Hayatın anlamını aramak, belki de insanın kendine kurduğu en büyük tuzaktır. Doğarız, büyürüz, yaşarız ve ölürüz. Bu döngü, her birimiz için kaçınılmazdır; ama bu kaçınılmazlığın içine bir neden sıkıştırmaya çalışırız. Oysa evren, varoluşumuzla ilgilenmez. Ne hissettiğimizin, ne acılarımızın, ne umutlarımızın hiçbir kozmik karşılığı yoktur. Yine de biz, inatla bir anlam ararız. Sanki bu arayış bizi tamamlayacakmış gibi… Oysa gerçekte, o anlamı hiçbir zaman bulamayacağız; çünkü belki de orada, başından beri bir anlam hiç yoktu.
Günbegün ömrümüzü tüketiyoruz, sabahları uyanıyor, akşamları yoruluyor, geceleri kafamızı yastığa koyarken neden yaşadığımızı sorguluyoruz. Kimimiz sevgiye, kimimiz başarıya, kimimiz dine ya da felsefeye tutunarak bir neden yaratmaya çalışıyor. Ama tüm bu çabalar, insan zihninin kurduğu savunma mekanizmalarından başka bir şey değil. Çünkü hayat, çoğu zaman anlamsızlığın ta kendisiyle karşımıza çıkıyor. Acılar nedensiz, kayıplar rastgele, mutluluklar ise geçici. Tüm bunlara rağmen hâlâ bir "anlam" bulma umuduyla devam etmek, varoluşsal bir aldanıştan başka nedir?
Zaman geçtikçe bu arayış bizi yavaş yavaş tüketir. Kimi zaman “bir gün anlayacağım” diyerek kendimizi kandırırız, kimi zaman da anlamın zaten elimizin altında olduğuna inanmak isteriz. Oysa gerçekte, her birimiz cevapsız bir sorunun içinde boğuluyoruz. Sanki bir kitap okuyormuşuz da son sayfası koparılmış gibi. Ve biz, her sayfayı çevirişimizde o sona biraz daha yaklaştığımızı bilsek de, gerçekte hiçbir yere varmadığımızı hissediyoruz. İşte o hissizlik, o boşluk… Belki de gerçek budur: Hayatın anlamı yoktur ve onu aramaya çalışmak sadece kendimizi avutmak içindir.
Belki de yaşadığımız en büyük trajedi, bu anlamsızlığı kabul edemeyişimizdir. Çünkü bir neden olmadan yaşamak, insan zihni için katlanılmazdır. O yüzden çalışırız, severiz, bağ kurarız, hayaller kurarız ama tüm bunlar, varlığımızın geçiciliğini unutturma çabalarından ibarettir. Günün sonunda, doğduğumuz gibi anlamsızca yok olup gideriz. Ve bu döngü, bizim varlığımızla ne başlar ne de sona erer. Biz sadece, var olmakla cezalandırılmış bilinçli canlılarız. Ve belki de en büyük cezamız, anlamsızlığın içinde ısrarla anlam aramamızdır.
İşte bu yüzden hayat, ne kadar yaşarsak yaşayalım, aradığımız anlamı asla sunmaz. Bizler de o anlamı ararken tükeniriz, eksiliriz, yavaş yavaş ölürüz. Ama kimse bu ölümü fark etmez; çünkü bedenimiz yaşamaya devam ederken ruhumuz çoktan pes etmiştir. Geride ise sadece bir soru kalır: Neden?
İşte o sorunun cevabı yoktur. Ve belki de tam da bu yüzden, en çok bu soruda kayboluruz.
Günbegün ömrümüzü tüketiyoruz, sabahları uyanıyor, akşamları yoruluyor, geceleri kafamızı yastığa koyarken neden yaşadığımızı sorguluyoruz. Kimimiz sevgiye, kimimiz başarıya, kimimiz dine ya da felsefeye tutunarak bir neden yaratmaya çalışıyor. Ama tüm bu çabalar, insan zihninin kurduğu savunma mekanizmalarından başka bir şey değil. Çünkü hayat, çoğu zaman anlamsızlığın ta kendisiyle karşımıza çıkıyor. Acılar nedensiz, kayıplar rastgele, mutluluklar ise geçici. Tüm bunlara rağmen hâlâ bir "anlam" bulma umuduyla devam etmek, varoluşsal bir aldanıştan başka nedir?
Zaman geçtikçe bu arayış bizi yavaş yavaş tüketir. Kimi zaman “bir gün anlayacağım” diyerek kendimizi kandırırız, kimi zaman da anlamın zaten elimizin altında olduğuna inanmak isteriz. Oysa gerçekte, her birimiz cevapsız bir sorunun içinde boğuluyoruz. Sanki bir kitap okuyormuşuz da son sayfası koparılmış gibi. Ve biz, her sayfayı çevirişimizde o sona biraz daha yaklaştığımızı bilsek de, gerçekte hiçbir yere varmadığımızı hissediyoruz. İşte o hissizlik, o boşluk… Belki de gerçek budur: Hayatın anlamı yoktur ve onu aramaya çalışmak sadece kendimizi avutmak içindir.
Belki de yaşadığımız en büyük trajedi, bu anlamsızlığı kabul edemeyişimizdir. Çünkü bir neden olmadan yaşamak, insan zihni için katlanılmazdır. O yüzden çalışırız, severiz, bağ kurarız, hayaller kurarız ama tüm bunlar, varlığımızın geçiciliğini unutturma çabalarından ibarettir. Günün sonunda, doğduğumuz gibi anlamsızca yok olup gideriz. Ve bu döngü, bizim varlığımızla ne başlar ne de sona erer. Biz sadece, var olmakla cezalandırılmış bilinçli canlılarız. Ve belki de en büyük cezamız, anlamsızlığın içinde ısrarla anlam aramamızdır.
İşte bu yüzden hayat, ne kadar yaşarsak yaşayalım, aradığımız anlamı asla sunmaz. Bizler de o anlamı ararken tükeniriz, eksiliriz, yavaş yavaş ölürüz. Ama kimse bu ölümü fark etmez; çünkü bedenimiz yaşamaya devam ederken ruhumuz çoktan pes etmiştir. Geride ise sadece bir soru kalır: Neden?
İşte o sorunun cevabı yoktur. Ve belki de tam da bu yüzden, en çok bu soruda kayboluruz.