Tanrı bir astronot muydu?

Ori

Kayıtlı Üye
Katılım
18 Ocak 2010
Mesajlar
3,252
Tepkime puanı
3,150
Tevrat sırlar ve çelişkilerle doludur. Sözgelişi, yaradılış bölümü dünyanın oluşmasını tam bir jeolojik doğrulukla anlatır. Peki ama bu bölümün yazarları minerallerden bitkilerin, bitkilerden de hayvanların oluştuğunu nereden biliyorlardı? Yaradılış Bölümü i, 26'da şöyle der: «Ve Tanrı, kendi benzerliğimiz ve görüntümüzde insanı yaratalım, dedi.» Tek ve eşsiz Tanrı neden çoğul olarak konuşuyor? Neden 'ben' değil 'biz', 'benim' değil 'bizim' diyor? Tanrı'nın kendi yaptığı işlerden söz ederken tekil şahısta konuşması gerekmez mi? «Ve insan yeryüzünde çoğalmaya başladı ve kız çocukları doğdu. Tanrı'nın oğulları, insanın kız çocuklarını beğendiler ve aralarından seçtiklerini eş olarak aldılar.» (Yaradılış Bölümü i, 1-2). İnsanın kız çocuklarını kendilerine eş olarak alan 'Tanrı'nın oğulları kimlerdi? Tanrı bir tek olduğuna göre 'Tanrı'nın çocukları' neyin nesiydiler. «O günlerde dünyada devler yaşıyordu. Daha sonra Tanrı'nın oğulları, insanın kızlarına çocuklar verdiler. Onlar eski ve şanlı insanlardan olma güçlü insanlar oldular.» (Yaradılış Bölümü vi, 4). Karşımıza yine insanlarla çiftleşen Tanrı'nın oğulları çıkıyor. İlk kez devlerden söz edilmesi de burada. «Devler» hemen bütün eski kitaplarda, doğu ve batı mitolojisinde, Tiahuanaco efsanelerinde, Eskimo destanlarında sayfalarca yer kaplayan bir konudur. Bu bakımdan, bir zamanlar gerçekten var olduklarına inanmamız gerekir. Acaba 'devler' nasıl yaratıklardı? Dev binaları kuran, kocaman taşları oradan oraya sürükleyen atalarımız mı, yoksa teknik yetenekleri olan in uzaylılar mı? Kesin olan bir tek şey var: Tevrat 'devler'den söz ediyor ve onları 'Tanrı'nın oğulları' olarak tanımlıyor. 'Tanrı'nın oğulları' ise insanlarla çiftleşiyor ve çoğalıyorlar! Yaradılış Bölümü xix. 1-28'de Sodom ve Gomora felâketinin ayrıntılı ve heyecanlı öyküsü anlatılır. Bir akşam Lût baba şehir kapısı yakınlarında otururken Sodom'a iki melek gelir. Anlaşılan Lût bu melekleri önceden tanımakta ve gelmelerini beklemektedir; çünkü görür görmez geceyi evinde geçirmelerini teklif eder. Tevrat'ta, şehir halkının 'bu yabancıları tanımak' istedikleri yazar. Ancak yabancılar, şehir zamparalarının cinsel isteklerini bir el hareketiyle yok etme yeteneğine sahiptirler. Ayrıca kötülük yapmak isteyenlerin gözlerini kör edebilmektedirler. Yaradılış Bölümü xix. 12-14'e göre melekler, Lût'a yanına karısını, oğullarını, kızlarını, damatlarını ve gelinlerini alarak, son hızla şehirden ayrılmasını, çünkü bir süre sonra şehrin yok edileceğini söylüyorlar. Aile üyeleri bu garip uyarıya inanmak istemiyor ve Lût'un soğuk şakalarından biri olduğunu ileri sürüyorlar. Buradan sonrasını Yaradılış Bölümünden izleyelim «Ve sabah oldu; melekler aceleyle Lût'a seslendiler: Kalk; karını, buradaki iki kızını al; yoksa kalanlarla birlikte yanıp gideceksin. Ve o oyalanınca ellerini ellerinin üstüne koydular, karısının ve kızlarının da ellerini tuttular; Tanrı ona merhamet ediyordu: ve onu önlerine kattılar ve şehrin dışına çıkardılar. Daha da ileri lere gidince; Kaçın, yaşamak istiyorsanız kaçın, sakın arkanıza bakmayın, sakın düzlükte kalmayın, dağlara kaçın, yoksa mahvolursunuz., dediler. Çabuk ol, daha uzaklara kaç; çünkü uzaklara kaçmazsan seni kurtaramam.» Görüldüğü gibi 'melekler'in, yerli halkça bilinmeyen bir gücü vardır. Telkin edilen acele ve Lût ailesinin götürüldüğü hız da ayrıca düşündürücüdür. Lût işi ağırdan alınca, eline yapışıp sürüklemeye başlarlar. Çok geç olmadan kaçmalıdırlar! Lût ailesi dağlara gitmeli ve asla arkasına dönüp bakmamalıdır. Ancak burada dikkati çeken bir nokta vardır: Lûtmeleklere fazla bir saygı göstermemekte ve ikide birde durarak karşı koymaktadır: «Dağlara kaçamam, varsın kötülük gelsin, öldürsün beni...» Bir süre sonra melekler, kendileriyle gelmezse onu kurtaramayacaklarını yeniden söylerler. Sodom'a gerçekte ne olmuştu? Her şeye kadir olan Tanrı bi tarifeye, bir zaman ölçüsüne mi bağlıydı? Değilse 'meleklerinin' acelesi neydi? Yoksa şehir, saata bağlı bir güç kaynağıyla mı yok edilecekti? Geriye sayma işlemi mi başlamıştı? Öyleyse patlama anı yaklaştıkça melekler de can kaygusuna düşüyorlardı. Lût ailesini güvenlik altına almak için daha kolay bir yöntem yok muydu? Neden her şeye rağmen dağlara kaçılmasında ısrar ediyorlardı? Ve neden hiç durmadan, asla arkalarına bakmamaları emrediliyordu? Biliyorum, bu sorular konunun ciddiyetine biçimsiz düşer gibi görünüyor, ama Japonya'ya iki atom bombası atıldı atılalı, bu tür bombaların ne ölçüde zararlar doğurduğunu ve canlı varlıkları nasıl öldürdüğünü -ya da ölüm ölçüsünde hasta ettiğini- çok iyi biliyoruz. Öyleyse sorularımıza karşılık bulmak için, Sodom ve Gomora'nın bir tasarı uyarınca, yani bilerek, nükleer bir patlamayla yok edildiğini düşünelim. Belki de 'melekler' şehirde bulunan tehlikeli 'bölünebilir maddeleri' yok etmek, bu arada bir taşla iki kuş vurarak, davranışları hoşlarına gitmeyen bir insan soyunu ortadan