p4inkiLLer
Kayıtlı Üye
...ve onlar niçin kendisiyle oynamayı kestiler
Mutluluk peşinde koşmanın yararsızlığı ile ilgili bir öykü...
DENİZ KENARINDA YAŞAYAN VE
MARTILARI SEVEN BİR ADAM VARDI.
HER SABAH DENİZE İNİP MARTILARLA DOLAŞIRDI.
YANINA SAYILAMAYACAK KADAR ÇOK,
YÜZLERCE KUŞ GELİRDİ.
BİR GÜN BABASI ONA DEDİ Kİ,
'MARTILARIN SENİNLE DOLAŞMAYA
GELDİKLERİNİ DUYUYORUM
- BİRKAÇINI BANA GETİR DE OYNAYAYIM.'
ERTESİ GÜN, DENİZ KIYISINA GİTTİĞİNDE,
MARTILAR BAŞININ ÜSTÜNDE TURLADILAR
AMA AŞAĞI İNİP YANINA GELMEDİLER.
Hayatın en büyük sırrı - ve bunu asla unutma -bir armağan olmasıdır. Sen bunu hak etmedin. Bu bir hak değil. Sana bahşedilmiş, onu kazanmadın. Bunu anladığında pek çok şey açıklığa kavuşacaktır.
Yaşam bir armağan ise o zaman hayata dair her şey birer armağan olacaktır. Mutluluk, aşk, meditasyon -güzel olan her şey yüce olanın, bütünün sana bir armağınıdır. Bunu hak etmen mümkün değildir ve varoluşu seni mutlu etmeye zorlayamazsın, veya seni sevecen kılmaya, veya seni meditasyona yöneltmeye. Bu tür çabalar egoya aittir. Çabanın ta kendisi mutsuzluk yaratır. O çaba seni mahvetmektedir - intiharla eşdeğerdir.
Yaşam bir armağansa eğer, yaşama ait her şey, yaşamın içindeki her şey de birer armağandır. Onu bekleyebilirsin, ona karşı açık olabilirsin, teslim olabilir, sabırla bekleyebilirsin, ama talep edemezsin, ve zorlayamazsın.
Emile Coue Jefferson'dan daha uyanıktı. Emile Coue, Ters Etki Kanunu adını verdiği bir kuralı keşfetti. Bazı şeyler vardır ki yapmaya çalıştığın zaman tam tersi olur. Eğer yapmaya kalkışmazsan yapmayı başarabilirsin. Uyumak istiyorsun - ne yapabilirsin? Uyumak herkesin temel hakkıdır, ama ne yapabilirsin? Polisten yardım mı isteyeceksin? Uyuyamadığın zaman ne yapacaksın? Ne yaparsan yap rahatın kaçacak çünkü tüm o çabaların uykuyu engelleyecek. Uyku çabasızlık durumudur. Tamamen rahatlarsan, hiçbir şey yapmadan, yavaş yavaş uykuya dalarsın. Ona doğru yüzemezsin, ancak sürüklenirsin. Bu iş bilinçli çabayla olmaz.
Uykusuzluktan şikayetçi olan insanların hepsinin ortak sorunu da işte budur. Bütün insomniyakların belirli davranış biçimleri vardır. Uykuları gelsin diye bazı şeyler yaparlar. İşte bu noktada hatalı davranıyorlar. Uykuyu nasıl zorlayabilirsin ki? Sen zorlandıkça daha da uyanık kalırsın - bilinçli, gözleri açık, tetikte. Her türlü çaban seni daha fazla uyanık hale getirir ve uykun gittikçe daha çok kaçar.
Uyumak istediğinde ne yaparsın? Hiçbir şey yapmazsın. Sadece sakin bir şekilde beklersin. Uykunun sana gelmesine izin verirsin - onu zorlayamazsın. Talepkar olamazsın, "Gel" diye emir veremezsin. Gözlerini kapatıp karanlık bir odada başını yastığa koyup beklersin...beklerken uykuya dalarsın. Bir bulutun kayıp gitmesi gibi senin de bilincin kapanır. Tüm kontrolü yitirirsin. Kontrolü kaybetmelisin; yoksa uyuyamazsın, çünkü kontrol halinde olan parçan bilincindir. Onun geri çekilmesi gerekir. Kontrolün tamamen elden bırakılması gerekir. O zaman - ne zaman ve neden ve nasıl olduğunu bilmezsin - uyursun. Ancak sabah olduğunda uyumuş olduğunu ve iyi uyuduğunu fark edersin.
