Hakiki mürşitlerle sahte mürşitlerin temsili

BaD_bOy

Kayıtlı Üye
Katılım
9 Ocak 2009
Mesajlar
175
Tepkime puanı
18
Bal arısı hep bal yapar. Can tehlikesi olmadıkça iğnesini sokmaz. Bir de eşek arısı vardır, o hep sokar. Kendisini sıksan bir damla balı yoktur. Kamış da iki çeşittir. Birisi şeker kamışı, diğeri süpürge kamışı. Birinden hep tat akar, diğeri ne kadar sıkılsa hiçbir şey akmaz. Şeyh Halil Fevzi Hazretleri, kendilerini mürşit olarak tanıyan ve tanıtan mukallitlerin şu şekilde misalini vermişlerdir:

Sarmaşık ilkbaharda kavağa çıkar ve: “Benim de senin kadar boyum var!” der. Kavak ise: “Sonbaharda görüşürüz.” cevabını verir. Bunlar halk tarafından büyütülmüş, kabartılmış kişilerdir ve şişirilmiş balon gibidirler. Onları halk şişirdiği için, kendilerini büyük zannederler. Patladığı zaman kendisi de havası da berhava olur. Büyüklük odur ki, Hakk'ta fânî olmuş, Hakk onu kudret elinde tutmuş. Onu O büyütmüş. Fakat onu da kimse istemez, ötekisini ister. Bilemez ki istesin. Ne bilir ne de ister. Hakk ehli de diğerini bilmek istemez. Hakk ehliyle halk ehli arasında bu kadar büyük fark vardır.

Mürşid Üç Kısımdır:

“Mükemmel”; bilir, amel eder, Allah-u Teâlâ'nın emriyle vazife görür, kâmilleri de yetiştirir. Allah yolunun memurlarını Allah kendisi tayin eder. Bunlar Allah-u Teâlâ'nın kölesidir. Bütün işleri fîsebilillâhtır, yalnız Allah için çalışır, kimseden bir şey beklemez, nam ve şöhreti sevmez. Onlar Hakk iledir. Onlar Allah-u Teâlâ'nın has kullarıdır. Hükümsüz olduklarını, bütün hükmün yalnız ve yalnız Allah ve Resul'ünde olduğunu görürler. Allah ve Resul'ü namına çalışırlar, Allah ve Resul'üne dâvet ederler.

Mükemmel mürşit Allah-u Teâlâ'nın kendisine bahşettiği tasarruf ile hareket eder. O bir muallim gibidir. Öğretir, bildirir, tehlikeleri haber verir, yürütür, indirir, çıkarır, Allah-u Teâlâ'nın izniyle istediği şekilde müridine tasarruf eder. mürit o merdivene dayanır ve yükselir. “Kemâl”; bilir, hududu nispetinde yetiştirmeye çalışır, gayriye tecavüz etmez.

Mükemmel ile Kemâl arasındaki fark kıyas bile edilemez. Birisi Allah-u Teâlâ'nın izniyle bir müridi alır götürür, bütün vartalardan geçirir. Çünkü onun içinde Hazret-i Allah var, o Allah namına iş görüyor. Diğeri o kuvvete sahip değildir. Yolu öğrenmiştir, kendisine tâbi olanlara yolu tarif eder, “Bu yoldan git!” der, müridi götürmeye muktedir değildir. Yani âlimle talebe arasındaki fark gibidir. Bir talebe öğretemez, yalnız öğrendiğini tarif eder. Fakat bir âlim, öğrendiği kadar öğretir. Mürşid-i kâmil'in de muallimi Allah-u Teâlâ'dır, O'nun kendisine öğrettiği kadar öğretir.

Mürşid meyveli ağaçtır, meyvesinden istifade edilir, fakat ağaç yetiştiremez. Mürşid-i kâmil ise meyveli ağaçların bulunduğu bahçedir, ağaçları da o yetiştirir. Mürşid pazarda kendi malını satar, Mürşid-i kâmil ise Hazret-i Allah'ın malını satar.

