların bizim gibi divane olduklarını iyi bil (Bayraktar, 67).
Bu deniz, can balıklarıyla dopdoludur. Sen görmüyorsun ama etrafında uçuşup duruyorlar. O balıklar sana kendilerini çarpmaktadırlar. Gözünü açta apaçık gör. Balıkları görmüyorsan bile, bari kulağın tesbihlerini duysun (Mesnevi, III, 305, beyit 3735).
Kısacası Mevlana mahlûkatın her birinin, akıl ve temyiz sahibi olanların da, olmayanların da Allah’ı tesbih ettiklerinden, her birinin tesbihinin bir diğerinden farklı olduğundan bahsetmektedir (Yaylalı 1975, 178). Bu tesbihleri dinlemekte ve kendisi de bu kozmik zikre katılmaktadır. Mevlana’ya göre “hayatsız madde yoktur; madde en düşük derecedeki varlıklarda bile canlıdır”( Şerif 49). Ona göre her şey beden diliyle O’nu tesbih etmektedir:
“Şu dilsiz uzuvlarının yüzlerce dili vardır. Âleme rızk veren Tanrının nimetlerinin zikri zaman yapraklarında gizlenmiştir”. Bu bakış açısının kaynaklarına bakıldığında, diğer Müslüman düşünürler gibi, Mevlana’da da Kur’an’ın etkisi ve yansımasının açık olduğu anlaşılmaktadır. Kur’an’daki bazı ayetlerin Mevlana’nın dilinde şiirleştiği görülmektedir.
Mevlana, mevsimlerdeki değişimi çok canlı bir şekilde tasvir eder. “Gece gündüz hikâye arayıp duranlara”, etrafındaki âlemin beden diliyle (lisan-ı hal) ile söylediklerine kulak vermesini ister. Zira insanın her organı ve bedeni de “Allah’ın bir nimetini söylemektedir”. Dahası tabiat tıpkı bir annenin çocuğunu emzirmesi gibi, bizi emzirmekte ve beslemektedir. “Bahar olmayınca bahçelerde bir şey doğar mı? Gebelerle kucaklarındaki çocuklar, baharın o kadınlarından aşkına delalet eder. Her ağaç çocuklarını emzirmededir” (Mesnevi 6, 93-95).
Mevlana’nın şiiri âlemde yansıyan sonsuz Güzelliğe hayranlığı addettiği için O aynayı, Allah’ın sonsuz Güzelliğini yansıtan yaratılmış dünya için bir sembol olarak kullanmaktadır. Etrafımızdaki âlemi bir ayna olarak gören Mevlana’nın Allah’ı insana onun şahdamarından daha yakındır. Dostunun işaretlerini her yerde gördüğü içindir ki, O’nun asla bitmeyen İstek ve Gücünün kendini açığa vurmasından başka bir şey olmayan etrafındaki âlemde gördüğü Allah’ın yarattığı mucizeleri seyretmekten kesinlikle bıkmaz. Örneğin ağaçtaki her yaprak çalılardaki her kuş Allah’ın büyüklüğünü anmakta ve övmektedir. Aslında bütün âlemden yükselen kozmik ve ilahi müzikten başka bir şey değildir. Müzik hayatın kaynağıdır; bitince
hayat da biter. Etrafımızdaki âlemin bize sağladığı “fayda boyutunu” çok sığ ve yetersiz bulan Mevlana, derinlere işaret etmekte; inci ve mercanlara işaret etmektedir: Denize varıp oradan birazcık veya bir testi su almakla yetinmek yazık olur. Denizden alınacak inciler ve daha başka binlerce şeyler varken, yalnız su almanın ne değeri olabilir? Akıllı insanlar bununla nasıl öğünürler ve ne yapmış olurlar?( Fihî Mâfih, 17). Ona göre etrafımızdaki âlemin “fayda boyutu" bir köpüktür. “Bu âlem, çer-çöple dolu bir köpüktür; fakat bu köpük, dalgaların çalkalanmasından, oynamasından ve denizin köpürüp kaynamasından temizlik, saflık ve güzellik bulur. İnsanların kadınlar, oğullar, yük yük altınlarla gümüşler, güzel cins atlar, davarlar, ekinler gibi şeyler gösterişleriyle, içini çeker ve hırsım gıcıklar”. Ancak ona göre “bütün bunlar dünya zevkidir”. Ayetin “süslendirildi” ifadesinden hareketle, bu âlemde “gerçek güzellik ve iyilik yoktur; bu güzellik onda iğreti olarak bulunuyor ve başka bir yerden gelmiştir” ifadesiyle âlemin arkasındaki Mutlak Varlığa dikkat çekilerek; insanların “kıymetsiz bir köpükçük olan” boyuttan ziyade, bu alemi bir bütün olarak kavrayıp, gerçek varlılığı bulmaya davet edilir(Fihî Mâfih, 18).