Yaşamda, haklar ancak yüzeyde ve piyasada varolabilir. Daha derine inince haklar yokolur. Daha derine indikçe armağanlarla karşılaşırsın. Bu hep hatırlaman gereken temel şeylerden biridir: sen yaşamı hak etmedin, ama yaşam işte burada! Tamamen hak edilmemiş halde sen hayattasın ve müthiş bir enerjin var - capcanlısın!
Bu nasıl oluyor? Eğer hiç hak etmediğin halde yaşam varolabiliyorsa neden mutluluk da olmasın? Veya aşk? Veya büyük coşku? Hepsi olabilir bunların, ama önce şu kanunu anlaman gerekiyor.
Kanun şudur: direkt olarak uğraşma. Mutluluğun peşinde koşulmaz. Ancak ikna edilebilir. İkna dolaylı yapılır. Bir saldırı değildir. Harekete geçersin, ama direkt olarak değil, çünkü direkt olunca saldırganlaşıyorsun. Hiçbir şey şiddet kadar direkt değildir, ve hiçbir şey direkt davranış kadar şiddetli değildir.
Yaşam daireler şeklinde hareket eder, direkt olarak değil. Dünya güneşin etrafında döner. Güneş daha büyük bir güneşin etrafında döner. Galaksiler, tüm evren dönerek hareket eder. Mevsimler dönerek değişir. Çocukluk, gençlik, yaşlılık, hepsi dönüşümlüdür. Yaşam daireseldir, asla direkt gitmez. Direkt hedefe saplanan ok gibi değildir. Ok insan icadıdır. Yaşamda ok gibi bir şey bulunmaz. Ok insanın şiddet dolu beynidir. Ok iki nokta arasındaki en yakın yolu seçer. Okun çok acelesi vardır, hep zamanla yarışır. Ama varoluşun acelesi yoktur.Varoluşla birlikte olmak mutluluktur, canlılıktır, meditasyon halidir.
Dolaylı hareket et. Peki dolaylı ne demek?
Hep şikayet eden, huysuz yaşlı bir adam tanırdım bir zamanlar. Her şey yanlıştı - o anasından eleştirmen olarak doğmuştu. Ve tabii tüm eleştirmenler gibi acı çekiyordu, çünkü bazen çok sıcaktı, bazen de çok soğuk, ve bazen fazla yağmurluydu, bazen de çok kurak. Her mevsimde, yıl boyunca, acı çekiyordu. Olumsuz bir beyin, olumsuz bir tavır - ve devamlı mutluluk arayışındaydı, halinden memnun olmak için hep bir çaba içindeydi. Ama ben ondan daha memnuniyetsiz bir adam görmedim; acı çekmenin, tatminsizliğin, huzursuzluğun timsali gibiydi adeta. Onun hayatında huzursuzluğun dışında hiçbir şey yoktu. Yüzü endişe ve mutsuzluktan kırış kırış olmuştu, hayatında ettiği her bir şikayet suratına kazınmış gibiydi.
Ama bir gün aniden değişti. Altmışına gelmişti ve ertesi gün doğum günüydü. İnsanlar onu kutlamaya geldiler, ve gözlerine inanamadılar - aniden değişmişti, bir gecede. Birisi bana haber verdi, ben de kendi gözlerimle görmek için onun evine gittim, çünkü bu bir devrimdi! Rus devrimi bunun yanında solda sıfır kalırdı. Çin'deki de öyle. Bir devrim! Altmış yıl boyunca bu adam kendini mutsuzluğa alıştırmıştı. Birdenbire, nasıl...? Ne olmuştu, nasıl bir mucize? İsa'nın bile böyle bir mucizeyi gerçekleştirebileceğine inanamıyordum, mümkün değildi, böylesi İncil'de bile yoktu... İsa körleri iyileştirdi, sağır ve dilsizleri iyileştirdi, hatta ölüleri bile, ama İsa'nın kimseyi mutsuzluktan kurtarması hakkında herhangi bir öykü duymamışsınızdır. Bu mümkün değil.
Yaşlı adama sordum - gerçekten mutluydu, mutluluktan uçuyordu - dedim ki, "Sana neler oldu?"
"Yeter artık dedim! Altmış yıl mutlu olmaya çalıştım ve olamadım, ve dün gece şu karara vardım: unut bunları artık; mutluluğu boş ver, sadece yaşa. Ve işte karşındayım, mutlu olarak," dedi.
Altmış yıl mutluluğun peşinden koştu. Böyle yapınca gittikçe daha mutsuz olursun. Bir ok gibi direkt hedefe gidiyorsun, ve Tanrı kısa yollara inanmaz. Kendi hedefine varabilirsin, ama orada mutluluğu bulamayacaksın.
