Varlık Goethe Tebliğleri - Celse 7: Saygı ve Sevgi İle

mally

Kayıtlı Üye
Katılım
29 Ocak 2010
Mesajlar
720
Tepkime puanı
225
SAYGI VE SEVGİ İLE​

Sizi saygı ve sevgi ile selamlarım. Ben, Goethe sembolik ismi ile tebliğ veren ruh arkadaşınız, yoldaşınızım. Şimdi sizleri selamlamakla bahtiyarım. Ruhlarımız arasında devamlı sempatinin cereyan ettiğini evvelce sizlere arz etmiştim. Bu sempati, bu sempati belki bugünden yahutta birkaç sene öncesinden doğmayıp, sizlerin dünyaya doğuşunuzdan enkarne oluşunuzdan daha önceki bir zamana rastlamış olmasını da düşünmeniz isabetli olur. Kâinat’ta tesadüf yoktur. Her şey, kendince ayrıntılarına kadar bir yüce kanuna bağlıdır. İnsanların doğmaları, daha önceden, yüce âlem tarafından kendince detaylarına kadar planlanmış, tespit edilmiş ve doğacak insana bu plan anlatılmış, kendisinin de rızası alındıktan sonra tatbik mevkine konulmuştur. Hiç bir insan tesadüfen yeryüzüne veya başka bir maddi dünyaya doğmuş değildir. Doğum ve ölüm, kesin başlangıç ve bitiş noktalarıdır. Bunları hiç bir surette hiç bir insan değiştiremez. Bu husustaki verilen hükümler, genellikle hata payı taşımaktadır. Filan insan filan şahsı öldürmüş derken, esas itibariyle, onun ölümüne tavassutta bulunmuş, vasıtalık etmiş demek gerekir. Çünkü onun o saatte, o tarihte ve o saniyede, o salisede öleceği esasen doğmadan önce planlanmış ve tespit edilmiştir. Bu determinizmi bu şekilde mütalaa etmek gerekir.

Öyleyse, niçin dünyaya veya başka bir maddi dünyaya doğuyoruz? Kendinizi hür ve serbest irade sahibi gibi zannediyoruz. Filhakika, hür ve serbest irade sahibiyiz. Bu tıpkı, dünyanızda bir görev verilen, bir vazife verilen insanın bel¬li hudutlar içerisinde vazifesini ifa ederken, irade hürriyeti taşımasına ve hür irade ile hareket etmesine benzemektedir. Bu yüzden, hürriyetten bahsederken, belli görevlerin ifası zaruretini hatırlamak gerekir. Bu nedenle doğuş ve ölüş insanının iradesi dışındadır. Aradaki bütün teferruat, hür irade tarafından belli bir görev'in ifası için planlanmaktadır. İşte bundan dolayı mesuliyet vardır. İrade ve mesuliyet problemi burada meydana çıkmaktadır. Her şey, Ulu Tanrı'nın koyduğu kanunlar dairesinde cereyan eder. Hiç bir kimse bu kanunun dışında bir hareket yapamaz. Ancak bu kanunun işleyişini şu veya bu şekilde etkileyici davranışlarımız olabilir. İyi bir hareket, iyi bir sonuç doğurur, kötü bir hareket kötü bir sonuç doğurur. Her ikisi de İlahi Plan'ın ve İlahi İrade Kanunları'nın tabii sonuçlarıdır. Kötü bir hareketten iyi bir hareket doğmaması, Tanrı'nın yüce varlığının ne bir kusuru, ne bir hatası, ne de bir eksikliğidir. Bu, insan zihninin İlahı Plan'ı iyi bilemeyişinin, ilahi kanunları iyi tefsir edemeyişinin bir sonucudur. Bu yüzden, herhangi bir ızdırapla karşılaştığınız zaman, Tanrı'yı, İlahi Kanunları, maneviyatı suçlamadan önce kendi hatalarımızı araştırmalıyız. Bir de, hatanız, hiç bir hatanız olmadan epröv geçirmek zorunda olduğunuzu da hatırda tutmak gerekir. Doğmadan önce, 'ben şurada, şu yerde, şöyle bir hadise ile karşılaşacağımı tespit etmişsem veya tespit ettirmişsen bu hadisenin olması artık bir felaket değil, benim için bir iradi harekettir, bir plandır ve bunun sonucundan dolayı ilahi planları sorumlu tutamam, Tanrı'yı sorumlu tutamam, Tanrı'yı merhametsizlikle itham etmek cüret ve kabahatinde bulunamam. Demek oluyor ki, başımıza gelen olaylar, iki nedene dayalıdır ve bu iki sebepten kaynaklanmaktadır:

1 -) Kendi hatalı hareketinizle, İlahi Kanunları yanlış olarak harekete geçirmekten.

2 -) Daha önce planlanmış olan bir hayat tarzını takip etmemekten.

Demek oluyor ki, hata, doğrudan doğruya, sizin kendinizdedir. Daha önceki hayatınızda noksan kalan melekelerinizi, yeterince gelişmemiş olan kabiliyetlerinizi geliştirmek için, sizin ızdırap çekmeniz lazım gelebilir. Esasında ızdırap kelimesi dahi, yanlış olarak tefsir edilmektedir. Acaba,'ızdırap' hakikatte ızdırap mıdır, yoksa bir lütuf mudur? Bunu iyi düşünmeniz gerekir. Gelişigüzel bir maden parçasını, bir demir külçesini ateşte eritiyorsunuz. Eritmeden önce bir taştan farksız, sadece ağırlık bakımından bir mana ifade eden ve başkaca önemli bir fonksiyonu olmayan bu demir külçesi, ateşte yandıktan sonra içindeki lüzumsuz maddeler; dışarı atıyor, karbon vs, dışarıya atılarak demir temizleniyor. Geride saf maden kalıyor. Bununla yetinmiyoruz, yakıyoruz, eritiyoruz, demir halline geliyor. “Sen daha olmadın” diyoruz. Tekrar yakıyoruz. Tekrar ateşler içerisine sokuyoruz ve su veriyoruz. Ve böylece bu maden çelik haline geliyor. Ondan Sonra makine haline geliyor. Şu veya bu surette birçok faydalı hizmetler görüyor yani ham bir maden'in faydalı bir eleman haline dönüşebilmesi için birçok aletlerin içerisinden, sahtelerin içerisinden, sizce ızdıraplı zannedilen devrelerden geçmesi icap eder.