kaldırmak için bu işe girişmişlerdi. Patlama zamanı kararlaştırılmış ve geri sayma işlemi başlamıştı. Lût ailesi gibi kaçması ve kurtulması gerekenler, dağlara götürülmüştü, çünkü kayalar tehlikeli ışınları büyük ölçüde emerek az zararlı duruma getirebilirlerdi. Ve -hepimiz hikâyenin sonunu biliyoruz- Lût'un karısı döndü ve atom patlamasının oluşturduğu, güneşten defalarca parlak ışığa baktı! O anda düşüp ölmüş olması, günümüz insanını, özellikle atom bombasının ne olduğunu bilenleri, hiç şaşırtmayacaktır! «Sonra Tanrı Sodom ve Gomora üzerine kükürt ve ateş yağdırdı...» Felâketin öyküsü Yaradılış Bölümü xix. 27-28'de şöyle sona bağlanıyor: «Ve İbrahim sabah erkenden kalkarak Tanrı'nın önünde durduğu yere gitti: Ve Sodom ve Gomora'ya, düzlükteki topraklara baktı. Ve gördü ki, şehrin dumanları, ocak dumanlan gibi göğe yükselmektedir.» Babalarımız kadar dindar olabiliriz ama, hiç olmazsa onlar kadar saf ve körükörüne inanmış değiliz. En iyi niyetimizle bile, her yerde bulunan, her şeye kadir olan mutlak bir Tanrı'nın, yaptığı işin sonunun nereye varacağını bilmediğini kabul edemeyiz: Tanrı insanı yaratmış /e eyleminden memnun kalmıştı. Ama her halde bir süre sonra pişmanlık duymuş olmalı ki, yarattığıinsanları yok etmeye karar verdi. Çağımızın aydını bu çelişkiyle birlikte, bir Şefkatli Babanın nasıl olup da, sayısız oğlunu ölüme yollarken Lût ailesi gibilerini kayırdığı konusunda kuşkuya düşmelidir. Tevrat'ta Tanrı'nın ve meleklerinin gökten korkunç gürültülerle ve dumanlar saçarak indiği birçok bölümde, değişik kişilerin ağzından, pek etkileyici biçimde anlatılır. Bunların en ilginçlerinden birini peygamber Hezekiel anlatıyor: (Tevrat, Hezekiel i-iv) «Ve otuzuncu yılda, dördüncü ayda, ayın beşinci gününde, ben Kebar ırmağı yanında sürgünler arasında iken vaki oldu ki, gökler açıldı... Ve baktım, ve işte, kuzeyden buran yeli, durmadan ateş saçan büyük bir bulut geliyordu, çevresinde parıltılı ve ortasında sanki ateş ortasında ışıldayan maden. Ve onun ortasından dört canlı yaratık benzeri çıktı. Ve onların görünüşü şöyle idi: onlarda insan benzeyişi vardı, ve her birinin dört yüzü vardı ve onlardan her birinin dört kanadı vardı. Ve ayakları doğru ayaklardı; ve ayaklarının tabanı buzağı ayağının tabanı gibiydi ve cilâlı tunç gibi pırıldamakta idiler.» Görüldüğü gibi Hezekiel aracın yere naşı! indiğini ayrıntılarıyla anlatıyor: Kuzeyden, ışıklar saçan, pırıldayan bir şey, çöl kumlarını havalandırarak yaklaşıyor ve yere konuyor. Tevrat ikide birde Tanrı'nın her yerde bulunduğunu belirtir. Öyleyse Tanrı burada neden belirli bir yönden geliyor? Hem her şeye kadir olan Tanrı'nın istediği yere gitmesi için bu kadar gürültü patırtı çıkarmasına gerek var mıdır? Durumu biraz daha aydınlatmak için Hezekiel'in tanıklığını izleyelim: «Ben canlı yaratıklara bakarken, işte, canlı yaratıkların yanında, onların her yüzü için yerde bir tekerlek vardı. Tekerleklerin ve yapılarının görünüşü zümrüt gibi idi; ve dördünün benzeyişi ve de görünüşleri ve de yapıları sanki tekerlek içinde tekerlek. Yürüdükleri zaman dört yanlarına da gidiyorlardı; dönmeyerek yürüyorlardı. Tekerlek çemberleri ise yüksekti, ve korkunçtu; ve dördünün çemberleri çepçevre gözlerle dolu idL Ve canlı yaratıklar yürüdükçe, tekerlekler onların yanında yürüyorlardı; ve canlı yaratıklar yerden yükseldikçe, tekerlekler yükseliyorlardı.» Anlatımın şaşırtıcı ölçüde güzel olduğu göze çarpıyor. Hezekiel tekerlek içinde tekerlek olduğunu ve tekerleklerin yürürken dönmediklerini söylüyor. Tekerleklerin çok hızlı dönmesi yüzünden oluşan, çok belirgin bir göz yanılması! Anlaşılan, Hezekiel, Amerikalılar'ın bugün çölde ve bataklıkbölgelerde kullandıkları araçların bir benzerini görmüştü. Bu durumda tekerleklerin kanatlı yaratıklarla birlikte havaya yükselmesi de açıklığa kavuşuyor. Çünkü çok amaçlı araçlar, sözgelişi bir amfibik helikopter havalandığı zaman, doğal olarak, tekerleklerini de beraberinde götürür... Hezekiel'i dinlemeye devanı edelim: «Ve bana dedi: Âdem oğlu, ayak üzerine dikil de seninle söyleşeyim... Ve arkamdan: Rabbin izzeti kendi yerinden mübarek olsun diye büyük bir gürleme sesi işittim. Ve canlı yaratıkların kanatları birbirine dokundukça onların sesini ve yanlarındaki tekerleklerin gürültüsünü; büyük gürleme sesini işittim.» Hezekiel aracın kesin tarifini yaptıktan başka, nasıl havalandığını da anlatıyor. Tekerlek ve kanatların 'büyük gürleme sesi' çıkardığını söylemesi, onun bu olaya kesinlikle tanıklık ettiğini gösteriyor. 'Tanrılar' Hezekiel'le konuştuktan ve ülkenin yasalarını düzeltmesini emrettikten sonra onu yanlarına alarak götürüyorlar ve korkmamasını, yurdunu henüz yüz üstü bırakmadıklarını söylüyorlar. Bu olay Hezekiel'i öylesine etkilemiş olmalı ki, aracı değişik bölümlerde bıkmadan usanmadan anlatmaya devam ediyor. Üç yerde daha. 