Milyonlarca insan hedeflerine ulaşmak isterler. Başarılı olmak istediler, başarılı oldular - ama mutsuzlar. Zengin olmak istediler, zengin oldular - ama mutsuzlar. Zenginleştikçe mutsuzlukları artıyor, çünkü şimdi bir umutları da kalmadı. Eskiden zengin olursak mutlu oluruz diye düşünüyorlardı; şimdi zenginler, ama mutluluk...? Hiçbir yerde kırıntısı bile yok. Şimdi, mutsuzlukla beraber umutsuzluk da çekecekler.
Fakir birisi asla umudunu yitirmez, ama zengin öyle değildir. Henüz umudunu yitirmemiş bir zengine rastlarsan o garanti henüz zengin değildir. Umutsuzluk zenginliğin simgesidir. Fakir ümitlenebilir. Sahip olmadığı milyonlarca şey vardır. Hayal edebilir, o şeylere kavuştuğunda hedefine ulaşmış olacağını ümit edebilir.
Bu adam altmış yıl mutluluk peşinde koşmuş. Altmışa gelince ölümün nefesini hissetmiş, ve onu o gece hissetmiş olmalı, çünkü doğum günlerinde ölüm duygusu sinsice kendini hissettirir. Doğum günlerinde ölümü unutmak imkansızlaşır. Unutmana yardımcı olmak için eş dost gelip sizi kutlar ve derler ki. "Bu senin doğum günün." Her doğum günü bir ölüm günüdür, çünkü bir yıl daha geçmiştir, ölüm daha yaklaşmıştır. Aslında doğum günü "doğum günü" değildir, olamaz da - ölüm yaklaşmaktadır, gittikçe yakına gelmektedir. Zaman avuçlarından akıp gitmektedir. Toprak bile altından kaymaktadır. Yakında boşluğa düşeceksin. Doğum günü bir ölüm günüdür. Bunu saklamak, bastırmak adına toplum hilelere başvurur. İnsanlar ellerinde hediye ve çiçeklerle gelip ölümün yaklaştığını unutmana yardımcı olurlar - ve adına doğum günü derler.
Altmışına gelmişti. Ertesi sabah yeni bir doğum günü gelecekti. Hissetmiş olmalı, sesleri, ölümün ayak seslerini duymuş olmalı...gölgesini. Ve karar verdi: Artık yeter. Yeterince peşinde koştum - neredeyse tüm hayatım mutlu olmak uğruna harcandı, ve olamadım, o yüzden şimdi onsuz kalmayı deneyeceğim. Yaşlı adam dedi ki, "İşte şimdi buradayım. Hiç bugün olduğum kadar mutlu olmamıştım. Hiçbir mutsuzluğum, rahatsızlığım yok."
Arayışın ta kendisi seni mutsuz kılar. Aramadığında mutsuzluk seni arar. Aradığında yalnızsındır ve bulamazsın. Nerede arayacaksın? Nasıl arayacaksın? Beyin asla mutlu olmaz. Beyin senin mutsuzluğunun toplamıdır. Beyin senin mutsuz geçmişinin toplamıdır, yaşadığın tüm acıların: benliğinde bir yaradır. Ve beyin aramaya, peşinde koşmaya çalışır, sen de ıskalarsın.
Mutluluğu unutunca aniden mutlu olursun. Huzuru unutunca birden karşına çıkar. Aslında hep senin yanındaydı, ama sen orada değildin. Sen düşünüyordun: Gelecekte erişilecek bir hedef var, kazanılacak mutluluk var, yaşanacak huzur var. Senin aklın gelecekteydi ve halbuki mutluluk tıpkı çiçeklerin parfümü gibi çevrende dolanıyordu.
Çok fazla arayışa girince içine kapanıyorsun; arayışın kendi stresi seni kapatıyor. Çok fazla arzulayınca o arzunun kendisi öyle bir gerginliğe yol açıyor ki mutluluk bir türlü içine nüfuz edemiyor. Mutluluk aynen uyku gibi sana gelir, huzur da öyle: kendini serbest bırakınca, izin verince, bekleyince gelir.
Aslında, gelirler demek de doğru değil: zaten oradalar. Kendini serbest bırakınca onları görüp hissedebiliyorsun, çünkü rahatlıyorsun. Rahatlayınca daha duyarlı oluyorsun -ve mutluluk da gayet belli belirsiz bir şeydir, yaşamın kreması, özü. Tamamen gevşeyip rahatladığında, hiçbir şey yapmadığında, hiçbir yere gitmediğinde, hiçbir hedefi, amacı düşünmediğinde, ok değil de yay gibi olduğunda, gevşek ve rahat olduğunda - oradadır.
