Yunus Emre'nin Tasavvuf Felsefesi

la79

Kayıtlı Üye
Katılım
13 Eyl 2011
Mesajlar
160
Tepkime puanı
18
Günlük hayatın meşgale, eğlence, dalgınlığı içinde insan ölüm için yaratılmış bir varlık olduğunu unutup gitse de ölüm, hayatın geçiciliğini mal, mülk, iktidar sahibi olmanın boşluğunu hatırlatır insana.
Eğer bu dünyadaki mutluluk sonsuz olsaydı, insan hiç başka bir dünyanın özlemini çeker miydi?
Acı çekmek olmasaydı, insan terk ettiği evini özleyip onu hatırlar mıydı?
Bizi arayan, bizi çağıran ve bizi isteyen O’dur.
Her zaman arayanın biz olduğumuzu düşünürüz ama daha derinlerde gizem şudur ki
biz çağırılmaktayız. Haktan gelen inilti ya da yüreğimize konan acı, menzile giden en kestirme yoldur.
Acı olmadan arayış başlamaz ki…
Hak, ama makamının dipsiz karanlığı içinde gizli bir hazineyken kendi içine döner, özünün ihtişamını seyreder, bu özü sever ve aşk saçar. Bu kusursuz hazinenin görünmesini ister ve görünür olmak için ışır, ışık olur. Varoluşun anlaşılabilir başlangıcı bu yüce nurun gizemindedir.
Bu ışıktan önce kavranılamaz hakkın gizeminden başka hiçbir şey yoktu. Tıpkı beyazdan başka hiçbir rengin olmadığı karda, insanın bir süre sonra kör olması gibi eğer karanlık, gölge yoksa ışıkta görünemez, anlaşılamaz. İşte Allah’ta anlaşılabilmek ve görünebilmek için tıpkı cama ayna niteliğini kazandıran sır gibi kendi nuruyla karanlığa, aynaymış gibi yansıtma özelliği kazandırır. Ancak bir nur olan Allah, ayna ve aynanın üstüne düşen görüntü gerçekte bir ve ayna olan tek nurdur. İşte hakkın bilinmesini istediği gizli hazinesi, isim ve sıfatları yani evren, Allah’ın nuruyla aydınlanıp bir ayna niteliği kazanan karanlıkta görünür hale gelir. Bu karanlık tasavvufta Küll-i Nefs, Levh-i Mahfuz, Ayan-ı Sabite gibi adlar alır. Bu ilk meydana çıkış yani varlığın ilk iniş mertebesinde henüz bir farklılaşma yoktur. Bir çeşit içsel okyanus ya da kozmik su gibi de düşünülebilecek olan bu ayna bir döl yatağı gibidir. İçinde gizli hazinenin bütün içeriği tezahür etmeye hazır tohum enerjiler halinde bulunur. Sonradan olacak hiçbir şey yoktur. Özetleyecek olursak gerçek vücut, tektir. Ve o da Hak’tır. Yansıması da Küll-i Nefs’tir. Bu yansıma ve yansıyan yani gören ve görünen ilişkisinden de bilgi yani ilahi anlayış ya da ilahi bilinç doğar. Buna kelam da denir. Bu , “Varlık kendini, kendisi vasıtasıyla bilir.” anlamına gelir. İnsan-ı Kamil, hakikat nuru ya da külli akıl gibi adlar da alan bu ilahi bilinç, Küll-i nefs’te tasarı halinde bulunan, bütün yaratılmış ve yaratılacak olan şeyleri tecelli ettirip ona biçim verecek bir güç olduğu gibi bu gizli hazineyi anlayıp, idrak edebilecek bir bilinçtir. Özetle Küll-i Akıl ya da İnsan-ı Kamil denen bu ilahi bilinç bütün ruhların, insanın ve maddi eşyanın temel maddesi olan evrensel ruh, yani ilahi bilinçtir.
Bu evrensel ya da kozmik ruh, Allah’ın “Kün”, “Ol” emriyle görünür bilinir olabilmek için yani maddi evreni tezahur ettirebilmek için görünmez alemden varlık dünyasına inince önce cansız varlık yani mineral, sonra bitki, sonra hayvan, sonra da insan biçiminde görünür.