Bir de “Mukallid”ler vardır ki, hemen hemen sahanın çoğunu işte bunlar istilâ etmişlerdir. Zanlarıyla hareket ederler ve zan ile amel etmeyi öğretirler, zanla konuşurlar. Dayandıkları nefis putudur. Şeyh şeytanı tabir edilen yol kesiciler işte bunlardır. Şeytanın yapamayacağını şeyhlik maskesi altında yaparlar. Gidişatları hiçbir esasa dayanmaz. Kendilerini yaktıkları gibi etraflarını da yakarlar, mânevi hayatlarını katletmiş olurlar. Bu bir mânevi hayat katli olduğu için, katlettikleri kimselerin başları mahşer gününde torbalarından çıkacak, mesuliyetlerini de yüklenecekler. Her yaptıkları iş, canlı-kanlı yanlarında olacak. Onlar bunu bilmezler, hatta büyük bir mârifet yaptıklarını zannederler. Vaktaki hesap gününde bütün sırlar meydana çıkar, büyük nedamet, fakat hiç faydası yok.

Mükemmel mürşit Allah-u Teâlâ'nın bahşettiği tasarrufla hareket eder. Makam ve rütbe ile ilgisi yoktur. Hedefi rızâ ve mahviyettir. Mahviyet içinde niyaz, niyaz yolu ile rızâdır. Allah-u Teâlâ bu lütfunu ancak dilediğine bahşetmiştir. Diğerlerinde bu hal olmadığı için vaat ve varlık ile müridanı yürütmeye çalışırlar. Hakikat ehli, aslandan kaçar gibi varlıktan kaçtığı halde, onlar ise varlıktan gıda alıyorlar.

Makam, rütbe peşinde koşmak birer hedeftir. Bu hedefi önde tutanlar Hakk'ı bulamazlar. Değil bu hedef peşinde koşmak, insan kendi vücut hedefini zerresi kalmayıncaya kadar kaybetmedikçe, hakiki Var husule gelmez. Birisi en büyük zevk ve gıdayı varlıktan alıyor; diğeri ise gaye, maksat ve hedeften geçtiği gibi en büyük engeli vücut biliyor, onu mahvetmek için hayat boyunca çalışıyor. Bunlar ancak Allah-u Teâlâ'nın ihsanı ile olur. Kime verilirse o bilir, kim yürütülürse o yürür. “Yapıyorum biliyorum.” demekle olmaz.

Hakikat ehli, hakiki keşif ve keramete dahi kıymet vermez. Çünkü gaye bu değildir. Bunun içindir ki, hakikati aramak ve bulmak çok mühim ve lüzumludur. Ebedî bir hayat bahis mevzuudur. Bunlar yol kesicidirler. Niçin yol kesicidirler? Bir kimse, Allah-u Teâlâ'nın tayin ettiğine ulaşmak istiyorsa, bir mukallid “Ben oyum” dediğinden hem onun yolunu kesmiştir, hem de oraya dahil olanları kendi ahırına bağlamıştır. Zira Allah-u Teâlâ'nın vermediğini kimse veremez, O'nun verdiğini kimse alamaz.

Ölçüler

Mukallitle mükemmeli ayırt etmek için ölçüler vardır. Şöyle ki: O yaptıkları işte maksat, menfaat, gaye varsa; o yol, yol değildir. Allah yolunda yalnız rızâ vardır. Maksat, menfaat olmadığı gibi, rütbe ve makam da yoktur. Lokması helâl mi? Çalışıp mı yiyor, el sırtından mı geçiniyor? O toplulukta riyâ hâli mi var, ihlâs hâli mi galip? Eğer ihlâs varsa rahmet melekleri o meclisin üzerindedir, rahmet-i ilâhî'yi saçarlar. Riyâkârlık varsa şeytanlar mevcuttur. İçindekiler kendini mi methediyor, yoksa kendi âcizliğini mi ortaya koyuyor? Bu ölçülere hep dikkat etmek gerekmektedir. Daha doğrusu “Kâl”, “Hâl”, “Fiil” ahkâma uygun olacak. Eğer birisi noksan olursa, Kur'an-ı kerim'den zerre kadar ayrılırsa; o yol, yol değildir. O yol hemen o yetmiş iki yolun içerisine girer ve kaybolur. Yâni gökte uçtuğunu dahi görseniz, ahkâmdan bir lâhza ayrıldığını gördüğünüz zaman, kim olursa olsun, olduğu yerde bırakın. İsim bahis mevzuu değildir. Bugün, sahanın çoğunu onlar istilâ etmişlerdir, ortalığı kasıp kavuruyorlar.
Şeytan Şeyhleri

