Yokluk Tepesi > Amak-ı Hayal

Elnora_alila

Moderator
Kahveleri içtikten sonra Aynalı Baba kulübeden bir ney çıkardı. Hafif hafif, hoş bir şekilde üflemeye başladı. Mezarlığın sessizliği ve neyin hüzünlü sesi bana garip bir zevk veriyordu. Göğsümden bazen hüzünlü, bazen sevinçli ahlar çıkaracak kadar şiddetlenen bu tuhaf zevkte şüphesiz, kahvenin de etkisi vardı. Kendimde acayip değişiklikler hissediyordum. Sanki, taşımaya mahkûm olduğum büyük bir yük üzerimden alınmıştı. İçimde büyük bir ferahlama duyuyordum. Aynalı Baba ney taksimini bitirdikten sonra hafif ve Davudi bir sesle gazel okumaya ve ney üflemeye başladı.

Ey can ! Yok olacak bu aleme ibretle bak.
Gafletten kurtul, meydan boş değildir.
Sultan Süleyman ve İskender Han neredeler?
Yüz bin senelik ömrü neşe içinde geçirsen de, aslında hepsi "bir an" dan ibarettir.
A gözüm ! Cihan denen bu bahçe ne güle, ne bülbüle kalacaktır.
Zaten felek, kime isteğine göre yar olmuştur.

Kulağım çok ağır işitiyordu. Ses sanki çok uzaklardan geliyordu. Yavaş yavaş duygularımdan, daha doğrusu dış âlemden sıyrılmaya başladım. Hiçbir şey görmüyor ve duymuyordum. Bir süre uykuyla uyanıklık arasında öylece kaldım. Fakat bu durum çok sürmedi. Kafam çalışmaya başladı. Görünüşte bir şey hissetmememe rağmen kendimi garip bir âlemde görmeye başladım. Hayalin derinliklerine dalmıştım. Gözlerim kapalı olmasına rağmen görüyordum.

Kendimi, yaşadığım memlekete benzemeyen bir ovada görüyordum. Ova, tam olarak seçemediğim birtakım otlarla örtülüydü. Sazlığı andıran uzun otlar arasında çeşit çeşit hayvanlar dolaşıyordu. Bunların bazısı canavardı. Fakat ben onlardan korkmuyor, korkusuzca yoluma devam ediyordum. Ara sıra bana bir şeyler söyleyen bir arkadaşım vardı yanımda. Fakat cismini göremiyordum. Bir şey sormak isteyince soruyor ve cevabını alıyordum. Saatlerce yürüdük. Sonunda yoruldum. Görünmeyen yol arkadaşıma nerede bulunduğumuzu ve nereye gittiğimizi sordum.

"Hindistan'dayız. Yokluk tepesine gidiyoruz." dedi.

Ona uyarak yoluma devam ettim. Bir süre sonra karşımıza birdağ çıktı. Yüksek, çok yüksek bir dağdı. Bir müddet yürüdükten sonra dağa ulaştık. O sırada gümüş gibi parlayan bir dereciğin kenarında bir kulübe göründü. Arkadaşım oraya doğru gitmemi söyledi. Kulübeye gittim.

İçinde genç bir adam vardı : Ne istiyorsun, dedi. Fakat ben ne istediğimi bilmiyordum.
Arkadaşım cevap verdi : Yokluk tepesini görmesi için getirdim. Lütfen onun kılavuzu olun !
Genç adam, memnun bir ifadeyle bana baktı. Elimden tuttu ve "Gel!" dedi.

Bir ağacın gölgesine oturduğumuzda bana : Yokluk tepesine insanların binde biri, yüz binde biri çıkabilir. Zira ona ulaşmak için insanın kendine hakim olması lazımdır. Bir kimsenin kalbinde arzu ve istek olursa yarı yolda kalır. Oraya yalnızca canlı cenazeler çıkabilir. Sen kendinde böyle bir güç hissediyor musun? dedi.

Dayanıksız ve sabırsız fakat iyi niyetli bir insan olduğumu söyledim.
Yazık, dedi. Zaten insanların çoğu böyledir. Hele bir girişimde bulunalım, belki başarırız.

