URUMHAMATAHAYİL
Yönetici
Roma tarihini çok eski zamanlara kadar götürmek mümkün. Etrüsklerden de başlamak da mümkün. Ama Roma devletinin büyük bir güç haline gelmesi İskender egemenliğindeki Yunan gücünün zayıflayıp parçalanmasından sonradır. Biraz efsane karışımı belirsiz ilk dönemleri çıkıp da Roma tarihini M.Ö. 7. yüzyıldan başlatırsak ve Constantin/İstanbul'un işgali ile yani 1453'de bitirirsek ortaya yaklaşık 2000 yıllık bir devasa egemenlik dönemi çıkıyor. Dünya tarihinde Sümerler hariç hiç bir uygarlığa nasip olmamış uzunlukta bir egemenliktir bu.
Roma egemenliğinin dayandığı iki temel var. Birisi kölelik, diğeri işgaller. Roma devleti işgaller sayesinde eyaletlerden elde ettiği geliri merkeze yığan ve merkezde nerdeyse hemen hiç üretim yapmayan bir imparatorlukdu. Yiyecek ihtiyacı dahil herşey eyaletlerden geliyordu ve Roma yurttaşlarının yaptığı tek iş askerlikti. Bu durum yıkılış döneminde büyük felaketlere yol açacaktır. İmparatorluk, yeni ele geçirilen bölgeleri talan ederek askerleri ve merkezin giderlerini karşılıyor, bunu sürdürebilmek için de sürekli büyümek ve yeni işgal bölgeleri bulmak gerekiyordu. Aynı sistematik işgal ve talan politikası İslamiyet'in birleştirdiği Araplar ve ardından Osmanlı tarafından da uygulanacaktır.
Roma tarihi oldukça zengin bir tarih. Özellikle bir cumhuriyet olması, yılda bir seçimler yapılması, meclislerindeki ateşli tartışmaları, büyük hatipleri ve savaşları ile, demagoji ve entrikaları, askeri diktatörlükleri ile oldukça renkli bir dönem. İmparatorları içinde en çok Sezar bilinir ama aslında Sezar'ın ardından tahtı ele geçiren gelen Octavianus yada sonraki adıyla Augustus (doğ. M.Ö. 63 - öl. M.S. 14) tartışmasız bir şekilde en güçlü iktidar sahibidir.Octavianus ile birlikte Roma cumhuriyeti ilginç bir cumhuriyet haline gelir. Meclis varlığını sürdürür ama soytarıya çevrilmiştir. Roma gücün zirvesine ulaştığında zaten zar zor giden cumhuriyeti iyice budar ve adeta bir hanedanlığa dönüşür. Artık hanedanlıklar dönemi başlamıştır.
Augustus'un devamı olan hanedanlığa Julio-Cladius hanedanlığı adı verilir. Roma gücün doruklarında çürümeye bu hanedanlıkla başladı. İmparatorluk daha bir süre devam edecektir ancak giderek daha da bozulacak ve sonunda barbar istilaları ile yeni bir döneme girilecektir. Julio-Cladius hanedanının Augustus'tan sonraki ilk imparatoru Tiberius'tur, kendi komutanları tarafından hasta yatağında yastıkla boğularak öldürülür ve yerine askerlerin pek sevdiği Kaligula geçer. Kaligula ve ardından gelen Kladius ve Neron'u anlattığımızda gücün doruğundaki Roma'nın nasıl bir çöküş yaşamakta olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Kaligula
Tiberius'un öldürülmesinin ardından askerlerin ve halkın sevimç gösterileri ile Kaligula tahta oturur. Halk kurbanlar kesiyor ve ona "Güneş" diye sesleniyordu. Askerler ise asker ayakkabısı "kaliga" sözcüğünden yola çıkarak Kaligula adını takmıştı ona. Böylece askere yakınlığını belirtiyorlardı.
Kaligula'nın iktidarının ilk yılları pey iyi geçti. Halka buğday dağıttırıyor, eğlenceler düzenliyordu. Senato'ya da saygılı davranıyordu. Aslında ortada cumhuriyet adına pek bir şey kalmamıştı ama Kaligula'nın aklında yine de Mısır kralları gibi sınırsız yetkide bir mutlak monarşi vardı. Küçük başarılarını abarttı ve halkın sevgisine dayanarak iyice şımarmaya başladı. Mısır tutkusu ile Tiberius zamanında yasaklanan İsis kültünü serbest bıraktı önce. Sonra Mısır'dan özel bir gemiyle getirttiği dikilitaş Roma'ya dikildi. Mısır hastalığı bir tutku olmuştu Kaligula'da. Kızkardeşi ile evlenmeye de hazırlanıyordu ki kızkardeşi vakitsiz bir şekilde öldü. Tutu onu tanrılaştırdı, kendisini de tanrılar katına çıkarmaya çalıştı ve Jupiter görünümünde dolaşmaya başladı.
Kaligula'nın çılgınlıkları anlatılır gibi değildi. Çok sevdiği atı için özel ve pek lüks bir saray yaptırdı; konsül seçtirmeyi tasarladığı da söylenir bu atı. Paha biçilmez değerde incileri sirkede erittirip içermiş ve davetlilerin önüne altından ekmek ve yemek koydurur yedirtirmiş.
Bunlar tarihçi Suetonius'un anlattıklarının bir bölümü!
(Server Tanilli, Yüzyılların Gerçeği ve Mirası, İlkçağ, s. 505)
Elbette bütün bunlar büyük harcamalar gerektiriyordu ve vergilere yükleniliyordu. Kaligula'ya karşı tepkiler giderek arttı ve Kaligula giderek daha despot olmaya başladı. Muhafız birliklerinin başını bile öldürttü. Ancak 4 yıllık bir iktidaron sonunda M.S. 41 yılında kendi subayları tarafından sarayın karanlık koridorlarında öldürüldü. Öyle bir kin toplamıştı ki, karısı ve bir yaşındaki kızını bile öldürdüler.
klaudius
Kaligula'nın ölümünden sonra tahta amcasının oğlu Klaudius geçti. Romalılar şimdi de onu istiyordu. Kaligula'Yı öldürenler sarayın bir köşesinde korkuyla gizlenmiş olan Klaudius'u alıp imparator ilan ettiler. Klaudius pek istemeyerek de olsa tahta çıkmış oldu. Aslında sağlık zorunları olan, zayıf bünyeli biriydi. Devlet idaresinden de pek anlamıyordu. Yine de Klaudius'un 13 yıllık saltanatı Roma'nın en parlak dönemlerinden biri oldu ve monarşik rejim daha da sağlamlaştı. Artık kimse Cumhuriyet'ten bahsetmiyordu.
Klaudius içerde geniş bayındırlık çalışmaları yaptı, devlet yönetiminde ise yetenekli azat edilmiş köleleri kullanmayı denedi. Bu yöntemi oldukça da başarılı oldu. Bu eski köleler Senato'yu ve eski aristokrasiyi arka plana itip kendi ceplerini doldurmaya girişseler de imparatorluğun merkezileşmesini sağladılar. O zamana kadar eyaletlerden daha yüksek bir yerde kabul edilen ve eyaletleri sömürerk geçinen Roma ile eyaletler yakıonlaşmaya başladı. Eyaletlerin sözü de devlet yönetiminde öne çıkmaya başlıyordu.
Başarılı devlet yönetim mekanizması dışarıya doğru büyümeyi de kolaylaştırdı. Roma büyümenin son sınırlarına yaklaştı. İngiltere'nin fethi Kladius'a nasip oldu ve adı da İngiltere fatihine çıktı. Doğu'da Karadenizin en uzak köşelerine kadar ulaşıldı, Ermenilere bir kez daha Roma egemenliği kabul ettirildi, Juda (İsrail/filistin) yeniden eyalet haline getirildi, hatta Afrika'da Moritanya'da bile iki yeni eyalet oluşturuldu.
Klaudius evlilikleri ile ünlüdür. Zaten onu mahveden de bu evlilikleri olmuştur. 4 defa evlenir. Bu evliliklerinden rahatlıkla bir roman yazılabilir. Tarihçi Tacitus'a göre 3. karısı Messalina bir nimfomanyak'tır. Onun bir gecede kaç kişiyle yatabileceği konusunda fahişelerle yarışa girdiğini yazar. Hatta Klaudius seyahatta iken sevgilisi Gaius Silius ile açıkça evlenir. Niyeti Silius ve etrafına almayı başardığı bir takım kişilerle Klaudius'a suikast yapmaktır ancak Klaudius baskın çıkar ve hepsini idam ettirir.
Kladius kadınlardan yakasını kurtaracak gibi değildir. Başına bunca şey geldikten sonra bile gider bu sefer de Augustus'un torunu, başı göklerde ve tutkulu bir kadın olan Agrippina ile evlenir. Bu evlilik Agrippina'nın da 3. evliliğidir. Agrippina Kladius'u tamamen kontrolü altına alır ve hatta ilk evliliğinden olan ve kişilik bozuklukları olan oğlu Neron'u evlat edinmesini ve "gençliğin prensi" ilan etmesini sağlar. Çok geçmeden de Klaudius'u zehirletir ve yerine oğlunun geçmesini sağlar.
Görüldüğü gibi Klaudius devlet yönetiminde başarı olsa da bireysel yaşamında son derece zayıf bir kişiliktir. Bütün bunların bu kadar rahat yaşanabilmesinin en önemli nedeni Cumhuriyet'in bütün mekanizmalarının kötürüm edilmiş olmasıdır. İmparator ne isterse yapar, kimse karşısına çıkamaz. Doğu despotları gibi bir hakimdir artık Roma imparatorları da.
neron
Julio-Klaudius hanedanının son imparatoru Neron tahta çıktığında henüz erginleşmemiş bir çocuktu. Bu olay aslında Roma cımhuriyetinin artık tümüyle bir monarşiye dönüşmüş olduğunun da göstergesiydi. Aynı zamanda onun iktidara gelişi bir tür saray darbesi idi. Annesi Agrippina'nin ve onunla işbirliği içindeki egemenlerin iktidarı ele geçirme girişimiydi ve gerçekten de bu sınırsız güçteki imparatorluğu ilk 5 yıl bunlar yönettiler. Hatta bazı askeri başarılar da elde edildi. Doğu'da Ermenistan'ı Partların ele geçirme girişimi püskürtüldüğü gibi Gürcistan ve öteki kafkas kıyıları da ele geçirildi. 63 yılında Pontus da eyalet haline getirildi, Kırım işgal edildi ve Karadeniz tamamen bir Roma içdenizi haline getirildi.
Neron biraz büyüyünce kendini göstermeye başladı. Yaratılıştan şehvetli ve vahşi bir karakterdeydi, aslında düpedüz sa-pıktı. Ona göre doğu imparatorlarının ilkesi geçerliydi: "Hükümdara herşey serbestti" Saray ve Roma akıl almaz bir rezilliğin ce skandal dolu eğlencelerin yatağı olup çıktı. İpleri eline alması o kadar kolay olmayacaktı, ilk uzlaşmazlığı annesiyle oldu ve Neron hemen gerekeni yapıp annesini öldürttü.
Klaudius'un devlet yönetimine yerleştirdiği azatlıları atıp yerlerine her emri uygulayacak karakterde olanlar getirildi. Devlet yapısını baştan aşağı değiştirdi. Annesiyle birlikte kendini tahta çıkaran Seneca'yı da sürgüne gönderdi, askeri işlerin başına geçirdiği adam ise bir tür man-yaktı. Eşi olan Klaudius'un kızı Octavia'yı da sürgüne gönderip orada öldürttü. Ardından evlendiği kadın ise Neron'un annesini öldürmeyi birlikte tezgahladığı Poppea idi. Tacitus bu kadın için şöyle diyor: "Her şeyi vardı: Güzellik, zeka, zenginlik. Kalbi yoktu yalnız!" Ancak Neron birgün onu da karnını tekmeleyerek öldürdü. Tarihçi Suetonius'a göre ikinci çocuğuna hamileydi o sırada. (M.S. 65) (Bu arada Nero hakkında olumsuz yazılar yazan tarihçilerin senato yanlısı olduğu ve gerçekleri abarttıkları şeklinde bir eleştiri de var ancak yine de bir gerçekliğinin olduğu aşikar)
Neron'un Altın Evi
Neron'un sefahat düşkünlüğü de anlatılacak gibi değildi. Roma tarihinde görülmemiş bayramlar ve eğlenceler yapılıyordu. Saray hizmetçileri bile lüks giysiler giyiyor, katırlar gümşten nallanıyordu. Görülmemiş görkemli yapılar inşa ediliyordu. "Altın ev" (Domus Aurea) bunların başında geliyordu. Roma'daki birkaç mahalleyi kapsayacak büyüklükteki bu saray bittiğinde Neron şöyle söyler: "Sonunda, insan gibi bir evde oturacağım!"
Neron'Un bu sefahat düşkünlüğü elbette hazineyi hızla tüketiyordu, askerlerin paraları ödenmemeye, emekli maaşları verilmemeye başlandı, paranın ayarı düşürüldü. Roma zenginlerinin mallarına el konulmaya başlandı. Diğer taraftan da halkı oyalamak için spor ve tiyatrolara ağırlık verildi. Aslında bunlar Neron'un kişilik bozukluklarının da ifadesiydi. Edebiyata ve müziğe çok düşkündü ve çevresindekilerin pohpohlamasıyla kendini bir dahi olarak görmeye başlamıştı. Bu yüzden sahneye çıkıp rol yapıyor, şarkı söylüyor, eğlencelerde at üstünde gösteriler yapıyordu. Hatta 67 yılında Yunanistan'a bir sanat turnesine bile çıktığı ve olimpiyat oyunlarına bizzat katıldığını biliyoruz.