'Dört yöne gidebilen ve giderken dönmeyen tekerleklerden' söz ediyor. Özellikle etkilendiği nokta aracın 'çepçevre gözlerle dolu' oluşu. Tanrılar' ona gözleri olduğu halde görmeyen, kulakları olduğu halde duymayan bir «asi evinin» ortasında oturduğunu söylüyorlar. Yurttaşları hakkında iyice aydınlandığını görünce, bu tür ziyaretlerde hep olduğu gibi, yasalarla ilgili öğütler, emirler ve düzgün bir uygarlık için gereken ipuçları vererek gidiyorlar. Hezekiel görevini benimsiyor ve 'tanrıların' emirlerini yaymaya koyuluyor. Bir kez daha değişik sorularla karşı karşıyayız. Hezekiel'le kimler konuşmuştu? Bunlar nasıl yaratıklardı? Kelimenin geleneksel anlamıyla 'tanrı' olmaları imkânsızdı; çünkü bir yerden ötekine gitmek için araç kullanıyorlardı. Böylesine bir hareket ise, her şeye kadir olan Tanrı ile kesinlikle bağdaşmıyordu. Bu olaya uygunluğu bakımından, yine Tevrat'ta anlatılan bir teknik buluşu ayrıca inceleyelim: Exodus (Çıkış) xxv. 10'da Musa, Kanun Sandığının yapımı konusunda Tann'nın verdiği kesin emirleri anlatır. Talimatlar çok açıktır -ölçüler, pervaz ve çemberlerin nereye, nasıl takılacağı, hangi madenlerin kullanılacağı apaçık ve kesin olarak belirtilmiştir. Bunda amaç her şeyin 'Tann'nın' istediği gibi olmasını sağlamaktır. Öyle ki Tanrı birkaç sefer Musa'yı yanlışlık yapmaması konusunda uyarır: «Bak ve dağda sana gösterilen örneklere göre yap» (Exodus, xxv, 40). Ayrıca 'Tanrı' Musa'ya kendisiyle, sandığın üzerindeki kefaret örtüsü aracılığıyla konuşabileceğini söyler. Hiç kimse, der, sandığın yanına yaklaşmamalıdır ve sandığın taşınması sırasında giyilmesi gereken şeyleri ve özellikle ayakkabıları ayrıntılarıyla anlatılır. Bütün bu uyarmalara rağmen bir aksilik olur. (2 Samuel vi, 2) Davud, sandığı Uzza ile birlikte bir öküz arabasına bindirir. Ancak yolda giderlerken öküzlerden biri tökezlenir ve sandık düşecek gibi olur. Bunun üzerine Uzza atılarak sandığı tutar ve yıldırım çarpmış gibi birdenbire ölür. Sandık, kuşkusuz, elektrik yüklüydü! Eğer Tevrat'taki talimatlara uyarak sandığı yeniden yaparsak, yüzlerce volt gücünde bir elektrik akımı doğacaktır. Biri pozitif, öteki negatif yüklü olan iki altın tabaka, kondansatör görevi yapacaktır. Kefaret örtüsü üzerine yerleştirilen iki altın kerubinden [-] birinin mıknatıs olması halinde de ortaya güzel bir hoparlör çıkacaktır -belki de kerubinlerin içinde uzay gemisiyle Musa arasında bağlantı sağlayacak bir telsiz aracı vardı. Hatırladığım kadarıyla Exodus'un çeşitli bölümlerinde sandıktan kıvılcımlar çıktığı ve Musa'nın öğüt ve yardıma ihtiyacı olduğu zaman bu 'iletici'den yararlandığını yazar. Musa 'Tanrı'sının sesini duyabilmekte, ancak onu görememektedir. Bir keresinde 'Tanrı'yâ kendisini göstermesini söyler. Tanrı'nın karşılığı şudur: «Ve dedi: Yüzümü göremezsin; çünkü insan beni görüp de yaşayamaz. Ve Rab dedi: İşte yanımda bir yer var ve kaya üzerinde duracaksın; ve vaki olacak ki, izzetim geçtiği zaman seni bir kayanın kovuğuna koyacağım ve ben geçinceye kadar seni elimle örteceğim; ve elimi kaldıracağım ve arkamı göreceksin; ama yüzüm görülmeyecek.» (Exodus xxxiii, 20-23) Eski yazılarda bu olayın inanılmaz benzerleri vardır. Örneğin Gılgamış Destanı'nın beşinci tabletinde -ki bu destan Sümer kaynaklıdır ve Tevrat'tan çok önce yazılmıştır- hemen hemen aynı cümleye rastlıyoruz: «Hiç bir ölümlü, tanrıların yaşadığr kutsal dağa gelemez. Tanrıların yüzünü gören ölmelidir.» İnsanlık Tarihi'ni anlatan başka eski kitaplarda böyle cümleler vardır. Neden 'tanrılar' kullarıyla yüz yüze gelmekten kaçınıyorlardı? Neden maskelerinin düşmemesi için bu kadar çaba harcıyorlardı? Neden ya da nelerden korkuyorlardı? İnsanın aklına, ister istemez Tevrat'taki bu olayın, doğrudan doğruya Gılgamış Destanından alınmış olabileceği geliyor. Bu düşünüş fazlasıyla mantıklıdır. Çünkü Musa, Mısır saraylarında büyümüş veMısır kültürünün temel taşı olan gizli kitaplıklardan bol bol yararlanma imkânı bulmuştu. Bu kitaplıklarda Gılgamış Destanı da elbette yer alıyordu. Belki Tevrat'ın yaşı hakkında da kuşkuya düşmeliyiz. Çünkü çok daha sonra yaşayan Davud'un altı parmaklı ve altı tırnaklı bir devle savaştığı, 2 Samuel xxi, 18-22'de uzun uzun anlatılmaktadır. Hatta bütün eski tarih, destan ve hikâyelerin bir noktada toplandıktan sonra değişik ülkelere, değişik biçimlerde yayıldığını bile düşünebiliriz. Lût Gölü yakınlarında son yıllarda bulunan Kumran yazıları, Yaradılış Bölümünde sözü edilen olaylara büyük benzerlik göstermektedirler. Bugüne kadar bilinmeyen birçok yeni buluntu da, göklerdeki savaş arabalarından, tanrı oğullarından, içinde canlı yaratıklar çıkan bulut ve tekerleklerden söz etmektedirler. Musa Apokalips'inde (33. bölüm) Havva'nın göğe baktığı ve dört parlak kartalın çektiği ışıktan bir savaş arabası gördüğü anlatılır. Araba hiç bir dünyalının anlatamayacağı ölçüde görkemlidir ve Âdem'in yanına indiği zaman tekerleklerinin arasından dumanlar çıkar. Aslında bu öykü bize yeni bir şey aniatmamaktadır. Çünkü bütün eski kitap ve yazılarda, Âdem ve Havva'ya kadar uzanan bir süre içinde görünen tekerlekli, dumanlı, ateşli savaş arabaları anlatılmaktadır. Lamek yazıtlarında akıl almaz bir olay anlatılır. Gerçi tomarların bir bölümü, birtakım cümle ve