Şeytan namına çalışanlar, şeytanın hizmetçileridirler. Şeytan namına çalışırlar, şeytanın yapamayacağını şeyh kisvesi altında bunlar yapar. Halk bunları görüyor ve irkiliyor, nefret edip tiksiniyor. “Tarikat bu mudur?” diyor. Tarikat-ı aliye'nin nezafetini kaybettirenler, tasavvuftan soğutanlar, İslâm'dan uzaklaştıranlar işte bu şeytan şeyhleridir. Çünkü onlar Allah yolunun eşkıyalarıdır, yol kesicidirler. Allah yolunu ve Allah ehlini arayanların yollarını kestiler. Hem kendileri kesildiler, hem de yol kestiler. Ruhlarını öldürdüler, ebedî hayatlarını katlettiler. Ağına düşürdüklerini çalıştırıyorlar, soyuyorlar ve kendileri yiyorlar. Bütün maddi ihtiyaçlarını bu şekilde temin ediyorlar. Her türlü nam, menfaat, şan, şöhret ve şehvetlerini bu yolla tatmin ediyorlar. Bunların hepsi şeytanın askeridir. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde: “Direk olmuş keresteler.” buyuruyor. (Münâfikun: 4)

Mevkileri güzel, saltanatları yerinde, kisveleri herkesi imrendirir, fakat hepsi de cehennem direğidir. O nefsini ilâh edinmiş ona tapınıyor. Gelenler de onun putuna taptığı için puthane oluyor, onları puthaneye sokmuş oluyor. Hep onu överler, hep onu methederler. Hiçbir hakikati görmezler ve görmek de istemezler. Yalnız ve yalnız kendilerinin hakikat ehli olduğunu zannederler. Onlar niçin bu hataya düştüler? Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

“Sâdıklarla beraber olunuz!” diye emir buyuruyor. (Tevbe: 119) Mürşid-i kâmil'i bulmayanlar gerçek mürit olamazlar. Her ne kadar çalışsa da, bir gayret içinde bulunsa da faydası pek azdır, niyetine göre, ihlâsına göre istifade eder. Çünkü onlar bu emr-i ilâhî'yi dinlemediler, hakikati aramadılar ve hakikati bulamadılar.

Mürşid-i kâmil hükümsüz ve değersiz olduğunu bilir, hüküm ve değerin yalnız Allah-u Teâlâ ve Resul'de olduğunu görür. Kendisinin bir resimden, bir maskeden ibaret olduğunu, bir paçavradan ibaret olduğunu hem bilir, hem görür. Fakat nefsine tapınanlar bunu görmek şöyle dursun; ilâhlık dâvâsına halel getirir diye, işitmek bile istemez. Âyet-i kerime'de şöyle buyruluyor: “Hiç şüphesiz ki şeytanlar o insanları yoldan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin hidayete erdirilmiş olduklarını zannederler.” (Zuhruf: 37) Ve dolayısıyla hiçbir söze ve hiçbir hakikate de yanaşmazlar.

Nitekim insanların pek çoğunun durumu böyledir. hakikati aramadıkları için zandan kurtulamazlar. Şimdi bu sözlerimize hayret edersiniz, ahirette aynel-yakîn karşılaştığınız zaman ne kadar haklı olduğumuzu görürsünüz. Nedamet çok, faydası hiç yok!

Nur Fırkası, Nâr Fırkası

Allah-u Teâlâ'nın tayin ettiği Mürşid-i kâmil'ler ile sahtelerinin berzahı böyle olduğu gibi, müritlerin de terakki edenleriyle düşenlerinin iç durumu şöyledir: mürit “Seyr minellah”da tarikata girer, altı mektepten birincisi burada tamamlanır. Sonra “Seyr ilâllah”, “Seyr fillâh”, “Seyr billâh”, “Seyr anillah” gibi Hakk'a tekarrübiyet seyrleri başlar.

Ezelî taksimât-ı ilâhi'ye mazhar olan müridanın hâli, kâli, fiili ayrıdır. Onların nasipleri ezelden ihsan edilmiştir. Kalbi “Arşurahman” olan Mürşid-i pâk'ın terbiyesinde nasibi kadar sülûk görüp, nefis derecelerini geçtikten; kalp, ruh, sır, hafâ, ahfâ'dan sonra nefs-i kül'ü de geçtikten sonra ruh ancak vücuda hâkim olur. Letâif ampulleri nurlanır. Her birinin kendine mahsus rengi vardır. Bu noktada Tarikat-ı aliye'nin zahiri kısmı geçilmiş olur. Bu da ancak Mürşid-i kâmil'in yardımı, müridin gayreti ile olur. Mürşid müridin merdivenidir, müridin yürümesi lâzımdır. İhlâs, taat ve takvâ şarttır.