Görüldüğü gibi bu ruh, canlı cansız her şeyin içinde vardır. Ve her varlık bir ilahi ismin zuhuru olup hepsinin aslı, birdir. Ancak Allah, sadece insanın kalbine kendin bir parçayı da gizlemiştir. İşte böylece insan mertebesine yükselen evrensel ruh, geldiği yere dönebilmek için kendi çabası ve Allah’ın lütfuyla derece derece yükselerek yeniden Küll-i Akıl ya da İnsan-ı Kamil olur. Allah’a, aslına kavuşur. Bu iniş ve çıkışa, Allah’tan inip, Allah’a yükselmeye, devir denir. İniş Allah’ın işiyken, yükseliş insanın da çabasını gerektirir. Çünkü insan, artık hayvan değildir ama henüz olabileceğini de olmamıştır. Yani devir, evrim tamamlanmamıştır.
İnsana kadar evrim, mekanik ve doğaldır. Kendi kendine oluşur. Ancak insanla birlikte bilinç doğar. Bilinç, bireyselliği yaratır. Bilinçten önce bireysellik yoktu. Yalnızca türler vardı. Bilinçle birlikte bireyselliğinin yani kendinin farkına varan insan, kendini ayrı bir bütün olarak görmeye başlar ki bu da bir bakıma yalnız olmak demektir. Yani artık insan gelişme ya da gelişmeme, daha yüksek bir bilinç düzeyine doğru evrim geçirme ya da gerileme özgürlüğü ve seçimine sahiptir. Kısacası bilinçli evrim, insanla başlamıştır. Ancak bu evrim, insan onu başlatmayı seçtiği zaman gerçekleşir.
Bir ağacın ağaç olabilmesinin bütün sırrı tohumunda gizlidir. Bu tohumun ağaç olmayla ilgili tüm bilgiyi taşıması gibi toprağa benzeyen bedenimiz için de Allah’ın kalbimize sakladığı o küçücük tohumda İnsan-ı Kamil olma bilgisini taşır. Ancak nasıl bir çiçek tohumu henüz bir çiçek değilse ve çiçek olabilmesi için tohumun toprağa ekilip su verilmesi gerekiyorsa içimizdeki o ilahi tohumun gelişebilmesi için de bedenin ve sosyal kişiliğin ihtiyaç duyduğundan tamamen farklı bir gıdaya ihtiyacı vardır. İşte insanın özgürlüğü burada devreye girmektedir. Ya bu tohumu ekip besleyecek ya da olduğu gibi eksik insan olarak kalacaktır.
Hayat, Tanrı yada Varoluş nasıl adlandırırsanız, kapıyı çalar. Sürekli olarak çeşitli vesilelerle çalar. Ama biz hiç evde değilizdir. Dış dünyada şununla, bununla uğraşmaktan içimizden gelen sesi duyamayız. O ses kendini doyumsuzluk, sıradan yaşantılarımızın hoşnutsuzluğu olarak gösterir.
Kendini tanımaya çalışmak zor bir yoldur ve bu yolda insanın kendiyle yüzleşmesi insanlığın en büyük savaşıdır. Kendini tanımak, sanıldığı gibi kendi maddi bedenini ya da insan psikolojisini tanıma meselesi değildir. Çünkü tasavvufa ve diğer büyük mistik akımlara göre normal haliyle insan, sadece isim olarak insandır. Gerçeği görmesini engelleyen göz bağı ile dönüp duran dolap beygirlerine benzer. Bilinç olmadan bitkisel olarak yaşamak, hayat değildir. Ruhsal gözler tamamen açılmadan, yani kalp tamamı ile ışıkla dolup gerçek benliğimizi görmeden bizler uyanık, bilinçli değilizdir.