Âlem ise O’na ayna olmak, O’nu göstermek açısından bir değer kazanır. Çevreci bir bakış açısıyla bakıldığında onun etrafımızdaki âlemi aşağıladığı ve önemsemediği sonucu çıkarılabilir. Ancak Mevlana’nın öğretisi bir bütün olarak ele alındığında, onun âlemin “sığ ve dar boyutuyla” tatmin olmadığı, tüm büyük ve engin ruhlar gibi âlemin derin boyutunu anlamaya çalıştığı söylenebilir. Bu yönüyle de Mevlana’nın âlem anlayışı “derin çevrecilerin” kavramlaştırmaya çalıştığı âlem anlayışını bile aşmaktadır. İnsan, kesinlikle düşman ve vahşi bir âlemde tek başına değildir ve etrafı da düşmanlarla değil, dostlarla kuşatılmıştır. Çiçekleriyle, gülleriyle, bahçeleri, dağları, taşları; geceleyin bize göz kırpan yıldızları ve sayısız hayvan çeşidiyle âlem insana gerçek bir evdir ve onu kucaklamaktadır.
Onun âlem ve yaratılış anlayışını irdelerken “tekâmül” anlamındaki “evrim” anlayışına da işaret edilmelidir. Ancak O, Darwin ya da Spencer gibi mekanik veya biyolojik bir evrim kuramcısı değildir. Darwin varlığın ve yaşamın çevreye uyumu için kör zorlayıcı bir mücadele ile yaratılışın daha üst türlerin biyolojik bir görünümü olduğunu söylerken Mevlana, bütün yaratılış sürecini büyük bir sistem içinde anlamakta ve mekanik dinamikleri açıklamak yerine aşka, çekiciliği ve çekimi yaratan en önemli güç olarak sığınmaktadır. “Evrendeki bütün atomlar âşıklar gibi birbirlerini çekmektedir, herkes aşkın manyetik gücüyle eşine doğru sürüklenmektedir.”
Bundan dolayı onun evrim teorisi yaşamın yaratıcı ve evrimsel boyutlarını tartışan Bergson ile karşılaştırılabilir. Fakat Bergson’a göre yaratıcı evrim süreci amaçsız ve anlamsızdır. Mevlana ise Allah’ı varlığın amacı ve esası olarak görmekte ve yaşamın amaç arayan bir
faaliyet olduğunun altını çizmektedir(Bayraktar, 1987). Bu anlayışta, daha yüksekteki bir varlığın içine dâhil olan alt mertebedeki varlıklar, aşamalı bir imha sürecinin aksine, üstteki varlık tarafından özümsenmektedir. Aynı şekilde, ona göre semavî hareketler kör ve mekanik bir hareket olmayıp, “sonsuz aşk okyanusunda dalgalanmalardır”. Eğer ortada “evrensel aşk” yoksa tüm varlık donabilir ve hiçliğe çekilebilir. Canlı, bitkilerde ortaya çıkmayı ve onlarla birleşmeyi reddedebilir ve bitkiler ne hayvanların yaşamına yükselebilirler, ne de yaşamın mantık ve ruhuna ulaşabilirler.(…) Zira aşksız hiçbir şey hareket etmez.