Sonuca baktığınız zaman, başlangıcı çok ilerisinde bir merhaleye ulaştığımızı anlarız. Ve aradaki vetirenin sadece yükselmek ve tekâmül etmek için yapılmış hamleler olduğunu görerek, Cenab-ı Hakk'a şükrederiz. Ben de maddi havanın birçok safhalarında, birçok yaşantılarında pek çok enkarnasyonlarımda ızdıraplarla yüz yüze kaldım. lzdıraplar çektim ve neticede anladım ki, bütün bu ızdıraplar belli bir olgunluğa erişmek içinmiş. Ve tabii ki takdir edeceğiniz gibi, aradan geçen çok uzun zaman, bunun ne kadar lüzumlu ve zaruri olduğunu bana tekrar ve tekrar gösterdi ve hatırlattı.

Ruhunuz bir maddi kalıpla ilgi kuruyor. Birçok elementleri bir araya toplayıp bir kalıp yapıyor. Sizler de şüphesiz bilirsiniz ki, ruh, vücudun içine hapsolmuş değildir. Ruh, kâinatın her zerresinde (-maddi ve hatta manevi kâinatın her zerresinde-) aynı anda mevcut olan bir yüce kudrettir. Onlar için Kur'an ve Müslümanlık, her insanın bir kâinata bedel olduğunu söylemiştir, Aslında her insan birçok manalardan, birçok bakımlardan, kâinatlara bedel ve kâinatlara üstündür. Fizyolojik bakımdan ele alacak olursak, insan vücudundaki trilyon ve trilyonlarca hücre bakımından düşünecek olursak, insan bir kâinattır. Her hücrenin müstakil bir ruh sahibi olduğunu daha önce ayrıntılı olarak anlatmıştım. Demek oluyor ki, insan, hücrelerden müteşekkil bir kâinata hükmediyor. Her hücre, bulunduğu organda bir idareci organ ruhunun da idaresindedir. Ondan sonra kademe kademe daha üst kademeler doğar gider. Birçok kademelerden sonra, en yukarıda “idareci ruh” yani insanın kendi yüce ruhu gelir. Demek oluyor ki, bir insanın vücudu içerisinde dahi, milyarlar, trilyonlar ve artı sonsuza varacak derecede bir ruh topluluğu mevcuttur. Ve bir insan, tüm bu ruhları idare etmektedir. İnsanın yüceliğini ve insanın üstünlüğünü böyle düşünürsek, daha iyi anlayabiliriz. O zaman bir insan katletmenin, tek bir insan katletmek olmadığını, fakat milyarlarca ruhu birden katletmek olduğunu daha iyi idrak edebilirsiniz. Demiştim ki, yalnız hücrelerin, müstakil hücrelerin ruhları mevcut olmakla kalmıyor. Aynı zamanda organların da ruhu vardır. Bilfarz, kalbinizin dahi bir ruhu var. Bütün kalbi idare eden, kalpteki hücreleri idare eden bütün bunlar kademe kademe. Şimdi işin ayrıntısına girmemek için fazla açılmıyorum. Başka bir zaman, bu konuyu arzu ettiğiniz zaman etüt edebiliriz. Ve en sonunda yüce insan ruhu vardır. Ve bu yüce insan ruhu, bütün hücrelere nüfuz etmiş vaziyettedir. Yani, vücudun her zerresinde insan ruhunun mevcudiyeti vardır. Fakat insan ruhu, bu hücrelerde ve bu vücutta hapsolmuş değildir.

İnsan aynı zamanda kâinatın her zerresinde mevcuttur. Onun için derler ki, 'Sen başkasına kötülük yaparken, başkasına kötülük yapmıyorsun, kendine yapıyorsun. Çünkü sen O insanda da mevcutsun. Çünkü sen, başka insanda da mevcutsun. Sen hem müstakilsin, hem de değilsin. Çünkü sen, bir tek kaynaktan kuvvet alıyorsun.' Bunu İyi düşünmek, iyi anlamak gerekir. Birçok benzetmeler yapılabilir. Sizin daha rahat anlamanız için. Fakat bu benzetmelerden kesin bir sonuç alınamaz. Dar bir kalıba girmek tehlikesi vardır. Her zihnin kendine göre bir tefsir kabiliyeti olduğu için, benzetmelerden kaçınmayı doğru buluyorum. Bunu tefsir etmeyi kendi idrakinize bırakıyorum. Ancak, şunu anlamanız gerekir ki, her biriniz bir kâinatsınız. İşinizi yaparken, yaşarken, yemek yerken, yürürken, otururken, kalkarken, uyurken, dua ederken bunu hatırınızda tutun ve 'kendinizi alelade bir madde halinde düşünmeyin. Siz bir kâinatsınız. İşte, başka maddi dünyalarda ya¬şayanların bir kısmı bunu idrak ettikleri için, maddi bir beden içerisinde ruhsal bir hayat yaşamaktadırlar. Sizden de istirhamım; spiritüalist olarak, bu maddi beden içerisinde ruhsal bir hayat yaşamaktır. İmrenmeyin maddeye, maddi tezahürlere imrenmeyin. Bunun gerek fizyolojik, gerek ruhsal, gerek fiziksel bakımdan pek çok mahzurları vardır. Şöhrete imrenmeyin, paraya imrenmeyin, mevkiye, mülke, herhangi bir maddi şeye imrenmeyin. Sadece ve sadece Tanrı'ya bağlanın ve Tanrı'nın aşkını dilerken, Tanrı'nın yarattığı varlıkları sevin. Önce kendinizi, “kendi vücudunuzu” sevin. Kendi vücudunuzda sizin idarenize verilmiş olan sayısız ve sonsuz hücreleri sevin ve bu hücreleri koruyun. Bunları korumazsanız sizden bunun hesabı sorulur. Niçin spiritüalistler en büyük suç olarak intiharı görürler? Çünkü size bu hücreler teslim edilmiştir. Korumanız için, yüceltmeniz için, tekâmüle sevk etmeniz için. Siz intihar etmekle, yalnız kendi mesuliyetinizi yüklenmiyorsunuz. Taşıdığınız trilyonlar ve trilyonlar ve sonsuz derecede çok olan hücre ruhlarını, organ ruhlarını ve daha yüksek kademedeki ruhların da mesuliyetini taşıyorsunuz. Ve bu mesuliyeti karşılayabilecek misiniz? Bunu iyi düşünmeniz gerekir. Bunu hatırınızda iyi tutmanız gerekir. Organlarımızı hayır yolunda kullanın. Şer yolunda kullanmayın. Şer yolunda kullanmışsanız, af dileyin, bağışlanmayı dileyin. Tanrı af edicidir. Tanrı vericidir. Tanrı daima lütuf sahibidir. Tanrı cezalandırıcı değildir. İlahi ceza, hepiniz bilirsiniz ki, bir plan dâhilinde, bir kanun dâhilinde olan bir şeydir.