Normal insani aklımız, benlik bilgisine erişemez. Marifete yani ilahi bilgiye ulaşabilmemiz için son derece hassas, latif, eşsiz ve anlaşılması zor bir başka yeteneğimiz daha vardır. O da kalptir. Gönüldür. Çoğumuzun ondan haberi bile yoktur. Olsa olsa onu en fazla vicdan olarak hissederiz. Oysa her şeyin özünün bilgisi kalpte mevcuttur. Bu bilgi içten, kalpten gelir. Çünkü Allah, kendinden bir parçayı da o ilahi tohumu, o ilahi bilinci kalbin en derinine gizlemiştir. “Ben” denilen varlık hakikatte “O” dur.
İnsanın kalbinde de gizlenmiş bulunan bu ilahi bilinç, “Kün” emriyle ve “Yekün” olarak bağırdan taşmış ve şekli tezahür ettirmek için kendini yer ve gök olarak ikiye bölmüştür. Göksel unsurlar yani Tanrı suretindeki ilahi doğa, ucu yukarı dönük üçgen ile temsil edilir. Ters, yani ucu aşağı dönük üçgense dik üçgenin, kozmik suların aynasına ters yönde yansımasıdır. Yersel unsurları yani beşer doğasını temsil eder. Şeylerin meydana çıkması, ruh ve maddenin birleşmesiyle olur. Doğası gereği görünmez olan ruh, sadece bedenlerin varlığıyla seçilir hale gelir. Ruh, zattır. Asıl olandır. Yani kendi başına vardır. Bedenler ve eşyalar ise kendi başına var olmayıp ruhla, canla vardır.
Yatay boyutta simgelenen madde dünyası, gerçekte sadece bir yansıma olduğundan, maya yani illüzyon dünyasıdır. Bu maddenin ruhu olmadan yani yaratıcısı olmadan kendi başına var olamayacağı anlamına gelir. İşte insan bu dik üçgeni oluşturan görünmez ve bilinmez ruhla, ters üçgeni oluşturan görünür ve bilinen bedenden yani maddeden meydana gelmiş iki yönlü bir bilmecedir. Bu iki zıt üçgenin tepelerini yani tezahülün iki zıt kutbunu Tanrı alemiyle insanlık ve madde alemini birbirine bağlayan dikey düzlem, insanın manevi hayatını oluşturur. Ayaklarıyla yeryüzüne, maddeye, aklı ve ruhunu sembolize eden başıyla da gökyüzüne bağlı olan insan arada yana açılmış kollarıyla dikey boyutta olduğu kadar yatay boyutta da yaşar. İnsanın bu iki boyutunun yani yatay ve dikeyinin kesiştiği merkez noktaysa kalbinin en derininde gizli olan ilahi bilinçtir. Merkezde bulunması nedeniyle o, hem görünür alemlerin yani yaratılışın, hem de görünmeyen yaratılış öncesi alemlerin bilgisiyle donatılmış kozmik bir bilinç ya da ruhtur. O, insanı Allah’a götürecek onu tanıyıp tanıtacak olan saf bilinçtir. Bu bilince ermiş her varlık mükemmel insan, İnsan-ı Kamildir.
İnsanın gerçek varlığı koskoca bir evren bir okyanusken insani ruhumuz yani aklımız sadece bir fincandır. Bu fincanı oluşturan kalıbı kırdığımız zaman okyanusla bir olup, Küll-i (tam) akla, İnsan-ı Kamil’e ulaşırız. Yani yeniden okyanus oluruz. İşte kırılması gereken bu kalıp kişiliğimiz nefsimiz ya da bir başka deyişle ego benliğimizdir. Bu kalıbı kırmak dünyanın en zor işidir. Ve çok zaman alır. Ama imkansız değildir.
Kişilik ya da ego benliğimiz beynimizin hafıza bölümünün bir ürünüdür. Hafızamız sürekli bir akış olan hayattan çektiğimiz fotoğraf kareleri ve bu dondurulmuş karelerle ilgili duygu ve düşüncelerimizden oluşur. Yani hafızamızın yakaladığı, tuttuğu görüntü artık geçmiş olandır. İşte zihinlerimizin bu ölü mevcudiyeti yani geçmiş olaylarla ilgili düşünce ve duygularımız bizi gerçek benliğimizden (öz bilinç) ayıran perdeyi, kabuğu oluşturur.