Beni tekrar elimden tutarak kulübeye götürdü ve : Bugün misafirimsin. Yarın sabah yola çıkarız. Şimdi vaktimizi öldürmemek için biraz konuşalım istersen? dedi. İsmimi sordu.
Raci, dedim. Bu insana büyük bir saygı duymaya başladım. Ben de sıkıla sıkıla ismini sordum. Buddha Gotama Sakyamuni, diye cevap verdi. Bu insanın, insanoğlunun en büyüklerinden biri olduğunu kitaplardan öğrenmiştim. Evet, Buddha'nın huzurundaydım. Saygıyla ayağa kalktım ve elini öpmek istedim. Engel oldu.

Eğer bunu benim için yapıyorsan, bil ki ben bir hiçim. Benim nazarımda övgü de yergi de birdir. Kendin için yapıyorsan, kalbindeki sevgi yeter de artar bile, dedi.

Ertesi sabah erkeden yola çıktık. Buddha elimden tutuyordu. Yokluk tepesinin etekleri, dünyada, -daha doğrusu dünyayı basit bir gözle seyrettiğimizde- görülmesi mümkün olmayan bir güzelliğe sahipti. Tırmandığımız yolun her iki tarafı da eşsiz güzellikteki manzaralarla doluydu. İnsanı mest eden güzel bir koku etrafa yayılmakta, gül ağaçlarını muhabbet yuvası edinmiş bülbüllerin nağmeleri insanın kalbini titretmekteydi. Üzerinde yürüdüğümüz yol çok ince, altın gibi parlak, pamuk gibi yumuşak kumlarla örtülüydü. Yolun her iki tarafından akan hoş ve mini mini derelerin şırıltısı, âşığın maşukuna kavuştuğu sırada söylediği kesik, heyecanlı, titrek ve coşturucu sözler gibi İnsanın kulağını ve yüreğini okşuyordu.

Dağa tırmandıkça güzellik artmaktaydı. Sonunda bir köşke daha doğrusu bir saray yavrusuna vardık. Bir taraftan yükseklere tırmanmak, bir taraftan da hava beni son derece acıktırmıştı. Köşkün kapısından içeri girer girmez muhteşem güzellikteki yemeklerden yayılan kokular burnumu okşadı. Büyük bir odaya girdik. Ortaya bir sofra kurulmuştu. Altın tabakların içinde, insanoğlunun sanatkârca yaptığı ne kadar yemek varsa hepsi bulunuyordu. Bana kalsa, hemen sofraya kurulup karnımı doyuracaktım. Fakat Buddha elimden tutuyor ve kulağıma,

Yokluk tepesine tırmanıyoruz. Bu yemeklerden yediğin takdirde buradan geri dönmen ve benden ayrılman gerekir, diyordu.

Bir kurt gibi acıkmama rağmen bu emre itaat ettim. O enfes yemeklerin karşısında bir saat oturduk. Buddha susuyordu. Ben ise garip birtakım hislerin etkisi altında kalarak gücümü yitirmiştim. Bu zatın, yaşayan ve yiyip içmeye ihtiyaç duyan bir insanı, sanki bir melekmiş gibi aç bırakmasına içten içe kızıyordum.

Nihayet birdenbire : Haydi artık gidelim. Yeteri kadar dinlendik, dedi.

Tam köşkten çıkacağımız sırada cenneti andıran bir genç karşıma çıktı. Elindeki altın tepsinin üzerinde üç tane billur kâse bulunuyordu. Bunların birinin içinde su, diğerinde şarap, üçüncüsünde ise şerbet vardı.

Genç : Efendim! Tırmanılacak yer hayli uzakta. Yemek yemediniz bari birşeyler için, dedi. Nazikçe sunulan bu teklifi hemen kabul edip, şarap kâsesini elime aldım. Genç, sevinç ve mutluluk içinde yüzüme bakıyordu. Seher vaktindeki güzelliği andıran hoş bir gülümseme, yüzündeki parlaklığa göz kamaştırıcı bir dalgalanma veriyordu. Kâseyi dudaklarıma değdireceğim sırada Buddha elime vurdu. Kâse yere düştü. Hiçbir şey söylemeden elimden tuttu. Köşkten çıkıp yola devam ettik. Bir ara nereden geldiğini anlayamadığım bir ses duydum. Bu ses o kadar güzeldi ki Davud'un sesi bunun yanında karga sesi gibi kalırdı. Şöyle söylüyordu :

Ey avare yolcu ! Yürü ! Durma, yürü !
Bu geçici âlemin zevkleri seni Allah'a kavuşmaktan alıkoymasın.
Bu eşsiz manzaraların, bu güzelliklerin hepsi yalnızca bir rüya ve hayaldir.
Ey zavallı ziyaretçi ! Yürü ! Durma, yürü ! Yürü, kendi aslına kavuş.
Kemalin dereceleri bunlardır. Geçici süs ve gösterişi terk edip, yürü ki Allah'a kavuşma kadehinden içesin.
Yürü ki, yokluk meydanında Allah'ın kudretini ve sırrını göresin.