Hepinizin bildiği basit bir misali vermek isterim: Düğmeyi çevirirseniz elektrik lambası yanar, onun yanması bir kanunun işlemesidir. Binaenaleyh ceza verilmişse, “kendi kendinize” veriyorsunuz demektir. Bunu böylece düşünmek gerekir. Tanrı'dan lütuf dileyin. Tanrı affedicidir ve affeder. Tanrı isteyene, istediğini verir. Bunun mekanizmasını, daha önceki celselerde, gerek medyoma, gerek sizlere tafsilatıyla anlatmıştım. Herhalde bunu hatırlayacaksınız. Sizden istirhamım: Bir spiritüalist olarak, çevrenizdeki insanların seviyesinin üstünde yaşayan insanlar olarak, organlarınızı hayır yolunda kullanın. Hayır yolunda kullanmanıza bilhassa dikkatinizi çekerim. Çünkü hayır yolunda kullanmaz iseniz, bu âleme geldiğiniz zaman, her hücre bunun hesabını sizden soracaktır. Her organ bunun hesabını sizden soracaktır. İdare ile mükellef olduğunuz başka müstakil insan ruhlarının hücreleri de sizden hesap soracaktır. Kötülüğe sevk ettiğiniz, şerre sevk ettiğiniz insanların hücreleri de, bunun hesabını sizden soracaktır. Bunu iyi düşünün. 'Ben müstakilim' demeyin. 'Ben üstünüm' demeyin. 'Ben en üstün mertebeye eriştim' demeyin. Olgunluk hudutsuzdur. Tekâmül sonsuzdur. Her saniyede, her an tekâmül etmekteyiz, tekâmül etmektesiniz. Ve tekâmül edeceksiniz. Hiç bir saniye tekâmülün dışında kalamazsınız. Bir tohumun yaratıldığını düşünün, onun filizlenmesi ile büyümesini gözünüzün önüne getirin. Bunu durdurabilir misiniz? Büyümesini durdurabilir misiniz? O belli bir hadde kadar büyüyecektir. Ne yapsanız boş. Ancak öldürebilirsiniz. Onu kurutabilirsiniz. Fakat durduramazsınız. İnsanların tekâmülleri de böyledir. Organların tekâmülleri de böyledir. Şunu bilhassa bilmeniz gerekir ki, siz bir hayat boyunca birçok defalar ölmekte ve dirilmektesiniz. Gece ve gündüz dirilme ve ölümü hatırlatmıyorum, onu kastetmiyorum. Bizatihi fizyolojik olarak her gün milyarlarca hücreniz ölüyor ve milyarlarca hücre doğuyor. Bütün bunlar sizin zaman ölçünüze göre tamamıyla değişiyor. Ve yepyeni bir vücut meydana geliyor. Ne zaman ki hücrelerin yenileşmesi temposu azalıyor, işte siz buna 'ihtiyarlık' diyorsunuz.

Yani yavaş yavaş maddi bedenden sıyrılarak manevi âleme doğru dönüş yapıyorsunuz. Demek oluyor ki, siz bu dünyada esasen birçok defalar ölüyorsunuz. Birçok defalar ölüyorsunuz ve diriliyorsunuz. 'Öldükten sonra dirilmeyeceğim' demek, ne kadar mantıksızdır. Birçokları, ölümden sonraki hayatın ispatını isterler. Birçok maddi tezahürleri olduğu halde, pek çok fiziksel tezahürler olduğu halde, fizik medyomların normal fizik kanunlarının üstünde yaptıkları pek çok tezahürleri olduğu halde, bunun ispatını isterler! İşte size ispatı; Siz ölüyorsunuz. Devamlı ölüp, dirilmekle meşgulsünüz. Büsbütün bütün hücreleriniz birden öldükten sonra tekrar dirilemeyeceğinizi nasıl düşünebilirsiniz?

Ruhu arıyorsunuz. Benim ruhum nerede diye? Senin ruhun nerede? Senin düşüncen yok mu? İşte senin ruhundan bir parça o. Bilim adamlarınızdan biri ne demişti: 'Kâinatta hiç bir şey kaybolmaz, hiç bir şey yeniden var olmaz.' Aslında birçok şey yeniden var olur. Kaybolmaz. Doğru, fakat yeniden var olur. Yeniden var edilmektedir. Öyleyse, bu teorinin bir kısmını doğru olarak düşünecek olursak, kaybolmayan bu düşünce ne oluyor? Size sorarım. Bunu iyi düşününüz, aziz kardeşlerim. Demek ki, düşünceniz, elle tutulmayan, gözle görülmeyen. Hiç bir maddi aletle ölçülemeyen bu düşünceniz ne oluyor? Beyin dalgalarınız ölçülebilir, fakat düşünceniz ölçülemez. İnsandan, etrafa, iki türlü düşünce dalgası yayılmaktadır: a-) Maddi... b-) Manevi... Sizin anlayacağınız şekilde, birine 'kuvvet dalgası' diğerine de 'kudret dalgası' diyeceğim. Manevi olanı 'kudret' olarak nitelendireceğim. Biliyorsunuz iki, insan vücudundan pek çok vibrasyonlar yayılır. Değişik dalgalar. Bunların tafsilatına girmeyeceğim.

