Paralel Evrenler mi? / Murry Hope

Mefetseger

Moderator
Katılım
17 Ağu 2010
Mesajlar
856
Tepkime puanı
291
Konum
Ankara
İş
Uzman Biyolog
Zamanın tek bir gerçeği var, o da bu anın gerçeği. Başka bir deyimle zaman bu ana yerleşmiş bir gerçek ve iki dünya arasında asılı durumda.

Gaston Bachelard

Bir dizi paralel evrenin bizimki ile birlikte yan yana var olduğu olasılığı konusunda, hem teorik fizikçiler hem de bilim kurgu yazarları tarafından birçok teoriler ortaya atılmıştır. Bu varoluş; birbirlerini kavramayı imkânsızlaştıracak şekilde değişik boyutlarda veya değişik frekanslarda olabilir. Bütün zaman işlemlerinin geriye döndüğü dünyaların bulunabileceği spekülasyon konusu yapılmıştır; bunun sonucunda hayat bizlerin ölüm noktası olarak gördüğümüz yerde başlayacak ve geriye ana rahmine doğru gidecektir; olaylar aynen geriye doğru giden filmlerdeki gibi görünecek, su çeşmeye geri döner şekilde, yıkılmış olan binanın kendini yeniden kurması şeklinde vs. Bu bizim anlayışımıza göre çok acayip görünüyor ve insan, Eddington’un meşhur okunun gerilmiş kirişi arkasında daha güvende hissediyor kendisini.

Enerjilenmiş Zaman Devreleri mi?

Paralel evren, ileriye doğru hareket eden zaman prosedürünün geriye doğru gidişini neden illâ içermesi gerekir?

Cevap şu: Gerekmez ama geriye doğru giden zaman, eğer varsa, maddeyi bizim bildiğimiz şekilde içermeyen ama er geç zamanın gizli boyutlarından biri olarak tanınacak seyyal bir boyut içinde fonksiyon göstermektedir. Benim burada önerdiğim, her ne kadar onların varlığı konusunda spekülasyon yapsak da henüz aşina olmadığımız zaman frekanslarının olduğudur; onların yerlerini nihayet bulduğumuzda göreceğiz ki bunlar, bizim fizik dünyası diye kabul ettiğimiz dünya dışında söz konuşudurlar. Hayır, belirsiz bir metafizik kavrama değinmiyorum, aksine, halihazır teknolojimizin kaydedemediklerini de kapsayan bütün boyutlara giren, halen keşfedilmemiş ve meçhul bir enerji alanını kastediyorum. Bu alan, terminalleri geçmiş ve geleceğe bağlı bulunan bir süper bilgisayarın karmaşık devrelerine benzeyen bir çeşit çok yönlü şebekedir. Kendisi bir enerji kaynağı olduğundan, bir kez saptandığında ve anlaşıldığında, kendisiyle iletişime girenlerin, istedikleri anda, zaman ve evren içinde hareket etmelerine olanak tanır.

Bunu, çıkışları belirli aralıklarda mevcut olan ve her biri değişik yöne giden bir otoban bağlantısı olarak görebiliriz – evrenimizde ileri veya geriye doğru; başka bir paralel fiziksel dünyada yanlara doğru veya “Uzay Yolu” veya “Dr. Who” tarzı, kavranamayacak bir boyuta doğru . Bundan dolayı gelecek zaman yolcuları, bu yol işaretlerini ustalıkla okuyan kişiler olmalılar; aksi hâlde kendilerini yanlış yönde bulabilirler veya son çıkışta doğru süratlerini iki katma çıkarmak zorunda kalabilirler – bunların hepsi de çok zaman tüketicidir! Bu çıkış noktaları, kuantum şartlarındaki enerjilerinin özel tabiatına bağlı olarak, zaman eğimleriyle veya zaman kaymalarıyla eşitlenebilir. Diğer bir benzetme, değişik indirme noktaları veya “kozmik duraklarıyla” demiryolu şebekesi olabilir, ancak trenleri bulunmayan bir hat çünki yolculuk eden kişi, kendi aracını kendi temin ediyor olacaktır. Bu sadece, enerji taşıyan demiryolu hattı veya yukarıdaki güç hattı ile irtibata geçme meselesidir; aynen elektrikle hareket eden trenin elektrik gücüyle bağlantısını sağlaması gibi; sonra gidivereceksiniz. Bilim kurgu mu? Buna inanmıyor musunuz? O orada. Gelecekteki bilimimizde önemli bir rol oynamaya yönelmiş durumda.