Bu yolda Râbıta'nın çok büyük ehemmiyeti vardır. Terakkiyat bununla kaimdir. Şu üç husustan da sakınmak gerekiyor:

1- Hilâf-ı şeriat.
2- İsraf-ı kalbiye.
3- Gaflet ve kasvette olanlarla ünsiyet etmek.

Ve fakat Tarikat-ı aliye'nin bâtınî kısmı bundan sonra başlar.

Sâdıklarla beraber olmayı emreden Âyet-i kerime'ye ittibâ eden bir mürit, o dâirenin içine girmiş ve saâdete nâil olmuş oluyor. O dâire Fenâfillah dâiresidir. Allah-u Teâlâ'nın ezelden bahşettiği feyz-i ilâhî'yi oradan alır. Başkasından alması imkânsızdır. Sâdık olmayana intisap etmek, boşa vakit geçirmektir. Eğer bir de puthaneye girdiyse bütün yaptıkları boştur. O zikir yapıyor, fakat hayvan da zikir yapıyor. Çünkü Âyet-i kerime'de: “Hiçbir şey yoktur ki, O'nu hamd ile tesbih etmesin. Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız.” buyruluyor. (İsrâ: 44) Bir kimse Tarikat-ı aliye'ye intisap ettikten sonra epey yol alır. Mürşid-i kâmil müridin ruhunu yükseltir, birinci tepeyi geçirir. Orada yol ikiye ayrılır.

Allah-u Teâlâ lütfu ile tecelli ettiği zaman mürit yukarıdan aşağıya doğru kendisini küçültmeye, varlığını yok etmeye çalışır, mahviyet haline bürünür, varlığını yitirir, hiçliğe iner. Yapıcılık, bilicilik, öncülük gibi sıfatlar bir bir zail olmaya başlar. Kendilerine şevk, teslimiyet, muhabbet, murakabe, tevekkül, vahdet ve hâl gibi lütuflar ihsan olunur. Bunlar “Nûriye” fırkası'na ayrılmış olanlardır.

İhlâslı kimsenin yürüyüşü böyledir. Nasibini aldıkça terakki eder. Nasibi varsa bir gün Fenâfişşeyh ve Fenâfirresul'den sonra Fenâfillâh'a da erer. Gerçekten de Mürşid-i kâmil'in terbiyesi olmadan, nefs ve şeytanın kurduğu tuzaklardan kurtulmak mümkün değildir. Onun o terbiyesi bittikten sonra, onu alır Resulullah Aleyhisselâm'ın terbiyesine verir. Resulullah Aleyhisselâm'ın muhabbeti ondan sonra kazanılır. O muhabbet onun sermayesidir, o sermaye ile iş görür. mürit bu noktada hem mürşidinin hem de Resulullah Aleyhisselâm'ın taht-ı terbiyesinde bulunur.

Zâhirî ulemâ bunların hepsinden mahrumdur, Fenâfirresul'e varmayan mürit de bundan mahrumdur. İlk tahsili bitirmeden üniversiteye geçmek mümkün olmadığı gibi, Fenâfişşeyh tahsilini bitirmeden Fenâfirresul'e geçmek mümkün değildir. “Geçtim” demek sözden ibarettir. Sâdıkları bulmakla Resulullah Aleyhisselam bulunur, Resulullah Aleyhisselâm'ı bulmakla Allah-u Teâlâ bulunur.

Bir de şeytana tutunanlar vardır. Tepede olduğu için herkese tepeden bakmaya başlar, çok yükseldiğini zanneder. “Ben herkesten daha üstünüm.” der, herkesi küçük kendisini büyük görür. Kendisine paye verdiği anda olduğu yere çakılır. Hem düşer, hem helâk olur. Başkasını da helâk eder. Allah-u Teâlâ onun kalbini çevirdiği anda mukallid sınıfına düşer. Artık o bir yıkıcıdır. Çürük bir meyve, yanındaki meyveleri çürüttüğü gibi, o da o anda başkalarını hemen çürütür. Bunlar da “Nâr” fırkasıdır. Onlarda şekavet, gazap, harislik, tûl-i emel, gönlü boş şeylere bağlamak gibi haller vardır.