Hararetle [ilgili] hepinizin bildiği dalgalar, elektriksel dalgalar ve buna mümasil dalgalar. İşte düşünce ebedidir. Düşünce her zaman, her yerde vardır. Değişen sadece vasıtadır, bedendir. Öldüğünüz zaman da, siz sadece o bedeni terk ediyorsunuz. Fakat ne zaman terk ediyorsunuz? Ölüm anında tamamıyla terk etmiyorsunuz. Ölüm anında geride kalan hücrelerin ruhlarını da yavaş yavaş ölüme alıştırarak terk ediyorsunuz ve bedeninizi mezara gömüyorlar. Fakat ruhunuz hala bedenle ilgisini sürdürüyor. Ne zamana kadar? Bütün hücreler tam bir ölüm haline gelinceye kadar ve hücrelerin [ruhlarının] her birini siz yanınıza alıp götürüyorsunuz. Hücrelerin her birinin ruhunu, her birini kendi mekânına, kendi bulunduğu yere yerleştiriyorsunuz. İşte 'kabir 'budur. Bunu da ayrıca tahkik etmek gerekir. Böylece düşünmek lazım. Organlarınızı seviniz. Organlarınızı seviniz deyişimin bir nedeni budur.

S: Elimizde olmadan karaciğerimiz bozuluyor. Vücudumuzdaki hücrelerimiz zarar görüyor. Bu durumda bir sorumluluğumuz olabilir mi?

C: Daha önceki tebliğlerimde demiştim ki, “insan, ruh olarak başka bir şuura sahiptir. Beden olarak başka bir şuura sahiptir.” İnsan, ruhsal şuurunu uyku anında sezebilir. Normal uyanıklık halinde, bu ruhsal şuuru tam olarak bulmanıza imkân yok. Onun için bazen, 'ilham ararız' derler şairler, edipler, filozoflar, bilim adamları. Yani bir nevi uyku haline dönmek isterler. Aynen medyomun trans haline geçtiği gibi. Dış dünya ile ilgisini keserek alıcılık durumuna geçmek, ruhundan gelen tesirleri direkt olarak almak, başka ruhlardan ve başka maddelerden yayılan tesirleri direkt olarak almak isterler. İnsan ruhu, karaciğerinin hasta olduğunu görür, karaciğerinin hasta olacağını görür, ikaz eder. Fakat çok ayrıntı arz eden bir durum olduğu için size şimdilik mekanizmasını açıklamayacağım. Fakat beyindeki şuurunuz diyebileceğim bir şuur bunu idrak eder ise, hastalık önlenebilir. Bunu idrak etmez ise, tuttuğu yanlış yolda, yanlış tutumda devam eder ise, o hastalık devam eder gider. Ruhsal şuur esasen onun hastalanacağını, hastalanmadan önce de bilmektedir. Tehlikesiz bir hastalık ise, bu zaten basit bir olaydır. Ne var ki, insanın hayatını sona erdirici bir durum ise, bu esasen Yukarı Âlem tarafından daha önce tanzim edilmiş, planlanmış ve ölüm maksadı olarak, ölüm sebebi olarak tayin edilmiştir. Ruhun kendisi de bunu, doğmadan önce kabul etmiştir ve ızdırabı seve seve kabullenmiştir. Onun tekâmülü o yoldadır. Bu yüzden, ruhun haberi olmadan hiçbir organda, en küçük bir arıza veya gelişme olamaz. Ruh, her hücreden haberdardır, yani insan ruhu. Çünkü yönetici o’dur. Bu yüzden, ruhsal şuur ile beyin şuuru diyebileceğim şuuru karıştırmamak gerekir.

Siz uykuda, gerçekten ruhsal bir hayat yaşıyorsunuz. Uyku bir okuldur. Uyku bir öğrenimdir. Bir tedrisattır. Hem ruhun beyni terbiye etmesi, ruhun bütün hücreleri beyin vasıtasıyla uyarması ve terbiye etmesi, hem de bizatihi [idareci] ruhun kendisinin başka idareci Yüksek Ruhlar tarafından terbiye edilmesi, eğitilmesidir. Uyku budur. Size demiştim ki, Ruh, bütün sonsuz Kâinat’tadır. Aynı anda, hem maddi hem manevi âlemde ruh mevcuttur. Ruh için bir mekân yoktur. Ruhu, bütün maddi ve manevi âleme yayılmış, hudutsuz ve sonsuz bir “İlahi Enerji” olarak tahayyül edebilirsiniz. Bunun başka türlü tasavvuru da, tahayyülü de maddi bir kafayla mümkün değildir. Bunu ancak bedenden kurtulduğunuz zaman anlayabilirsiniz. Bunu uykunuzda anlarsınız. Fakat bunu, maddi beyninizin idrak etmesine imkân olmadığı için, uykuda yaşanılan hayat, uyandıktan sonra unutulur. Ancak rüyalar hatırlanır. Esasında insan, pek çok şeyler görmektedir. Geceleyin, gündüz olduğundan çok daha fazla şeyler öğrenilmektedir. Bir okula gidilmektedir. Bir eğitim görülmektedir. Çok çeşitli okullardan ve eğitimden geçilmektedir. Onun için, ruhun, karaciğerin rahatsızlığını bilmemesi ve bundan haberi olmaması gibi bir durum yoktur. Bunu böylece bilmek gerekir.

S: Beşer açısından tekâmülün maksadı nedir?

C: Tekâmülden maksat, sevgi yolu ile İlahi Sevgi'ye ulaş¬mak olmalıdır. Sevgi, bildiğiniz gibi, başta kendinize, ondan sonra etrafınızdakilere, bütün insanlara, bütün hayvanlara, bitkilere, bütün maddi varlıklara hizmet etmektir. Sevgi budur. Yoksa 'ben şu adamı seviyorum' demek, bu bir şey ifade etmez. Hizmet etmektir sevgi. Siz eğer, Tanrı'nın bütün yaratıklarına karşı hizmet ediyorsanız. Esasen dünyaya gelişinizin maksadını yaşıyorsunuz demektir. Sevginin gereği hizmettir.