Paralel Evrenle temas ilk kez 1950 ve 1960′larda fizikçiler, tarafından desteklendi; kuantum fiziği ve genel rölativitenin garip bulgularından somut bir anlam ortaya çıkarma yönünde bir devrim olarak görüldü. Oysa böyle vizyonlar, gerçeğin tekrar gözden geçirilmesi kavramını gerektirir; bilimin karşılaştığı paradokslar, uzay araştırmalarımız açısından kesin olduğu ortaya konan Newton ve Einstein fiziğinden radikal biçimde uzaklaşmayı gerektirmeyecek kadar, belirsiz ve zayıf tanımlanmıştır.

Kısacası, Paralel Evren teorisi sonsuz sayıda evrenlerin varlığını ileri sürer; bunlardan birçoğu aşina olduğumuz evrenle benzerlik taşır ve içlerinde bizim dünyamıza paralel olan madde vardır ve bunların içlerinde belki de bir doppelganger (“yaşayan bir insanın ektoplâzmik dublesi) veya hayaletimsi karşılığımız vardır. Ancak ikiz ruh kavramı, hiç de yeni değildir, yıllarca değişik ezoterik öğretilerde ortaya çıkmıştır.

Amerikalı teorik fizikçi Fred Alan Wolf bizleri bu konuda temin ediyor:


Paralel evrende yalnızca diğer insanlar var olmakla kalmamalıdır; aynı zamanda belki de bu insanlar, bizlerin kopyası olabilir ve yalnızca kuantum fiziği kavramları kullanarak anlaşılabilecek mekanizmalar aracılığıyla bizlere bağlıdırlar.

Wolf, ayrıca paralel evrenlerin varoluşunu, tanıdık evren hakkındaki yeni fikirlerin birleşmesine doğru yol açan biçimde görüyor: kuantum fiziği, rölativite, kozmoloji, yeni bir zaman kavramı ve psikoloji. Öyle bir gelecek öngörüyor ki; Dış Zaman içinde çalışan, uygun bir şekilde programlanmış ve hayli karışık bilgisayarlar, günlük yaşantılarımızdaki kararları almaya yardım edecekler ve bunun dayanağı da gelecekte ortaya çıkacak ve paralel varoluşlardan alınacak derslerden elde edilen bilgiler olacak.

Ancak Wolf, dikkatli bir şekilde şunu da ekliyor:

Paralel evren deneyleri laboratuvarı, Jules Yeme tarzı bir zaman makinesinde değil de iki kulağımız arasında var olabilir.

Eğer rölativitenin paralel evrenleri, kuantum teorisindekiyle aynıysa, paralel evrenlerin bizlere çok yakın olma ihtimali vardır; bu yakınlık belki yalnızca atomik boyutlara, belki de uzayın yüksek boyutlarına, yani fizikçilerin süperuzay diye adlandırdıkları şeye kadar uzanmaktadır. Modern nörobilimi, değişmiş farkındalık durumları, şizofreni ve berrak rüya görme konusunda yaptığı araştırmalarla, belki de paralel dünyaların bizimkine yakınlığım göstermektedir.(*)

Dr. Wolf un bu son beyanıyla tamamen aynı fikirdeyim ve öyle ümit ediyorum ki ileri bölümlerde, alternatif dünyalardaki tecrübelerimizin bizleri tamamlayarak, şu andaki gerçeğimizi oluşturan inişli çıkışlı gidişimiz aracılığıyla bize nasıl yardım ettiği konusunda sizlere kanıt bulacağım. Zihin, gerçekten de, uzaylararası bilgisayarın işaretçisidir ve insanoğlu, zihnin, makinenin veya Dr. Wolf’un hayal ettiğinin daha fazlasını yapacağının farkına vardığında, en sonunda onun yerine geçecektir. Şunu önerebilir miyim acaba; belki de bizim bilgili arkadaşımız böyle bir paralel evrende geleceğin hafif görüntüsünü daha şimdiden tecrübe etti ve bu imajı, rasyonalize etmek için sağ beyin aracılığıyla sol yarışma doğru aktarmayı başardı.