paragrafların okunmasını imkânsızlaştıracak kadar bozulmuştur ama, geride kalanlar anlatmaya değer ölçüde meraklıdır: Nuh'un babası Lamek, güzel bir günde evine dönünce, görünüşü bakımından aileye hiç uymayan bir oğlanla karşılaşır. Bunun üzerine karısı Bat-Enoş'u çağırır ve çocuğun kendisine ait olmadığını söyler. Bat-Enoş bildiği bütün kutsal şeyler üzerine yemin ederek tohumun ondan, yani Lamek'ten geldiğini, bu işte ne bir askerin ne bir yabancının, ne de 'tanrı oğullarının' parmağı olduğunu anlatır. (Bu tanrı oğullarının kimler olduğunu sorabilir miyiz?... Bu aile dramının, Tufan'dan önce olduğunu da bu arada belirtelim.) Bununla birlikte Lamek karısına inanmaz ve babası Methuselah'ın öğütlerini almak üzere yola çıkar. Babasının evine varınca olayı olduğu gibi anlatır ve çok üzüldüğünü söyler. Methuselah dinler ve çocuğun nereden geldiğini anlamak için bilge Enok'a baş vuracağını, bunun için de çok uzun ve yorucu bir yolculuk gerektiğini söyler. Ama ailenin bu çocuğa tepkileri öyle büyümektedir ki, sonunda yolculuğa çıkmaya karar verir. Enok, Methuselah'ın ailede birdenbire ortaya çıkan ve ne saçı, ne gözü, ne de derisi kendilerine benzeyen bu çocuğu anlatmasını dinler ve yaşlı adamıçok üzücü bir haberle birlikte evine yollar: Pek yakında dünya, insanlık ahlâksızlık ve alçaklık suçundan yargılanacaktır. Ailedeki çocuk, büyük evrensel yargılamadan kurtulacak olanların dedesidir. O bakımdan Lamek'e, çocuğa Nuh adını koymasını emretmelidir. Böylece Methuselah evine döner ve oğlu Lamek'e kendilerini bekleyen felâketi anlatır. Lamek'in çocuğu kabul etmekten ve Nuh adını koymaktan başka çaresi yoktur! Aile öyküsünün en ilginç yanı, Nuh'un ailesinin, hatta büyükbabası Methuselah'ın, daha sonra ateş saçan bir savaş arabasına binerek ebediyen göklerde kaybolan Enok tarafından pek yakın bir felâket konusunda uyarılmış olmalarıdır. Bu olay da, insan soyunun, uzaydan gelen bilinmeyen yaratıklar eliyle çoğaltıldığı düşüncesini doğrulamıyor mu? Aksi halde, insanların hiç durmadan devler ve tanrı oğulları tarafından döllenmesinin ve başarısız olan türlerin sürekli yok edilmesinin hiç bir anlamı kalmıyor. Bu açıdan bakınca, Tufan'ın, bir iki üstün kişi dışında kalan insanları ortadan kaldırmak için bilerek yapıldığı anlaşılıyor. Böyle olunca da ilâhî bir yargılama niteliği ortadan kalkıyor. Günümüzde daha zeki bir insan türünün sunî olarak yaratılması gerçekleşmeye doğru giden kuramlar arasında. Tıpkı Tiahuanaco efsanelerinde anlatılan Büyük Ana'nın, güneş kapısına uzay gemisiyle gelmesi ve 70 çocuk doğurması gibi. Tıpkı türlü din kitaplarının, 'Tanrı insanı kendi görüntüsünde yarattı demesi gibi. Birtakım eski din kitapları daha da ileriye giderek, 'tanrı'nın istediği biçimde insanların yaratılabilmesi için, birçok deneyler yapıldığını yazıyor. Bilinmeyen uzaylıların dünyamızı ziyaret ettiğini ileri süren kuramımıza göre, bugün bile bizi biz yapanın bu üstün varlıklar olduğu anlaşılmaktadır. Bu deliller zincirinin bir halkasını da, tanrıların atalarımızdan istedikleri armağanlar tamamlıyor. Bu istekler, hiç bir zaman güzel kokular ve kurbanlık hayvanlarla sınırlandırılmamıştı. Armağanlar listesinde çoğu zaman çeşitli karışımlardan yapılmış sikkeler de yer alıyordu, gerçekten de Doğu'nun en büyük eritme kuruluşlarından biri, Ezeon Geber'de bulunuyordu. Kazılarda ortaya çıkarılan bu kuruluş, son derece modern bir ocak, türlü hava kanalları ve belirli amaçlar için açılmış deliklerden meydana geliyordu. Günümüz eritme uzmanları bu kuruluştan nasıl bakır elde edilmiş olabileceğini açıklayamryorlar. Ancak burasının bakır elde etmek için kullanıldığı kuşkusuzdur; çünkü Ezeon Geber dolaylarındaki birçok mağara ve galeride geniş bakır sülfat stokları bulunmuştur. Söz konusu bütün buluntular 5000 yıllıktır! Eğer bir gün bizim uzay adamlarımız da indikleri gezegende ilkel insanlarla karşılaşacak olurlasa, zavallılar üzerinde 'tanrı' ya da 'tanrı oğlu' izlenimi bırakacaklardır. Ama bir de indikleri gezegende korkunç ileri bir uygarlığın insanlarıyla karşılaştıklarını düşünün. Her halde o zaman, 'tanrı' olarak değil, zamanın çok gerisinde yaşayan zavallılar olarak karşılanacaklardır!


-Erich Von Daniken - Tanrıların Arabaları
 

Düşmüş Kartal

Kayıtlı Üye
Katılım
6 Ocak 2019
Mesajlar
366
Tepkime puanı
775
Konum
İzmit
Kutsal kitaplardaki biz hitabının sebebi bir konsey tarafından gönderilmiş olması.Bu konsey Anu 'nun çocukları ve diğer yetkili kişilerden oluşuyor. Enlil Tevratta Yehova oluyor,Enki diğer kitapta başka yaratıcı. Yani belirli bir kısmın derebeyi biri olsa da diğerlerinin oyu olmadan hareket edemiyor.Seni tanrı olduğuma inandırsam,sana yüzümü gösterir miydim sence!Güç kimdeyse söz hakkı onun.Sana düsen güce itiat.Kaynak enerji, yaratıcı öz buna niye ihtiyaç duysun.Onlar amaçlarına ulaşırken bizlerde oyalanıp duruyoruz,tarladan depoya giden hasatın ,yolda cennet rüyası görmesi sadece bir avuntu.Ama şimdi ibadet ettiğin Tanrı' nın bir astronot çıkması.....olmadı yaa,yıktın bizi,bu gerçekler pat diye söylenir mi!??