Maddi yönde hizmet, manevi yönde hizmet ve düzen öyle kurulmuştur ki, en basit hizmetten, en karışık ve en büyük hizmete kadar hepsi de insanı yücelticidir. Bir hamalınki de saygıdeğer bir hizmettir. Bir çöpçününki de saygıdeğer bir hizmettir. Hepsi de size faydalı hizmetler yapmaktadır. En tehlikelisi, insanlara hizmet etmeden, mirasyedi olarak yaşamaktır. Bundan kaçınmanızı, bundan uzaklaşmanızı bilhassa tavsiye ederim. Çünkü siz başkasına hizmet etmekle birçok kanunları harekete geçiriyorsunuz. Siz para kazanacağız, menfaat sağlayacağız derken, farkına varmadan başka varlıklara hizmet ediyorsunuz. Başka varlıkların birçok hizmetlerini görüyorsunuz. Dolayısıyla hem o varlığı yükseltiyor hem de kendinizi yükseltiyorsunuz. Bunu böylece bilmek gerekir. Bugün birçoğunuzun zihninden aldığım ve etrafa dağıttığı tesirlerden aldığım izlenimlere göre, çok değişik karakterde, düşüncede arkadaşlarınızın burada toplandığını görüyorum ve anlıyorum. Bunun için, spontane tebliği kısa kestim. Normal teknik bir celse durumunda değil, herkesin aydınlanması bakımından sual sorularak cevaplandırılmak yolunu tercih ettim. İçinizde pek çok değerli zevatın bulunduğunu, medyomun zihninden anlıyorum. Çevre, muhterem bir bilim adamınızın bu vesile ile celseye iştirak ettiğini medyom bana duyurdu. Kendisinin sorusu varsa, gücüm ve bilgim nispetinde cevaplandırmaktan büyük bir haz duyacağım. Çünkü bizce bilim adamları, en üst hizmetkârlardır. En büyük sevgi ile yoğrulmuş insanlardır. İnsanlığa en büyük hizmeti eden yüce ruhlardır.

S: İnsanlar tekâmül için doğduğuna göre, dört yaşında bir çocuğun tekâmüle fırsat bulmadan ölmesinin manası nedir?

C: İnsanlar, hepinizin bildiği gibi, pek çok defalar dünyaya gelmektedirler. İnsanlar, ancak tek hücreli bir bitkiden, çok hücreli bitkilere kadar birçok bitki safhaları yaşıyorlar, doğuyorlar, ölüyorlar ve milyonlarca defa bu vetire tekerrür ediyor. Ondan sonra en basit hayvandan, en şuurlu hayvana kadar birçok vetireler geçiriyorlar. İnsanda en son, bütün bu irsiyet, bitkilik ve hayvanlık vasıflarının hepsi temerküz etmiş oluyor. İnsan, insan ruhu olarak, insan bedeninde yine sonsuz defalar muhtelif dünyalarda bedenleniyor. Ancak bir önceki hayatında noksan kalmış olan bir eprövünün tamamlanması, bazen, çok kısa bir an, ana rahminde bulunmayı dahi gerektirebilir. Yani sizin ölçülerinize göre, birkaç saniye içerisinde ana rahminde bulunmak dahi lazımdır. Ruh âleminde, bu, çok büyük bir eprövdür. Çünkü ruh, maddi bir bedenle ilgi kurmuş ve onu yönetmiştir. O doğar ölür, vazifesi ve görevi budur ve eprövü budur, Bunun gibi doğup, bir kaç ay içerisinde ölen bebekler, birkaç sene içerisinde ölen insanlar vardır. Bütün bunlar, belli süreler içerisinde vazifelerini yapmaktadırlar. Ve görevlerini ikmal edip, gitmektedirler. Bunda, İlahi İrade'ye aykırı bir durum yoktur.

Siz acıyorsunuz. 'Bu çocuğun bir kusuru vardı da, bu kadar küçük yaşta öldü gitti' diye. Oysa bu, acınacak bir durum da değildir. O eprövünü tamamlamış, vazifesini tamamlamış ve asli vatanına dönmüştür. Ana rahmindeki ait bebeği düşünün. Mahpustu, hapisti, sıkışmış kalmıştır. Dar bir çerçeve içerisinde yaşamaktadır. Fakat bu çerçeveye aylarca alıştığı zaman, o çerçeveyi sever. O çerçevenin dışına çıkmak istemez. Çıktığı zaman, ilk anda birçok intibak zorlukları geçirir.

Hür, mesut, bahtiyar bir şekilde yaşamak mı daha doğrudur? Sizin dünyanızda yaşamak da, bizim dünyamızda yaşamak da aynı onun gibi bir doğuştur. Onun için, sizin adamlarınızdan biri, dünyanızda yaşayan bir büyük ruh, Mevlana Celaleddin isimli şahıs, ölümünün ağlayarak değil, sevinerek hatırlanmasını vasiyet etmiştir. Ölümüne ağlanmamasını söylemiştir. Ve o zamanki terimle, Şeb-i Aruz denilen bir tabir, 'düğün gecesi' tabirini kullanmıştır. Çünkü o ruh öldüğü zaman, bir hapisten, bir mahbesten kurtulduğunu bilmektedir. Daha önce de esasen hissetmiş, dünya hayatında manevi halini gördüğü için, hiç bir zaman ölümün ızdırap olmadığını anlamıştır. Aslında, ruhlar âlemi o kadar büyük hazlar ve huzur verici vetirelerle doludur ki, dünya insanı bunu bilmiş olsa idi, bunu hissetmiş olsa idi, ruhlar âleminin hazzını, huzurunu, sükûtunu ve güzelliğini görmüş olsa idi, bir saniye dahi dünyada yaşamaya tahammül edemezdi. Onun için Cenab-ı Hakk, Yüce Yaratıcı insanların hafızalarına bir perde germiş, ruh âlemini hatırlamamasını münasip görmüştür. Fakat şunu bilin ki, öldüğünüz zaman mezara girmiyorsunuz. Mezara giren, size vazife yapmış olan, vasıtalık yapmış olan maddi bedeninizdir. Demin arz ettiğim gibi, maddi bedeninizdeki hücre ruhları da orayı yani bedeni terk etmektedirler kısa bir zaman sonra. Bu yüzden, siz ölmüyorsunuz. Siz doğuyorsunuz öldüğünüz zaman. Fakat dünyada iken ölmemek için gayret sarf etmeniz lazımdır. Çünkü sizin eprövünüz vardır bu dünyada geçirilecek belli bir merhaleye kadar tekâmül etmeniz gerekir. Bu gaye için doğmuş bulunuyorsunuz. Bu sizden istenmektedir.