Ufak tefek meselelerde, piyasayla ilgili sorunlarda, ok gibi hareket edebilirsin, çünkü bunlar insan işi şeylerdir. Ama insan işi olmayan olaylarda ok gibi olamazsın - gevşemiş bir yay olman gerekir.
Tanrı rahatlama demektir. O nedenle Patanjali der ki mükemmel bir samadhi uykuya benzer, ama tek bir farkla -yoksa özellikleri, havası, tadı aynıdır - sadece bir tane. fark: uykuda bilincin kapalı olur, samadhi'de ise açık. Ama rahatlama, gevşeme aynıdır. Her şey rahat, hiçbir yere gidilmiyor, gitmeye ait bir düşünce bile yok, sadece bu an ve burası var - aniden her şey olmaya başlar.
Mutlu olmak için bir şey yapmayacaksın. Aslında mutsuz olmak için fazlasıyla çaba gösterdin. Mutsuz olmak istiyorsan iyice uğraş. Mutlu olmak istiyorsan her şeyi oluruna bırak. Dinlen, rahatla ve oluruna bırak.
Hayatın sırrı, oluruna bırakmaktır. Oluruna bırakmak dindarlığın da sırrıdır. Oluruna bırakmak en büyük sırdır. Oluruna bıraktığında bir sürü şey, milyonlarca şey olmaya başlar. Zaten oluyorlardı ama sen hiç farkında değildin. Olamazdın zaten; aklın başka yerdeydi, meşguldün.
Kuşlar ötmeye devam eder. Ağaçlar çiçek açmaya devam eder. Nehirler akmaya devam eder. Bütün devamlı hareket etmektedir, ve bütün rengarenk ve değişkendir, sonsuz kutlamaların eşliğinde devam eder. Ama sen öylesine meşguldün, öylesine kapalıydın ki içeri biraz hava girsin diye tek bir açık cam bile bırakmamıştın. Ne güneş giriyor içine, ne de biraz esinti, çok katısın, çok kapalısın, aynen Leibnitz'in monads diye ifade ettiği gibi. Sen monadsın. Monad penceresiz, açıklığı veya açılma imkanı olmayan anlamına geliyor. Nasıl mutlu olabilirsin? Böylesine kapalıyken çevrendeki mucizelere nasıl katılabilirsin? Kutsal olanla nasıl içice olabilirsin? Dışarı çıkman gerekiyor. Bu mahkumiyetten kurtulman gerekiyor.
Nereye gidiyorsun? Sanıyor musun ki gelecekte bir yerde varılacak bir hedef var? Hayat zaten burada! Ne diye geleceği bekleyesin ki? Niye her şeyi geleceğe erteleyesin? Ertelemek intihar etmektir. Yaşam yavaş geçer; o yüzden hissedemezsin. Çok yavaştır, ve sen de duyarsızsın; aslında ertelemek zehir gibidir. Kendini yavaş yavaş zehirliyorsun. Ertelemeye devam edersen şimdi buradaki yaşamı kaçırırsın.
Şimdi burada olana kavuşmuş olanlar için, yaşam harika sürprizlerle dolar. Hayal bile etmedikleri bir sürü şey olmaya başlar.
İlk kez meditasyon halinde tamamen gevşediğinde yaşamın böylesine güzel, böylesine sonsuz bir mutlulukla dolu, böylesine heyecanlı olduğuna inanamazsın! Bu inanılmazdır. Bir Buda bunu söylediğinde kimseler inanmaz. Bir İsa Tanrı'nın Krallığından bahsettiğinde kimseler inanmaz. Müridleri bile şüphe duyarlar.
Camları, kapıları aç! Bu hapishaneden çık, göğün altında dur. Yeniden hisset! Düşünmek işe yaramaz. İçinde tek bir pencere bile açılmadan düşünür durursun. Ancak hissetmek seni kendi dışına çıkarır -ve sen hissetmekten korkuyorsun, düşününce rahat ediyorsun ve hissetmekten ürküyorsun çünkü hissetmek seni dışarı çıkaracak. Seni yeniden hayatın akıntısına sokacak. Denize akan nehrin içinde olacaksın.
Daha çok hisset, daha az düşün, ve yavaş yavaş göreceksin ki ne kadar çok hissedersen o kadar fazla rahatlıyorsun. Daha çok hissettikçe hayatın sırrını daha fazla anlayacaksın - hiçbir şey yapman gerekmediğini, sadece açık olmanın yettiğini. Açık ol, derim ben, o zaman her şey önüne gelecektir. Bir kez yakalama ve tutunma fikri yerleşti mi her şey yokolur. Bu Sufi öyküsünün anlamı budur.