64 yılının 18 Temmuz gecesinde meşhur Roma yangını çıktı ve günlerce sürdü. Roma'nın 14 mahallesinden 4'ü tamamen, 7'si de kısmen yandı. Bu sırada Neron bir kuleden kentin yanışını seyrediyor ve hayran hayran Troya'nın düşüşü üzerine mısralar söylüyordu. Aslında yangın iktidarın savsaklamalarının sonucuydu ama Neron bir sürü masum insanı şehri yaktılar diye suçlayıp işiitilmemiş işkenceler yaptırdı onlara.
Neron'a tepkiler giderek artmıştı ve ilk olarak muhalif soylular harekete geçtiler ve bir komplo düzenlediler ama başarısız oldu. Aralarında Seneca'nın da olduğu komplocular kendilerini öldürmeye mahkum edildi Roma halkı da nefret duyuyordu Neron'a artık ama asıl yıkıcı darbeler eyaletlerden geliyordu. Arka arkaya isyanlar patladı. Juda'da iki de bir çıkan isyanlar artık önlenemez hale gelmişti. Britanya ayaklandı, onbinlerce insan öldürüldü ama ayaklanma sürdü gitti. Juda'daki ayaklanma bastırlamamıştı ki bu sefer de Galya'da bir ayaklanma patlak verdi.
Neron hükümeti şaşkınlık içindeydi. Bir taraftaki ayaklanmayı bastırmaya çalışırken başka bir taraf ayaklanıyordu. Neron akıl almaz planlar kuruyordu kafasında. Başkaldıranların önüne çıkıp, elinde sazı onları büyülemeyi düşünüyordu; hatta dekorların hazırlanması ve oyuncuların toplanması emrini bile verdi. Olan bitenin bilincinde değildi kısaca. Önce gözdeleri ona ihanet etti. Muhafız birlikleri başka bir imparator adayı için ayarlandı ve Senato Neron'u "halk düşmanı ilan edip ölüme mahkum etti. Herkes Neron'u terketmişti, kaçma girişimleri sonuçsuz kalınca kendini ölüdrmekte buldu çareyi. Ölürken şöyle diyordu: "Dünya ne kadar da büyük bir sanatçı kaybediyor benimle!"
neron sonrası iç svaş
Neron'ın düşüşü ile birlikte ortalığa bir söylenti yayıldı. İmparator Roma'nın dışından seçilecekti. Bu haber devasa sınırlara sahip imparatorlukta bir sevinç dalgası yarattı. Ama bu işlerin kolay olmayacağı ortaya çıkacaktı.
Bu noktada Roma imparatorluğu'nun ordusuna bakmamız gerekiyor. Ordu kabaca 3 gruptan oluşuyordu. En büyük ve güçlü ordu Ren ordusuydu, doğu Avrupa'dan Karadenizin doğusuna kadar olan bölgede ise Tuna ordusu bulunuyordu. Suriye, Filistin ve Mısır'da ise Doğu ordusu üslenmişti. Her bir ordunun kendi içinde gelenekleri, zafer yıldönümleri vardı. Geleneksel olarak da çıkarları açısından da ordular kendi içlerinde bütünleşmişlerdi.
Neron'un yerine önce İspanya valisi Sulpius Galba geçer. 72 yaşındaki bu diktatörlük düşmanı askerlere karşı sert bir tutum içindeydi. Daha 7 ay geçmeden Muhafız birliklerini satın alan Othon, Galba'yı öldürttü ama o da ancak üç ay tutunabildi. Ordular kendi komutanlarının imparator olmasını istemeye başladılar. Ren ordusu kendi generallerinden biri olan Vitellius'u imparator ilan edip Roma'nın üzerine yürüdü. Othon, 70 bin kişilik güçlü lejyonlardan oluşan Ren ordusunun karşısında direnmeye çalıştı ancak yenildi ve kendi kılıcıyla hayatına son verdi. Dio Cassius'a göre bu savaşta 40.000 kişi öldü. Neron ve Kladius'un pohpohlayıcısı, iğrenç bir kişilik olan Vitellius ordusunun başında Roma'ya girdi ve ne yaptı dersiniz? Roma'yı yağmaladı. Bir ordu kendi başkentini yağmalıyordu. Günlerce süren tecavüz, yağma ve talan şehrin altını üstüne getirdi.
Ren ordusunun Roma'Yı ele geçirmesi Tuna ve Doğu ordusunu iyiden iyiye rahatsız etti. Doğu ordusu birçok defa Ren ordusu karşısında Tuna ordusuna destek vermişti. Yine öyle oldu. Ren ordusunun Roma'yı yağmalamasından birkaç ay sonra bu sefer Tuna ve Doğu ordusu birlikte Roma'nın üstüne yürüyüşe geçti. Doğu ordusunun komutanlarından Flavius Vespasianus'u imparator ilan etmişlerdi. Daha birkaç ay önce Ren ordusunun muhafız ordsusuyla savaştığı yerde bu sefer Doğu ve Tuna orduları, Ren ordusuyla savaşıyordu. Roma kanlı sokak savaşlarıyla alındı. Vitellius vahşice öldürüldü. Senato korkusundan ne yapacağını şaşırmıştı. Vespasianus' imparatorluk ünvanı verdi hemen. Böylece Falvius'lar dönemi başlıyordu.
romanın kültürel ve bilimsel çöküşü
Roma, Klaudius hanedanı'nın ardından Falvius'larla bir yükseliş yaşar. Ancak bütün bu dönemsel büyümeler geçici olacaktır. Çünkü Roma aslında içerden çürümüştür. Hiçbir üretimin yapılmadığı, halka ekmeğin bile devlet tarafından dağıtıldığı, üretimsizlik merkesinde cumhuriyet de tümden kaybolmuş ve sert bir monarşi sürüyordu. Bu ortam kültürel yaşamın da çürümesi demekti. Antik Yunan'dakine benzer bir süreci Roma'da görmek mümkün. İktidarlar mutlakiyete dönüştükçe kültürel hayat da materyalist felsefeden mistizm'e, sanatsal yaratıcılıktan yüzeyselliğe doğru kayıyordu. Zaten imparatorluk her türlü sosyal düşünceyi, özellikle de halktan gelenleri bastırıyordu.
Bu baskılar karşısında sanatın her alanında özün biçime feda edildiği, özentili ve yapmacık bir biçimciliğin öne çıktığı görülür. Trajedyalarda ağdalı, anlaşılması güç ve karmaşık bir dil kullanılır. Aşırı duygusallıklarla dolu ve yapmacık eserlerdir çoğu. Roma edebiyatının en önemli türlerinden olan Yergi ise artık siyasal olayları eleştirmekten çıkıp, sıradan ahlaka aykırı davranışlarda bulunan insanların dergilenmesine dönüştü. Örneğin Martialis, kibar fahişeleri, şarlatan hekimleri, kurnaz meyhanecileri alay konusu yapıyordu. Bir yüzyıl sonra gelecek olan Apuleius ise çok sayıda mistik öğe ile bezenmiş öyküler yazıyordu. Sihir, büyü, inanılmaz mucizeler, düş ve mistik, yergi, erotik sahneler bribirine izlerdi eserlerinde. Bu tür eserler büyük beğeni topluyor, adeta insanların Roma'nın çirkinliğinden kaçıp sığındıkları bir liman oluyordu.
Bu kültürel çöküşün en belirgin özelliklerden biri tiyatroda ciddi türlein (trajedi ve komedi'nin) yerini "mim" adı verilen ve patavatsız, açık saçık kaba güldürülerden oluşan, şatafatlı ama duygudan yoksun "peri oyunları"na bırakmasıdır. Roma'da sirkler ve araba yarışları büyük beğeni görür olmuş, bunlara Gladyatör eğlenceleri de eklenmişti.
Aynı dönemde bilimsel alanda da bir çöküş yaşanıyordu. İnsan aklına olan güven iyice kaybolmuştu. Cumhuriyetin son döneminde kendisini başrahip ilan etmiş olan Sezar gibi imparatorlar bile gizemli, mucizevi şeylerle alay ederken, mistik düşünceler ancak en cahil kesimlerde etkili olurken, şimdi aydın kesimlerde bile ateşli taraftarlar buluyordu. Tarihçi Tranquillus'un "On İki Sezar" kitabında ilk imparatorların yaşamlarını bir yığın, kehanet, mucize ve doğaüstü olayal açıklar. Bir zamanlar gülünen "boş masallar" imparatorluğun heryerinde büyük bir istekli kitlesi buluyor ve her cinsten sihirbazlar, büyücüler, müneccimler, kahinler Roma'da laynaşıp duruyordu. O kadar ki imparatorluk bu kişilere önlemler almak için bazen sert yöntemler kullanmaya çalışıyor, sürügüne yolluyor, öldürtüyordu. Ama bunların hiçbir faydası olmadı, devletin en üstüne kadar her kesim bu salgına tutulmuştu. Klaudius resmen bir kahinler okulu açmış, Hadrianus da astroloji ve büyücülükle uğraşıyordu.
Roma sosyetesi eski Roma inancını şiddetle destekliyordu. Yeniden canlanan dinsel derneklere akın ediyorlardı. Arkaik, anlaşılmaz dilde okunan dualar, vahşi danslar, "İmparatorluk kültü" rağbet görüyordu. Senato'nun kararı ile ölmüş imparatorlar tanrılaştırılıyordu. Hatta "Augustus'a tapanlar" derneği bile vardı.
Doğulu gizemler de imparatorlukta hızla yayılıyor ve izleyici buluyordu kendine. Kaligula'nın Mısır hastalığından ve İsis kültünü getirme çabasından bahsetmiştik. Klaudius zamanında Küçük Asya kökenlki "Ana Tanrıça" Kibele ve yamağı Attis de güç kazandı. Flavius'lar zamanında ise Doğu ordusunun Roma'yı ele geçirmesi sayesinde doğu eyaletlerinden İranlı bir kült, "ölümü yenen" Mitra kültü getirildi. Suriye'nin Güneş kültü de izleyici buluyordu.
Son olarak Kudüs'ün Roma ile çatışmalarından sonra imparatorluğun çeşitli yerlerine dağılan Yahudi diasporasının yaymaya başladığı Yahudi tektanrıcılığı, beraberinde yığınla mezhebiyle birlikte geldi ve pek büyük bir yayılış gösterdi.
Tam bir "manevi hazırlık" dönemiydi bu. Hıristiyanlık işte bu ortamda doğdu ve karşısında birsürü doğaüstü zırvalığı büyük bir açlıkla dinleyen bir dinleyici topluluğu buldu.
--------------------
yahudi mezheplerinden alınan teorik miras
Hristiyanlığa ait günümüze kalmış ilk metinler MS. 2. ve 3. yüzyıla aitler. Başlangıçta sözlü bir gelenek olarak gelişen anlayışın yazıya dökülmüş ilk metinlerinin hangileri olduklarını ve ne zaman yazıldıklarını tespit etmek de oldukça güç. Ancak kabaca MS. 70-90 yılları diyebiliriz. Yeni Ahit'in ilk dört kitabı Matta, Markos, Luka ve Yuhanna'nın yazılış tarihleri belki de son kitap olan Yuhanna'nın Vahiy'inden daha yakın bir tarih olabilir.
Hıristiyanlığın gelişimine dair en güzel açıklamaları da yine bizzat Yeni Ahit'te bulabiliriz. Havarilerin İşleri kitabı kilisenin kuruluş sürecini açıklar. Hıritiyanlığın Yahudi dinsel yapısından kopuşunu anlayabilmek için dönemin Yahudi mezheplerine kısaca bakalım.
Artık peygamberler birer kral, hakim değil, birer kurtarıcı sayılmaya başlandı. İsrail halkının gelecek olan kralı, kurtarıcısı ve Mesih'i idi. Bu geliş bir felaket, bir tufandı. Öyle ki Daniel ve Hanok kitapları kıyamet kitapları olarak kabul edilir. Roma döneminde de Yahudiler dönem dönem baskı gördüler. Milliyetçi-dinsel yapısı ile Roma egemenliği karşısında ayaklanmaya ve direnişe uygun bir zemini vardı Yahudi dininin. İsrail çok sayıda başarısız isyan girişimine sahne oldu. Hatta bir dönem Şabat günü, sünnet ile Tevrat bulundurmak bile yasaklandı. Bu çalkantılı dönemlerde gelişen mezheplerin aralarındaki ayrılıklarda siyasal sürecin ne kadar belirleyici olduğu görülecektir.
Vaftizci Yahya'nın ortaya çıktığı dönemde 4 Yahudi mezhebinden sözedilir. Bunlar:
Ferisiler: Sadukilerle birlikte iki büyük gruptan biri. Ferisiler gelenekçi Yahudilerdi. Eski Ahit'e sıkı sıkıya ve aynı zamanda biçimsel olarak da bağlılardı. Kıyamete, yeniden doğuşa, meleklerin ve cinlerin varlığına inanıyorlardı. Yeni Ahit metinlerinde İsa ve havarilerinin çatıştığı mezhep olarak adları sık sık geçer. Hıristiyanlığın en önemli ismi Pavlus bu gruptan gelmeydi.
Sadukiler: Ferisilerin gelenekçi bağlılıklarına tepki olarak gelişmiş, biçimsel kabulleri reddeden ancak buna karşın toplumsal huzursuzluk yaratabilecek herşeyi reddeden bir akım. Kıyamete ve yeniden doğuşa inanmaz, doğaüstü melek, cin gibi varlıkarı kabul etmezlerdi. Bu özelliğiyle egemen Yahudi sınıflarına uyuyordu.
Zelotlar: Bunlar en radikal ve Yahudi milliyetçisi Mesih'çi gruptu. İsyanlarda öne çıkmışlar ve çok sayıda Roma yanlısını katletmişlerdi. Ferisiler gibi gelenekçilerdi. İsa'nın havarileri arasında Partizan Simon bu gruptan gelmeydi.