Hülâsa-i kelâm

Bu gibi kimseleri Rahman seçmediği ve ileriye sürmediği için; annesi, babası, kardeşi seçtiği için, halk ileriye sürdüğü için, onlar şeytanın robotlarıdırlar. Ha sahte peygamber, ha sahte mürşit. Sahte peygamber de yol kesicidir, sahte mürşit de yol kesicidir, eşkıyadır. Sahte peygamber: “Ben de peygamber'im. Allah-u Teâlâ'nın hükmünü tebliğ ediyorum.” der amma, aslında şeytanın tayin ettiğidir. Kendisi tayin etmediği için onun Allah-u Teâlâ ile hiçbir ilgisi yoktur. Ona tutunan şeytana tutunmuştur. Bunların âhirette kurtulmaları da mümkün değildir. Kesinlikle bunun böyle olduğunu bilin. Bunlar ölü ile diri arası gibidir. Mürşid-i kâmil, Allah-u Teâlâ'nın bahşettiğini verir. Diğerinin zaten ruhu ölmüştür, o ne verebilir? Zira Allah-u Teâlâ onu lâyık görseydi, onu tayin ederdi. Allah-u Teâlâ onu lâyık görmemiş. Annesi, babası lâyık görmüş. Şöhreti, nâmı gitmesin diye.
İblis'in Askerleri

Ahmed Yesevî Hazretleri “Fakr-Nâme” adlı eserinde bu sahte şeyhler hakkında buyururlar ki:

“Bizden sonra âhir zaman yakın olduğunda öyle şeyhler ortaya çıkacak ki; İblis aleyhillâne onlardan ders alacak ve bütün halk onlara dost olacak ve fakat müritlerini idare edemeyecekler.

O şeyhler ki müritlerinden açgözlülükle bir şeyler dilerler ve canlarını küfür ve dalâletten ayırmazlar ve bid'at ehlini iyi görürler ve ehl-i sünneti kötü görürler ve şeriat ilmi ile amel etmezler ve nâmahremlere bakarlar ve kötülüğü âdet edip Allah-u Teâlâ'nın rahmetinden ümitli olurlar ve şeyhlik işlerini değersiz görürler. Onların müritleri de dinden çıkmış olur, kendileri de dinden çıkmış olur.

Ve yine değersiz bir şekilde ve inleyerek müritlerinin kapısında dolaşırlar, o halde müritlerinden yardım alırlar. Eğer müritleri bağış ve yardımda bulunmasa, dövüşürler ve ‘Benim küskünlüğüm Allah'ın küskünlüğüdür.' derler.

Şeyh odur ki, yardım alsa ihtiyacı olanlara verir. Eğer alıp kendisi yese murdar et yemiş gibi olur. Eğer elbise yapıp giyse o elbise eskiyinceye kadar Hakk Teâlâ onun namaz ve orucunu kabul etmez.

Ve eğer aldığı yardımdan ekmek yapıp yese, Hakk Teâlâ onu cehennemde türlü azaba uğratır.

Ve eğer öyle şeyhe bir kişi itikat etse kâfir olur. Öyle şeyhler melundurlar. Onların fitnesi Deccal'den beterdir. Şeriatte, tarikatte, hakikatte, marifette mürtettirler.”

“Mir‘atül-Kulûb” adlı eserinde ise şöyle buyuruyor:

“Âhir zamanda bizden sonra öyle şeyhler zuhur edecek ki, Şeytan aleyhillâne onlardan ders alacak ve onlar şeytanın işini yapacaklar. Halka dost olup halk ne isterse onu yapacaklar. Müritlerine yol gösterip onları maksada ulaştırmayacaklar. Dış görünüşlerini süsleyip müritten çok hırs sahibi olacaklar ve içleri (bâtınları) harap olacak. Küfür ile imanı farklı görmeyecekler. Âlimleri sevmeyecek ve onlara iltifat etmeyecekler. Ehl-i sünnet ve cemaati düşman görüp ehl-i bid'at ve dalâleti sevecekler. Kötülüklerini öne çıkarıp Hakk Teâlâ'dan iyilik umacak ve şeyhlik iddiasında bulunacaklar.”

Râbıta Kime Yapılır?