OSHO
Mutluluk peşinde koşmanın yararsızlığı ile ilgili bir öykü...
DENİZ KENARINDA YAŞAYAN VE
MARTILARI SEVEN BİR ADAM VARDI.
HER SABAH DENİZE İNİP MARTILARLA DOLAŞIRDI.
YANINA SAYILAMAYACAK KADAR ÇOK,
YÜZLERCE KUŞ GELİRDİ.
BİR GÜN BABASI ONA DEDİ Kİ,
'MARTILARIN SENİNLE DOLAŞMAYA
GELDİKLERİNİ DUYUYORUM
- BİRKAÇINI BANA GETİR DE OYNAYAYIM.'
ERTESİ GÜN, DENİZ KIYISINA GİTTİĞİNDE,
MARTILAR BAŞININ ÜSTÜNDE TURLADILAR
AMA AŞAĞI İNİP YANINA GELMEDİLER.
Hayatın en büyük sırrı - ve bunu asla unutma -bir armağan olmasıdır. Sen bunu hak etmedin. Bu bir hak değil. Sana bahşedilmiş, onu kazanmadın. Bunu anladığında pek çok şey açıklığa kavuşacaktır.
Yaşam bir armağan ise o zaman hayata dair her şey birer armağan olacaktır. Mutluluk, aşk, meditasyon -güzel olan her şey yüce olanın, bütünün sana bir armağınıdır. Bunu hak etmen mümkün değildir ve varoluşu seni mutlu etmeye zorlayamazsın, veya seni sevecen kılmaya, veya seni meditasyona yöneltmeye. Bu tür çabalar egoya aittir. Çabanın ta kendisi mutsuzluk yaratır. O çaba seni mahvetmektedir - intiharla eşdeğerdir.
Yaşam bir armağansa eğer, yaşama ait her şey, yaşamın içindeki her şey de birer armağandır. Onu bekleyebilirsin, ona karşı açık olabilirsin, teslim olabilir, sabırla bekleyebilirsin, ama talep edemezsin, ve zorlayamazsın.
Emile Coue Jefferson'dan daha uyanıktı. Emile Coue, Ters Etki Kanunu adını verdiği bir kuralı keşfetti. Bazı şeyler vardır ki yapmaya çalıştığın zaman tam tersi olur. Eğer yapmaya kalkışmazsan yapmayı başarabilirsin. Uyumak istiyorsun - ne yapabilirsin? Uyumak herkesin temel hakkıdır, ama ne yapabilirsin? Polisten yardım mı isteyeceksin? Uyuyamadığın zaman ne yapacaksın? Ne yaparsan yap rahatın kaçacak çünkü tüm o çabaların uykuyu engelleyecek. Uyku çabasızlık durumudur. Tamamen rahatlarsan, hiçbir şey yapmadan, yavaş yavaş uykuya dalarsın. Ona doğru yüzemezsin, ancak sürüklenirsin. Bu iş bilinçli çabayla olmaz.
Uykusuzluktan şikayetçi olan insanların hepsinin ortak sorunu da işte budur. Bütün insomniyakların belirli davranış biçimleri vardır. Uykuları gelsin diye bazı şeyler yaparlar. İşte bu noktada hatalı davranıyorlar. Uykuyu nasıl zorlayabilirsin ki? Sen zorlandıkça daha da uyanık kalırsın - bilinçli, gözleri açık, tetikte. Her türlü çaban seni daha fazla uyanık hale getirir ve uykun gittikçe daha çok kaçar.
Uyumak istediğinde ne yaparsın? Hiçbir şey yapmazsın. Sadece sakin bir şekilde beklersin. Uykunun sana gelmesine izin verirsin - onu zorlayamazsın. Talepkar olamazsın, "Gel" diye emir veremezsin. Gözlerini kapatıp karanlık bir odada başını yastığa koyup beklersin...beklerken uykuya dalarsın. Bir bulutun kayıp gitmesi gibi senin de bilincin kapanır. Tüm kontrolü yitirirsin. Kontrolü kaybetmelisin; yoksa uyuyamazsın, çünkü kontrol halinde olan parçan bilincindir. Onun geri çekilmesi gerekir. Kontrolün tamamen elden bırakılması gerekir. O zaman - ne zaman ve neden ve nasıl olduğunu bilmezsin - uyursun. Ancak sabah olduğunda uyumuş olduğunu ve iyi uyuduğunu fark edersin.