Esseniler: Bu grup hakkında bilgiler son yıllarda bulunan Kumran metinlerine kadar oldukça azdı. Bunun en önemli nedeni de gizemli bir yapıları olmasıydı. Ancak Kumran metinleri ile birlikte bu mezhebin hıristiyanlara olan büyük benzerlikleri ortaya çıktı. Öyle ki kimileri İsa'nın bir Esseni olduğunu ve Essenilerin ezoterizmini daha basitleştirerek anlattığını, Essenilerin de daha sonra tamamen hıristiyan olduğunu ileri sürüyorlar. Gerçekten de Esseniler gizemli bir biçimde ortadan kaybolurlar.
Esseniler ve Hıristiyanlar
Essenilerin metinleri aslında Yeni Ahit'te kullanılan bazı deyimleri de açıklamıştır. Ancak yine de birerbir bir benzerlik sözkonusu değildir. Esseniler katı bir manastır yaşamı sürerken hıristiyanlar halkın içinde yaşıyorlar ve bir misyoner cemaati oluşturuyorlardı. Her ikisi de Mesihçi ve kıyametçiydi, ancak Esseniler iki Mesih bekliyorlardı. Biri onları kutsayacak kahin-Mesih, diğeri savaşın başına geçip zafer kazanacak kral-Mesih.
Ruhbandan olmayanlar aynı hıristiyanlardaki gibi maddi kaynakları bulmakla sorumluydu. Yönetici gruba rabbim deniyordu, ki Yeni Ahit'teki sözcüğün anlamı Kumran metinleriyle açıklık kazanmıştır. Ruhban'dan olan 12 kişi ve 3 rahip ise iç halkayı oluşturuyordu. En yüksek makam "müfettiş"lik yada "çoban"lıktı.
Gruba yeni katılanlar için cemaatle bütünleşmek için erginleyici vaftizi ve yılda bir kez yapılan suyla arınma ritüeli vardı. Aynı hıristiyanlarda olduğu gibi "ekmeğin bölünmesi" ve birlikte yenilen Mesih'in şölen sofrası vardı. Cemaat üyeleri evlenemezdi, çünkü kutsal savaşın neferleriydiler. Hıristiyanların ilk iki yüzyıllık sürecinde apokalipsçi ve batıni gelenekler korunmuştu.
Bir çok ortak özellik olmasına karşın Essenilerde İran etkileri hıristiyanlığın sonraki metinlerine göre daha belirgindir. Bu özellikler daha sonra Gnostiklerde belirgin şekilde korunmuştur.
--------------------
yahudi mezheplerinden alınan teorik miras
Hristiyanlığa ait günümüze kalmış ilk metinler MS. 2. ve 3. yüzyıla aitler. Başlangıçta sözlü bir gelenek olarak gelişen anlayışın yazıya dökülmüş ilk metinlerinin hangileri olduklarını ve ne zaman yazıldıklarını tespit etmek de oldukça güç. Ancak kabaca MS. 70-90 yılları diyebiliriz. Yeni Ahit'in ilk dört kitabı Matta, Markos, Luka ve Yuhanna'nın yazılış tarihleri belki de son kitap olan Yuhanna'nın Vahiy'inden daha yakın bir tarih olabilir.
Hıristiyanlığın gelişimine dair en güzel açıklamaları da yine bizzat Yeni Ahit'te bulabiliriz. Havarilerin İşleri kitabı kilisenin kuruluş sürecini açıklar. Hıritiyanlığın Yahudi dinsel yapısından kopuşunu anlayabilmek için dönemin Yahudi mezheplerine kısaca bakalım.
Artık peygamberler birer kral, hakim değil, birer kurtarıcı sayılmaya başlandı. İsrail halkının gelecek olan kralı, kurtarıcısı ve Mesih'i idi. Bu geliş bir felaket, bir tufandı. Öyle ki Daniel ve Hanok kitapları kıyamet kitapları olarak kabul edilir. Roma döneminde de Yahudiler dönem dönem baskı gördüler. Milliyetçi-dinsel yapısı ile Roma egemenliği karşısında ayaklanmaya ve direnişe uygun bir zemini vardı Yahudi dininin. İsrail çok sayıda başarısız isyan girişimine sahne oldu. Hatta bir dönem Şabat günü, sünnet ile Tevrat bulundurmak bile yasaklandı. Bu çalkantılı dönemlerde gelişen mezheplerin aralarındaki ayrılıklarda siyasal sürecin ne kadar belirleyici olduğu görülecektir.
Vaftizci Yahya'nın ortaya çıktığı dönemde 4 Yahudi mezhebinden sözedilir. Bunlar:
Ferisiler: Sadukilerle birlikte iki büyük gruptan biri. Ferisiler gelenekçi Yahudilerdi. Eski Ahit'e sıkı sıkıya ve aynı zamanda biçimsel olarak da bağlılardı. Kıyamete, yeniden doğuşa, meleklerin ve cinlerin varlığına inanıyorlardı. Yeni Ahit metinlerinde İsa ve havarilerinin çatıştığı mezhep olarak adları sık sık geçer. Hıristiyanlığın en önemli ismi Pavlus bu gruptan gelmeydi.
Sadukiler: Ferisilerin gelenekçi bağlılıklarına tepki olarak gelişmiş, biçimsel kabulleri reddeden ancak buna karşın toplumsal huzursuzluk yaratabilecek herşeyi reddeden bir akım. Kıyamete ve yeniden doğuşa inanmaz, doğaüstü melek, cin gibi varlıkarı kabul etmezlerdi. Bu özelliğiyle egemen Yahudi sınıflarına uyuyordu.
Zelotlar: Bunlar en radikal ve Yahudi milliyetçisi Mesih'çi gruptu. İsyanlarda öne çıkmışlar ve çok sayıda Roma yanlısını katletmişlerdi. Ferisiler gibi gelenekçilerdi. İsa'nın havarileri arasında Partizan Simon bu gruptan gelmeydi.
Esseniler: Bu grup hakkında bilgiler son yıllarda bulunan Kumran metinlerine kadar oldukça azdı. Bunun en önemli nedeni de gizemli bir yapıları olmasıydı. Ancak Kumran metinleri ile birlikte bu mezhebin hıristiyanlara olan büyük benzerlikleri ortaya çıktı. Öyle ki kimileri İsa'nın bir Esseni olduğunu ve Essenilerin ezoterizmini daha basitleştirerek anlattığını, Essenilerin de daha sonra tamamen hıristiyan olduğunu ileri sürüyorlar. Gerçekten de Esseniler gizemli bir biçimde ortadan kaybolurlar.
Esseniler ve Hıristiyanlar
Essenilerin metinleri aslında Yeni Ahit'te kullanılan bazı deyimleri de açıklamıştır. Ancak yine de birerbir bir benzerlik sözkonusu değildir. Esseniler katı bir manastır yaşamı sürerken hıristiyanlar halkın içinde yaşıyorlar ve bir misyoner cemaati oluşturuyorlardı. Her ikisi de Mesihçi ve kıyametçiydi, ancak Esseniler iki Mesih bekliyorlardı. Biri onları kutsayacak kahin-Mesih, diğeri savaşın başına geçip zafer kazanacak kral-Mesih.
Ruhbandan olmayanlar aynı hıristiyanlardaki gibi maddi kaynakları bulmakla sorumluydu. Yönetici gruba rabbim deniyordu, ki Yeni Ahit'teki sözcüğün anlamı Kumran metinleriyle açıklık kazanmıştır. Ruhban'dan olan 12 kişi ve 3 rahip ise iç halkayı oluşturuyordu. En yüksek makam "müfettiş"lik yada "çoban"lıktı.
Gruba yeni katılanlar için cemaatle bütünleşmek için erginleyici vaftizi ve yılda bir kez yapılan suyla arınma ritüeli vardı. Aynı hıristiyanlarda olduğu gibi "ekmeğin bölünmesi" ve birlikte yenilen Mesih'in şölen sofrası vardı. Cemaat üyeleri evlenemezdi, çünkü kutsal savaşın neferleriydiler. Hıristiyanların ilk iki yüzyıllık sürecinde apokalipsçi ve batıni gelenekler korunmuştu.
Bir çok ortak özellik olmasına karşın Essenilerde İran etkileri hıristiyanlığın sonraki metinlerine göre daha belirgindir. Bu özellikler daha sonra Gnostiklerde belirgin şekilde korunmuştur.
--------------------
kutsal ruh
Hıristiyan öğretisi zaman içinde bazı değişiklikler yaşadı. Bu yüzden kutsal metinlerini anlayabilmek için aslında çeşitli Yahudi öğretilerine, özellikle de Essenilere ait bilgimizin olmasında fayda var. Yuhanna'nın metinlerinde sıkça geçen "ışık" üzerinde durmak aydınlatıcı olabilir.
Essenilere göre dünya iki ruh arasındaki savaş alanı idi. Gerçeğin Ruhu ( Işık Prensi yada Hakikat Meleği) ışık idi, buna karşın Kötülük ve Yozluk Ruhu ise Karanlıklar Prensi idi. Bu anlayış Gnostiklerin başlı başına bir edebiyat yaratmasına yol açmıştı.
Yeni Ahit'te İsa sık sık ışık olarak tanımlanır. Ayrıca vaftizci Yahya, kendinin su ile vaftiz ettiğini, gelecek olanın, yani İsa'nın ise ışıkla vaftiz edeceğini söyler. İsa'nın doğduğu gün, doğudan gökbilimciler gelir ve Yahudilerin yeni doğan kralına tapınmaya geldiklerini söylerler. Bu da bir İran etkisidir. 6 Ocak'da hıristiyan ülkelerinde kutlanır. Bu kişiler İsa'nın yıldızını gördüklerini söylerler.
İsa, Ferisilerle yaptığı tartışmalarda şöyle der:
"Dünyaya ışık geldi, ama insanlar ışık yerine karanlığı sevdiler. Çünkü yaptıkları işler kötüydü. Kötülük yapan herkes ışıktan nefret eder ve yaptıkları açığa çıkmasın diye ışığa yaklaşmaz." (Yuhanna, 3:19)
Ardından da Ferisileri iblisin yani kötülüğün oğulları olarak niteler.
Bu ışık Kutsal Ruh'tur ve İsa tarafından öğrencileri olan Havarilere de verilir. İsanın ardından öğrencileri de kutsal ruh sayesinde birçok mucizew gerçekleştirirler. Hastaları iyi ederler, ölüleri diriltirler. Habercilerin İşleri'nde bu ışık üzerine yapılan ilginç bir tartışma vardır. Havarilerin (elçilerin) ellerini insanların üstüne koyarak kullandıkları bu büyülü ışığı gören Petrus havarilere bu ışık karşılığında para teklif eder.
Elçilerin bu el koyma hareketiyle Kutsal Ruh`un verildiğini gören Simun onlara para teklif ederek, “Bana da bu yetkiyi verin, kimin üzerine ellerimi koysam Kutsal Ruh`u alsın” dedi. (Elçilerin İşleri: 8:18-19)
Hıristiyanlıktaki "ışık" inancı belirgin bir İran etkisidir. Ezoterik özellikleri dolayısıyla birçok mezhebin de doğmasına zemin oluşturu.
Hıristiyanlık daha sonra Roma kontrolüne girip yeni biçimler alacaktır ama başlangıçta son derece belirgin bir Roma düşmanlığı yapmaktadır.
--------------------
yuhanna ve pavlus
Yeni Ahit'in en ilginç metni hiç kuşkusuz Yunanna'nın Vahyi'dir. Metin M.S. 68 yada 69 yıllarında yani Neron'un son dönemi yada ardından gelen yukarda anlattığımız karmaşa döneminde yazılmış. Yazar, Patnos adasından küçük Asya'daki Mesih yanlılarına seslenir. 7 Kilise diye ifade ettiği şey anadoludaki yeni oluşan küçük hıristiyan topluluklarıdır. Henüz Hıristiyan adı kullanılmamaktadır. Yuhanna görümlerinden (rüya, hayal) söz eder. Dünyanın sonunun yakın olduğunu, Babil'in yani büyük fahişenin cezalandırılacağını söyler. O dönem Babil falan kalmamıştı, yazarın kastettiği Roma idi. Apokalips biçimindeki tek Yeni Ahit metni olan "Vahiy"de oldukça sert, Kuran'ı andıran bir dil vardır. Yazarın Roma'ya duyduğu öfke her satırda hissedilir.
Başlangıçta küçük, sıradan bir Yahudi mezhebi olan hareket giderek bir halk hareketi niteliği almaya başlar. Küçük Asya, Suriye, Mısır'dan başlı***** Roma'nın batı eyaletlerine doğru yayılmaya başlar. Başlarda yaşanan sorun milliyet sorunu olmuştur. Yahudilik İbrahim'in torunlarından çıkıp farklı ulusların dine haline nasıl gelecektir? Burda Havari Pavlus'un katkısını anmadan geçemeyiz. Diğer ulusların elçisi olarak öne çıkıp mezhebin dar ulusal çerçevesini kıran o olmuştur. Yahudiliğe özgü sünnet ve kurban tartışmalarında Pavlus çok net bir tavır alır. Çıktığı geziler ve Tevrat'a getirdiği yorumlarla yeni dinin hedef kitlesini hızla genişletir. Halbuki İsa bile sadece Yahudilere gönderilmiş olduğuna dair sözler sarfetmiştir.
Aslında Yuhanna'nın vahyi de, Pavlus'un doktrinel çabaları da henüz pek bir önem taşımaz. Bu inanışa bağlı olan insan sayısı azdır ve belli belirsizlikler taşımaktadır. II. yüzyılın başlarında bile içine her çeşit masal, efsane ve mitosların karıştığı her türden vaazlar, mektuplar, "vahiyler", yığınla kilise (inanan topluluğu) arasında dolaşıp durmaktadır. Yuhanna ve Pavlus yaşamlarında bu karmaşanın önemsiz bir parçasıydı. 66 yılında Yahudilerin Roma'ya karşı isyanı ve büyük bir felaketle sonuçlanan yenilgilerinin ardından Yeruşalem'den dört bir yana dağılan Yahudiler arasında mezhebin ve özellikle Pavlus'un önemi artar.
