Sufizm ve Insan

La-edri

Kayıtlı Üye
Katılım
21 Haz 2010
Mesajlar
2,195
Tepkime puanı
509
Sufiler için "Ölümden bahsetmekten zevk alan gruptur" diyor İbn'i Arabi
Çünkü Sufi, ÖLMEDEN ÖNCE ÖLMEK seviyesine erişerek iç alemine geçmiştir.
Jung'un " Dışarıya bakan rüya görür, içeriye bakan uyanır" sözüyle ifade ettiği gibi
Hayatın bir rüya hali, ölümün ise uykudan uyanma hali olduğu sûfîler için ölüm, bütünleşmenin tamamlanması gibi bir şeydir. O yüzden ölüm lafzını duymaktan bile başka bir zevk alırlar.
Jung’da, kişiliğin değişiminde meydana gelen bireyselleşme süreci dini bir serüven niteliğindedir. Kendisini gerçekleştiren mistik deneyim, bireysel veya toplumsal olarak değil, ilahi düzeyde de mesafe kateder. Hiçliği özümseyerek, evrenin ahengini anlama fırsatı yakalar.
Jung’a göre, kişi kendini bildiği sürece bilinçdışıyla da hesaplaşma kaçınılmazdır. Bilinçdışı dünyasını eğer bilinç düzeyine çıkarabilirse, bilinçdışı dünyasının karanlık yanlarıyla da yüzleşmesi mümkündür ve bu şekilde olgunlaşacaktır.
Dünyanın acı verici yanılsamaları ile ego-bilinci özümsendiği takdirde, günlük yaşamındaki göreceliğin farkına varılabilecek ve yanılsamaları yok edecek gerçekliği tekilleştirecek idrake nail olacaktır
Esrime de zamansız bir ölümdür; daha doğrusu zamansız bir hayattır.
Platon’un “Ölmek yaşamaktır” sözü, bu mistik yaşamı anlatmak içindir
Sûfîler için "Fenafillah" veya “ölmeden önce ölmek” olarak adlandırılan kavramda nefsin haset, kibir, riyâ, dünya sevgisi gibi kötü ahlâkını öldürüp yok etmek olarak da tanımlanır.
Mevlana bu durumu“her ölüm bir doğumdur ve her doğum da sancılıdır”şeklinde ifade etmiştir.
Bir çok Sufi yazar Kur’an’daki referanslara dayalı olarak nefsin gelişiminin yedi farklı düzeyinden söz ederler.
7. Nefs-i Safiyye ;Bu dereceye ulaşan çok az kişi, benliği tamamen aşmıştır. Artık geride hiçbir ego ya da benlik kalmamıştır; yalnızca Allah‘a kavuşma vardır. Bu aşama “ölmeden önce ölmek” olarak adlandırılır.

