Her Şey Değişir - Farklı Dünyalardan Aynı Gerçeğe

Elnora_alila

Elit Üye
Antik Yunan filozofu Herakleitos (M.Ö. 535–475), felsefe tarihinde “panta rhei” yani “her şey akar” sözüyle tanınır. Ona göre evrenin özü değişimdir; hiçbir şey sabit kalmaz, her şey sürekli bir oluş hali içindedir. Nehir benzetmesi ünlüdür : “Aynı nehirde iki kez yıkanamazsın; çünkü nehir de sen de değişmiş olursun.” Bu görüş, yalnızca maddi dünyanın değil, insan hayatının ve düşüncelerimizin de sürekli bir akış içinde olduğunu ifade eder. Herakleitos’un bu tespiti, doğayı ve yaşamı statik bir düzen olarak değil, dinamik bir süreç olarak kavraması bakımından devrim niteliğindedir.

Aynı gerçeğe, bambaşka bir kültür ve dönemde Buda (M.Ö. 5. yüzyıl) da ulaşmıştır. Buda’nın öğretilerinin temel taşlarından biri anicca (geçicilik) ilkesidir. Anicca’ya göre tüm oluşlar doğar, değişir ve yok olur; hiçbir varlık veya durum kalıcı değildir. İnsan acısının önemli bir kaynağı, bu geçiciliğe rağmen şeylere tutunma eğilimidir. Dolayısıyla Buda, huzura ulaşmanın yolunu, değişimi kabullenmek ve bağlanmaktan vazgeçmekte görür. Herakleitos’un “değişim evrenin doğasıdır” anlayışı ile Buda’nın “her şey geçicidir” öğretisi, farklı coğrafyalarda ve birbirinden habersiz biçimde aynı hakikati dile getirir.

Felsefede bu duruma paralel düşünme veya içgörünün yerel olmaması denir. Gerçeğe dair derin bir anlayış, aynı zaman diliminde veya farklı dönemlerde, birbirini tanımayan insanlar tarafından bağımsız olarak keşfedilebilir. Bilim tarihinde bunun birçok örneği vardır: Newton ve Leibniz’in aynı dönemde kalkülüsü geliştirmesi ya da Darwin ve Wallace’ın evrim teorisini bağımsız olarak ortaya koyması gibi. Felsefede de benzer şekilde, Herakleitos ve Buda’nın ortak noktası, gözleme dayalı evrensel bir yasayı farklı kültürel dillerle ifade etmeleridir.

Bu paralellikler yalnızca Antik Çağ düşünürleriyle sınırlı değildir. 17. yüzyılda Baruch Spinoza, Tanrı’yı gökyüzünde, evrenden ayrı bir varlık olarak tasavvur eden teistik anlayışı reddetti. Ona göre Tanrı, doğanın ta kendisidir (Deus sive Natura – “Tanrı yani Doğa”). Doğadaki düzen, yasalar ve varoluşun kendisi ilahidir. Spinoza’nın bu görüşü, fiziksel ve ruhsal olanı birbirinden ayırmayan bir non-dualizm biçimidir. Bu bakış, Mahayana Budizmi’ndeki Buda doğası öğretisiyle dikkat çekici bir uyum taşır. Buda doğası, her varlığın özünde aydınlanma potansiyelini ve evrensel hakikatin izini taşıdığını söyler.

20. yüzyılda Albert Einstein, İncil’deki insan biçimci Tanrı anlayışını reddetmiş ve kendini “Spinoza’nın Tanrısı’na inanan” biri olarak tanımlamıştır. Einstein’a göre Tanrı, doğanın düzeni ve uyumudur; doğa yasaları ilahi düzenin kendisidir. Bu yaklaşım, Budist Dharma öğretisinin “evrenin mutlak gerçeği” tanımına neredeyse eşdeğer bir perspektif sunar. Dharma, varoluşun değişmez yasalarını ifade eder ve her şeyin bu yasalar çerçevesinde işlediğini vurgular.

Lotus Sutra gibi Mahayana metinleri, tüm varlıkların yaşamın temel hakikatinin bir tezahürü olduğunu, çevrenin ve canlıların evrensel gerçekliğin ayrılmaz parçaları olduğunu öğretir. Bu anlayış, Nichiren Budizmi’nde Sebep-Sonuç Yasası ile birleştirilir: Doğa ve canlılar, aynı yaşam yasasının farklı görünümleridir. Spinoza’nın “Tanrı ile doğa birdir” anlayışıyla bu görüş arasındaki benzerlik dikkat çekicidir; her iki yaklaşım da fiziksel ve ruhsal olanın ayrı değil, tek bir gerçekliğin farklı yüzleri olduğunu savunur.

Sonuçta Herakleitos’un “her şey akar” ilkesi, Buda’nın “her şey geçicidir” öğretisi, Spinoza’nın “Tanrı doğadır” anlayışı ve Einstein’ın “doğa yasaları ilahidir” görüşü; farklı kültür, çağ ve kişisel inanç arka planlarına rağmen aynı merkeze çıkar. Bu merkez, evrenin dinamik, içkin ve bütüncül bir hakikate sahip olduğu fikridir. Bu da bize şunu gösterir: Hakikat, tek bir yolun tekelinde değildir; farklı yollar, farklı diller ve farklı zamanlar, nihayetinde aynı evrensel gerçeğin farklı yorumları olabilir.


Elnora, arşiv 2025


'' Evrenin dışında bir Tanrı aramak, denizin dışında su aramak gibidir. ''
 
Geri
Üst