--------------------
geleneksel roma dini dilaver
Roma dininin ikinci aşaması Latium bölgesinde köylü topluluklarının inançları çevresinde gelişen ve önceki dönemlerdeki sihir ve büyülerin de işlevlerini sürdürdükleri belli inanç ve tapımları oluşturan dinsel toplulukların oluşturdukları aşamadır.
Bu aşamanın tayin edici özelligi bireysel mülkiyetin gelişmesi, evliligin tek eşlilige dogru yol alması ve tek eşli aile kavramının ortaya çıkmasıdır. Diger soy yakınlarından ayrı yaşayan ayrı bir hane ortaya çıkmıştır. Bu kavram toplumun dinini de şekillendirmiştir. Eski toplumun totemleri, eski klan tanrıları şimdi soyların birleşmesiyle tüm toplumun tanrıları haline gelmiştir. Özel mülkiyetin yaygınlaşmasıyla ruh ya da animizm yerini tanrıya; büyü yerini dua ve sunuya bırakmıştır.
Roma dininin temelini oluşturan Latium köylü dini , ailenin yaşadıgı eve ve eve huzurunu saglayan koruyucu tanrılara odaklanmıştır. Ev ailenin tapınagı, evin reisi olan baba dinin rahibi ve yöneticisidir. Vesta aile ocagının temsilcisi , Penates kilerin koruyusu, Lanus evin kapısının bekçisi, Lares ailenin sürekliligini saglayan, Genius ailenin kutsal gücünü simgeleyen tanrılar olarak ev tanrılarının en önemlileridir. Ölen ataların ruhları olan Di Manes ev halkının huzurunun ve güvenliliginin sürekliligini saglayan ve bunun için özel tapımlarla ve günlük sunularla yatıştırılması gereken güçlerdir.
Roma'nın geleneksel dininin tanrıları Numen lerdir. Numen ler çiftçilik gelenegi ile beslenen toplumda tarım kültürü ve aile yaşantısı ile içiçe olan kutsal ruhlardır. Bu ruhlar eski gelenekten yola çıkmış ve şimdi tanrı olma aşamasındadırlar.
Alomena yeni dogmuş bir bebekten sorumludur. Nona ve Decima gebeligin kritik aylarını gözetir. Iuno evli kadının yanında yer alan güçtür. Ianus kapının koruyucusu, Terminus ise tarlanın sınır taşıdır. Bu tanrıların her biri eski klanların ata ruhlarıdır.
Romulus Roma'yı kurarken 100 Latin soyunu bir araya getirmiş, bunlara 100 Sabine soyunu katmış daha sonra bunlara 100 Etrüsk soyu da katılmıştır. Evvelce hepsi soyların koruyucu ruhları ve ataları olan bu isimler şimdi yeni toplumun tanrıları olmuşlardır.
Romalılar bir doga olayıyla kendini belli eden bu Numen'lerin isteklerini, bu doga olaylarını gözlemleyip yorumlayarak anlamaya çalışırlardı.Bu durum Roma dininde kahinligin gelişmesine ve kehanet kurumlarının gelişmesine neden olmuştur. Kehanet tanrıların gönderdigine inanılan gök gürültüsü, şimşek, yıldırım gibi bir takım doga üstü olayları ve kutsal sayılan bazı hayvanların iç organlarına bakarak ya da kuşların uçuş yönleriyle yem yeme biçimlerini yorumlayarak yapılır ve Roma'nın siyasi, askeri ve sosyal olaylarının yönünü belirlemede etkin olurdu. Bu işle ugraşan kişiler Roma senatosunun içinden ve yüksek görevlilerden seçilir ve yaptıkları işe göre adlandırılırlardı.
Özellikle kartal ve akbabaların uçuşuna göre kehanette bulunanlara Augur ( kuşbilici ), hayvanların iç organlarına bakarak kehanette bulunanlara Haruspex denirdi.
Livius ; İ.Ö. 340 yılında yapılan bir savaş sırasında Roma ordusunun muharebeye kalkışmadan önce bir kurban adadıgını ve bu kurbanın karacigerini inceleyen haruspex in o dönemin konsülü Decius'a karacigerin olagan konumunda bulundugunu belirttigini ve bu kehaneti alan Roma ordusunun, tanrıların kendi yanında olduguna inanarak savaşa giriştigini, aktarır.
Romulus'tan Servius Tulluius'a kadar hanedan anaerkil bir biçimde kızlara koca olan damatlar şeklinde devam eder. Bu dönemde anasoydan atasoya dogru bir geçiş söz konusudur. Servius Tulluius ile birlikte Roma bir devlet halini alır ve artık ataerkil tanrılar önem kazanır. Bu dönemin en önemli tanrısı Mars'tır. Ancak sembolik olarak tanrıyı öldürme törenleri yapılır.
Daha sonra savaş tanrısı olacak olan Mars başlangıçta bitki tanrısıydı. Roma çiftçileri ürünün verimli olması için Mars'a dua ederlerdi. Aryal kardeşler rahip grubu yalnızca Mars'a dua ederdi, bol bir hasat için Ekim ayında Mars'a bir at kurban ederlerdi.
Dinin bu aşamasında tek tek ailelerde düzenlenen törenler, tüm toplumu içine alacak biçimde düzenlenen törenlere dönüşünce , bu dinsel törenleri düzenleyecek ve denetimi saglayacak kurumlara ihtiyaç duyulur, ve bu durum ruhban sınıfının doguşuna yol açar. Pontifex' lik ( rahip ) kurumu ile birlikte ve Yunan etkisi ile Roma dini üçüncü aşamasına girer
--------------------
roma imparatorluk dini dilaver
Çiçero şöyle der : "Ailemiz ve atalarımızla ilgili dinsel törenleri korumak, eski zamanlar tanrılara çok yakın olduguna göre, adeta tanrılardan devralınan dini korumakla eşittir."
Roma devlet dini İ.Ö. 7 yy dan başlayarak, İtalya dışından gelen kültürlerin, özellikle Etrüsklerin inançlarıyla ve İ.Ö. 3 yy dan itibaren Yunan dininin etkisiyle üçüncü aşamasına girmiştir.
Yunan etkisiyle, Homeros ve Hesiodos'un destanlarındaki Yunan tanrıları herbirinin kendine özgü söylenceleri Roma tanrılarına Latince adlarıyla geçti. Bu dogrultuda eskiden fırtına ve çiftçilikle ilgili olan bitki Tanrısı Mars, Yunanlıların Ares'iyle özdeşleşip savaş tanrısı oldu ve Romalılar için en önemli tanrı olma özelligini korudu. Roma şimdi emperyal sömürgeci bir devlet olma yolunda ilerliyordu ve burada da Tanrı Mars a çok iş düşüyordu.
Tanrılar'ın babası Juppiter, Zeus'la; kadınların ve evliligin koruyucusu Juno Hera ile; tanrıların habercisi Mercurius Hermes'le özdeşleşti. Sanatçıların ve zanaatkarların tanrıçası ve Roma bigeliginin ruhu Minerva, Pallas Athena'nın ; aşkın tanrıçası Venüs, Aphrodite'nin öyküleriyle anıldı. Neptunus, Poseidon ; Vulcanus, Hephaistos ; bugday ve bereket tanrıçası Ceres, Demeter ; kırların tanrısı Liber ise Dionysos ya da Bacchus oldu. Avcıların ve ormanın tanrıçası Diana, Artemis'e, kardeşi Phoebus ise Apollon'a eş tutuldu.
Bu ilk dinin temeli eski klan ataları idi. Diyelim ki on klan bir kabileyi meydana getiriyordu; her klanın atası kabilenin panteonunda bir tanrı olarak yer alır ve güçlü ve hakim klanın atası ise kabilenin baş tanrısı olurdu. Dinin bu biçiminde tanrılar henüz net olarak dogadan kopmuş degillerdi. Tamamen insansı özellikler taşır, insanlar gibi yer, içer eglenirlerdi. Tek özellikleri ölümsüz olmaları idi. Kabile ya da daha sonra devlet tapımı haline geldiklerinde bu tanrılar için şölenler düzenlemek adet olmuştu. Bu törenlerde, tanrı heykelleri yiyecek ve içeceklerle bezenmiş sofraların yanındaki sedirlere yerleştirilerek halka sunulur ve insanlarla tanrılar yakın bir ilişki içinde bulunurdu.
Livius bu törenlerin 9 gün sürdügünden ve tüm kent halkının efendi-köle, soylu-halk, kadın-erkek ayrımı yapılmadan tanrıları duyumsamak ve onlara yakın temasta bulunmak için törene katıldıgından söz eder.
Roma'nın devlet tanrılarına gösterdigi bu özenin yanında siyasal yayılımı kolaylaştıracagına inanıldıgından, fethedilen ülke tanrılarına da hoşgörülü yaklaşımı vardı. Yöneticiler devlet diniyle büyük bir uyumsuzlık yaşamadıgı sürece egemenlikleri altına aldıkları ulusların dinine hoşgörüyle yaklaşmış, tapınaklarını yagmalamamış ya da tanrılarını mekanlarından kovmamışlardır. Aksine o tanrıları Roma Panteonunun içerisine dahil etmişlerdir.
İ.Ö.205-205 yılları arasında Kartaca savaşlarının en bunalımlı dönemlerinde Hannibal ile büyük bir savaşım içindeyken, bu durumdan kurtulmak için başvurdukları Sibylla kehanet kitaplarının yanıtları dogrultusunda Kybele kültünün İ.Ö. 205 te Roma'ya aktarılması saglanmıştı. Gemilerle çok zor bir yolculuktan sonra Kybele Anadolu'dan Roma'ya gelmişti. Bunun sonucu Roma'nın galibiyeti oldu.
Gene Sibylla kitapları aracılıgıyla İ.Ö. 294 yılında saglık tanrısı Aesculapius, bir yılan olarak Tiber'de bir adaya getirilmişti.
Roma devlet dininde Yunan dininin bir diger etkisi ise, tapınak anlayışında kendini göstermiştir. Roma dinindeki Numen gibi soyut bir anlayışın tapınaga gereksinim duymamasının sonucu, önceleri evin ocagını, kilerini veya eşigini ya da koru, magara, pınar gibi dogal alanları birer tapınma yeri olarak gören Romalılar Yunan'lıların etkisiyle gerçek anlamda tapınak kavramıyla karşılaştılar. Önceleri augurların falcılık yaptıkları yerler olan tapınaklar, insan olarak düşünülen tanrıların ikametgahları olarak görülmeye başlandı. Roma kentinde ilk tapınak Capitolium tepesinde Juppiter, Minerva ve Juno'ya adanarak kuruldu. Önceleri belli sembollerle betimlenen Numenler artık tanrı heykelleri ile özdeşleşti.
Yunan dininin Roma'nın dindel içerigine bir başka etkisi tanrıların efsanelerinin ve soylarının anlatıldıgı söylencelerin tanıtımı aşamasında yaşanmıştı. Cinsiyeti belli olmayan Roma tanrıları bu etkileşim sonucunda cinsiyet kazandılar ve Yunan tanrılarına benzer soy tarihleri ve aşk öyküleri oldu.
--------------------
romanın yıkılmasından duyulan korku
Şimdi ben senin yazdıklarından da yararlanarak bazı kısımları öne çıkarmaya çalışayım. Hıristiyanlığın en önemli efsanevi öykülerinden biri İsa'nın kendini insanlık için feda etmesi, çarmıha gerilip, göğe yükselmesidir. Bu öykü bir tür insan kurban etme öyküsüdür. Roma'nın kuruluşuna ait Remus ve Romulus öyküsünde de Romulus kardeşini işlediği ilk günahtan ötürü kurban eder. Eliade şöyle diyor:
"Roma tanrılarına sunulan bu ilk kanlı kurban, halkın belleğinde hep korkunç bir anı olarak kalacaktır. Kuruluşun üzerinden yedi yüzyıldan fazla bir süre geçtikten sonra, Horatius bu olayı hala bir tür ilk günah olarak görnekte ve bu günahın sonuçlarının kaçınılmaz bir biçimde Romalıların birbirini boğazlamasına, dolayısıyla kentin yok oluşuna yol açacağını düşünmektedir. Roma tarihinin her bunalımlı anında, üzerinde bir lanetin ağırlığını hissettiğini sanarak kaygı içinde kendini sorgulayacaktır. Roma doğuşu sırasında ne insanlarla ne detanrılarla barış içindeydi. Bu dinsel kaygı kentin kaderi üzerinde ağırlığını hissettirecektir."
Roma dinsel inancında çok çeşitlilik vardı. Ancak hiç kuşkusuz mucizelerin anlamını çözmek hep kafalarını meşgul etmişti. Bu iş ancak meslekten olan kahinler, biliciler, ciğer yada bağırsaklara bakıp kehanette bulunan falcılar yada sonradan Sibylla Kitaplarının şifrelerini çözümleyip yorumlayanlar tarafından yapılabilirdi. Bir tür peygamberlik inancıydı bu.
Yaşanan felaketli yıkımlar Roma halkında hep bir korku yaratıyordu: Roma'nın yok olması idi bu korku. Kıyamet gelecek ve şehir yok olacaktı. 12 sayısı efsanelerde mistik sayı olarak bir ürkü yaratıyordu. Birçokları Roma'nın kuruluşundan 120 yıl sonra kıyametin kopacağını düşünüyordu. Sonradan bu sayı sürekli değiştirildi. Bu korkuya Roma'nın en büyük saplantısı bile diyebiliriz. O kadar etkiliydi ki MS. 1000 yılında aynı korku tekrar bütün Avrupa'ya yayıldı. Bunun 2000 yılında bile olduğunu gördük.