Bu sesin tatlılığından, gözlerimden hüzün ve zevk yaşlan akıyordu. Fakat yolumuza devam ettik. Geceyi çimenlerin üstünde geçirdik. Derin bir uykuya dalmıştım. Ne rüya, ne de hayal gördüm. Ertesi gün sabah erkenden tekrar yola koyulduk. Öğle üzeri karşımıza bir saray çıktı. Bu saray ancak hayal âleminde görülebilirdi, yani ancak hayal gücünün yaratabileceği nitelikte muhteşem bir eserdi. Bundan daha güzel, daha mükemmel, daha gösterişli bir yapı hayal etmek imkânsızdı. Oraya doğru yöneldik. Aramızda beş on adımlık bir uzaklık kaldığında kapısı kendiliğinden açıldı.

O sırada Buddha şöyle dedi : Bu saray insanların ayağını kaydıran yerdir. Bu saray imtihan yeridir. Doğruluk ve sebatın sağlam ipine sımsıkı yapışanlar bu yeri geçebilir. İlerisinde Yokluk tepesi vardır. Fakat buradaki gösterişe ve gönül alıcı şeylere kapılanlar, keder dolu olan cehennem çukuruna düşerler. Burası bir arzu cenneti, ilerisi ezeli bir yokluk meydanıdır. Burası göz boyayan şeylerle dolu bir saray, tüm konuklarını işkence ederek öldüren bir misafirhanedir; ilerisi zevk ve hürriyet meydanı, mutlak âlemdir, birlik yeridir. Burada kalan ağlayıp sızlanma yurduna gider, ileriye giden dert ve sıkıntıdan kurtulup makamsızlığa kavuşur. Burada kalan arzu ve isteğe, hırs ve emele esirdir. İleri gidenin tahtı, sonsuz bir meydan ve mânâ âlemidir. Akıllı ol, aldanma! Sebat et! Ben seni burada bekliyorum. Haydi, içeri gir !

Hava serindi ve mis gibi kokular kaplamıştı etrafı. Zümrüt gibi çimenleri, parlayan çiçekleri, çakıl taşı büyüklüğünde her çeşit mücevherle döşenmiş bahçeyi geçerek sarayın kapısına ulaştım. Yirmi otuz kadar cariye beni karşıladı. Her biri eşsiz güzellikteydi. Benzerlerine hayal âleminde bile çok az rastlanırdı. İki tanesi teşrifatçı görevini görüyordu. Bin bir türlü hürmet ve ağırlamayla bir odaya götürüldüm. Sarayın görkeminden, kızların eşsiz güzelliğinden, özellikle de kollarıma girenlerin cazibesinden şaşırmış, aptallaşmıştım. Kuşların cıvıltısını ya da perilerin şarkısını andıran gönül okşayıcı sözlerle "Hoş geldin!" diyen kızlardan biri kavrulan dudaklarıma bir kadeh uzattı. Aklımı kaybetmiştim. Kadehi alıp içtim. Buz gibi soğuktu ve tattığım içeceklerin hepsinden güzeldi. Yeniden doğmuş gibi oldum.

Derhal bohçalar getirildi. İçlerinden süslü ve ipekli havlular çıkarıldı. Hizmetçilerim mini mini elleriyle elbisemi çıkarmaya başladılar. Önce odanın bitişiğindeki bir salona, oradan da hamama sokuldum. Her yanı çeşitli renklerdeki taşlardan yapılmış olan hamamın göbek taşına serilmiş bir yatağa yatırıldım. Kadın tellâk kılığına girmiş bu eşsiz heykellerin zarif dokunuşlarıyla fazlaca yorulmuş olan bedenim kısa bir süre sonra tamamen uyuştu ve tatlı bir uykuya daldım. Uyandığım zaman hamamın sıcak bir bölmesine götürülerek yıkandım. Arkasından soğuk su dökündüm. Böylece yorgunluğum geçmiş, canlanmıştım. Baştan başa hayat pınarı kesilmiş bir vaziyette hamamdan çıkarılıp, mükemmel bir odaya götürüldüm.