 

Devilsadness

Kayıtlı Üye
Katılım
15 Ağu 2018
Mesajlar
55
Tepkime puanı
54
Tevrat sırlar ve çelişkilerle doludur. Sözgelişi, yaradılış bölümü dünyanın oluşmasını tam bir jeolojik doğrulukla anlatır. Peki ama bu bölümün yazarları minerallerden bitkilerin, bitkilerden de hayvanların oluştuğunu nereden biliyorlardı? Yaradılış Bölümü i, 26'da şöyle der: «Ve Tanrı, kendi benzerliğimiz ve görüntümüzde insanı yaratalım, dedi.» Tek ve eşsiz Tanrı neden çoğul olarak konuşuyor? Neden 'ben' değil 'biz', 'benim' değil 'bizim' diyor? Tanrı'nın kendi yaptığı işlerden söz ederken tekil şahısta konuşması gerekmez mi? «Ve insan yeryüzünde çoğalmaya başladı ve kız çocukları doğdu. Tanrı'nın oğulları, insanın kız çocuklarını beğendiler ve aralarından seçtiklerini eş olarak aldılar.» (Yaradılış Bölümü i, 1-2). İnsanın kız çocuklarını kendilerine eş olarak alan 'Tanrı'nın oğulları kimlerdi? Tanrı bir tek olduğuna göre 'Tanrı'nın çocukları' neyin nesiydiler. «O günlerde dünyada devler yaşıyordu. Daha sonra Tanrı'nın oğulları, insanın kızlarına çocuklar verdiler. Onlar eski ve şanlı insanlardan olma güçlü insanlar oldular.» (Yaradılış Bölümü vi, 4). Karşımıza yine insanlarla çiftleşen Tanrı'nın oğulları çıkıyor. İlk kez devlerden söz edilmesi de burada. «Devler» hemen bütün eski kitaplarda, doğu ve batı mitolojisinde, Tiahuanaco efsanelerinde, Eskimo destanlarında sayfalarca yer kaplayan bir konudur. Bu bakımdan, bir zamanlar gerçekten var olduklarına inanmamız gerekir. Acaba 'devler' nasıl yaratıklardı? Dev binaları kuran, kocaman taşları oradan oraya sürükleyen atalarımız mı, yoksa teknik yetenekleri olan in uzaylılar mı? Kesin olan bir tek şey var: Tevrat 'devler'den söz ediyor ve onları 'Tanrı'nın oğulları' olarak tanımlıyor. 'Tanrı'nın oğulları' ise insanlarla çiftleşiyor ve çoğalıyorlar! Yaradılış Bölümü xix. 1-28'de Sodom ve Gomora felâketinin ayrıntılı ve heyecanlı öyküsü anlatılır. Bir akşam Lût baba şehir kapısı yakınlarında otururken Sodom'a iki melek gelir. Anlaşılan Lût bu melekleri önceden tanımakta ve gelmelerini beklemektedir; çünkü görür görmez geceyi evinde geçirmelerini teklif eder. Tevrat'ta, şehir halkının 'bu yabancıları tanımak' istedikleri yazar. Ancak yabancılar, şehir zamparalarının cinsel isteklerini bir el hareketiyle yok etme yeteneğine sahiptirler. Ayrıca kötülük yapmak isteyenlerin gözlerini kör edebilmektedirler. Yaradılış Bölümü xix. 12-14'e göre melekler, Lût'a yanına karısını, oğullarını, kızlarını, damatlarını ve gelinlerini alarak, son hızla şehirden ayrılmasını, çünkü bir süre sonra şehrin yok edileceğini söylüyorlar. Aile üyeleri bu garip uyarıya inanmak istemiyor ve Lût'un soğuk şakalarından biri olduğunu ileri sürüyorlar. Buradan sonrasını Yaradılış Bölümünden izleyelim «Ve sabah oldu; melekler aceleyle Lût'a seslendiler: Kalk; karını, buradaki iki kızını al; yoksa kalanlarla birlikte yanıp gideceksin. Ve o oyalanınca ellerini ellerinin üstüne koydular, karısının ve kızlarının da ellerini tuttular; Tanrı ona merhamet ediyordu: ve onu önlerine kattılar ve şehrin dışına çıkardılar. Daha da ileri lere gidince; Kaçın, yaşamak istiyorsanız kaçın, sakın arkanıza bakmayın, sakın düzlükte kalmayın, dağlara kaçın, yoksa mahvolursunuz., dediler. Çabuk ol, daha uzaklara kaç; çünkü uzaklara kaçmazsan seni kurtaramam.» Görüldüğü gibi 'melekler'in, yerli halkça bilinmeyen bir gücü vardır. Telkin edilen acele ve Lût ailesinin götürüldüğü hız da ayrıca düşündürücüdür. Lût işi ağırdan alınca, eline yapışıp sürüklemeye başlarlar. Çok geç olmadan kaçmalıdırlar! Lût ailesi dağlara gitmeli ve asla arkasına dönüp bakmamalıdır. Ancak burada dikkati çeken bir nokta vardır: Lûtmeleklere fazla bir saygı göstermemekte ve ikide birde durarak karşı koymaktadır: «Dağlara kaçamam, varsın kötülük gelsin, öldürsün beni...» Bir süre sonra melekler, kendileriyle gelmezse onu kurtaramayacaklarını yeniden söylerler. Sodom'a gerçekte ne olmuştu? Her şeye kadir olan Tanrı bi tarifeye, bir zaman ölçüsüne mi bağlıydı? Değilse 'meleklerinin' acelesi neydi? Yoksa şehir, saata bağlı bir güç kaynağıyla mı yok edilecekti? Geriye sayma işlemi mi başlamıştı? Öyleyse patlama anı yaklaştıkça melekler de can kaygusuna düşüyorlardı. Lût ailesini güvenlik altına almak için daha kolay bir yöntem yok muydu? Neden her şeye rağmen dağlara kaçılmasında ısrar ediyorlardı? Ve neden hiç durmadan, asla arkalarına bakmamaları emrediliyordu? Biliyorum, bu sorular konunun ciddiyetine biçimsiz düşer gibi görünüyor, ama Japonya'ya iki atom bombası atıldı atılalı, bu tür bombaların ne ölçüde zararlar doğurduğunu ve canlı varlıkları nasıl öldürdüğünü -ya da ölüm ölçüsünde hasta ettiğini- çok iyi biliyoruz. Öyleyse sorularımıza karşılık bulmak için, Sodom ve Gomora'nın bir tasarı uyarınca, yani bilerek, nükleer bir patlamayla yok edildiğini düşünelim. Belki de 'melekler' şehirde bulunan tehlikeli 'bölünebilir maddeleri' yok etmek, bu arada bir taşla iki kuş vurarak, davranışları hoşlarına gitmeyen bir insan soyunu ortadan kaldırmak için bu işe girişmişlerdi. Patlama zamanı kararlaştırılmış ve geri sayma işlemi başlamıştı. Lût ailesi gibi kaçması ve kurtulması gerekenler, dağlara götürülmüştü, çünkü kayalar tehlikeli ışınları büyük ölçüde emerek az zararlı duruma getirebilirlerdi. Ve -hepimiz hikâyenin