Bir başka deyişle 7 büyük günah yani; gurur, kibir, kin, nefret, öfke, şehvet, oburluk gibi duygular övülme ve onaylanma isteği gerçek benliğimiz olan (öz bilinç) o küçük ilahi ışığı yansıtacak bir ayna ve en yüksek idrak kapasitemiz olan kalbimizin üstünü bir toz ya da sis tabakası gibi kaplar. Ve onu kullanılamaz hale getirir.
Biz niteliklerden sıyrılmış, isimsiz ve şekilsiz olanızdır. Ama bunu kavrayamadığımız içindir ki düşünce ve duygularımıza yapışırız. Bunları kendimiz zannederiz. Böylece ego benliği oluşur. Ego bize bir şekil ve sahte bir kimlik verir. Kendini tanıma yolundaki insan kalbinin sesine kulak vermedikçe, onu önyargılardan oluşmuş kir ve pastan temizlemedikçe içindeki Allah bilgisine doğrudan ulaşamaz. Bunu sağlamak için nefsini arındırma çalışması içindeki arayışı, zihni ölü mevcudiyetinden yani birbiri üstüne yığılmış duygu ve düşünce katmanlarından kurtarmaya çalıştıkça, derinlerde hapsolup kalmış kızgınlık ve acıları gün yüzüne çıkmaya başlar. Aslında ortaya çıkan tetikte bekleyen gölgelerimizdir. Ve gölgelerimiz tıpkı ateş gibidir. Bir yerde söner gibi olurken başka bir yerden alevleniverir.
Tüm içsel dönüşüm sürecinde en zor dönem, gölgelerimiz üzerinde yapılan çalışmadır. Ancak yine de Allah lütfetmeden kusursuz bir varlık olamayız.
Dünyaya gelmekten amaç insanın kendini ve rabbini bilmesidir. İnsan kalbini yani gönlü bu denli değerli kılan içinde barınan o küçük ilahi ışıktır ki bu ışık her şeyin başlangıcıdır. Hak özüne duyduğu aşk yüzünden tanınıp bilinmek için bir nur ışık olmuştu. Bir başka deyişle aşk kendini ışık şeklinde gösterdi. Işık aydınlatan olduğu için aşk bilmektir, fertte gizli bulunan o ezeli ve ebedi özü doğrudan perdesiz görendir. İşte bu yüzden yunus emre aşk sözcüğü yerine çoğu kez ışık görme anlamını da içeren ışk sözcüğünü kullanır ve gerçek aşk ancak; tanıma, bilme ve yaşamakla mümkündür. Yani ışk aşk olmadan marifete, Tanrı bilgisine ulaşılamaz. Bir başka deyişle ışık, aşk olmadan yaratıcıyı tanıyamayız. Görüldüğü gibi hakikat entelektüel bilinçle kavranılamaz. Bu sır çok kitap okuyarak da çozülemez. Er, hakkı bilen kişidir. Hakkı bilen kişi ise egosunu yenmiş, yok etmiştir.
Yunus’u ve Yunus’un yolundan giden kişileri bekleyen, bir yalnızlıktan başka bir yalnızlığa yolculuk etmektir. Bu yolculuk insanı sonunda ölümü bile 3 gün sonra duyulan bir kişinin yada gökyüzündeki tek bir yıldızın yalnızlığı kadar büyük bir yalnızlığa iter. Çünkü ego tam bir ümitsizlik noktasına gelince teslim olur. Bu teslimiyet acı vericidir. Çünkü kişi kendini yutacak dipsiz bir uçurum açılmış gibi hisseder. Bu ölüm gibi gelir. Ancak bu bir taraftan ölümdür. Diğer taraftan da o bir diriliştir.
O doğmak için ölmektir.
Yolcu önce bilinçaltının karanlıklarına dalar. İç dünyamızın bu karanlığı gerçek benliğimizin, Tanrının şekilsizliğinin göz kamaştırdığı yerdir.
Benliğimiz karanlıkta gizlenmiş bir ışıktır.