Onlar kendilerini bir maskeden ibaret görürler. İçinde Hazret-i Allah'ı görürler. Var ile övünürler, kendi varlıklarından utanırlar. Onları yoktan var edeni, nimetlere gark edeni bilirler ve O'nun namına iş görürler. Onlar “El-fakru fahrî” Hadis-i şerif'inin sırrına erenlerdir. Hiçbir şey olmadıklarını bilirler. Resulullah Aleyhisselâm'ın vekilleri onlardır, fakirlikleri ile övünürler. Çünkü Resulullah Aleyhisselam da bununla övündü.

Allah yolunun memurlarını Allah-u Teâlâ kendisi tayin eder. Bunlar Allah-u Teâlâ'nın arşıdır.

Resulullah (S.A.V.) Efendimiz, Hadis-i şerif'lerinde:

“Mümin kulun kalbi, Rahman olan Allah'ın arşıdır.” buyurmuşlardır. (K. Hafâ)

Bütün kâinata taksimat “Maddî Arş”tan gelir. Mânevî bütün taksimat da “Mânevî Arş”tan gelir.

Allah-u Teâlâ o Arş'a kimin ne kadar nasibini indirdiyse, nasibini o Arş'tan alır ve terbiyesini görür. Kişinin o Arş'ta nasibi varsa, bu nasip Hakk'ın mirasıdır, nasibini oradan alır.

Allah-u Teâlâ nasiplerini daha cenin halindeyken ayırmıştır ve dehalet edecekleri yere koymuştur. Oraya girdiği zaman, çocuk annesinden süt emdiği gibi, ilâhî feyzi eme eme tekâmül eder.

Daha sonra Fenâfişşeyh'ten Fenâfirresul'e geçer ve murakabeye başlar.

Hiç şüphesiz ki Fenâfişşeyh'e kadar birçok yol kesiciler bulunur.

Onlar şeytan ehli ve mukallitlerdir. Onlar nefsi ile, putu ile övünürler. Halkın vereceği nasip ile, mânevî mirastan kişinin mahrum kalacağı da kesinlikle bilinmelidir. Bütün bu yollar halk yoludur, Hakk yolu değildir. Hakk yolu ayrıdır, halk yolu ayrıdır. Hakk yolunun yolcusunu Hakk seçer, halk yolunun yolcusunu halk seçer. Kişiler nerede olduğunu bilsinler. Ahirette nasıl olsa ayılacaklar, nasibi olan şimdi ayılsın.

Herkes baygın, ayılmayı hiç düşünmüyor. Nereye baygın? Yoluna baygın.

Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

“Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir.” (Müminun: 53)

Fakat ahirete varınca uykudan uyanacak, bulunduğu yeri görecek, nedameti çok olacak, faydası da hiç olmayacak.

Karun Gibi:

Nutfeden yaratıldıkları halde Yaratan'ı unuttular. Bu saltanat içinde Yaratan'a hasım kesildiler.

Karun da böyleydi, varlık içinde saltanat sürüyordu. Kavminin sâlih kişileri:

“Gururlanıp şımarma, şüphesiz ki Allah şımarıkları sevmez. Allah'ın sana verdiği mal ile ahiret yolunu gözet. Dünyadan da nasibini unutma.

Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsanda bulun.

Yeryüzünde bozgunculuk isteme. Doğrusu Allah bozguncuları sevmez.” (Kasas: 76-77)

Diyerek içinde bulunduğu durum hakkında ona nasihatte bulunmuşlardı. Göz kamaştırıcı bir saltanat süren Karun ise bu sözlere hiç kulak asmamıştı.

Dünyanın geçici güzelliğine meyletmiş, imanı zayıf kimseler, onun büyük bir saltanata ve şerefe sahip olduğunu sanıyorlar, imreniyorlardı.

“Keşke Karun'a verilenin benzeri bizim de olsaydı! Doğrusu o çok büyük nasip sahibidir.” demişlerdi. (Kasas: 79)

Doğru yolda bulunan ilim ve anlayış sahibi akıllı kimseler ise Karun'u ikaz ettikleri gibi ona meyledenleri de ikaz ettiler:

“Yazıklar olsun size! Allah'ın mükâfatı, iman edip salih amel işleyenler için daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir.” (Kasas: 80)

Ahirette bu mevki ve makam, sadece Allah-u Teâlâ'nın emir ve nehiyleri karşısında sabreden müminlere verilecektir.