sonunu biliyoruz- Lût'un karısı döndü ve atom patlamasının oluşturduğu, güneşten defalarca parlak ışığa baktı! O anda düşüp ölmüş olması, günümüz insanını, özellikle atom bombasının ne olduğunu bilenleri, hiç şaşırtmayacaktır! «Sonra Tanrı Sodom ve Gomora üzerine kükürt ve ateş yağdırdı...» Felâketin öyküsü Yaradılış Bölümü xix. 27-28'de şöyle sona bağlanıyor: «Ve İbrahim sabah erkenden kalkarak Tanrı'nın önünde durduğu yere gitti: Ve Sodom ve Gomora'ya, düzlükteki topraklara baktı. Ve gördü ki, şehrin dumanları, ocak dumanlan gibi göğe yükselmektedir.» Babalarımız kadar dindar olabiliriz ama, hiç olmazsa onlar kadar saf ve körükörüne inanmış değiliz. En iyi niyetimizle bile, her yerde bulunan, her şeye kadir olan mutlak bir Tanrı'nın, yaptığı işin sonunun nereye varacağını bilmediğini kabul edemeyiz: Tanrı insanı yaratmış /e eyleminden memnun kalmıştı. Ama her halde bir süre sonra pişmanlık duymuş olmalı ki, yarattığıinsanları yok etmeye karar verdi. Çağımızın aydını bu çelişkiyle birlikte, bir Şefkatli Babanın nasıl olup da, sayısız oğlunu ölüme yollarken Lût ailesi gibilerini kayırdığı konusunda kuşkuya düşmelidir. Tevrat'ta Tanrı'nın ve meleklerinin gökten korkunç gürültülerle ve dumanlar saçarak indiği birçok bölümde, değişik kişilerin ağzından, pek etkileyici biçimde anlatılır. Bunların en ilginçlerinden birini peygamber Hezekiel anlatıyor: (Tevrat, Hezekiel i-iv) «Ve otuzuncu yılda, dördüncü ayda, ayın beşinci gününde, ben Kebar ırmağı yanında sürgünler arasında iken vaki oldu ki, gökler açıldı... Ve baktım, ve işte, kuzeyden buran yeli, durmadan ateş saçan büyük bir bulut geliyordu, çevresinde parıltılı ve ortasında sanki ateş ortasında ışıldayan maden. Ve onun ortasından dört canlı yaratık benzeri çıktı. Ve onların görünüşü şöyle idi: onlarda insan benzeyişi vardı, ve her birinin dört yüzü vardı ve onlardan her birinin dört kanadı vardı. Ve ayakları doğru ayaklardı; ve ayaklarının tabanı buzağı ayağının tabanı gibiydi ve cilâlı tunç gibi pırıldamakta idiler.» Görüldüğü gibi Hezekiel aracın yere naşı! indiğini ayrıntılarıyla anlatıyor: Kuzeyden, ışıklar saçan, pırıldayan bir şey, çöl kumlarını havalandırarak yaklaşıyor ve yere konuyor. Tevrat ikide birde Tanrı'nın her yerde bulunduğunu belirtir. Öyleyse Tanrı burada neden belirli bir yönden geliyor? Hem her şeye kadir olan Tanrı'nın istediği yere gitmesi için bu kadar gürültü patırtı çıkarmasına gerek var mıdır? Durumu biraz daha aydınlatmak için Hezekiel'in tanıklığını izleyelim: «Ben canlı yaratıklara bakarken, işte, canlı yaratıkların yanında, onların her yüzü için yerde bir tekerlek vardı. Tekerleklerin ve yapılarının görünüşü zümrüt gibi idi; ve dördünün benzeyişi ve de görünüşleri ve de yapıları sanki tekerlek içinde tekerlek. Yürüdükleri zaman dört yanlarına da gidiyorlardı; dönmeyerek yürüyorlardı. Tekerlek çemberleri ise yüksekti, ve korkunçtu; ve dördünün çemberleri çepçevre gözlerle dolu idL Ve canlı yaratıklar yürüdükçe, tekerlekler onların yanında yürüyorlardı; ve canlı yaratıklar yerden yükseldikçe, tekerlekler yükseliyorlardı.» Anlatımın şaşırtıcı ölçüde güzel olduğu göze çarpıyor. Hezekiel tekerlek içinde tekerlek olduğunu ve tekerleklerin yürürken dönmediklerini söylüyor. Tekerleklerin çok hızlı dönmesi yüzünden oluşan, çok belirgin bir göz yanılması! Anlaşılan, Hezekiel, Amerikalılar'ın bugün çölde ve bataklıkbölgelerde kullandıkları araçların bir benzerini görmüştü. Bu durumda tekerleklerin kanatlı yaratıklarla birlikte havaya yükselmesi de açıklığa kavuşuyor. Çünkü çok amaçlı araçlar, sözgelişi bir amfibik helikopter havalandığı zaman, doğal olarak, tekerleklerini de beraberinde götürür... Hezekiel'i dinlemeye devanı edelim: «Ve bana dedi: Âdem oğlu, ayak üzerine dikil de seninle söyleşeyim... Ve arkamdan: Rabbin izzeti kendi yerinden mübarek olsun diye büyük bir gürleme sesi işittim. Ve canlı yaratıkların kanatları birbirine dokundukça onların sesini ve yanlarındaki tekerleklerin gürültüsünü; büyük gürleme sesini işittim.» Hezekiel aracın kesin tarifini yaptıktan başka, nasıl havalandığını da anlatıyor. Tekerlek ve kanatların 'büyük gürleme sesi' çıkardığını söylemesi, onun bu olaya kesinlikle tanıklık ettiğini gösteriyor. 'Tanrılar' Hezekiel'le konuştuktan ve ülkenin yasalarını düzeltmesini emrettikten sonra onu yanlarına alarak götürüyorlar ve korkmamasını, yurdunu henüz yüz üstü bırakmadıklarını söylüyorlar. Bu olay Hezekiel'i öylesine etkilemiş olmalı ki, aracı değişik bölümlerde bıkmadan usanmadan anlatmaya devam ediyor. Üç yerde daha. 