O beş duyu için görünmezdir. Ne şekli ne rengi ne kokusu ne tadı ne de cismi vardır. Eğer bunlar yoksa akıl neyi algılayacaktır. Bu durum akıl için hiçliktir. Dipsiz bir karanlıktır. Bu karanlık delinmez bir karanlık olunca Tanrı insanın gönlünde bir nur olarak belirir. İnsan önce bu nurun ne olduğunu anlayamaz. Ancak kalpten yayılan bu hikmet ve nur ruhu besleyerek nefsi, kişiliği kötü özelliklerinden arındırır. Böylece bütün varlığımızı baştan aşağı değiştiren simya süreci derinlerde kendi içimizde ruhumuzun yapısını değiştirerek sessizce büyür. Ego bu içsel değişimlerin farkında olmaz ve kişi genelde bir şey olduğunu hissetmez bile.
Bizi görünen dünyadan görünmeyen dünyaya geçirecek olan kapı, evrenin ruhu, İnsan-ı Kamil yani İsa, Krişhna, Buddha gibi gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin ermişlerin ruhu olan ilahi bilinçtir. Bizdeki çokluk şuurunu yok edip, bizi birliğin yüksek şuuruna geçirecek yani her şeyin arkasına gizlenen ‘Bir’ i görmemizi sağlayacak olan bu kapının eşiğini yani bizi maddi dünyadan manevi dünyaya atlatacak olan canın uyumakta olan ruhani enerjisidir. Bu yaratma yani hayat enerjisi, yüksek benliğimizin pasif, alıcı, kadınsı yönüdür. İşte bu ruhani hayat enerjisi üst benliğimizin kadınsı yönü uyanıp harekete geçmeden simya yani manevi gelişim başlayamaz. Uyanış işin sadece başlangıcıdır. Seçilen yol çok uzun ve zorludur. Ancak azim ve sabır gözetebilenler açık sonuçlar deneyimlemeksizin bu zor yolda yürümeye devam edebilirler.
İnsanın hakikate ulaşması için kendi içine dönmesi şarttır.
Kişi başlangıçta içinde yani kalbinde bulduğu o küçük ilahi ışığı kendinden tamamen ayrı bir şey olarak hisseder.
Zamanla bunun gerçek benliği, özü, ölümsüz yanı olduğunu sezmeye anlamaya başlar.
Bu gerçek insan olma sürecidir.
Gerçek Ben’ini keşfeden insan zamanla bu Ben’in, evrenin ruhu ve özü ile de aynı olduğunu idrak etmeye başlar. Bu durumda insan artık tabiatı hem dıştan hem içten gönül gözü ile görmeye başlar. Dereden okyanus dalgalarına, meltem esintisinden fırtınalara, böcekten kuşa tüm evren ve tüm yaratıklar onları dinlemeyi bilene hep bir şeyler söyler.
Tasavvuf inancına göre evrende her şey kendi lisanıyla Allah’ı zikreder. Ve Allah’ın kendisine özgü manevi mesajını aktarır. Manevi kulakları açık olanlar bu sesleri duyabilirler.
Yüce benliğimizin kadınsı yönü bizi ilahi doğamıza bağlar. Ve her şeyin içinde gizlenen manevi amacı görmemizi sağlar. Her şey, her yaprak, her taş yaratıcının şarkısını mırıldanır. Bu kadınsı yönümüzle bizler, bu yüce yönümüzle şarkıyı duyabilir, onun gözleri sayesinde Tanrı’nın her yerde yansıyan tezahürünü görebiliriz.
İnsanın aklı ve kalbiyle doğrudan yaşayarak deneyimlediği bilgi, yani bireysel ruhunun evrensel ruh, evrensel ruhunun da Allah’tan başka bir şey olmadığı bilgisi, vücudun her bir hücresinin parçası oluncaya dek yayılmalıdır. Başlangıçta bu bilgi bir an gelip gider. Fakat yavaş yavaş yayılır. Manevi yolcular, ipek böceğine benzerler. Hepsinin hayatında bir tırtıl, bir koza, bir de kelebek safhası görülür.