Roma'nın altın çağını yaşadığı Augustus devrinde, Vergilius kentin kendini dönemsel olarak yenileyeceğini göstererek bu kaygıları yatıştırmaya çalışıyordu. "Jam redit et Virgo" Yani Bakire (Başak Burcu) geri geliyordu. Dünyanın her yanında bir "altın ırk" ortaya çıkar ve Apollon da onların hükümdarıdır. Aslında Augustus'un karısı Scribonia'nın hamileliliği ile ilgili olup hanedanın güven altında olduğunu, yeni veliahtın doğacağını anlatan Vergilius'un şiiirleri daha sonra hıristiyanlar tarafından İsa'nın ve Bakire Meryem'in gelişini belirten kehanet sözleri olarak kullanılacaktır
Roma egemenliğinin dayandığı iki temel var. Birisi kölelik, diğeri işgaller. Roma devleti işgaller sayesinde eyaletlerden elde ettiği geliri merkeze yığan ve merkezde nerdeyse hemen hiç üretim yapmayan bir imparatorlukdu. Yiyecek ihtiyacı dahil herşey eyaletlerden geliyordu ve Roma yurttaşlarının yaptığı tek iş askerlikti. Bu durum yıkılış döneminde büyük felaketlere yol açacaktır. İmparatorluk, yeni ele geçirilen bölgeleri talan ederek askerleri ve merkezin giderlerini karşılıyor, bunu sürdürebilmek için de sürekli büyümek ve yeni işgal bölgeleri bulmak gerekiyordu. Aynı sistematik işgal ve talan politikası İslamiyet'in birleştirdiği Araplar ve ardından Osmanlı tarafından da uygulanacaktır.
Roma tarihi oldukça zengin bir tarih. Özellikle bir cumhuriyet olması, yılda bir seçimler yapılması, meclislerindeki ateşli tartışmaları, büyük hatipleri ve savaşları ile, demagoji ve entrikaları, askeri diktatörlükleri ile oldukça renkli bir dönem. İmparatorları içinde en çok Sezar bilinir ama aslında Sezar'ın ardından tahtı ele geçiren gelen Octavianus yada sonraki adıyla Augustus (doğ. M.Ö. 63 - öl. M.S. 14) tartışmasız bir şekilde en güçlü iktidar sahibidir.Octavianus ile birlikte Roma cumhuriyeti ilginç bir cumhuriyet haline gelir. Meclis varlığını sürdürür ama soytarıya çevrilmiştir. Roma gücün zirvesine ulaştığında zaten zar zor giden cumhuriyeti iyice budar ve adeta bir hanedanlığa dönüşür. Artık hanedanlıklar dönemi başlamıştır.
Augustus'un devamı olan hanedanlığa Julio-Cladius hanedanlığı adı verilir. Roma gücün doruklarında çürümeye bu hanedanlıkla başladı. İmparatorluk daha bir süre devam edecektir ancak giderek daha da bozulacak ve sonunda barbar istilaları ile yeni bir döneme girilecektir. Julio-Cladius hanedanının Augustus'tan sonraki ilk imparatoru Tiberius'tur, kendi komutanları tarafından hasta yatağında yastıkla boğularak öldürülür ve yerine askerlerin pek sevdiği Kaligula geçer. Kaligula ve ardından gelen Kladius ve Neron'u anlattığımızda gücün doruğundaki Roma'nın nasıl bir çöküş yaşamakta olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Kaligula
Tiberius'un öldürülmesinin ardından askerlerin ve halkın sevimç gösterileri ile Kaligula tahta oturur. Halk kurbanlar kesiyor ve ona "Güneş" diye sesleniyordu. Askerler ise asker ayakkabısı "kaliga" sözcüğünden yola çıkarak Kaligula adını takmıştı ona. Böylece askere yakınlığını belirtiyorlardı.
Kaligula'nın iktidarının ilk yılları pey iyi geçti. Halka buğday dağıttırıyor, eğlenceler düzenliyordu. Senato'ya da saygılı davranıyordu. Aslında ortada cumhuriyet adına pek bir şey kalmamıştı ama Kaligula'nın aklında yine de Mısır kralları gibi sınırsız yetkide bir mutlak monarşi vardı. Küçük başarılarını abarttı ve halkın sevgisine dayanarak iyice şımarmaya başladı. Mısır tutkusu ile Tiberius zamanında yasaklanan İsis kültünü serbest bıraktı önce. Sonra Mısır'dan özel bir gemiyle getirttiği dikilitaş Roma'ya dikildi. Mısır hastalığı bir tutku olmuştu Kaligula'da. Kızkardeşi ile evlenmeye de hazırlanıyordu ki kızkardeşi vakitsiz bir şekilde öldü. Tutu onu tanrılaştırdı, kendisini de tanrılar katına çıkarmaya çalıştı ve Jupiter görünümünde dolaşmaya başladı.
Kaligula'nın çılgınlıkları anlatılır gibi değildi. Çok sevdiği atı için özel ve pek lüks bir saray yaptırdı; konsül seçtirmeyi tasarladığı da söylenir bu atı. Paha biçilmez değerde incileri sirkede erittirip içermiş ve davetlilerin önüne altından ekmek ve yemek koydurur yedirtirmiş.
Bunlar tarihçi Suetonius'un anlattıklarının bir bölümü!
(Server Tanilli, Yüzyılların Gerçeği ve Mirası, İlkçağ, s. 505)
Elbette bütün bunlar büyük harcamalar gerektiriyordu ve vergilere yükleniliyordu. Kaligula'ya karşı tepkiler giderek arttı ve Kaligula giderek daha despot olmaya başladı. Muhafız birliklerinin başını bile öldürttü. Ancak 4 yıllık bir iktidaron sonunda M.S. 41 yılında kendi subayları tarafından sarayın karanlık koridorlarında öldürüldü. Öyle bir kin toplamıştı ki, karısı ve bir yaşındaki kızını bile öldürdüler.
klaudius
Kaligula'nın ölümünden sonra tahta amcasının oğlu Klaudius geçti. Romalılar şimdi de onu istiyordu. Kaligula'Yı öldürenler sarayın bir köşesinde korkuyla gizlenmiş olan Klaudius'u alıp imparator ilan ettiler. Klaudius pek istemeyerek de olsa tahta çıkmış oldu. Aslında sağlık zorunları olan, zayıf bünyeli biriydi. Devlet idaresinden de pek anlamıyordu. Yine de Klaudius'un 13 yıllık saltanatı Roma'nın en parlak dönemlerinden biri oldu ve monarşik rejim daha da sağlamlaştı. Artık kimse Cumhuriyet'ten bahsetmiyordu.
Klaudius içerde geniş bayındırlık çalışmaları yaptı, devlet yönetiminde ise yetenekli azat edilmiş köleleri kullanmayı denedi. Bu yöntemi oldukça da başarılı oldu. Bu eski köleler Senato'yu ve eski aristokrasiyi arka plana itip kendi ceplerini doldurmaya girişseler de imparatorluğun merkezileşmesini sağladılar. O zamana kadar eyaletlerden daha yüksek bir yerde kabul edilen ve eyaletleri sömürerk geçinen Roma ile eyaletler yakıonlaşmaya başladı. Eyaletlerin sözü de devlet yönetiminde öne çıkmaya başlıyordu.
Başarılı devlet yönetim mekanizması dışarıya doğru büyümeyi de kolaylaştırdı. Roma büyümenin son sınırlarına yaklaştı. İngiltere'nin fethi Kladius'a nasip oldu ve adı da İngiltere fatihine çıktı. Doğu'da Karadenizin en uzak köşelerine kadar ulaşıldı, Ermenilere bir kez daha Roma egemenliği kabul ettirildi, Juda (İsrail/filistin) yeniden eyalet haline getirildi, hatta Afrika'da Moritanya'da bile iki yeni eyalet oluşturuldu.
Klaudius evlilikleri ile ünlüdür. Zaten onu mahveden de bu evlilikleri olmuştur. 4 defa evlenir. Bu evliliklerinden rahatlıkla bir roman yazılabilir. Tarihçi Tacitus'a göre 3. karısı Messalina bir nimfomanyak'tır. Onun bir gecede kaç kişiyle yatabileceği konusunda fahişelerle yarışa girdiğini yazar. Hatta Klaudius seyahatta iken sevgilisi Gaius Silius ile açıkça evlenir. Niyeti Silius ve etrafına almayı başardığı bir takım kişilerle Klaudius'a suikast yapmaktır ancak Klaudius baskın çıkar ve hepsini idam ettirir.
Kladius kadınlardan yakasını kurtaracak gibi değildir. Başına bunca şey geldikten sonra bile gider bu sefer de Augustus'un torunu, başı göklerde ve tutkulu bir kadın olan Agrippina ile evlenir. Bu evlilik Agrippina'nın da 3. evliliğidir. Agrippina Kladius'u tamamen kontrolü altına alır ve hatta ilk evliliğinden olan ve kişilik bozuklukları olan oğlu Neron'u evlat edinmesini ve "gençliğin prensi" ilan etmesini sağlar. Çok geçmeden de Klaudius'u zehirletir ve yerine oğlunun geçmesini sağlar.
Görüldüğü gibi Klaudius devlet yönetiminde başarı olsa da bireysel yaşamında son derece zayıf bir kişiliktir. Bütün bunların bu kadar rahat yaşanabilmesinin en önemli nedeni Cumhuriyet'in bütün mekanizmalarının kötürüm edilmiş olmasıdır. İmparator ne isterse yapar, kimse karşısına çıkamaz. Doğu despotları gibi bir hakimdir artık Roma imparatorları da.
neron
Julio-Klaudius hanedanının son imparatoru Neron tahta çıktığında henüz erginleşmemiş bir çocuktu. Bu olay aslında Roma cımhuriyetinin artık tümüyle bir monarşiye dönüşmüş olduğunun da göstergesiydi. Aynı zamanda onun iktidara gelişi bir tür saray darbesi idi. Annesi Agrippina'nin ve onunla işbirliği içindeki egemenlerin iktidarı ele geçirme girişimiydi ve gerçekten de bu sınırsız güçteki imparatorluğu ilk 5 yıl bunlar yönettiler. Hatta bazı askeri başarılar da elde edildi. Doğu'da Ermenistan'ı Partların ele geçirme girişimi püskürtüldüğü gibi Gürcistan ve öteki kafkas kıyıları da ele geçirildi. 63 yılında Pontus da eyalet haline getirildi, Kırım işgal edildi ve Karadeniz tamamen bir Roma içdenizi haline getirildi.
Neron biraz büyüyünce kendini göstermeye başladı. Yaratılıştan şehvetli ve vahşi bir karakterdeydi, aslında düpedüz sa-pıktı. Ona göre doğu imparatorlarının ilkesi geçerliydi: "Hükümdara herşey serbestti" Saray ve Roma akıl almaz bir rezilliğin ce skandal dolu eğlencelerin yatağı olup çıktı. İpleri eline alması o kadar kolay olmayacaktı, ilk uzlaşmazlığı annesiyle oldu ve Neron hemen gerekeni yapıp annesini öldürttü.
Klaudius'un devlet yönetimine yerleştirdiği azatlıları atıp yerlerine her emri uygulayacak karakterde olanlar getirildi. Devlet yapısını baştan aşağı değiştirdi. Annesiyle birlikte kendini tahta çıkaran Seneca'yı da sürgüne gönderdi, askeri işlerin başına geçirdiği adam ise bir tür man-yaktı. Eşi olan Klaudius'un kızı Octavia'yı da sürgüne gönderip orada öldürttü. Ardından evlendiği kadın ise Neron'un annesini öldürmeyi birlikte tezgahladığı Poppea idi. Tacitus bu kadın için şöyle diyor: "Her şeyi vardı: Güzellik, zeka, zenginlik. Kalbi yoktu yalnız!" Ancak Neron birgün onu da karnını tekmeleyerek öldürdü. Tarihçi Suetonius'a göre ikinci çocuğuna hamileydi o sırada. (M.S. 65) (Bu arada Nero hakkında olumsuz yazılar yazan tarihçilerin senato yanlısı olduğu ve gerçekleri abarttıkları şeklinde bir eleştiri de var ancak yine de bir gerçekliğinin olduğu aşikar)
Neron'un Altın Evi
Neron'un sefahat düşkünlüğü de anlatılacak gibi değildi. Roma tarihinde görülmemiş bayramlar ve eğlenceler yapılıyordu. Saray hizmetçileri bile lüks giysiler giyiyor, katırlar gümşten nallanıyordu. Görülmemiş görkemli yapılar inşa ediliyordu. "Altın ev" (Domus Aurea) bunların başında geliyordu. Roma'daki birkaç mahalleyi kapsayacak büyüklükteki bu saray bittiğinde Neron şöyle söyler: "Sonunda, insan gibi bir evde oturacağım!"
Neron'Un bu sefahat düşkünlüğü elbette hazineyi hızla tüketiyordu, askerlerin paraları ödenmemeye, emekli maaşları verilmemeye başlandı, paranın ayarı düşürüldü. Roma zenginlerinin mallarına el konulmaya başlandı. Diğer taraftan da halkı oyalamak için spor ve tiyatrolara ağırlık verildi. Aslında bunlar Neron'un kişilik bozukluklarının da ifadesiydi. Edebiyata ve müziğe çok düşkündü ve çevresindekilerin pohpohlamasıyla kendini bir dahi olarak görmeye başlamıştı. Bu yüzden sahneye çıkıp rol yapıyor, şarkı söylüyor, eğlencelerde at üstünde gösteriler yapıyordu. Hatta 67 yılında Yunanistan'a bir sanat turnesine bile çıktığı ve olimpiyat oyunlarına bizzat katıldığını biliyoruz.
64 yılının 18 Temmuz gecesinde meşhur Roma yangını çıktı ve günlerce sürdü. Roma'nın 14 mahallesinden 4'ü tamamen, 7'si de kısmen yandı. Bu sırada Neron bir kuleden kentin yanışını seyrediyor ve hayran hayran Troya'nın düşüşü üzerine mısralar söylüyordu. Aslında yangın iktidarın savsaklamalarının sonucuydu ama Neron bir sürü masum insanı şehri yaktılar diye suçlayıp işiitilmemiş işkenceler yaptırdı onlara.