'Dört yöne gidebilen ve giderken dönmeyen tekerleklerden' söz ediyor. Özellikle etkilendiği nokta aracın 'çepçevre gözlerle dolu' oluşu. Tanrılar' ona gözleri olduğu halde görmeyen, kulakları olduğu halde duymayan bir «asi evinin» ortasında oturduğunu söylüyorlar. Yurttaşları hakkında iyice aydınlandığını görünce, bu tür ziyaretlerde hep olduğu gibi, yasalarla ilgili öğütler, emirler ve düzgün bir uygarlık için gereken ipuçları vererek gidiyorlar. Hezekiel görevini benimsiyor ve 'tanrıların' emirlerini yaymaya koyuluyor. Bir kez daha değişik sorularla karşı karşıyayız. Hezekiel'le kimler konuşmuştu? Bunlar nasıl yaratıklardı? Kelimenin geleneksel anlamıyla 'tanrı' olmaları imkânsızdı; çünkü bir yerden ötekine gitmek için araç kullanıyorlardı. Böylesine bir hareket ise, her şeye kadir olan Tanrı ile kesinlikle bağdaşmıyordu. Bu olaya uygunluğu bakımından, yine Tevrat'ta anlatılan bir teknik buluşu ayrıca inceleyelim: Exodus (Çıkış) xxv. 10'da Musa, Kanun Sandığının yapımı konusunda Tann'nın verdiği kesin emirleri anlatır. Talimatlar çok açıktır -ölçüler, pervaz ve çemberlerin nereye, nasıl takılacağı, hangi madenlerin kullanılacağı apaçık ve kesin olarak belirtilmiştir. Bunda amaç her şeyin 'Tann'nın' istediği gibi olmasını sağlamaktır. Öyle ki Tanrı birkaç sefer Musa'yı yanlışlık yapmaması konusunda uyarır: «Bak ve dağda sana gösterilen örneklere göre yap» (Exodus, xxv, 40). Ayrıca 'Tanrı' Musa'ya kendisiyle, sandığın üzerindeki kefaret örtüsü aracılığıyla konuşabileceğini söyler. Hiç kimse, der, sandığın yanına yaklaşmamalıdır ve sandığın taşınması sırasında giyilmesi gereken şeyleri ve özellikle ayakkabıları ayrıntılarıyla anlatılır. Bütün bu uyarmalara rağmen bir aksilik olur. (2 Samuel vi, 2) Davud, sandığı Uzza ile birlikte bir öküz arabasına bindirir. Ancak yolda giderlerken öküzlerden biri tökezlenir ve sandık düşecek gibi olur. Bunun üzerine Uzza atılarak sandığı tutar ve yıldırım çarpmış gibi birdenbire ölür. Sandık, kuşkusuz, elektrik yüklüydü! Eğer Tevrat'taki talimatlara uyarak sandığı yeniden yaparsak, yüzlerce volt gücünde bir elektrik akımı doğacaktır. Biri pozitif, öteki negatif yüklü olan iki altın tabaka, kondansatör görevi yapacaktır. Kefaret örtüsü üzerine yerleştirilen iki altın kerubinden [-] birinin mıknatıs olması halinde de ortaya güzel bir hoparlör çıkacaktır -belki de kerubinlerin içinde uzay gemisiyle Musa arasında bağlantı sağlayacak bir telsiz aracı vardı. Hatırladığım kadarıyla Exodus'un çeşitli bölümlerinde sandıktan kıvılcımlar çıktığı ve Musa'nın öğüt ve yardıma ihtiyacı olduğu zaman bu 'iletici'den yararlandığını yazar. Musa 'Tanrı'sının sesini duyabilmekte, ancak onu görememektedir. Bir keresinde 'Tanrı'yâ kendisini göstermesini söyler. Tanrı'nın karşılığı şudur: «Ve dedi: Yüzümü göremezsin; çünkü insan beni görüp de yaşayamaz. Ve Rab dedi: İşte yanımda bir yer var ve kaya üzerinde duracaksın; ve vaki olacak ki, izzetim geçtiği zaman seni bir kayanın kovuğuna koyacağım ve ben geçinceye kadar seni elimle örteceğim; ve elimi kaldıracağım ve arkamı göreceksin; ama yüzüm görülmeyecek.» (Exodus xxxiii, 20-23) Eski yazılarda bu olayın inanılmaz benzerleri vardır. Örneğin Gılgamış Destanı'nın beşinci tabletinde -ki bu destan Sümer kaynaklıdır ve Tevrat'tan çok önce yazılmıştır- hemen hemen aynı cümleye rastlıyoruz: «Hiç bir ölümlü, tanrıların yaşadığr kutsal dağa gelemez. Tanrıların yüzünü gören ölmelidir.» İnsanlık Tarihi'ni anlatan başka eski kitaplarda böyle cümleler vardır. Neden 'tanrılar' kullarıyla yüz yüze gelmekten kaçınıyorlardı? Neden maskelerinin düşmemesi için bu kadar çaba harcıyorlardı? Neden ya da nelerden korkuyorlardı? İnsanın aklına, ister istemez Tevrat'taki bu olayın, doğrudan doğruya Gılgamış Destanından alınmış olabileceği geliyor. Bu düşünüş fazlasıyla mantıklıdır. Çünkü Musa, Mısır saraylarında büyümüş veMısır kültürünün temel taşı olan gizli kitaplıklardan bol bol yararlanma imkânı bulmuştu. Bu kitaplıklarda Gılgamış Destanı da elbette yer alıyordu. Belki Tevrat'ın yaşı hakkında da kuşkuya düşmeliyiz. Çünkü çok daha sonra yaşayan Davud'un altı parmaklı ve altı tırnaklı bir devle savaştığı, 2 Samuel xxi, 18-22'de uzun uzun anlatılmaktadır. Hatta bütün eski tarih, destan ve hikâyelerin bir noktada toplandıktan sonra değişik ülkelere, değişik biçimlerde yayıldığını bile düşünebiliriz. Lût Gölü yakınlarında son yıllarda bulunan Kumran yazıları, Yaradılış Bölümünde sözü edilen olaylara büyük benzerlik göstermektedirler. Bugüne kadar bilinmeyen birçok yeni buluntu da, göklerdeki savaş arabalarından, tanrı oğullarından, içinde canlı yaratıklar çıkan bulut ve tekerleklerden söz etmektedirler. Musa Apokalips'inde (33. bölüm) Havva'nın göğe baktığı ve dört parlak kartalın çektiği ışıktan bir savaş arabası gördüğü anlatılır. Araba hiç bir dünyalının anlatamayacağı ölçüde görkemlidir ve Âdem'in yanına indiği zaman tekerleklerinin arasından dumanlar çıkar. Aslında bu öykü bize yeni bir şey aniatmamaktadır. Çünkü bütün eski kitap ve yazılarda, Âdem ve Havva'ya kadar uzanan bir süre içinde görünen tekerlekli, dumanlı, ateşli savaş arabaları anlatılmaktadır. Lamek yazıtlarında akıl almaz bir olay anlatılır. Gerçi tomarların bir bölümü, birtakım cümle ve paragrafların okunmasını imkânsızlaştıracak kadar bozulmuştur ama, geride kalanlar anlatmaya değer ölçüde meraklıdır: Nuh'un babası Lamek, güzel bir günde evine dönünce, görünüşü bakımından aileye hiç uymayan bir oğlanla karşılaşır. Bunun üzerine karısı Bat-Enoş'u çağırır ve çocuğun kendisine ait olmadığını söyler. Bat-Enoş bildiği bütün kutsal şeyler üzerine yemin ederek tohumun ondan, yani Lamek'ten geldiğini, bu işte ne bir askerin ne bir yabancının, ne de 'tanrı oğullarının' parmağı olduğunu anlatır. (Bu tanrı oğullarının kimler olduğunu sorabilir miyiz?... Bu aile dramının, Tufan'dan önce olduğunu da bu arada belirtelim.) Bununla birlikte Lamek karısına inanmaz ve babası Methuselah'ın öğütlerini almak üzere yola çıkar. Babasının evine varınca olayı olduğu gibi anlatır ve çok üzüldüğünü söyler. Methuselah