Mevlana’nın “güçlü olanın yaşamını sürdürmesi” ilkesi yerine aşk ve karşılıklı bağımlılık temeline dayanan; Allah’ın ilmi, iradesi ve kudretinin kendisini belli bir süreçte açığa vurması anlamında farklı bir tekamül anlayışı geliştirdiği görülmektedir.
4. Dinamik bir güç olarak aşk
Mevlana tabiatta gizli bir enerjiye sahip bir güç keşfetmiştir ve bu görünmez gücü insanoğlunun evrenin kalanını paylaştığı bütün formların sebebi olarak görmektedir. Daha sonra cismani ve ruhani dünyanın altında ne yattığını anlamaya çalışmış ve bulmuştur. Buna göre, kainatta ve bizim içimizde olan görünmez ve sürekli artan değişimin altında yatan aşktır. Aşk, böylece, Allah’tan gelmektedir ve Allah’a doğru hareket etmektedir. Yaratılışın yukarı doğru hareketinde bir evreden başka bir evreye geçişinde olduğu gibi aşk da her adımda varlığın yeni biçimlerine dönüşmektedir. O’na göre evrendeki her şeyi, her şeyle birleştiren zerrecikler arasındaki etkileşimden sorumlu olan bu pozitif enerjidir. Böylece hiçbir şey bu sistemden bağımsız değildir. Her şey birbirine bağlı ve bağımlıdır.
Buna ilaveten aşk her hissi yücelttiği, sezgi gücünü artırdığı ve anlayışı yönettiği içindirki Mevlana insanda aşkın zekâdan üstün olduğunu itiraf etmektedir. Günlük sosyal yaşamda, örneğin, aşk daha önemli ve uygulanabilir bir iştir. Bu demektir ki aşk tüm anlaşmazlıkları çözer, bencilliği ve akla gelen birçok bahaneyi ortadan kaldırır. Bu suretle aşk sadece dini ve ahlaki yaşam için basit ve gereksiz değil aynı zamanda evrensel düzen için de sürdürülebilirdir.
Kısaca ifade etmek gerekirse Mevlana birbirleriyle güçlü bir şekilde birbirine bağımlı bir hissi ifade eden doğal dünyaya ve kendimize yönelik daha derin ve kapsamlı bir anlayış sunmaktadır.
Annem sevgidir
Babam sevgidir
Peygamberim sevgidir
Allah’ım sevgidir
Ben sevginin çocuğuyum
Sadece sevgiden bahsetmek içi geldim.
Bunun zorunlu bir sonucu olarak Mevlana, dünyanın gerçekliğini, tüm yaşamın saygınlığını ve özellikle kendini ve ilâhi başlangıcı ve amacı düşünen insan yaşamını yeniden yapılandırmıştır. Bundan dolayı Mevlana “aşkın kâinatın ruhu olduğunu; bu ruhun sınır tanımadığını ve tüm insanları, ülkeleri ve dinleri içine aldığını büyük bir şevkle ilan eder.
Varoluşçu psikanalist Erich Fromm, Mevlana’nın aşk kavramının ve sonuçlarının farkında olan bir düşünür. Fromm’a göre “aşık olduğumuzda dünya daha tatlı, daha güzel ve daha muhteşem görünür. Aşık olduğumuzda, her şeye ve herkese aşık oluruz.” Bununla beraber, Mevlana sadece “aşkın gücünün” farkında olmanın yeterli olmayacağını vurgular. “Aşık, bu şefkatini, cömertliğini ve sevgisini hal ve hareketleri ile tercüme etmeli; göstermelidir.” Mevlana’nın, fikri ve zihni bir değişimle yetinmediği, daha doğrusu tatmin olmadığı görülmektedir. İnsan inancını ve fikir hayatını günlük hayatta uygulamalıdır.” “Daha ileri bir adım atarak, kendisini diğer hemcinsleri ve kâinatta birlikte ve beraber hissetmek için varoluşun sevincini gerçek iyi olmada keşfetmelidir” (Fromm, 1993).