Yaşamda, haklar ancak yüzeyde ve piyasada varolabilir. Daha derine inince haklar yokolur. Daha derine indikçe armağanlarla karşılaşırsın. Bu hep hatırlaman gereken temel şeylerden biridir: sen yaşamı hak etmedin, ama yaşam işte burada! Tamamen hak edilmemiş halde sen hayattasın ve müthiş bir enerjin var - capcanlısın!
Bu nasıl oluyor? Eğer hiç hak etmediğin halde yaşam varolabiliyorsa neden mutluluk da olmasın? Veya aşk? Veya büyük coşku? Hepsi olabilir bunların, ama önce şu kanunu anlaman gerekiyor.
Kanun şudur: direkt olarak uğraşma. Mutluluğun peşinde koşulmaz. Ancak ikna edilebilir. İkna dolaylı yapılır. Bir saldırı değildir. Harekete geçersin, ama direkt olarak değil, çünkü direkt olunca saldırganlaşıyorsun. Hiçbir şey şiddet kadar direkt değildir, ve hiçbir şey direkt davranış kadar şiddetli değildir.
Yaşam daireler şeklinde hareket eder, direkt olarak değil. Dünya güneşin etrafında döner. Güneş daha büyük bir güneşin etrafında döner. Galaksiler, tüm evren dönerek hareket eder. Mevsimler dönerek değişir. Çocukluk, gençlik, yaşlılık, hepsi dönüşümlüdür. Yaşam daireseldir, asla direkt gitmez. Direkt hedefe saplanan ok gibi değildir. Ok insan icadıdır. Yaşamda ok gibi bir şey bulunmaz. Ok insanın şiddet dolu beynidir. Ok iki nokta arasındaki en yakın yolu seçer. Okun çok acelesi vardır, hep zamanla yarışır. Ama varoluşun acelesi yoktur.Varoluşla birlikte olmak mutluluktur, canlılıktır, meditasyon halidir.
Dolaylı hareket et. Peki dolaylı ne demek?
Hep şikayet eden, huysuz yaşlı bir adam tanırdım bir zamanlar. Her şey yanlıştı - o anasından eleştirmen olarak doğmuştu. Ve tabii tüm eleştirmenler gibi acı çekiyordu, çünkü bazen çok sıcaktı, bazen de çok soğuk, ve bazen fazla yağmurluydu, bazen de çok kurak. Her mevsimde, yıl boyunca, acı çekiyordu. Olumsuz bir beyin, olumsuz bir tavır - ve devamlı mutluluk arayışındaydı, halinden memnun olmak için hep bir çaba içindeydi. Ama ben ondan daha memnuniyetsiz bir adam görmedim; acı çekmenin, tatminsizliğin, huzursuzluğun timsali gibiydi adeta. Onun hayatında huzursuzluğun dışında hiçbir şey yoktu. Yüzü endişe ve mutsuzluktan kırış kırış olmuştu, hayatında ettiği her bir şikayet suratına kazınmış gibiydi.
Ama bir gün aniden değişti. Altmışına gelmişti ve ertesi gün doğum günüydü. İnsanlar onu kutlamaya geldiler, ve gözlerine inanamadılar - aniden değişmişti, bir gecede. Birisi bana haber verdi, ben de kendi gözlerimle görmek için onun evine gittim, çünkü bu bir devrimdi! Rus devrimi bunun yanında solda sıfır kalırdı. Çin'deki de öyle. Bir devrim! Altmış yıl boyunca bu adam kendini mutsuzluğa alıştırmıştı. Birdenbire, nasıl...? Ne olmuştu, nasıl bir mucize? İsa'nın bile böyle bir mucizeyi gerçekleştirebileceğine inanamıyordum, mümkün değildi, böylesi İncil'de bile yoktu... İsa körleri iyileştirdi, sağır ve dilsizleri iyileştirdi, hatta ölüleri bile, ama İsa'nın kimseyi mutsuzluktan kurtarması hakkında herhangi bir öykü duymamışsınızdır. Bu mümkün değil.
Yaşlı adama sordum - gerçekten mutluydu, mutluluktan uçuyordu - dedim ki, "Sana neler oldu?"
"Yeter artık dedim! Altmış yıl mutlu olmaya çalıştım ve olamadım, ve dün gece şu karara vardım: unut bunları artık; mutluluğu boş ver, sadece yaşa. Ve işte karşındayım, mutlu olarak," dedi.
Altmış yıl mutluluğun peşinden koştu. Böyle yapınca gittikçe daha mutsuz olursun. Bir ok gibi direkt hedefe gidiyorsun, ve Tanrı kısa yollara inanmaz. Kendi hedefine varabilirsin, ama orada mutluluğu bulamayacaksın.