Neron'a tepkiler giderek artmıştı ve ilk olarak muhalif soylular harekete geçtiler ve bir komplo düzenlediler ama başarısız oldu. Aralarında Seneca'nın da olduğu komplocular kendilerini öldürmeye mahkum edildi Roma halkı da nefret duyuyordu Neron'a artık ama asıl yıkıcı darbeler eyaletlerden geliyordu. Arka arkaya isyanlar patladı. Juda'da iki de bir çıkan isyanlar artık önlenemez hale gelmişti. Britanya ayaklandı, onbinlerce insan öldürüldü ama ayaklanma sürdü gitti. Juda'daki ayaklanma bastırlamamıştı ki bu sefer de Galya'da bir ayaklanma patlak verdi.
Neron hükümeti şaşkınlık içindeydi. Bir taraftaki ayaklanmayı bastırmaya çalışırken başka bir taraf ayaklanıyordu. Neron akıl almaz planlar kuruyordu kafasında. Başkaldıranların önüne çıkıp, elinde sazı onları büyülemeyi düşünüyordu; hatta dekorların hazırlanması ve oyuncuların toplanması emrini bile verdi. Olan bitenin bilincinde değildi kısaca. Önce gözdeleri ona ihanet etti. Muhafız birlikleri başka bir imparator adayı için ayarlandı ve Senato Neron'u "halk düşmanı ilan edip ölüme mahkum etti. Herkes Neron'u terketmişti, kaçma girişimleri sonuçsuz kalınca kendini ölüdrmekte buldu çareyi. Ölürken şöyle diyordu: "Dünya ne kadar da büyük bir sanatçı kaybediyor benimle!"
neron sonrası iç svaş
Neron'ın düşüşü ile birlikte ortalığa bir söylenti yayıldı. İmparator Roma'nın dışından seçilecekti. Bu haber devasa sınırlara sahip imparatorlukta bir sevinç dalgası yarattı. Ama bu işlerin kolay olmayacağı ortaya çıkacaktı.
Bu noktada Roma imparatorluğu'nun ordusuna bakmamız gerekiyor. Ordu kabaca 3 gruptan oluşuyordu. En büyük ve güçlü ordu Ren ordusuydu, doğu Avrupa'dan Karadenizin doğusuna kadar olan bölgede ise Tuna ordusu bulunuyordu. Suriye, Filistin ve Mısır'da ise Doğu ordusu üslenmişti. Her bir ordunun kendi içinde gelenekleri, zafer yıldönümleri vardı. Geleneksel olarak da çıkarları açısından da ordular kendi içlerinde bütünleşmişlerdi.
Neron'un yerine önce İspanya valisi Sulpius Galba geçer. 72 yaşındaki bu diktatörlük düşmanı askerlere karşı sert bir tutum içindeydi. Daha 7 ay geçmeden Muhafız birliklerini satın alan Othon, Galba'yı öldürttü ama o da ancak üç ay tutunabildi. Ordular kendi komutanlarının imparator olmasını istemeye başladılar. Ren ordusu kendi generallerinden biri olan Vitellius'u imparator ilan edip Roma'nın üzerine yürüdü. Othon, 70 bin kişilik güçlü lejyonlardan oluşan Ren ordusunun karşısında direnmeye çalıştı ancak yenildi ve kendi kılıcıyla hayatına son verdi. Dio Cassius'a göre bu savaşta 40.000 kişi öldü. Neron ve Kladius'un pohpohlayıcısı, iğrenç bir kişilik olan Vitellius ordusunun başında Roma'ya girdi ve ne yaptı dersiniz? Roma'yı yağmaladı. Bir ordu kendi başkentini yağmalıyordu. Günlerce süren tecavüz, yağma ve talan şehrin altını üstüne getirdi.
Ren ordusunun Roma'Yı ele geçirmesi Tuna ve Doğu ordusunu iyiden iyiye rahatsız etti. Doğu ordusu birçok defa Ren ordusu karşısında Tuna ordusuna destek vermişti. Yine öyle oldu. Ren ordusunun Roma'yı yağmalamasından birkaç ay sonra bu sefer Tuna ve Doğu ordusu birlikte Roma'nın üstüne yürüyüşe geçti. Doğu ordusunun komutanlarından Flavius Vespasianus'u imparator ilan etmişlerdi. Daha birkaç ay önce Ren ordusunun muhafız ordsusuyla savaştığı yerde bu sefer Doğu ve Tuna orduları, Ren ordusuyla savaşıyordu. Roma kanlı sokak savaşlarıyla alındı. Vitellius vahşice öldürüldü. Senato korkusundan ne yapacağını şaşırmıştı. Vespasianus' imparatorluk ünvanı verdi hemen. Böylece Falvius'lar dönemi başlıyordu.
romanın kültürel ve bilimsel çöküşü
Roma, Klaudius hanedanı'nın ardından Falvius'larla bir yükseliş yaşar. Ancak bütün bu dönemsel büyümeler geçici olacaktır. Çünkü Roma aslında içerden çürümüştür. Hiçbir üretimin yapılmadığı, halka ekmeğin bile devlet tarafından dağıtıldığı, üretimsizlik merkesinde cumhuriyet de tümden kaybolmuş ve sert bir monarşi sürüyordu. Bu ortam kültürel yaşamın da çürümesi demekti. Antik Yunan'dakine benzer bir süreci Roma'da görmek mümkün. İktidarlar mutlakiyete dönüştükçe kültürel hayat da materyalist felsefeden mistizm'e, sanatsal yaratıcılıktan yüzeyselliğe doğru kayıyordu. Zaten imparatorluk her türlü sosyal düşünceyi, özellikle de halktan gelenleri bastırıyordu.
Bu baskılar karşısında sanatın her alanında özün biçime feda edildiği, özentili ve yapmacık bir biçimciliğin öne çıktığı görülür. Trajedyalarda ağdalı, anlaşılması güç ve karmaşık bir dil kullanılır. Aşırı duygusallıklarla dolu ve yapmacık eserlerdir çoğu. Roma edebiyatının en önemli türlerinden olan Yergi ise artık siyasal olayları eleştirmekten çıkıp, sıradan ahlaka aykırı davranışlarda bulunan insanların dergilenmesine dönüştü. Örneğin Martialis, kibar fahişeleri, şarlatan hekimleri, kurnaz meyhanecileri alay konusu yapıyordu. Bir yüzyıl sonra gelecek olan Apuleius ise çok sayıda mistik öğe ile bezenmiş öyküler yazıyordu. Sihir, büyü, inanılmaz mucizeler, düş ve mistik, yergi, erotik sahneler bribirine izlerdi eserlerinde. Bu tür eserler büyük beğeni topluyor, adeta insanların Roma'nın çirkinliğinden kaçıp sığındıkları bir liman oluyordu.
Bu kültürel çöküşün en belirgin özelliklerden biri tiyatroda ciddi türlein (trajedi ve komedi'nin) yerini "mim" adı verilen ve patavatsız, açık saçık kaba güldürülerden oluşan, şatafatlı ama duygudan yoksun "peri oyunları"na bırakmasıdır. Roma'da sirkler ve araba yarışları büyük beğeni görür olmuş, bunlara Gladyatör eğlenceleri de eklenmişti.
Aynı dönemde bilimsel alanda da bir çöküş yaşanıyordu. İnsan aklına olan güven iyice kaybolmuştu. Cumhuriyetin son döneminde kendisini başrahip ilan etmiş olan Sezar gibi imparatorlar bile gizemli, mucizevi şeylerle alay ederken, mistik düşünceler ancak en cahil kesimlerde etkili olurken, şimdi aydın kesimlerde bile ateşli taraftarlar buluyordu. Tarihçi Tranquillus'un "On İki Sezar" kitabında ilk imparatorların yaşamlarını bir yığın, kehanet, mucize ve doğaüstü olayal açıklar. Bir zamanlar gülünen "boş masallar" imparatorluğun heryerinde büyük bir istekli kitlesi buluyor ve her cinsten sihirbazlar, büyücüler, müneccimler, kahinler Roma'da laynaşıp duruyordu. O kadar ki imparatorluk bu kişilere önlemler almak için bazen sert yöntemler kullanmaya çalışıyor, sürügüne yolluyor, öldürtüyordu. Ama bunların hiçbir faydası olmadı, devletin en üstüne kadar her kesim bu salgına tutulmuştu. Klaudius resmen bir kahinler okulu açmış, Hadrianus da astroloji ve büyücülükle uğraşıyordu.
Roma sosyetesi eski Roma inancını şiddetle destekliyordu. Yeniden canlanan dinsel derneklere akın ediyorlardı. Arkaik, anlaşılmaz dilde okunan dualar, vahşi danslar, "İmparatorluk kültü" rağbet görüyordu. Senato'nun kararı ile ölmüş imparatorlar tanrılaştırılıyordu. Hatta "Augustus'a tapanlar" derneği bile vardı.
Doğulu gizemler de imparatorlukta hızla yayılıyor ve izleyici buluyordu kendine. Kaligula'nın Mısır hastalığından ve İsis kültünü getirme çabasından bahsetmiştik. Klaudius zamanında Küçük Asya kökenlki "Ana Tanrıça" Kibele ve yamağı Attis de güç kazandı. Flavius'lar zamanında ise Doğu ordusunun Roma'yı ele geçirmesi sayesinde doğu eyaletlerinden İranlı bir kült, "ölümü yenen" Mitra kültü getirildi. Suriye'nin Güneş kültü de izleyici buluyordu.
Son olarak Kudüs'ün Roma ile çatışmalarından sonra imparatorluğun çeşitli yerlerine dağılan Yahudi diasporasının yaymaya başladığı Yahudi tektanrıcılığı, beraberinde yığınla mezhebiyle birlikte geldi ve pek büyük bir yayılış gösterdi.
Tam bir "manevi hazırlık" dönemiydi bu. Hıristiyanlık işte bu ortamda doğdu ve karşısında birsürü doğaüstü zırvalığı büyük bir açlıkla dinleyen bir dinleyici topluluğu buldu.
--------------------
yahudi mezheplerinden alınan teorik miras
Hristiyanlığa ait günümüze kalmış ilk metinler MS. 2. ve 3. yüzyıla aitler. Başlangıçta sözlü bir gelenek olarak gelişen anlayışın yazıya dökülmüş ilk metinlerinin hangileri olduklarını ve ne zaman yazıldıklarını tespit etmek de oldukça güç. Ancak kabaca MS. 70-90 yılları diyebiliriz. Yeni Ahit'in ilk dört kitabı Matta, Markos, Luka ve Yuhanna'nın yazılış tarihleri belki de son kitap olan Yuhanna'nın Vahiy'inden daha yakın bir tarih olabilir.
Hıristiyanlığın gelişimine dair en güzel açıklamaları da yine bizzat Yeni Ahit'te bulabiliriz. Havarilerin İşleri kitabı kilisenin kuruluş sürecini açıklar. Hıritiyanlığın Yahudi dinsel yapısından kopuşunu anlayabilmek için dönemin Yahudi mezheplerine kısaca bakalım.
Artık peygamberler birer kral, hakim değil, birer kurtarıcı sayılmaya başlandı. İsrail halkının gelecek olan kralı, kurtarıcısı ve Mesih'i idi. Bu geliş bir felaket, bir tufandı. Öyle ki Daniel ve Hanok kitapları kıyamet kitapları olarak kabul edilir. Roma döneminde de Yahudiler dönem dönem baskı gördüler. Milliyetçi-dinsel yapısı ile Roma egemenliği karşısında ayaklanmaya ve direnişe uygun bir zemini vardı Yahudi dininin. İsrail çok sayıda başarısız isyan girişimine sahne oldu. Hatta bir dönem Şabat günü, sünnet ile Tevrat bulundurmak bile yasaklandı. Bu çalkantılı dönemlerde gelişen mezheplerin aralarındaki ayrılıklarda siyasal sürecin ne kadar belirleyici olduğu görülecektir.
Vaftizci Yahya'nın ortaya çıktığı dönemde 4 Yahudi mezhebinden sözedilir. Bunlar:
Ferisiler: Sadukilerle birlikte iki büyük gruptan biri. Ferisiler gelenekçi Yahudilerdi. Eski Ahit'e sıkı sıkıya ve aynı zamanda biçimsel olarak da bağlılardı. Kıyamete, yeniden doğuşa, meleklerin ve cinlerin varlığına inanıyorlardı. Yeni Ahit metinlerinde İsa ve havarilerinin çatıştığı mezhep olarak adları sık sık geçer. Hıristiyanlığın en önemli ismi Pavlus bu gruptan gelmeydi.
Sadukiler: Ferisilerin gelenekçi bağlılıklarına tepki olarak gelişmiş, biçimsel kabulleri reddeden ancak buna karşın toplumsal huzursuzluk yaratabilecek herşeyi reddeden bir akım. Kıyamete ve yeniden doğuşa inanmaz, doğaüstü melek, cin gibi varlıkarı kabul etmezlerdi. Bu özelliğiyle egemen Yahudi sınıflarına uyuyordu.
Zelotlar: Bunlar en radikal ve Yahudi milliyetçisi Mesih'çi gruptu. İsyanlarda öne çıkmışlar ve çok sayıda Roma yanlısını katletmişlerdi. Ferisiler gibi gelenekçilerdi. İsa'nın havarileri arasında Partizan Simon bu gruptan gelmeydi.
Esseniler: Bu grup hakkında bilgiler son yıllarda bulunan Kumran metinlerine kadar oldukça azdı. Bunun en önemli nedeni de gizemli bir yapıları olmasıydı. Ancak Kumran metinleri ile birlikte bu mezhebin hıristiyanlara olan büyük benzerlikleri ortaya çıktı. Öyle ki kimileri İsa'nın bir Esseni olduğunu ve Essenilerin ezoterizmini daha basitleştirerek anlattığını, Essenilerin de daha sonra tamamen hıristiyan olduğunu ileri sürüyorlar. Gerçekten de Esseniler gizemli bir biçimde ortadan kaybolurlar.