Nasıl gözler için ışık eşyayı görme vasıtasıysa, manevi ışıkta kalp gözü için görebilme ve dolayısıyla bilgi kaynağıdır. Görme aracı olan ışık, yani ilahi nur aynı zamanda Rabbin vücududur da. Ve insan ruhu, ancak Allah’ın nuru onu aydınlattığı takdirde Allah’ı kavrayabilir. Yani Allah, ancak yine Allah’ın nuruyla doğrudan doğruya algılanır.
Ruhsal gözler tamamı ile açılmadan, yani içimiz tamamı ile ışıkla dolmadan, gerçekte kim olduğumuzu göremeyiz. O latif varlık, parlayıp kalbi doldurunca, gören konuşan Allah olur.
Kalpleri ışıkla dolanlar, bu ışık seli içinde Evreni, İnsanı ve Tanrı’yı birbiriyle kaynaşmış görürler.
İnsanın bu alemde Tanrı’yı perdesiz olarak görmesine imkan yoktur. Bu, kainatın yok olması demektir.
İnsan onunla, ancak kendi içinde, kalp aynasının yansımasıyla yüz yüze gelebilir.
Allah, bizlerin kalplerini doldurmadan önce boşalmalı, bir hiç haline gelmeliyizdir. Her şey tükenmek zorundadır. Bütün bağlılıklar, bütün arzular. Sonsuz hiçlik gerçeğini anlamak için, ego ölmeli ve biz bir hiç olmalıyız. Bir kalpte iki şey bir arada yaşamaz. Ya o ya da ego için yer vardır. Ve ego ancak bizleri acı ve gözyaşına boğarak gider. Bu geride hiçbir şey kalmayıncaya kadar devam eden acı verici bir süreçtir. Bu fena halidir. Yok olmaktır. Bu hal, egonun hükmünü, kişinin benlik duygusunu tamamen kaldırır. Fena içinde kişi, bütün bütün yok olup gitmişken, Allah kendi varlığından ona yeni bir hayat verir. Onu kendi boyasıyla boyar. Kişinin içindeki ve dışındaki bütün vasıfları değiştirir. Artık ölümün zaten alacağı egoist benlik bırakılmış, mutlak benlik onun yerini almıştır.
Arzu ve istek, ikiliğin bir yansımasıdır. Ölmeden önce ölüp, egosunu yok eden kişi, her şeyin arkasındaki “Bir” le birleşmiş, böylece ikilik zincirinden kurtulmuş, yaradılışın en büyük amacını gerçekleştirmiş olur.
Tanrı insanı maddi ve manevi, beden ve ruh olmak üzere iki unsurdan yaratmıştır. İnsan, bedeni vasıtasıyla dünyaya bağlıdır. Sureti yani bedeni, tabiatı da meydana getiren dört unsurdan; su, toprak, hava ve ateşten oluşmuştur. Bunlar insan ölünce tekrar geldikleri yere, tabiata karışırlar. Fakat can, bedeni dirilten, aydınlatan varlık yani ruh ebedidir, ölmez.
Doğası gereği görünmez olan ruh sadece beden vasıtasıyla görünür. Tanrı, ruhu bu dünyaya olgunlaşması, varlığın sırrına ulaşması için göndermiştir. Ruhun kemali olgunlaşması için beden şarttır. Ruh, maddenin ve ebediyetin bilgisini edinebilmek için bu gelip geçici bedene sıkı sıkıya bağlıdır. Sonsuzu, sınırsızı anlayabilmesi için sonluyu, sınırlıyı bilmesi gerekir.
Ruh ve nefs, can ve beden gibi zıt unsurlar insanda birbirleriyle çatışık dururlar. Beden insanı dünyaya bağlar, ruh tanrıya yükselmek ister. İnsan olma hayatı bundan dolayı dramatik bir mahiyet arz eder. Ya ruhu seçip yeniden Evrensel Ruh, Küll-i Akıl, ya da İnsan-ı Kamil olup evrimini tamamlayacak ya da nefsine hizmet edip yani şehvet, kibir, zulüm ve bencillik gibi özelliklerini sürdürüp sadece ismen insan olmayı sürdürecektir. Seçim ona kalmıştır. Bu aşamada insan, yalnızdır. Yapayalnız. http://pfb1045.wordpress.com/category/der-glaube/
 