S: Hizmet edelim, herkesi sevelim diye yaptığımız hareketlerle, acaba hayır mı işliyoruz, yoksa şer mi? Eğri ve doğruyu bilmeden, sadece herkesi seveceğim diye hizmet etmekle, hareketlerimiz acaba isabetli olmakta mıdır?

C: Hizmet etmeyi müspet manada anlarsanız sevgidir ve faydalıdır. Hizmet ediyorum derken, menfi bir davranış ve zihniyet içerisinde bulunursanız zarardır. Bunlar hepinizin bildiği şeyler. Fazla ayrıntıya girmeyi gereksiz sayıyorum. Bilmediğiniz başka konular varsa, sorularınızı rica ederim.

S: İnsan ruhunun, bedeni ile olan ilişkisi üzerinde, ruh ve beden ilişkisinin daha ince mekanizması hakkında bilgi verirmisiniz?

C: Bunun tafsilatını daha sonraki celselerde seri halinde bildireceğim. Fakat şimdi de özet olarak bir giriş yapmamı münasip görürseniz, anlatayım: 'İnsan ruhu, sonsuz kâinata bedeldir.' demiştim. “İnsan ruhu, bir bedene hapsolup bitmiş değildir.” demiştim. İnsan, hem vücudun her zerresinde mevcut, hem de 'kâinatın her zerresinde mevcuttur. Ruh, kaba bir tabirle, değişik frekanstaki radyo dalgalarının birbirine karışmayışı olarak, diğer ruhlardan bağımsızdır. Kâinatta biliyorsunuz, pek çok değişik modülasyonlarda, frekansta dalgalar vardır. Ve bunların her biri kendi yolunu takip etmektedir. İnsan ruhunun, her insan ruhunun [bizatihi mevcut] varlığı da böyledir. İnsan ruhunu size daha fazla olarak anlatmama imkân yoktur. Çünkü bunu siz bu beyinle maalesef idrak edemezsiniz. Bu, ölümü tatmayan bir insana, ölümü anlatmaya benzer. Seyredersiniz, görürsünüz, duyarsınız, fakat ölen bir insan gibi ölümü anlayamazsınız. Aynen bunun gibi, ruhu da bu beynin anlamasına imkân yoktur. Ancak ruhsal tezahürleri size anlatmak mümkündür. Ve sizin de bunları anlamanız mümkündür. Bunu birçok Peygamberler de merak etmiş ve ruhun ne olduğunu kendisine tebliğ veren Yüce Ruhların marifetiyle Ulu Tanrı'dan sormuşlardır: Ve verilen cevabı da hepiniz bilirsiniz: 'Ruh, Tanrı'nın bir emridir, Onu siz bilemezsiniz, anlayamazsınız, idrak edemezsiniz!’ denilmiştir. Ruh, ruh olarak yaşamadıktan sonra, idrak edilemez. Demin de bildirdiğim gibi, sizler, bu bedenler içerisinde çift şuurla yaşamaktasınız. Bir ruhsal şuur, bir de maddi şuur. Aradaki 'perispri' denilen vasıtayı çok iyi bilmektesiniz. İnsan ruhundan gelen herhangi bir emir, perispiriye intikal eder. Perispri, yarı maddi, yarı ruhi bir varlıktır. İnsanın bir başka bedenidir. İnsanın birkaç bedeni bulunduğunu biliyorsunuz. Bunu, yeni yeni dünyanızdaki bilim adamları da fizik aletlerle tespit etmektedirler.

Daha onların tespit edemediği bir kaç maddi bedeni daha vardır insanın. Bütün bunların üstünde 'perispri' dediğimiz, sizin öyle tarif ettiğiniz bir aracı vardır. Ruh ve vücut arasındaki ilgiyi sağlayan bu araç, ruhtan emir alırken ruhsal bir vasfa bürünür. Dolayısıyla emir, ruhtan perispriye intikal eder. Bunu basit bir tarifle, sizin eski arkadaşlarınızdan bizim bu dünyamıza intikal etmiş arkadaşlarınızdan birinin tarifiyle, 'bir eş kenar dörtgen’ olarak göstermek mümkün olabilir. O arkadaşınızı gayet iyi bilirsiniz: Dr. Bedri Ruhselman idi. Şimdi, bu perisprinin sivri ucu ruha, bir başka sivri ucu da beyne dayanmış olarak, kaba bir tarifte düşünecek olursak, ruhtan emir alınırken en seyyal, en manevi bir durumdadır. Ve bu gittikçe normal açı gereği, maddi bir vasfa doğru bürünmekte ve sonra da beynin alabileceği bir veriteye tekrar dönüşmektedir. Beyin bu tesirleri alır. Beyin bu tesirleri alırken, bizatihi beyni yöneten ruhun yardımcıları olan pek çok organ ruhları da, bu vazifede görev alırlar. Ve emri beyne naklederler. Beyinden de, gayet iyi tahmin edebileceğiniz gibi, omurilik ve sinirler vasıtasıyla bütün organlara, lüzumlu organa emir nakledilir. Bu, kaba bir tariftir. Bunun şimik ve fizik vetireleri çok uzundur. Bunu tafsilatıyla, size, arzu ederseniz, bir başka celsede anlatabilirim. Henüz dünya insanının bilmediği bu vetire, tahmin ederim ki, sizi aydınlatacaktır. Bizzat medyom da bu vetire ile birçok şeyler öğrenecek ve aydınlanacaktır.

Sizden bu arada bir istirhamda bulunacağım: Bütün arkadaşlarınızın, ruhsal devrin başladığını bilmeleri gerekir. Medyom, sık sık bahseder: 'Uzay devri başlamıştır' diye. Uzay devri değil, 'Ruhsal Devir' başlamıştır. Bunu böylece anlatmak gerekir. Uzay devri değildir başlayan. Ruhsal devir başlamıştır. Ruhun hâkim olduğu bir dünyaya girmektesiniz. Daha önceki tebliğlerimde, başka yıldızlardan, başka gezegenlerden, başka güneş sistemlerinden ve başka galaksilerden de tesirler almaya başladığınızı; gerek vücudunuzun, gerek ruhunuzun bununla sempatize olması gerektiğini tafsilatıyla anlatmıştım. Şimdi bunun tekrar edilmesinden ziyade, birkaç noktayı aydınlatmak istiyorum. Vücudunuzu bu yeni vibrasyonlara ayar edebilmeniz için, her şeyden önce, her dakika Tanrı'yı düşünmeniz, saygılı olmanız ve demin de bildirdiğim gibi, başkalarına hizmet, etmeniz ve dolayısıyla sevmeniz gerekir. Bunu yapmadığınız an, dış dünyanızdan gelen maddi, manevi vibrasyonlara uyum yapamazsınız. Ve helak olursunuz. Bunun en basit misalini kendi özel hayatınızda görebilirsiniz.