Esseniler ve Hıristiyanlar
Essenilerin metinleri aslında Yeni Ahit'te kullanılan bazı deyimleri de açıklamıştır. Ancak yine de birerbir bir benzerlik sözkonusu değildir. Esseniler katı bir manastır yaşamı sürerken hıristiyanlar halkın içinde yaşıyorlar ve bir misyoner cemaati oluşturuyorlardı. Her ikisi de Mesihçi ve kıyametçiydi, ancak Esseniler iki Mesih bekliyorlardı. Biri onları kutsayacak kahin-Mesih, diğeri savaşın başına geçip zafer kazanacak kral-Mesih.
Ruhbandan olmayanlar aynı hıristiyanlardaki gibi maddi kaynakları bulmakla sorumluydu. Yönetici gruba rabbim deniyordu, ki Yeni Ahit'teki sözcüğün anlamı Kumran metinleriyle açıklık kazanmıştır. Ruhban'dan olan 12 kişi ve 3 rahip ise iç halkayı oluşturuyordu. En yüksek makam "müfettiş"lik yada "çoban"lıktı.
Gruba yeni katılanlar için cemaatle bütünleşmek için erginleyici vaftizi ve yılda bir kez yapılan suyla arınma ritüeli vardı. Aynı hıristiyanlarda olduğu gibi "ekmeğin bölünmesi" ve birlikte yenilen Mesih'in şölen sofrası vardı. Cemaat üyeleri evlenemezdi, çünkü kutsal savaşın neferleriydiler. Hıristiyanların ilk iki yüzyıllık sürecinde apokalipsçi ve batıni gelenekler korunmuştu.
Bir çok ortak özellik olmasına karşın Essenilerde İran etkileri hıristiyanlığın sonraki metinlerine göre daha belirgindir. Bu özellikler daha sonra Gnostiklerde belirgin şekilde korunmuştur.
--------------------
yahudi mezheplerinden alınan teorik miras
Hristiyanlığa ait günümüze kalmış ilk metinler MS. 2. ve 3. yüzyıla aitler. Başlangıçta sözlü bir gelenek olarak gelişen anlayışın yazıya dökülmüş ilk metinlerinin hangileri olduklarını ve ne zaman yazıldıklarını tespit etmek de oldukça güç. Ancak kabaca MS. 70-90 yılları diyebiliriz. Yeni Ahit'in ilk dört kitabı Matta, Markos, Luka ve Yuhanna'nın yazılış tarihleri belki de son kitap olan Yuhanna'nın Vahiy'inden daha yakın bir tarih olabilir.
Hıristiyanlığın gelişimine dair en güzel açıklamaları da yine bizzat Yeni Ahit'te bulabiliriz. Havarilerin İşleri kitabı kilisenin kuruluş sürecini açıklar. Hıritiyanlığın Yahudi dinsel yapısından kopuşunu anlayabilmek için dönemin Yahudi mezheplerine kısaca bakalım.
Artık peygamberler birer kral, hakim değil, birer kurtarıcı sayılmaya başlandı. İsrail halkının gelecek olan kralı, kurtarıcısı ve Mesih'i idi. Bu geliş bir felaket, bir tufandı. Öyle ki Daniel ve Hanok kitapları kıyamet kitapları olarak kabul edilir. Roma döneminde de Yahudiler dönem dönem baskı gördüler. Milliyetçi-dinsel yapısı ile Roma egemenliği karşısında ayaklanmaya ve direnişe uygun bir zemini vardı Yahudi dininin. İsrail çok sayıda başarısız isyan girişimine sahne oldu. Hatta bir dönem Şabat günü, sünnet ile Tevrat bulundurmak bile yasaklandı. Bu çalkantılı dönemlerde gelişen mezheplerin aralarındaki ayrılıklarda siyasal sürecin ne kadar belirleyici olduğu görülecektir.
Vaftizci Yahya'nın ortaya çıktığı dönemde 4 Yahudi mezhebinden sözedilir. Bunlar:
Ferisiler: Sadukilerle birlikte iki büyük gruptan biri. Ferisiler gelenekçi Yahudilerdi. Eski Ahit'e sıkı sıkıya ve aynı zamanda biçimsel olarak da bağlılardı. Kıyamete, yeniden doğuşa, meleklerin ve cinlerin varlığına inanıyorlardı. Yeni Ahit metinlerinde İsa ve havarilerinin çatıştığı mezhep olarak adları sık sık geçer. Hıristiyanlığın en önemli ismi Pavlus bu gruptan gelmeydi.
Sadukiler: Ferisilerin gelenekçi bağlılıklarına tepki olarak gelişmiş, biçimsel kabulleri reddeden ancak buna karşın toplumsal huzursuzluk yaratabilecek herşeyi reddeden bir akım. Kıyamete ve yeniden doğuşa inanmaz, doğaüstü melek, cin gibi varlıkarı kabul etmezlerdi. Bu özelliğiyle egemen Yahudi sınıflarına uyuyordu.
Zelotlar: Bunlar en radikal ve Yahudi milliyetçisi Mesih'çi gruptu. İsyanlarda öne çıkmışlar ve çok sayıda Roma yanlısını katletmişlerdi. Ferisiler gibi gelenekçilerdi. İsa'nın havarileri arasında Partizan Simon bu gruptan gelmeydi.
Esseniler: Bu grup hakkında bilgiler son yıllarda bulunan Kumran metinlerine kadar oldukça azdı. Bunun en önemli nedeni de gizemli bir yapıları olmasıydı. Ancak Kumran metinleri ile birlikte bu mezhebin hıristiyanlara olan büyük benzerlikleri ortaya çıktı. Öyle ki kimileri İsa'nın bir Esseni olduğunu ve Essenilerin ezoterizmini daha basitleştirerek anlattığını, Essenilerin de daha sonra tamamen hıristiyan olduğunu ileri sürüyorlar. Gerçekten de Esseniler gizemli bir biçimde ortadan kaybolurlar.
Esseniler ve Hıristiyanlar
Essenilerin metinleri aslında Yeni Ahit'te kullanılan bazı deyimleri de açıklamıştır. Ancak yine de birerbir bir benzerlik sözkonusu değildir. Esseniler katı bir manastır yaşamı sürerken hıristiyanlar halkın içinde yaşıyorlar ve bir misyoner cemaati oluşturuyorlardı. Her ikisi de Mesihçi ve kıyametçiydi, ancak Esseniler iki Mesih bekliyorlardı. Biri onları kutsayacak kahin-Mesih, diğeri savaşın başına geçip zafer kazanacak kral-Mesih.
Ruhbandan olmayanlar aynı hıristiyanlardaki gibi maddi kaynakları bulmakla sorumluydu. Yönetici gruba rabbim deniyordu, ki Yeni Ahit'teki sözcüğün anlamı Kumran metinleriyle açıklık kazanmıştır. Ruhban'dan olan 12 kişi ve 3 rahip ise iç halkayı oluşturuyordu. En yüksek makam "müfettiş"lik yada "çoban"lıktı.
Gruba yeni katılanlar için cemaatle bütünleşmek için erginleyici vaftizi ve yılda bir kez yapılan suyla arınma ritüeli vardı. Aynı hıristiyanlarda olduğu gibi "ekmeğin bölünmesi" ve birlikte yenilen Mesih'in şölen sofrası vardı. Cemaat üyeleri evlenemezdi, çünkü kutsal savaşın neferleriydiler. Hıristiyanların ilk iki yüzyıllık sürecinde apokalipsçi ve batıni gelenekler korunmuştu.
Bir çok ortak özellik olmasına karşın Essenilerde İran etkileri hıristiyanlığın sonraki metinlerine göre daha belirgindir. Bu özellikler daha sonra Gnostiklerde belirgin şekilde korunmuştur.
--------------------
kutsal ruh
Hıristiyan öğretisi zaman içinde bazı değişiklikler yaşadı. Bu yüzden kutsal metinlerini anlayabilmek için aslında çeşitli Yahudi öğretilerine, özellikle de Essenilere ait bilgimizin olmasında fayda var. Yuhanna'nın metinlerinde sıkça geçen "ışık" üzerinde durmak aydınlatıcı olabilir.
Essenilere göre dünya iki ruh arasındaki savaş alanı idi. Gerçeğin Ruhu ( Işık Prensi yada Hakikat Meleği) ışık idi, buna karşın Kötülük ve Yozluk Ruhu ise Karanlıklar Prensi idi. Bu anlayış Gnostiklerin başlı başına bir edebiyat yaratmasına yol açmıştı.
Yeni Ahit'te İsa sık sık ışık olarak tanımlanır. Ayrıca vaftizci Yahya, kendinin su ile vaftiz ettiğini, gelecek olanın, yani İsa'nın ise ışıkla vaftiz edeceğini söyler. İsa'nın doğduğu gün, doğudan gökbilimciler gelir ve Yahudilerin yeni doğan kralına tapınmaya geldiklerini söylerler. Bu da bir İran etkisidir. 6 Ocak'da hıristiyan ülkelerinde kutlanır. Bu kişiler İsa'nın yıldızını gördüklerini söylerler.
İsa, Ferisilerle yaptığı tartışmalarda şöyle der:
"Dünyaya ışık geldi, ama insanlar ışık yerine karanlığı sevdiler. Çünkü yaptıkları işler kötüydü. Kötülük yapan herkes ışıktan nefret eder ve yaptıkları açığa çıkmasın diye ışığa yaklaşmaz." (Yuhanna, 3:19)
Ardından da Ferisileri iblisin yani kötülüğün oğulları olarak niteler.
Bu ışık Kutsal Ruh'tur ve İsa tarafından öğrencileri olan Havarilere de verilir. İsanın ardından öğrencileri de kutsal ruh sayesinde birçok mucizew gerçekleştirirler. Hastaları iyi ederler, ölüleri diriltirler. Habercilerin İşleri'nde bu ışık üzerine yapılan ilginç bir tartışma vardır. Havarilerin (elçilerin) ellerini insanların üstüne koyarak kullandıkları bu büyülü ışığı gören Petrus havarilere bu ışık karşılığında para teklif eder.
Elçilerin bu el koyma hareketiyle Kutsal Ruh`un verildiğini gören Simun onlara para teklif ederek, “Bana da bu yetkiyi verin, kimin üzerine ellerimi koysam Kutsal Ruh`u alsın” dedi. (Elçilerin İşleri: 8:18-19)
Hıristiyanlıktaki "ışık" inancı belirgin bir İran etkisidir. Ezoterik özellikleri dolayısıyla birçok mezhebin de doğmasına zemin oluşturu.
Hıristiyanlık daha sonra Roma kontrolüne girip yeni biçimler alacaktır ama başlangıçta son derece belirgin bir Roma düşmanlığı yapmaktadır.
--------------------
yuhanna ve pavlus
Yeni Ahit'in en ilginç metni hiç kuşkusuz Yunanna'nın Vahyi'dir. Metin M.S. 68 yada 69 yıllarında yani Neron'un son dönemi yada ardından gelen yukarda anlattığımız karmaşa döneminde yazılmış. Yazar, Patnos adasından küçük Asya'daki Mesih yanlılarına seslenir. 7 Kilise diye ifade ettiği şey anadoludaki yeni oluşan küçük hıristiyan topluluklarıdır. Henüz Hıristiyan adı kullanılmamaktadır. Yuhanna görümlerinden (rüya, hayal) söz eder. Dünyanın sonunun yakın olduğunu, Babil'in yani büyük fahişenin cezalandırılacağını söyler. O dönem Babil falan kalmamıştı, yazarın kastettiği Roma idi. Apokalips biçimindeki tek Yeni Ahit metni olan "Vahiy"de oldukça sert, Kuran'ı andıran bir dil vardır. Yazarın Roma'ya duyduğu öfke her satırda hissedilir.
Başlangıçta küçük, sıradan bir Yahudi mezhebi olan hareket giderek bir halk hareketi niteliği almaya başlar. Küçük Asya, Suriye, Mısır'dan başlı***** Roma'nın batı eyaletlerine doğru yayılmaya başlar. Başlarda yaşanan sorun milliyet sorunu olmuştur. Yahudilik İbrahim'in torunlarından çıkıp farklı ulusların dine haline nasıl gelecektir? Burda Havari Pavlus'un katkısını anmadan geçemeyiz. Diğer ulusların elçisi olarak öne çıkıp mezhebin dar ulusal çerçevesini kıran o olmuştur. Yahudiliğe özgü sünnet ve kurban tartışmalarında Pavlus çok net bir tavır alır. Çıktığı geziler ve Tevrat'a getirdiği yorumlarla yeni dinin hedef kitlesini hızla genişletir. Halbuki İsa bile sadece Yahudilere gönderilmiş olduğuna dair sözler sarfetmiştir.
Aslında Yuhanna'nın vahyi de, Pavlus'un doktrinel çabaları da henüz pek bir önem taşımaz. Bu inanışa bağlı olan insan sayısı azdır ve belli belirsizlikler taşımaktadır. II. yüzyılın başlarında bile içine her çeşit masal, efsane ve mitosların karıştığı her türden vaazlar, mektuplar, "vahiyler", yığınla kilise (inanan topluluğu) arasında dolaşıp durmaktadır. Yuhanna ve Pavlus yaşamlarında bu karmaşanın önemsiz bir parçasıydı. 66 yılında Yahudilerin Roma'ya karşı isyanı ve büyük bir felaketle sonuçlanan yenilgilerinin ardından Yeruşalem'den dört bir yana dağılan Yahudiler arasında mezhebin ve özellikle Pavlus'un önemi artar.
--------------------
geleneksel roma dini dilaver
Roma dininin ikinci aşaması Latium bölgesinde köylü topluluklarının inançları çevresinde gelişen ve önceki dönemlerdeki sihir ve büyülerin de işlevlerini sürdürdükleri belli inanç ve tapımları oluşturan dinsel toplulukların oluşturdukları aşamadır.