Şamanizmde Şaman adayının ilme vakıf olması, yani sırra ermesi şeklindeki Ritüel ölüm, İslam dâhilinde de kendine yer bulmuştur.
Şöyle ki; sufîlerin ölmezden evvel ölmek olgusu ve Alevî-Bektaşîlerin “İki kez doğmayan hakkın sırrına erişemez” öğretisi buna delildir.
Zaten tasavvufta “ölmeden önce ölmek” insan-ı kamil (olgun insan) olmanın gayesidir.
Tasavvufta insan-ı kamil olanlar, alemin sırlarına ulaşmış olup diğer insanların bilmediği hakikatlere erişirler. Kısaca onlar diğer ölümlülerden farklıdırlar.
İnsanlar yaşamış oldukları hayatın sıradanlıklarını ve bunun karşısında mecbur bırakılmışlığını birden bire fark edemezler. Jung'un "yeniden doğuş" olarak tarif ettiği bu duruma kişi, hayatında yaşayacağı köklü bir sarsıntı/değişim ile ulaşır.
Andre Gide’nin kısa romanı “Dar Kapı” İncil’den bir ayet ile başlar: “Dar kapıdan girmeye çabalayınız…” O ayet şöyle devam eder: “çünkü geniş kapıyla geniş yol insanları mahva götürür ve buralardan geçenler çoktur; ama hayata götüren kapı dar, yol sıkışıktır. Ve bunları bulanlar azdır.”
İsa peygamber de dünyadan kurtulma yolunun dar “kapıdan geçmek” gibi olduğunu ifade etmiştir.Dar kapı’da yalnız olmak ölmeden önce ölmek için yalnız olmak demektir. sonuçta her insan milyonlarcası bir arada bir tek bomba ile ölmüş bile olsa “yalnız ölür”.
Ama ne enteresan ki ölüm lafzı, çağrıştırdıkları açısından pek çok kimse için korkunç bir kelimedir. Hatta mezarlıkların kapısına yazılan, ölümü hatırlatan cümleleri bile kaldırmak için mahkemeye giden dünya insanları gördük. Dolayısıyla bunlar, gelecek hakkında çok büyük korkular taşımaktadırlar. İşte,bu tür insanların zaten cehennemi o korkularıdır.
Psikolog Jung'a göre ise ölüm korkusunun temeli, "Yaşama korkusu"dur. Ölümden en çok korkan kimseler, yaşamaktan en fazla korkanlardır. Bu tür korku, yaşamaya tam uyum sağlayamayan kişide görülür. Bu şuur-dışı bir panik halidir. Gençlik ya da ömrün gitmesi, tekrar gelmeyeceğini düşünmek gibi...
Halbuki mutasavvuf, hepsi bir yana korku denen şeyden arîdir. Çünkü korku, nefse ait bir özelliktir. Mutasavvıf ise nefsinin hakimiyetinden kurtulmuş olandır.
Bedenlerden çok önce yaratılan ruhların dünyada bir beden içinde belli bir süre yaşaması ve dünyanın sıkıntılarına katlanmasını “ten kafesine hapsolmuş kuş” gibi algılayan sûfîler, ölümü yani ruhun asıl vatanına kavuşmasını kuşun kafesten kurtulup özgür olmasına benzetmişler ve özgürlükten sonra hakîkî sevgiliyle daha rahat buluşabilecek olmasından ötürü bu özgürlüğe şeb-i arûs (düğün gecesi) demişlerdir.
"Ölmek yok, vefât etmek var! " Vefât, vefâ’dan gelir; verdiği sözde durmak demektir
"Süt emen çocuk sütü nasıl isterse, sen de ölümü öyle istersin; seni tutsak eden bir hastalık, bir dert yüzünden değil. Ölümü ararsın, istersin ama ağrıdan, sızıdan, hastalıktan bunalıp istemezsin; evin yıkık bucağında bir define görürsün de o yüzden istersin."
Mesnevi' deki bu beyitlerden de anlaşılacağı üzere Mevlâna'daki ölüm arzusu ideal bir iştiyak halidir. Bu hususu güçlendirmek için bebeğin süte, hazineyi görenin zenginliğe iştiyak duyması benzetmelerini örnek olarak verilmiştir ki her iki benzetmede de bu anlam katmanı vardır.
Ve Mevlânâ'’nın mısralarında tatlanır, tatlanır şeker olur ölüm ;
“Canı değil mi ki sen alıyorsun Ölüm, şeker gibi tatlıdır. Seninle olduktan sonra tatlı candan daha tatlıdır ölüm...
Kaldır şu tabağı, çünkü ölüm, ateş bile olsa Allah’ın Halîline bağlıdır, bahçedir, âb-ı hayattır...
Bu yanda ölümdür amma o yanda doğum. Ölüm bu yandadır, o yandaysa kimse ölmez.
Allah seni çağırdı, yanına çekti mi bu gidiş, cennete benzer, ölümse kevser gibidir..."
"Ey ölümden korkup kaçan can, aklını başına al, bu korku kendindendir senin. Korktuğun kendi çirkin yüzündür, ölümün yüzü değil. Canın bir ağaca benzer, ölümse yaprağıdır o ağacın. İyi olsun, kötü olsun, ne bitmişse senden bitmiştir. Hoş olsun olmasın, gönle gelen şey, senden gelmiştir."
Yukarıda verilen cümlede Mevlâna ölüm korkusunu açıklarken, ölümü bir aynaya benzetir.
İyi insanlar için ölüm güzel, kötüler için de çirkindir. Dolayısıyla insanı korkutan husus ölüm değil, aynada gördükleri kendi çirkinlikleri ve kendi hatalarıdır.
Mevlânâ, ruhun bir gurbet olan bu aleme gelerek bedende hapsedildiğini, üstelik geldiği yerin hasretiyle yanıp tutuştuğunu, bedenin ruhunun bir bineği olduğunu ve bu binekten ancak ölümle kurtulacağını kabul eder.
Ayrıca ölümün korkulacak bir şey olmadığını, hatta işin esasını bilenler için arzu edilen bir hadise olduğunu söyleyerek ölüm karşısındaki tavrını ortaya koyar.
Kısaca Mevlâna'ya göre ölüm, ayrılık halinden kavuşma haline geçiş ve ölümsüzlüğe erişmekten ibarettir.
Tanrı’nın insanda olduğu gerçeği ve insanın bunu deneyimleyebilmesi için gerekli duyu organları ve beyin işlevleri, günlük bilinç içinde perdelenir, örtülür ve bizler bundan habersiz, adeta bir uyku içinde yaşarız.
********
Hz. Muhammed'in ilk Cuma Hutbesindeki sözleri ile;
"Size ölüm gelmeden Rabbinize ulaşın ve teslim olun”
Ve yine ona ait olan sözler ;
"Ey insanlar! ölmeden evvel ölün, Allah'a dönün ki, Allah size ondan yedi yüze kadar artan yardımlarda bulunsun."

(Acluni keşfü'l hafa c2. shf:291 (2669)
******

"Haydi biz de; "Ölmeden evvel ölelim!" emrine uyarak Hz. Muhammed gibi şu mel'un nefisle savaşa girişelim! "

(Mevlana.Divan-ı Kebir c. II, 941)
 

Yassmell

Kayıtlı Üye
Katılım
3 Ocak 2015
Mesajlar
3
Tepkime puanı
0
Çok güzel bir paylaşımdı.. Emeğinize sağlık
 
Üst