Bundan dolayı, Mevlana hayatın anlamını ararken aile ve okul gibi toplumsal kurumların ve hayat tecrübelerinin ötesine geçmiş ve bu kurumları “insanın olgunlaşmamasının” bir sonucu olarak görmüştür. Bütün bunlar insanın nihai yeniden doğuşuna; “sevme sanatını” elde etmesi için yönlendirmelidir. “Bu sevme sanatının ve insanın kendi insani tabiatına ve doğal çevresine karşı olan bu derin kavrayışın, insanın iç âleminde tecrübe ettiği mutluluğu dışa yansıtması için teşvik etmesi” gerçekten ilginçtir.
İşte bu anlayıştan bir çevre ahlakı oluşturabiliriz. İnsan iç âlemindeki barış ve huzuru diğer tüm varlıklara karşı ifade eder. Daha önemlisi ise, bu davranışın faydacı ve araçsal olmaması; kâinatın mütevazı bir ferdi ve üyesi olan insanın durumu olmasıdır.
Kardeş olarak hayvanlar
Mevlana’nın, şiirlerinde hayvanlara şaşırtıcı derecede yer verdiği; adeta onlarla farklı bir iletişim kurduğu görülür. Mesnevi’yi okuyan biri, hayvanların hiç de Kartezyen felsefenin bize sunduğu “ruhsuz otomat makineler” olmadığını fark eder. Dünya cansız, anlamsız ve amaçsız olmadığı gibi, dünyayı şenlendiren hayvanlar da amaçsız değildir. Mevlana’nın bakış açısında hüthüt kuşu, Hz. Süleyman'nın postacısı olur, Sebe Melikesi Belkıs’a onun mesajını götürür-getirir (Mesnevi, 6, 194). Allah sivrisineği Nemrud’a musallat etti ve onu helak etti. Ateşin İbrahim'i (Ona selâm olsun) yakmasına izin vermediğinden, ateş İbrahim için soğuk bir madde ve güvenilir bir yer oldu; yeşillik, güllük gülistan haline geldi (FM, 88).
Mevlana’ya göre kurt, horoz ve aslan bile aşkın ne olduğunu bilir. Bu anlayışın doğal sonucu olarak Mevlana hayvanlara karşı son derece hassas ve naziktir. Örneğin yürürken uyuyan bir köpeği uykusundan uyandırmaz ve rahatsız etmemeye çalışır. Zavallı hayvan uyanana kadar bekleyecek kadar ona saygılıdır.
Bir gün öğrencileriyle Konya sokaklarında yürüyordu. Genç bir dana ona yaklaştı ve boynunu onun önünde eğdi. Dananın gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Zavallı hayvanın bir şeyden korktuğu ve kaçtığı her halinden (beden dili) anlaşılıyordu. Mevlana hayvanın başını, boynunu ve sırtını okşamaya başladı. Onu sakinleştirdi. Derken ellerinde bıçak olan iki kişi çıka geldi. Daha danayı istemeden, Mevlana bu hayvandan ne istediklerini sordu. Dananın kendilerine ait olduğunu ve keseceklerini söylediler. Kısa bir müzakereden sonra, Mevlana danayı kesmemeleri konusunda onları ikna etti. Olup-biteni seyreden herkes gördükleri karşısında şaşırmış ve çıt çıkmıyordu. Dananın sahipleri, hayvanı alıp gitmeden, bir kez daha Mevlana’ya onu kesmeyecekleri konusunda söz verdiler.
Bir başka gün Mevlana evden biraz ekmek alıp, ayrıldı. Talebelerinden biri onun gizlice takip etti. Birazdan Mevlana’nın, yeni doğurmuş ve yavrularını emziren bir köpeğe kendi elleriyle ekmek yedirdiğini gördü. Takip edildiğini anlayan Mevlana talebesine döndü ve şu açıklamayı yaptı. Zavallı köpek! Bir hafta önce doğurdu. Yavrularını terk etmeyerek, şefkatle onları bekliyor.
Sevgili Peygamberimiz buyuruyor: “Merhamet sahibi kimselere Allah da merhamet edecektir. Yeryüzünde bulunanlara merhamet ediniz ki gökte bulunan da size merhamet etsin”.
Alıntı.