Bu aşamanın tayin edici özelligi bireysel mülkiyetin gelişmesi, evliligin tek eşlilige dogru yol alması ve tek eşli aile kavramının ortaya çıkmasıdır. Diger soy yakınlarından ayrı yaşayan ayrı bir hane ortaya çıkmıştır. Bu kavram toplumun dinini de şekillendirmiştir. Eski toplumun totemleri, eski klan tanrıları şimdi soyların birleşmesiyle tüm toplumun tanrıları haline gelmiştir. Özel mülkiyetin yaygınlaşmasıyla ruh ya da animizm yerini tanrıya; büyü yerini dua ve sunuya bırakmıştır.
Roma dininin temelini oluşturan Latium köylü dini , ailenin yaşadıgı eve ve eve huzurunu saglayan koruyucu tanrılara odaklanmıştır. Ev ailenin tapınagı, evin reisi olan baba dinin rahibi ve yöneticisidir. Vesta aile ocagının temsilcisi , Penates kilerin koruyusu, Lanus evin kapısının bekçisi, Lares ailenin sürekliligini saglayan, Genius ailenin kutsal gücünü simgeleyen tanrılar olarak ev tanrılarının en önemlileridir. Ölen ataların ruhları olan Di Manes ev halkının huzurunun ve güvenliliginin sürekliligini saglayan ve bunun için özel tapımlarla ve günlük sunularla yatıştırılması gereken güçlerdir.
Roma'nın geleneksel dininin tanrıları Numen lerdir. Numen ler çiftçilik gelenegi ile beslenen toplumda tarım kültürü ve aile yaşantısı ile içiçe olan kutsal ruhlardır. Bu ruhlar eski gelenekten yola çıkmış ve şimdi tanrı olma aşamasındadırlar.
Alomena yeni dogmuş bir bebekten sorumludur. Nona ve Decima gebeligin kritik aylarını gözetir. Iuno evli kadının yanında yer alan güçtür. Ianus kapının koruyucusu, Terminus ise tarlanın sınır taşıdır. Bu tanrıların her biri eski klanların ata ruhlarıdır.
Romulus Roma'yı kurarken 100 Latin soyunu bir araya getirmiş, bunlara 100 Sabine soyunu katmış daha sonra bunlara 100 Etrüsk soyu da katılmıştır. Evvelce hepsi soyların koruyucu ruhları ve ataları olan bu isimler şimdi yeni toplumun tanrıları olmuşlardır.
Romalılar bir doga olayıyla kendini belli eden bu Numen'lerin isteklerini, bu doga olaylarını gözlemleyip yorumlayarak anlamaya çalışırlardı.Bu durum Roma dininde kahinligin gelişmesine ve kehanet kurumlarının gelişmesine neden olmuştur. Kehanet tanrıların gönderdigine inanılan gök gürültüsü, şimşek, yıldırım gibi bir takım doga üstü olayları ve kutsal sayılan bazı hayvanların iç organlarına bakarak ya da kuşların uçuş yönleriyle yem yeme biçimlerini yorumlayarak yapılır ve Roma'nın siyasi, askeri ve sosyal olaylarının yönünü belirlemede etkin olurdu. Bu işle ugraşan kişiler Roma senatosunun içinden ve yüksek görevlilerden seçilir ve yaptıkları işe göre adlandırılırlardı.
Özellikle kartal ve akbabaların uçuşuna göre kehanette bulunanlara Augur ( kuşbilici ), hayvanların iç organlarına bakarak kehanette bulunanlara Haruspex denirdi.
Livius ; İ.Ö. 340 yılında yapılan bir savaş sırasında Roma ordusunun muharebeye kalkışmadan önce bir kurban adadıgını ve bu kurbanın karacigerini inceleyen haruspex in o dönemin konsülü Decius'a karacigerin olagan konumunda bulundugunu belirttigini ve bu kehaneti alan Roma ordusunun, tanrıların kendi yanında olduguna inanarak savaşa giriştigini, aktarır.
Romulus'tan Servius Tulluius'a kadar hanedan anaerkil bir biçimde kızlara koca olan damatlar şeklinde devam eder. Bu dönemde anasoydan atasoya dogru bir geçiş söz konusudur. Servius Tulluius ile birlikte Roma bir devlet halini alır ve artık ataerkil tanrılar önem kazanır. Bu dönemin en önemli tanrısı Mars'tır. Ancak sembolik olarak tanrıyı öldürme törenleri yapılır.
Daha sonra savaş tanrısı olacak olan Mars başlangıçta bitki tanrısıydı. Roma çiftçileri ürünün verimli olması için Mars'a dua ederlerdi. Aryal kardeşler rahip grubu yalnızca Mars'a dua ederdi, bol bir hasat için Ekim ayında Mars'a bir at kurban ederlerdi.
Dinin bu aşamasında tek tek ailelerde düzenlenen törenler, tüm toplumu içine alacak biçimde düzenlenen törenlere dönüşünce , bu dinsel törenleri düzenleyecek ve denetimi saglayacak kurumlara ihtiyaç duyulur, ve bu durum ruhban sınıfının doguşuna yol açar. Pontifex' lik ( rahip ) kurumu ile birlikte ve Yunan etkisi ile Roma dini üçüncü aşamasına girer
--------------------
roma imparatorluk dini dilaver
Çiçero şöyle der : "Ailemiz ve atalarımızla ilgili dinsel törenleri korumak, eski zamanlar tanrılara çok yakın olduguna göre, adeta tanrılardan devralınan dini korumakla eşittir."
Roma devlet dini İ.Ö. 7 yy dan başlayarak, İtalya dışından gelen kültürlerin, özellikle Etrüsklerin inançlarıyla ve İ.Ö. 3 yy dan itibaren Yunan dininin etkisiyle üçüncü aşamasına girmiştir.
Yunan etkisiyle, Homeros ve Hesiodos'un destanlarındaki Yunan tanrıları herbirinin kendine özgü söylenceleri Roma tanrılarına Latince adlarıyla geçti. Bu dogrultuda eskiden fırtına ve çiftçilikle ilgili olan bitki Tanrısı Mars, Yunanlıların Ares'iyle özdeşleşip savaş tanrısı oldu ve Romalılar için en önemli tanrı olma özelligini korudu. Roma şimdi emperyal sömürgeci bir devlet olma yolunda ilerliyordu ve burada da Tanrı Mars a çok iş düşüyordu.
Tanrılar'ın babası Juppiter, Zeus'la; kadınların ve evliligin koruyucusu Juno Hera ile; tanrıların habercisi Mercurius Hermes'le özdeşleşti. Sanatçıların ve zanaatkarların tanrıçası ve Roma bigeliginin ruhu Minerva, Pallas Athena'nın ; aşkın tanrıçası Venüs, Aphrodite'nin öyküleriyle anıldı. Neptunus, Poseidon ; Vulcanus, Hephaistos ; bugday ve bereket tanrıçası Ceres, Demeter ; kırların tanrısı Liber ise Dionysos ya da Bacchus oldu. Avcıların ve ormanın tanrıçası Diana, Artemis'e, kardeşi Phoebus ise Apollon'a eş tutuldu.
Bu ilk dinin temeli eski klan ataları idi. Diyelim ki on klan bir kabileyi meydana getiriyordu; her klanın atası kabilenin panteonunda bir tanrı olarak yer alır ve güçlü ve hakim klanın atası ise kabilenin baş tanrısı olurdu. Dinin bu biçiminde tanrılar henüz net olarak dogadan kopmuş degillerdi. Tamamen insansı özellikler taşır, insanlar gibi yer, içer eglenirlerdi. Tek özellikleri ölümsüz olmaları idi. Kabile ya da daha sonra devlet tapımı haline geldiklerinde bu tanrılar için şölenler düzenlemek adet olmuştu. Bu törenlerde, tanrı heykelleri yiyecek ve içeceklerle bezenmiş sofraların yanındaki sedirlere yerleştirilerek halka sunulur ve insanlarla tanrılar yakın bir ilişki içinde bulunurdu.
Livius bu törenlerin 9 gün sürdügünden ve tüm kent halkının efendi-köle, soylu-halk, kadın-erkek ayrımı yapılmadan tanrıları duyumsamak ve onlara yakın temasta bulunmak için törene katıldıgından söz eder.
Roma'nın devlet tanrılarına gösterdigi bu özenin yanında siyasal yayılımı kolaylaştıracagına inanıldıgından, fethedilen ülke tanrılarına da hoşgörülü yaklaşımı vardı. Yöneticiler devlet diniyle büyük bir uyumsuzlık yaşamadıgı sürece egemenlikleri altına aldıkları ulusların dinine hoşgörüyle yaklaşmış, tapınaklarını yagmalamamış ya da tanrılarını mekanlarından kovmamışlardır. Aksine o tanrıları Roma Panteonunun içerisine dahil etmişlerdir.
İ.Ö.205-205 yılları arasında Kartaca savaşlarının en bunalımlı dönemlerinde Hannibal ile büyük bir savaşım içindeyken, bu durumdan kurtulmak için başvurdukları Sibylla kehanet kitaplarının yanıtları dogrultusunda Kybele kültünün İ.Ö. 205 te Roma'ya aktarılması saglanmıştı. Gemilerle çok zor bir yolculuktan sonra Kybele Anadolu'dan Roma'ya gelmişti. Bunun sonucu Roma'nın galibiyeti oldu.
Gene Sibylla kitapları aracılıgıyla İ.Ö. 294 yılında saglık tanrısı Aesculapius, bir yılan olarak Tiber'de bir adaya getirilmişti.
Roma devlet dininde Yunan dininin bir diger etkisi ise, tapınak anlayışında kendini göstermiştir. Roma dinindeki Numen gibi soyut bir anlayışın tapınaga gereksinim duymamasının sonucu, önceleri evin ocagını, kilerini veya eşigini ya da koru, magara, pınar gibi dogal alanları birer tapınma yeri olarak gören Romalılar Yunan'lıların etkisiyle gerçek anlamda tapınak kavramıyla karşılaştılar. Önceleri augurların falcılık yaptıkları yerler olan tapınaklar, insan olarak düşünülen tanrıların ikametgahları olarak görülmeye başlandı. Roma kentinde ilk tapınak Capitolium tepesinde Juppiter, Minerva ve Juno'ya adanarak kuruldu. Önceleri belli sembollerle betimlenen Numenler artık tanrı heykelleri ile özdeşleşti.
Yunan dininin Roma'nın dindel içerigine bir başka etkisi tanrıların efsanelerinin ve soylarının anlatıldıgı söylencelerin tanıtımı aşamasında yaşanmıştı. Cinsiyeti belli olmayan Roma tanrıları bu etkileşim sonucunda cinsiyet kazandılar ve Yunan tanrılarına benzer soy tarihleri ve aşk öyküleri oldu.
--------------------
romanın yıkılmasından duyulan korku
Şimdi ben senin yazdıklarından da yararlanarak bazı kısımları öne çıkarmaya çalışayım. Hıristiyanlığın en önemli efsanevi öykülerinden biri İsa'nın kendini insanlık için feda etmesi, çarmıha gerilip, göğe yükselmesidir. Bu öykü bir tür insan kurban etme öyküsüdür. Roma'nın kuruluşuna ait Remus ve Romulus öyküsünde de Romulus kardeşini işlediği ilk günahtan ötürü kurban eder. Eliade şöyle diyor:
"Roma tanrılarına sunulan bu ilk kanlı kurban, halkın belleğinde hep korkunç bir anı olarak kalacaktır. Kuruluşun üzerinden yedi yüzyıldan fazla bir süre geçtikten sonra, Horatius bu olayı hala bir tür ilk günah olarak görnekte ve bu günahın sonuçlarının kaçınılmaz bir biçimde Romalıların birbirini boğazlamasına, dolayısıyla kentin yok oluşuna yol açacağını düşünmektedir. Roma tarihinin her bunalımlı anında, üzerinde bir lanetin ağırlığını hissettiğini sanarak kaygı içinde kendini sorgulayacaktır. Roma doğuşu sırasında ne insanlarla ne detanrılarla barış içindeydi. Bu dinsel kaygı kentin kaderi üzerinde ağırlığını hissettirecektir."
Roma dinsel inancında çok çeşitlilik vardı. Ancak hiç kuşkusuz mucizelerin anlamını çözmek hep kafalarını meşgul etmişti. Bu iş ancak meslekten olan kahinler, biliciler, ciğer yada bağırsaklara bakıp kehanette bulunan falcılar yada sonradan Sibylla Kitaplarının şifrelerini çözümleyip yorumlayanlar tarafından yapılabilirdi. Bir tür peygamberlik inancıydı bu.
Yaşanan felaketli yıkımlar Roma halkında hep bir korku yaratıyordu: Roma'nın yok olması idi bu korku. Kıyamet gelecek ve şehir yok olacaktı. 12 sayısı efsanelerde mistik sayı olarak bir ürkü yaratıyordu. Birçokları Roma'nın kuruluşundan 120 yıl sonra kıyametin kopacağını düşünüyordu. Sonradan bu sayı sürekli değiştirildi. Bu korkuya Roma'nın en büyük saplantısı bile diyebiliriz. O kadar etkiliydi ki MS. 1000 yılında aynı korku tekrar bütün Avrupa'ya yayıldı. Bunun 2000 yılında bile olduğunu gördük.
Roma'nın altın çağını yaşadığı Augustus devrinde, Vergilius kentin kendini dönemsel olarak yenileyeceğini göstererek bu kaygıları yatıştırmaya çalışıyordu. "Jam redit et Virgo" Yani Bakire (Başak Burcu) geri geliyordu. Dünyanın her yanında bir "altın ırk" ortaya çıkar ve Apollon da onların hükümdarıdır. Aslında Augustus'un karısı Scribonia'nın hamileliliği ile ilgili olup hanedanın güven altında olduğunu, yeni veliahtın doğacağını anlatan Vergilius'un şiiirleri daha sonra hıristiyanlar tarafından İsa'nın ve Bakire Meryem'in gelişini belirten kehanet sözleri olarak kullanılacaktır