Çok kritik bir devrede yaşamaktasınız. Dünya olarak son derece tehlikeli bir dönemeçtesiniz. Bunu insanlara duyurmalısınız. Bunu bilim adamlarına duyurmalısınız. Bunu yazarlara duyurmalısınız. Bunu öğretmenlere duyurmalısınız. Bunu kilit noktalardaki insanlara duyurmalısınız. Eğer buna insanlar kendilerini ayar etmezlerse, gelen dış tesirler, insanların helâkına sebep olacaktır. Ve daha önce söylemiştim: Vücut hastalıklarınız gittikçe artmaktadır. İlminiz çoğaldığı halde, hastalıklarınız çok daha fazla artıyor. İlimsiz devirden daha fazla... Çünkü maddenin esiri olmaktasınız. Çünkü maddeye hâkim olmak için çırpınırken, farkına varmadan maddenin kölesi oluyorsunuz. Maddenin kölesi olamazsınız. Maddenin kölesi olmamanız lazım. Çünkü fiziksel vetire budur. Muazzam bir enerji ruhunuzdan, bütün kâinattan vücudunuza akmaktadır. Ve vücudunuzu yönetmektedir. Siz vücudunuzu, ruhunuza hâkim kılarsanız, bu mekanizmayı ters işletirsiniz. Ve bu ters işleyiş dolayısıyla, vücudunuzda isyan kopar. Ve bunun ardından “kanser” dediğiniz bozukluk, düzen bozukluğu gelir.

Kanser nedir? Evvelce de tafsilatıyla anlatmıştım. Hücrelerin isyanıdır. Düzensizliktir. Uyum yapamamaktır. Fiziki anlamda, Yukarı'dan gelen, yeni gelen dalgalara göre ayarlayın vücudunuzu. Nasıl ki, transistörlü radyonuzu, radyo istasyonu istikametine çevirir ve o dalgayı, o metrajı bulursanız, ancak ve ancak o zaman temiz bir dinleyiş sağlayabilirsiniz. Aynı şekilde, ruhunuzu da, vücudunuzu da bu yeni tesirlere göre ayarlamanız gerekir. 110 volt ile çalışan bir aracınızı, bir radyonuzu 220 voltluk cereyan ile irtibatlarsanız ne olur? Tüm lambalar yanar ve radyonuz mahvolur. Aynı şekilde, vücudunuzu da yeni gelen enerjiye göre ayarlamanız gerekir. Yeni gelen vibrasyona göre ruhunuzu ayarlamanız gerekir, Maddi ve manevi vibrasyonlar akıyor.

Kâinatta büyük bir dram ve büyük bir oyun oynanıyor.

İnsanların tekâmülü için yalnız sizin dünyanızın değil, sayısız güneş sistemlerinde ve gezegenlerinde yaşayan sayısız insanların tekâmülü bunu gerektiriyor. Ve siz de ister istemez, buna sürükleniyorsunuz. Uymaya mecbursunuz. Uymaz iseniz helak olacağınızı size hatırlatmıştım. Artık harplerin, birer mantıksız, saçma, gayrı ahlaki bir hareket olduğunu anlamanız gerekir. Açıkça cinayettir. Katletmek olduğunu, bunun hiçbir övünülecek tarafı olmadığını, budalaca bir hareket olduğunu anlamanız gerekir. Ve bunu duyurmanız gerekir. Siz 'kahramanlık' diyorsunuz. Yani, Tanrı'nın yarattığı yüce bir varlığı, imtihandan alıkoymakla, eprövlerinden alıkoymakla, katletmekle kahramanlık yaptığınızı sanıyorsunuz. Bunu iyi düşünün. Bu basit bir oyun değildir. Bunu hatırda iyi tutmanız gerekir. Size veriyorlar. Onun için size yardıma geliyorlar. Size, değişik vibrasyonlara alışmanız için, devamlı tesirler geliyor. Siz bunları almak istemiyorsunuz. Tezahürler geliyor. Siz bunları görmek istemiyorsunuz. Siz hala materyalist zihniyetin içinde yaşıyorsunuz. Hâlbuki sizin ülkeniz dâhil, diğer birçok ülkeler gibi dünyanızın diğer ülkeleri gibi, manevi âleme dönüş yapması gerekir. Biliyorsunuz: Bugün dünyada maddi ve manevi bilimler, birbirine doğru süratle yaklaşmaktadır. Sizde ise maalesef uzakta duruyor. Hiç bir yaklaşma emaresi yok.

Bugün aranızda bulunan değerli ilim adamınız, bunu sağlayabilirse, bu bir ışık olabilir. Memleketiniz için siz kurtuluşa doğru bir hamle yapmış olabilirsiniz. Bunu böylece tefsir etmeniz gerekir. İçinizde bulunan bu değerli ilim adamı, bu hususta büyük bir sorumluluk taşımaktadır. Buraya gelişi tesadüf değildir. Bu celsede bulunuşu tesadüf değildir. İki seneye yakın bir zamandan beri bu medyom açık bir celse yapmamıştır. Yaptırılmamıştır. Kendisi son olarak yakın bir zaman önce celse yapmak için girişimde bulunmuşsa da, bir tek cümle vermiştir. O cümle de şudur: 'İyilik iyiliği, kötülük kötülüğü davet eder.' İşte iyilik iyiliği davet etti. Ve bir ışık bugün aranıza girdi. Bir nur aranıza geldi. Bir bilim adamı aranıza geldi. Ve bu ilim adamı sorumluluğu hissederek buradan aldığı ışığı etrafa yayabilirse, hele medyomu da şımartmaz ise, o zaman en büyük vazifesini yapmış demektir. Aynen, diğer ülkelerde olduğu gibi, maddi ilimlerle, manevi ilimlerin bir araya doğru birleştirilmesi gerekir. Ve bu hamleyi yapması icap eder. Prof. Rhine ve arkadaşlarını hatırlarsınız. Ve diğerlerini de. Bugün en materyalist ülkelerde dahi, maddi bilimlerle, manevi bilimler atbaşı beraber yürümektedir. Artık insanı kaba bir vücut olarak görmek zamanı geçmiştir. Bu sadece sizin ülkenizde ve bilim adamlarınızda caridir. Hâlbuki siz, diğer ülkelere ışık tutabilecek durumdasınız, mevkiindesiniz. Ve sorumluluğunu taşıyorsunuz. Çünkü aldığınız manevi eğitim buna müsaittir. Manevi eğitimden ne kastettiğimi anlıyormusunuz?