Salick

Kayıtlı Üye
Katılım
13 Tem 2011
Mesajlar
269
Tepkime puanı
40
Bu sabah bir solukta ve cok etkilenerek okudugum bir yazi. Gunum aydinlandi sayenizde...
Sevgi ve Iskla...
 

la79

Kayıtlı Üye
Katılım
13 Eyl 2011
Mesajlar
160
Tepkime puanı
18
Bu metin şu belgeselden alınmıştır.http://www.youtube.com/watch?v=2m4e3zD96Os
İzleyin dinleyin tavsiye ederim.
Evet doğru sayın ptaah,o belgeseli uzun zaman önce seyretmiş ve çok etkilenmiştim ve onu yazılı metin olarak internetten bulmaya karar verdim gerçi zor oldu ama bulmayı başardım ,şu ana kadar hayatın amacı ve eşyanın hakikati hakkında pek çok teori,öğreti,inanç..vs dinledim ama hiç biri içimdeki şüphe ve tereddütü gideremedi ta ki bu yazıyı okuyuncaya kadar,bu tam anlamıyla herkesin çerçeveletip duvara asması gereken bir yazı.
 
Ü

Üye silindi 56746

ölümden ne korkarsın?
korkma, ebedi varsın.

insanda farkındalık uyandıran bir Allah dostu, gerçekten de tasavvufun felsefesini yapıyor.
 

Red Robit

Banlı Kullanıcı
Katılım
27 Ağu 2013
Mesajlar
70
Tepkime puanı
255
Konum
𓂀
ölümden ne korkarsın?
korkma, ebedi varsın.

insanda farkındalık uyandıran bir Allah dostu, gerçekten de tasavvufun felsefesini yapıyor.
@yay böyle güzelce biʼ konuyu hortlattığın için teşekkür ederim :D mest oldum... Umarım bu gibi insanları daha çok anlayabiliriz. Biz onları anladığımızı sanarken aslında ihtiyacımız olan tek şeye, kendimize yakınlaşıyoruz ki bu bir ihtiyaç.

Yıllar önce Yunus Emre adına biʼ şiir karalamıştım, başlığı okurken o geldi aklıma.
Benem batın benem zahir
Kendi kendine duran benem
Benem evvel benem ahir
Dünya tuzağın kuran benem

Benem sevgi benem zikir
Musanın çıktığı tur benem
Benem duygu benem fikir
Ateşi film eden nur benem

Benem ete kemiğe börünen
Seni senden eden dişi benem
Benem Yunus diye görünen
Seherde el açtığın kişi benem

Uzak eyledim sözün kemini
Ehline saldım dünya demini
Can rızık bildi ma’na yemini
Leyla da Mecnun da benem
 
Üst