Zaman bütün derinliğini yitirmişti yahut ben sınırların bilincine varamayacak kadar ufalmıştım. Şuurum yerinde miydi? Acı, bilincimi kapatmaya yetecek kadar keskin olmamalı ki hissediyordum. Hissedebiliyorsam kendimdeydim, en azından böyle düşünmeyi seçiyordum. Daha bir göz kırpmalık zaman önce bambaşka bir mekanda vücut buluyorken şu an, fiziksel acının sardığı bedenimde tek bir kımıltılık kuvvet bile bulamadığım vücudumla Numune Hastanesi'nin soluk florasanlarla aydınlanan tenha bir odasında uzanıyordum. Bir takım mekanik sesler, uğultular kulaklarımı doldururken kısılmış gözlerim ve bulanık görüşüme rağmen kendi kirpiklerimi görebiliyordum. Gözlerimi kapatıp karanlığa dalmayı, belki bu karanlığa çekilerek zihnimde kendi yolumu aydınlatmayı denedim ama bu, şu an için pek mümkün görünmüyordu. Denemenin sonu olmamalı, nihayetinde, kendini bulmanın etkinliğidir.
Yıllar evvel bu hastanenin solgun ve kasvetli koridorlarında her biri bir diğerinin aynısı olan ama her biri için bambaşka yaşanmışlıklar taşıdığını düşündüren hayatların arasından yürümüş, yıllar evvel bu hastanenin solgun ve kasvetli koridorlarında beklerken aralanan kapıların ardında yaşanan acıları görmüştüm. Numune Hastanesi'ne dair anılarım yıllar öncesinde kalırken şimdi, artık mevcudiyetini sürdürmediğini bildiğim bu kompleks yapının neresindeydim? Şimdi, ne zamandı? Konforsuzluğun insana memnuniyetsizliğini hatırlatan gücüne sığınarak yerimde kıpırdanmaya çalıştım, rahatsız edici acı bana sahiden burada olduğumu hissettirirken varlığımı duyumsayabilmiş olmamın anlık ve bilinçsiz rehavetiyle düşünmeye çalıştım. Kapalı göz kapaklarımın altındaki karanlık odayı aydınlattığını zanneden florasanların güçsüz ışıklarından ötürü zayıflarken alacalı karanlığımın içinde bir çift mavi göz belirdi. Şöyle bir baktığınızda dibindeki taşların desenlerine kadar görebildiğiniz sular kadar berrak, sanki içinde evrenin sırrını taşıyor olsa sadece bakarak her şeyi anlayabileceğiniz, berrak olduğu kadar da gökten düşme, gökyüzünün en açık ve en mavi olduğu anların birinden koparılıp ona bahşedilmiş bir çift mavi göz. Bu gözleri hatırlıyordum. Bir akşam vakti Kuğulu'da dikilmiş beni bekleyen bu bir çift maviliğin aynı zamanda maharetli, uzun parmakları vardı. O parmaklar bir başka akşam vakti Meclis Parkı'nın içinden geçerken elimi tutmuş, kendisine dair her şey hakkında olduğu gibi bana tılsımlı gelen bir kitabın kapağını kaldırmış, sonra bir gece vakti vadinin orta yerinde yükselen ağaçların arasında silahının sürgüsünü çekmiş, o geceyi namludan fırlayan kurşunun gürültüsüne boğmuştu.
Hem çok güzel, hem korkutucuydu. Hem ulvi hem iblis. Adını, giydiği gömleğin rengini ve onunla alakalı daha bir çok şeyi hatırlayamazken zihnime düşen bu geçmişten geldiğini düşündüğüm görüntülerin de doğru olmadıklarına inandım. Bu anılar sahiden bana mı aitti yoksa bir başkasının yaşanmışlıklarını, hatta belki hayallerini mi seyrediyordum? Bütün bunlar nasıl hem bu kadar tanıdık hissettirip hem bu kadar uzak gelebilirlerdi?
Zaten hepten yitirmiş olduğum zaman mekan mefhumumdan azade zihnimde kendimle cebelleşirken mavi gözlerin sahibine ait olduğunu her nasılsa çok iyi bildiğim o sesi duydum. Pürüzsüz, insanın bir duydu mu bir daha unutamayacağı, böylesi bir durumda bile bilincini işgal edecek o seslerden; en ciddi anında bile takındığı müstehzi tavrıyla o ses. "Seni uyarmıştım," dedi gözlerini yumarken. İrkilerek kendi gözlerimi açtım, artık tepemde ne bir tavan vardı ne florasanlar, kapkaranlık gök kubbe üzerimde seriliyken parlayıp sönen yıldızlara inanamayarak baktım.
Saçlarımı okşayan rüzgar, bakışlarımı biraz aşağı çevirmeme neden oldu.
Başımda yıldızlı gökyüzü, kolumda serum, altımda ise hâlâ Numune'nin tenimi boğan yatağı vardı.