Bu ışık buradan yayılmalı. Ve tıpkı başka ülkelerde ol¬duğu gibi maddi ilimlerle, manevi ilimler arasında irtibat kurulması için, ilk adım atılmalıdır. Fakat sizin dünyanızda fizik ve kimya ile uğraşan bir bilginin buraya gelmesi, fevkalade bir olaydır size göre. Bizim için de mutlu bir olayın başlangıcıdır. Türkiye'nin kurtuluşu yolunda mutlu bir başlangıçtır. Buradaki celsede bulunanlar mutludur. Bu anı hatırlayacaklardır. İleride anacaklardır. Ve sanırım, muhterem ilim adamınız da bunu böylece değerlendirecektir. İsteyene verilir. Eğer sayın ilim adamınız manevi yolda dahi çalışmalar yapmak istiyor ise, kendisine maddi olayların hemen yanıbaşında cereyan etmekte olan manevi olayları bütün belgeleriyle ve ispatlarıyla Yukarı Âlem gösterir ve kendilerine yardım eder. Ve yeter ki istensin, elinizi uzatmadan kapı açılır mı? Kapıyı çevirmeniz gerekir. Kolu tutmanız gerekir. Siz mucizenin kendiliğinden olmasını istiyorsunuz. Mucize kendiliğinden olmaz ki! Mucizeyi siz isteyeceksiniz. Esasen mucize diye bir şey olmadığını da kendiniz bilirsiniz. Bilmektesiniz.

Dünyanızda, ruhsal devre başlamıştır. Ruhsal devri idrak etmektedir. Teknik ilimlerle ruhsal ilimler süratle bir üçgenin tepesinde birleşir gibi, birleşmek yoluna doğru girmiştir. Türkiye'niz bu yolda geri kalmamalıdır. Bizim için hiç bir ülkenin üstünlüğü bahis konusu olamayacağını takdir edebilirsiniz. Bizim için ruh vardır. Ülke, insan, ırk, cins, milliyet yoktur. Fakat çok müsait bir vasatta olan ve büyük verimlilik arz eden bir tarlanın bomboş kalışı gibi, memleketinizin de bu sahada ve dolayısıyla kurtuluş yolunda bomboş kalması, geri kalması cidden üzüntü vermektedir. Sizin her birinizle ben, yalnız medyom vasıtasıyla değil, evvelce de söylediğim gibi, direkt olarak temas ediyorum. Bu celsede bulunanlarla, her birinize karşı büyük bir sevgi taşımaktayım. Yalnız bu celsede değil, başka ruhlarla olan celselerde dahi bulunan insanlar, tesadüfen o celselere itilmiş değildir. Maksatlı olarak sevk edilmiştir. Eğitilmek, öğretilmek, tekâmüle sevk edilmek üzere... Bu yüzden, buraya gelenlerle aramızda, bu celseden önce zaten büyük bir bağlılık ve sevgi doğmaktadır, doğmuştur. Ve buraya sevk edilmişlerdir. Bunu sevk eden sizin ruhsal şuurunuzdur. Beyniniz bunu bilmeyebilir. Fakat ruhunuz bunu bilir. Beyniniz, beyin şuurunuz tereddütler, endişeler geçirebilir. İstifhamlar, birçok veriteler yaşayabilir. Fakat şunu bilmelisiniz ki, benimle her biriniz arasında, aynen medyomla benim aramda olduğu gibi, büyük bir bağlılık şu anda mevcuttur. Ve daha önce mevcut idi. Ve siz istedikçe bu bağlılık ve bu sevgi devam eder gider. Ve ben sizin gibi saygı değer ruh yoldaşlarımla bu dünyada yaşamaktan büyük bir zevk duyarım. Ve Cenab-ı Hakk bana bu lütfu bahşettiği için de şükrederim.

Ya Rab’bi. Sen yücesin. Yücelerden yücesin. Sen, yüceliğin ta kendisisin. Senin iznin olmadıkça, kim senin katında bir başkasını kayırabilir? Kim bir başkasını koruyabilir? Kim bir başkasına yardım edebilir? Kim bir başkasına sevgiyi verebilir? Kim ruhlar âlemi adına konuşabilir? Kim manevi âlemden haber verebilir? Kim doğruluktan ayrılabilir? Sen Yaratıcısın. Yüce Tanrı, içimizi de bilirsin, dışımızı da. Sen koru. Sen ışığa sevk et. Işıkta tut. Sen yalancı sevgilerden koru. Sen, gerçek sevgi ve hizmet yolunda bizi ve arkadaşlarımızı sevk et. Bizi ışık içerisine götür. Sen İlahi Nurunu eksik etme. Sen yeni vazifeler, yeni görevler ver. Bizim yükselmemize müsaade buyur. Sen vazifemizi yaparken, işlediğimiz kusurları affeyle. Sen koru. Sen sevgi ile doldur. Sen merhametle doldur. Sen saygı ile doldur. Sen acı bize. Sen koru bizi. Sen inançtan uzaklaştırma. Sen, sen koru. Sen lütfunu esirgeme. Ya Rab’bi, sana binlerce şükür.

Aziz arkadaşlarım, hepinizi sevgi ile selamlarım. Alınan, verdiği tesirler ve etraftan gelen tesirler medyomu fazlasıyla ekstaze etmektedir, heyecan vermektedir. Dayanma gücü çok kuvvetli olmakla beraber, bu heyecan fırtınası burada sona ermelidir. Hepinizi sevgi ile selamlarım. Hepinizi en derin sevgilerimle kucaklarım. Gene buluşmamıza Cenab-ı Hakk’ın izin vermesini niyaz ederim. Âmin.



-- ALINTIDIR --
 
Üst