Karun öyle bir bela ile karşılaştı ki; Allah-u Teâlâ evi ile, malı ile ve adamları ile birlikte onu yere batırdı.

Âyet-i kerime'de şöyle buyruluyor:

“Nihayet Karun'u da sarayını da yerin dibine geçirdik. Allah'a karşı kendisine yardım edebilecek kimsesi de yoktu. Kendisini kurtarabilecek kimselerden de değildi.” (Kasas: 81)

Karun'un saltanatına meyletmekle düştükleri hatanın farkına varan bazı kimseler, serveti ile birlikte yere gömüldüğünü gözleri ile gördüklerinde son derece pişman oldular. Akılları öyle başlarına geldi ki, Karun gibi kendilerine saltanat ve servet verilmemiş olmasından dolayı hamd etmeye yöneldiler. Onun bu kötü akıbeti kıyamete kadar bir darb-ı mesel olarak kaldı.

Binaenaleyh onun akıbeti böyle oldu, senin akıbetin nasıl olacak? İşte bunlar her ne kadar bu saltanatları, bu kisveleriyle halkı celbetseler de ehl-i hakikat bunları ahkâm ile ölçer, ahkâma uymadıklarını bilirler ve bunların dalâlet ehli olduğunun mührünü basarlar.

Ahiretteki Mesuliyet

Annesi, babası, kardeşi tarafından tayin edilenlerin, nefsini ilâh edinenlerin, Allah-u Teâlâ'nın yolunu kesenlerin durumu budur. Allah-u Teâlâ saptıranlarla sapanların cehennemdeki pek hazin manzaralarını tasvir edip ibretli bir tablo halinde akl-ı selim sahiplerinin gözleri önüne sermektedir. Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki: “Allah'ın nimetini nankörlükle karşılayanları ve (peşlerine taktıkları) toplulukları helâk olacakları yere, yaslanacakları cehenneme götürenleri görmedin mi?” (İbrahim: 28) Gördün mü bunlara benzer bir kimseyi?

Kendilerine tâbi olanları yoldan çıkarıp saptıran önderler, kendilerine uymalarından gurur duydukları kimselerle beraber o gün cehenneme atılırlar.

“Onlar cehenneme girecekler. O ne kötü bir karargâhtır!” (İbrahim: 29)

Cehennem durulacak yerlerin en kötüsüdür.

“Allah'ın yolundan saptırmak için O'na ortaklar koştular.” (İbrahim: 30)

Liderlerini ilâh edindiler, Allah'a ibadet eder gibi onların peşlerinden gittiler. Halkı Allah yolundan çevirip küfre sürüklediler.

“De ki: Bir süre yararlanın! En son varacağınız yer ateştir!” (İbrahim: 30)

İçinde bulunduğunuz çirkefliği sürdürün. Şunu unutmayın ki, ahirette cehenneme atılacaksınız.

Bu gibi kimseler cehennemin kendileri için hazırlandığını görünce, bürünecekleri hâl ve ahvâl hiçbir kelime ile ifâde edilemez.

“Başlarını dikerek koşarlar. Gözleri kendilerine bile dönüp bakamayacak şekilde sabit kalmış.

Gönülleri ise bomboştur.” (İbrahim: 43)

Başlarına gelecek felâketler, dehşetler, onları bu hale getirecektir. Kafalarında akıl, kavrayış ve anlama adına hiçbir şey kalmayacaktır.

“Resulüm! İnsanları azabın kendilerine geleceği (kıyamet) gününden korkut!” (İbrahim: 44)

O müthiş günü düşünsünler, şimdiden kendilerine gelsinler.

“Zulmedenler diyecekler ki:

Ey Rabbimiz! Yakın bir süreye kadar bize zaman tanı da senin dâvetine uyalım ve Peygamber'ine tâbi olalım.” (İbrahim: 44)

Fakat bütün bu temennileri neticesiz kalır. Allah-u Teâlâ onların bâtıl üzerindeki ısrarlarını hiç şüphesiz ki bilmektedir.

Kınamak ve susturmak için taraf-ı ilâhî'den onlara şöyle denilir:

“Siz daha önce sonunuzun gelmeyeceğine yemin etmemiş miydiniz?” (İbrahim: 44)

Gururlu bir biçimde öyle büyük hayaller peşindeydiniz ki, ahirete göçeceğiniz hiç aklınıza gelmiyordu.