Milyonlarca insan hedeflerine ulaşmak isterler. Başarılı olmak istediler, başarılı oldular - ama mutsuzlar. Zengin olmak istediler, zengin oldular - ama mutsuzlar. Zenginleştikçe mutsuzlukları artıyor, çünkü şimdi bir umutları da kalmadı. Eskiden zengin olursak mutlu oluruz diye düşünüyorlardı; şimdi zenginler, ama mutluluk...? Hiçbir yerde kırıntısı bile yok. Şimdi, mutsuzlukla beraber umutsuzluk da çekecekler.
Fakir birisi asla umudunu yitirmez, ama zengin öyle değildir. Henüz umudunu yitirmemiş bir zengine rastlarsan o garanti henüz zengin değildir. Umutsuzluk zenginliğin simgesidir. Fakir ümitlenebilir. Sahip olmadığı milyonlarca şey vardır. Hayal edebilir, o şeylere kavuştuğunda hedefine ulaşmış olacağını ümit edebilir.
Bu adam altmış yıl mutluluk peşinde koşmuş. Altmışa gelince ölümün nefesini hissetmiş, ve onu o gece hissetmiş olmalı, çünkü doğum günlerinde ölüm duygusu sinsice kendini hissettirir. Doğum günlerinde ölümü unutmak imkansızlaşır. Unutmana yardımcı olmak için eş dost gelip sizi kutlar ve derler ki. "Bu senin doğum günün." Her doğum günü bir ölüm günüdür, çünkü bir yıl daha geçmiştir, ölüm daha yaklaşmıştır. Aslında doğum günü "doğum günü" değildir, olamaz da - ölüm yaklaşmaktadır, gittikçe yakına gelmektedir. Zaman avuçlarından akıp gitmektedir. Toprak bile altından kaymaktadır. Yakında boşluğa düşeceksin. Doğum günü bir ölüm günüdür. Bunu saklamak, bastırmak adına toplum hilelere başvurur. İnsanlar ellerinde hediye ve çiçeklerle gelip ölümün yaklaştığını unutmana yardımcı olurlar - ve adına doğum günü derler.
Altmışına gelmişti. Ertesi sabah yeni bir doğum günü gelecekti. Hissetmiş olmalı, sesleri, ölümün ayak seslerini duymuş olmalı...gölgesini. Ve karar verdi: Artık yeter. Yeterince peşinde koştum - neredeyse tüm hayatım mutlu olmak uğruna harcandı, ve olamadım, o yüzden şimdi onsuz kalmayı deneyeceğim. Yaşlı adam dedi ki, "İşte şimdi buradayım. Hiç bugün olduğum kadar mutlu olmamıştım. Hiçbir mutsuzluğum, rahatsızlığım yok."
Arayışın ta kendisi seni mutsuz kılar. Aramadığında mutsuzluk seni arar. Aradığında yalnızsındır ve bulamazsın. Nerede arayacaksın? Nasıl arayacaksın? Beyin asla mutlu olmaz. Beyin senin mutsuzluğunun toplamıdır. Beyin senin mutsuz geçmişinin toplamıdır, yaşadığın tüm acıların: benliğinde bir yaradır. Ve beyin aramaya, peşinde koşmaya çalışır, sen de ıskalarsın.
Mutluluğu unutunca aniden mutlu olursun. Huzuru unutunca birden karşına çıkar. Aslında hep senin yanındaydı, ama sen orada değildin. Sen düşünüyordun: Gelecekte erişilecek bir hedef var, kazanılacak mutluluk var, yaşanacak huzur var. Senin aklın gelecekteydi ve halbuki mutluluk tıpkı çiçeklerin parfümü gibi çevrende dolanıyordu.
Çok fazla arayışa girince içine kapanıyorsun; arayışın kendi stresi seni kapatıyor. Çok fazla arzulayınca o arzunun kendisi öyle bir gerginliğe yol açıyor ki mutluluk bir türlü içine nüfuz edemiyor. Mutluluk aynen uyku gibi sana gelir, huzur da öyle: kendini serbest bırakınca, izin verince, bekleyince gelir.
Aslında, gelirler demek de doğru değil: zaten oradalar. Kendini serbest bırakınca onları görüp hissedebiliyorsun, çünkü rahatlıyorsun. Rahatlayınca daha duyarlı oluyorsun -ve mutluluk da gayet belli belirsiz bir şeydir, yaşamın kreması, özü. Tamamen gevşeyip rahatladığında, hiçbir şey yapmadığında, hiçbir yere gitmediğinde, hiçbir hedefi, amacı düşünmediğinde, ok değil de yay gibi olduğunda, gevşek ve rahat olduğunda - oradadır.