Abanoz ağacından yapılmış bir masaya gümüş bir tepsi konuldu. Sofra kuruldu. Dünyadaki yemeklerden hiçbirisiyle kıyaslanamayacak kadar lezzetli yemekler getirildi. Peri yüzlülerden biri billur bir sürahi getirdi. Bir kadeh şarap sundu. Bir grup kız ellerine müzik âletleri alıp, şarkı söylemeye başladılar. Bu zevk âlemi bir saat kadar sürdü. Sevincim son haddine varmış, nefsim kudurmuş ve şehvetin verdiği azgınlıkla âdeta bir canavar kesilmişti. O sırada içeriye bir kız girdi.

-Efendim, Peri, size kavuşmaya ve sizinle muhabbet etmeye can atmaktadır. Kaç gündür gözyaşları içinde gelmenizi bekliyordu. Buyurun!., dedi.

Koluma girerek beni sarayın ikinci katına çıkardı. Bir odaya sokup, kapısını kapadı. Güzellik perisinin yüzünü görünce, hayretlere düştüm. Dünyada gördüğüm en güzel kadının bu güzellik perisine göre durumu, on paralık bir mumun, güneşe göre durumu gibiydi. Merhamet dilercesine, bayağılaşarak, bir dilenci gibi, gözlerimi bu eşsiz güzele çevirdim. O sırada gök gürültüsünü andıran bir ses yeri göğü inletti. Korkunç bir zelzele, sanki dünyayı alt üst etti. Düşen bir yıldırım sarayı sarstı. O kocaman bina bir avuç toprak gibi yığıldı. Yıkılıp gitti. Korkudan gözlerimi kapadım. Sevgilime sarıldım. Gözlerimi açtığımda kendimi bir canavarın kucağında buldum. Hayret ve nefretle dolu bir çığlık kopararak, boynuma sarmış olduğu kollarını açtım ve kendimi kurtarmaya çalıştım. Güç belâ canavarın elinden yakamı kurtardım.

O an aklıma Buddha geldi. Beni kapının önünde bekleyecekti. Fakat ortalıkta ne kapı, ne de Buddha vardı. Ağır ağır dağdan inmeye başladım. Sonunda bir meydana vardım. Karşımda bir kalabalık belirdi o an. Meydanın doğusunda, başında altın bir taç, elinde kıymetli taşlarla süslenmiş bir asa, üstünde kıymetli elbiselerle Buddha bir tahtın üzerinde oturuyordu. Etrafı, süslü ve parlak elbiseler giymiş, başlan ululuk taçlarıyla süslenmiş insanlarla çevriliydi. İki kişi kollarımdan tutup, beni onun huzuruna götürdü. Buddha büyük bir heybetle ayağa kalktı. Kolunu bana doğru uzattı.

Şehadet parmağıyla işaret ederek : Ey, sözünde durmayan insan! Ey insan! Yazık sana! Sözünde durmadın. İstenilen noktaya varmadın. "Birlik" sarayına girmedin. Mutlak birlikteliğe ulaşmadın. Yokluk tepesine çıkmadın. Ey gafil adam! Git bu yerlerden, git! Git, git ki mert insanların gül bahçesi donmasın.

Sonra eliyle, taşlara emir verir gibi bir işaret yaptı. Bulunduğum yerdeki taş, toprak, ot, kısacası her şey şimşek hızıyla aşağı doğru akmaya başladı. Nihayet karanlık bir uçuruma yuvarlandım. Bir ıstırap çığlığı, ciğerlerimi parçalayarak, boğazımı yırtarak ve titreyen dudaklarımı hırpalayarak çıktı. Gözlerimi açtım. Aynalı Baha'nın güleç ve yumuşak yüzü, hüzünlü gözleri gözlerime ilişti. Elindeki maşrapayı bana verdi. İçtim. Sonra, yeni pişirdiği sade kahveyi ikram etti.

Evlâdım! Yokluk Tepesi'ne varmak kolay değildir, kolay değil, dedi. Elimde olmayarak ayaklarına kapandım. Ertesi gün yanına gelmek üzere izin istedim.


AMAK-I HAYAL
Hayalin Derinliklerinde Yolculuk
FİLİBELİ AHMED HİLMİ
 
Geri
Üst