dinler ve çocuğun nereden geldiğini anlamak için bilge Enok'a baş vuracağını, bunun için de çok uzun ve yorucu bir yolculuk gerektiğini söyler. Ama ailenin bu çocuğa tepkileri öyle büyümektedir ki, sonunda yolculuğa çıkmaya karar verir. Enok, Methuselah'ın ailede birdenbire ortaya çıkan ve ne saçı, ne gözü, ne de derisi kendilerine benzeyen bu çocuğu anlatmasını dinler ve yaşlı adamıçok üzücü bir haberle birlikte evine yollar: Pek yakında dünya, insanlık ahlâksızlık ve alçaklık suçundan yargılanacaktır. Ailedeki çocuk, büyük evrensel yargılamadan kurtulacak olanların dedesidir. O bakımdan Lamek'e, çocuğa Nuh adını koymasını emretmelidir. Böylece Methuselah evine döner ve oğlu Lamek'e kendilerini bekleyen felâketi anlatır. Lamek'in çocuğu kabul etmekten ve Nuh adını koymaktan başka çaresi yoktur! Aile öyküsünün en ilginç yanı, Nuh'un ailesinin, hatta büyükbabası Methuselah'ın, daha sonra ateş saçan bir savaş arabasına binerek ebediyen göklerde kaybolan Enok tarafından pek yakın bir felâket konusunda uyarılmış olmalarıdır. Bu olay da, insan soyunun, uzaydan gelen bilinmeyen yaratıklar eliyle çoğaltıldığı düşüncesini doğrulamıyor mu? Aksi halde, insanların hiç durmadan devler ve tanrı oğulları tarafından döllenmesinin ve başarısız olan türlerin sürekli yok edilmesinin hiç bir anlamı kalmıyor. Bu açıdan bakınca, Tufan'ın, bir iki üstün kişi dışında kalan insanları ortadan kaldırmak için bilerek yapıldığı anlaşılıyor. Böyle olunca da ilâhî bir yargılama niteliği ortadan kalkıyor. Günümüzde daha zeki bir insan türünün sunî olarak yaratılması gerçekleşmeye doğru giden kuramlar arasında. Tıpkı Tiahuanaco efsanelerinde anlatılan Büyük Ana'nın, güneş kapısına uzay gemisiyle gelmesi ve 70 çocuk doğurması gibi. Tıpkı türlü din kitaplarının, 'Tanrı insanı kendi görüntüsünde yarattı demesi gibi. Birtakım eski din kitapları daha da ileriye giderek, 'tanrı'nın istediği biçimde insanların yaratılabilmesi için, birçok deneyler yapıldığını yazıyor. Bilinmeyen uzaylıların dünyamızı ziyaret ettiğini ileri süren kuramımıza göre, bugün bile bizi biz yapanın bu üstün varlıklar olduğu anlaşılmaktadır. Bu deliller zincirinin bir halkasını da, tanrıların atalarımızdan istedikleri armağanlar tamamlıyor. Bu istekler, hiç bir zaman güzel kokular ve kurbanlık hayvanlarla sınırlandırılmamıştı. Armağanlar listesinde çoğu zaman çeşitli karışımlardan yapılmış sikkeler de yer alıyordu, gerçekten de Doğu'nun en büyük eritme kuruluşlarından biri, Ezeon Geber'de bulunuyordu. Kazılarda ortaya çıkarılan bu kuruluş, son derece modern bir ocak, türlü hava kanalları ve belirli amaçlar için açılmış deliklerden meydana geliyordu. Günümüz eritme uzmanları bu kuruluştan nasıl bakır elde edilmiş olabileceğini açıklayamryorlar. Ancak burasının bakır elde etmek için kullanıldığı kuşkusuzdur; çünkü Ezeon Geber dolaylarındaki birçok mağara ve galeride geniş bakır sülfat stokları bulunmuştur. Söz konusu bütün buluntular 5000 yıllıktır! Eğer bir gün bizim uzay adamlarımız da indikleri gezegende ilkel insanlarla karşılaşacak olurlasa, zavallılar üzerinde 'tanrı' ya da 'tanrı oğlu' izlenimi bırakacaklardır. Ama bir de indikleri gezegende korkunç ileri bir uygarlığın insanlarıyla karşılaştıklarını düşünün. Her halde o zaman, 'tanrı' olarak değil, zamanın çok gerisinde yaşayan zavallılar olarak karşılanacaklardır!


-Erich Von Daniken - Tanrıların Arabaları
Tanrıların Arabalarında okunmuştum insanların neden tanrı denince gökyüzüne baktıklarını araştırmışlardı ve araştırmalarında eski zamanlarda bir kaç uzay gemisinin dünyaya indiğini ama insanların anlam verememesi üzerine onları haliyle tanrılaştırdıklarını aslında tanrı dediğimiz şeyin astronot olduğunu söylüyordu.
 

Kızılsancılar

Kayıtlı Üye
Katılım
7 Nis 2022
Mesajlar
69
Tepkime puanı
20
Kutsal kitaplardaki biz hitabının sebebi bir konsey tarafından gönderilmiş olması.Bu konsey Anu 'nun çocukları ve diğer yetkili kişilerden oluşuyor. Enlil Tevratta Yehova oluyor,Enki diğer kitapta başka yaratıcı. Yani belirli bir kısmın derebeyi biri olsa da diğerlerinin oyu olmadan hareket edemiyor.Seni tanrı olduğuma inandırsam,sana yüzümü gösterir miydim sence!Güç kimdeyse söz hakkı onun.Sana düsen güce itiat.Kaynak enerji, yaratıcı öz buna niye ihtiyaç duysun.Onlar amaçlarına ulaşırken bizlerde oyalanıp duruyoruz,tarladan depoya giden hasatın ,yolda cennet rüyası görmesi sadece bir avuntu.Ama şimdi ibadet ettiğin Tanrı' nın bir astronot çıkması.....olmadı yaa,yıktın bizi,bu gerçekler pat diye söylenir mi!??
Tevrat, 'ın bence en büyük çelişkisi yaradılış bölümüdür...elimde Yehova şahitlerinin kullandığı mukaddes kitap var. O bölümü tekrarla okumuşumdur incelemek için.

Cok kısa geçmek istiyorum. Yaradılış 'da bir Tanrı çıkıyor herşeyi evet herşeyi detayı nasıl yaratığı anlatılıyor. Tanrı sevecen ve şefkatli. Herşey bitiyor ve tanrı memnun.

Hemen ardından hikaye tekrar başlıyor; ayni hikaye tekrar yaratım, herşey ve tek tek ayrıntısıyla yazılıyor. Bu, kitabın hazırlanış doğasına aykırı; ve burada Tanrı adı yerine Yehova adı geçiyor. Aynı hikaye ama tek değişen agrasif Yehova adı ve yasaklanmış bilgi ağacı. Burada aklıma gelen, yaratan sevecen bir tanrı ile agresif bir yehova...yani tek degil sanki iki tanrı. Bu beni epey düşündürdü ve derin bir şüpheye düşürdü.
 
Üst