Ufak tefek meselelerde, piyasayla ilgili sorunlarda, ok gibi hareket edebilirsin, çünkü bunlar insan işi şeylerdir. Ama insan işi olmayan olaylarda ok gibi olamazsın - gevşemiş bir yay olman gerekir.
Tanrı rahatlama demektir. O nedenle Patanjali der ki mükemmel bir samadhi uykuya benzer, ama tek bir farkla -yoksa özellikleri, havası, tadı aynıdır - sadece bir tane. fark: uykuda bilincin kapalı olur, samadhi'de ise açık. Ama rahatlama, gevşeme aynıdır. Her şey rahat, hiçbir yere gidilmiyor, gitmeye ait bir düşünce bile yok, sadece bu an ve burası var - aniden her şey olmaya başlar.
Mutlu olmak için bir şey yapmayacaksın. Aslında mutsuz olmak için fazlasıyla çaba gösterdin. Mutsuz olmak istiyorsan iyice uğraş. Mutlu olmak istiyorsan her şeyi oluruna bırak. Dinlen, rahatla ve oluruna bırak.
Hayatın sırrı, oluruna bırakmaktır. Oluruna bırakmak dindarlığın da sırrıdır. Oluruna bırakmak en büyük sırdır. Oluruna bıraktığında bir sürü şey, milyonlarca şey olmaya başlar. Zaten oluyorlardı ama sen hiç farkında değildin. Olamazdın zaten; aklın başka yerdeydi, meşguldün.
Kuşlar ötmeye devam eder. Ağaçlar çiçek açmaya devam eder. Nehirler akmaya devam eder. Bütün devamlı hareket etmektedir, ve bütün rengarenk ve değişkendir, sonsuz kutlamaların eşliğinde devam eder. Ama sen öylesine meşguldün, öylesine kapalıydın ki içeri biraz hava girsin diye tek bir açık cam bile bırakmamıştın. Ne güneş giriyor içine, ne de biraz esinti, çok katısın, çok kapalısın, aynen Leibnitz'in monads diye ifade ettiği gibi. Sen monadsın. Monad penceresiz, açıklığı veya açılma imkanı olmayan anlamına geliyor. Nasıl mutlu olabilirsin? Böylesine kapalıyken çevrendeki mucizelere nasıl katılabilirsin? Kutsal olanla nasıl içice olabilirsin? Dışarı çıkman gerekiyor. Bu mahkumiyetten kurtulman gerekiyor.
Nereye gidiyorsun? Sanıyor musun ki gelecekte bir yerde varılacak bir hedef var? Hayat zaten burada! Ne diye geleceği bekleyesin ki? Niye her şeyi geleceğe erteleyesin? Ertelemek intihar etmektir. Yaşam yavaş geçer; o yüzden hissedemezsin. Çok yavaştır, ve sen de duyarsızsın; aslında ertelemek zehir gibidir. Kendini yavaş yavaş zehirliyorsun. Ertelemeye devam edersen şimdi buradaki yaşamı kaçırırsın.
Şimdi burada olana kavuşmuş olanlar için, yaşam harika sürprizlerle dolar. Hayal bile etmedikleri bir sürü şey olmaya başlar.
İlk kez meditasyon halinde tamamen gevşediğinde yaşamın böylesine güzel, böylesine sonsuz bir mutlulukla dolu, böylesine heyecanlı olduğuna inanamazsın! Bu inanılmazdır. Bir Buda bunu söylediğinde kimseler inanmaz. Bir İsa Tanrı'nın Krallığından bahsettiğinde kimseler inanmaz. Müridleri bile şüphe duyarlar.
Camları, kapıları aç! Bu hapishaneden çık, göğün altında dur. Yeniden hisset! Düşünmek işe yaramaz. İçinde tek bir pencere bile açılmadan düşünür durursun. Ancak hissetmek seni kendi dışına çıkarır -ve sen hissetmekten korkuyorsun, düşününce rahat ediyorsun ve hissetmekten ürküyorsun çünkü hissetmek seni dışarı çıkaracak. Seni yeniden hayatın akıntısına sokacak. Denize akan nehrin içinde olacaksın.
Daha çok hisset, daha az düşün, ve yavaş yavaş göreceksin ki ne kadar çok hissedersen o kadar fazla rahatlıyorsun. Daha çok hissettikçe hayatın sırrını daha fazla anlayacaksın - hiçbir şey yapman gerekmediğini, sadece açık olmanın yettiğini. Açık ol, derim ben, o zaman her şey önüne gelecektir. Bir kez yakalama ve tutunma fikri yerleşti mi her şey yokolur. Bu Sufi öyküsünün anlamı budur.
OSHO