“Halbuki siz kendilerine zulmedenlerin yurtlarında oturmuştunuz.” (İbrahim: 45)

Ehl-i hakikatin yolunda oturdular, “Ehl-i hakikat biziz!” dediler, yol kesici oldular.

“Onlara neler yaptığımız da size açıklanmıştı ve size misaller de vermiştik.” (İbrahim: 45)

Niçin o uyarmalardan istifade ederek uyanmadınız, ibret ve ders almadınız.

“Gerçekten onlar kurmak istedikleri tuzağı kurmuşlardı. Oysa tuzakları dağları yerinden oynatacak (cinsten) olsa bile, onların tuzakları Allah'ın katında idi.” (İbrahim: 46)

Onlarınkinden daha büyük bir düzen ile onları cezalandıracak, farkında olmadıkları bir yerden azapları gelip onları bulacaktır, Allah-u Teâlâ onların her birinden intikam alacaktır.

“Sakın Allah'ın elçilerine verdiği sözden cayacağını sanma! Muhakkak ki Allah Azîz'dir, intikam sahibidir.” (İbrahim: 47)

Bir şey yapmak istediği zaman kimse O'na mani olamaz, O'na karşı hiç kimse düzen kuramaz.

“Bütün insanlar tek ve Kahhar olan Allah'ın huzuruna çıkarlar.” (İbrahim: 48)

Hiçbir şey onları örtmeyecek, hiçbir kimse onları koruyamayacaktır. Artık gaflet perdesi ile kapanmış olan gözler açılmış, gizli kalan hakikatler bütün açıklığı ile ortaya çıkmıştır.

“O gün suçluları zincirlere vurulmuş görürsün!” (İbrahim: 49)

Onlar o gün şeytanlarla birlikte birbirlerine bağlı bir halde cehenneme sevk edilecekler.

“Gömlekleri katrandandır, yüzlerini ateş kaplar.” (İbrahim: 50)

Orada her şeyin vasfı değiştiğine göre, o günkü katran da bu bildiğimiz katrandan mukayese bile edilemeyecek derecede farklı olacaktır. Katrandan gömlekle kaplı olan vücutlarını yakan ateş, onların yüzlerini de istilâ eder.
 
Ü

Üye silindi 56746

Ben de bu konuda bir kaynak vereyim, gayet kısa ve öz:

" - bu zamanda öyle mürşid-i-kamil nerede bulunur? bilinmesi ve bulunması gayet zor ve kıymetli bir şey, diyecek olursan, bu itirazın bir bakıma yerindedir.
fakat, insaf ile düşünür ve insaf ile hakkı teslim edersen, nefsin hile ve oyunu bu sözünde açıkça görülmektedir. öyle anlaşılıyor ki, mürşid-i-kamil aramak hususunda noksanlık yine sendedir. eğer, sen tetik ve uyanık bulunur, sözünde sadık olursan, Cenabı Feyyaz-ı Mutlak, sıdk-u-hulus ile yolunu arayan kulunu haşa sümme haşa mahrum bırakmaz. sen, doğrulukla onu ararken, bakarsın, o seni elinden tutuverir.
- nişanı yok, alameti belli değil; mürşid-i-kamil olduğunu nasıl bileyim? dersen, alameti pek çoktur. fakat, sana söyleyeceğim üç husus kafi gelecektir. iyi dinle ve belle:

1. huzuruna vardığın zaman, bütün gamın ve kederin gider, içinde bir ferahlık ve muhabbet uyanır.
2. meclisinden ayrılmayı istemezsin. birer inci tanesi gibi söylediği her sözden, şevkin ve muhabbetin artar.
3. ziyaretine gelen herkes, büyük veya küçük, genç veya ihtiyar, hatta devlet reisi bile olsa, elini öpmeğe mecbur ve hayır duasını niyaz ile mesrur olurlar.

işte bu üç vasfı nefsinde toplayan zat-ı-şerifin bütün hareketleri, davranışları, durumu, tutumu Resulullah'ın siyretidir. bu üç işaret ve alamet, riyasız, gösterişsiz hangi zatta görülür ve bilinirse, hiç durma, hemen git, teslim-i külli ile teslim ol! ölü yıkayıcının elindeki ölü gibi, emrettiği yerde dur, her emrine uy, hizmetlerini ve emirlerini kendine nimet bil, emirleri gereğince hizmetinde ol!"
 
Üst