Aynı şekilde, kişinin hiç ücret ödemeksizin geçip, henüz haritası çıkarılmamış evreni araştırabileceği, zamanın enerji devreleri şebekesinin bilgisini hatırlayabilirim (yoksa geleceği hatırlama mı?).

UFO fenomeni araştırmaları çok iyi bilinen Fransız bilim adamı Dr. Jacques Vallèe, “çok boyutlu evren” kavramına, bu kavramın içinde UFO’ların orijinleri konusunda mantıklı bir açıklama görmesi sebebiyle büyük bir ilgi göstermiştir. Onun inancına göre UFO’lar bir boyuttan diğer boyuta doğru yolculuk ederler ve onların bu yeteneği, bir çok özelliklerini açıklar. Buna daha önce adı geçen zaman uzay şebekesini ekleyebilir miyim?

Paralel evrenler birbirine dokunduğunda (veya bizler, istemeyerek zamanın sondaki uçlarına biraz yakın bir şekilde geçtiğimizde) her ne kadar bizler, hissettiğimizin, mevcut gerçek anlayışımıza göre normal bir şey olduğunu algılasak da gerçek sınav; duruma, şuurlu dünyamızda göstereceğimiz şekilde tepki gösterdiğimizde, ortaya çıkar. Örneğin lâmbayı yakmaya çalışırız fakat lâmba, düğmeyi çevirmemize tepki göstermeyi reddeder veya yanımızda duran birinin dikkatini çekmek için bağırırız fakat o bizim varlığımızdan bihaber ve bağırışlarımıza sağır görünür. Uykuda olduğum bir anda, böyle bir tecrübeyi yaşadığımı hatırlıyorum. Kendimi, Yeryüzü zamanı olarak farz ettiğim başka bir devirdeki oda içinde buldum; belki de 20. yüzyılın ilk bölümüydü. Bir adam aceleyle, hırpalanmış bir bavulun içindekileri alt üst ediyordu. Sanki çaresiz bir şekilde önemli bir şey arıyordu. Biri, sinsi bir şekilde odaya girdi. Odadaki adamı gelen tehlike konusunda uyarmak için bağırdım fakat o duymuyordu veya duyamıyordu.

Bıçak tutan bir el havaya yükseldi ve tam isabetle kurbanın üzerine düştü; kurban çaresiz bir şekilde perdeleri yakalayarak ölümün kucağına düşerek devrildi. Bugün hâlâ, perdeleri ve adamın ellerini en ince ayrıntısıyla tarif edebilirim. Geriye doğru, bir duvarın içinden geçtiğimi hatırlıyorum ve anîden uyandım. O zamanlar tanıdığım medyomlar, “astrai projeksiyon” yaptığımı ileri sürdüler; dolayısıyla duyulmuyordum ve kaim duvarlar içinden kaybolabiliyordum ama belki bir paralel evrenin içine de kaymış olabilirdim.

Aynı şekilde bu evrenden biri veya bu dünyadaki şartlarımızı yansıtabilen diğerleri, bizlerle iletişime geçtiklerinde aynı problemleri tecrübe edebilirler.

Benim en son ve çok sevdiğim dadımın, yatağının üzerinde asılı duran, Victoria zamanından kalma eski bir resmi vardı. Bu resimde, altından azgın suların aktığı, çürümeye yüz tutmuş köy köprüsünün kenarına çok yakın, tehlikeli bir biçimde duran güzel küçük bir çocuk vardı. Bu resimde ayrıca, çocuğu gölgeleyen Hristiyan türü bir melek ve “Rehber” yazısı vardı. Semavî ve “yol gösterici varlıklara” atfedilen belirtilerin, bazı paralel dünyaların kısa görüntüleri, bu paralel dünyalarda ikamet edenlerin, belki bizlerin parçaları ve bizleri gözleyerek hayatımızın birçok aşamalarında bizlere yardım etmeye çalışan fakat dikkatimizi uygun bir yol gösterici işarete veya mantıklı bir eylem biçimine çekemeyen varlıklar olup olmadığını, insan merak etmeden duramıyor.

Metafizik eğilimi olan fizikçilere sormak istediğim bir başka soru da şudur:
Şuurumu fiziksel aracından uzağa projekte ettiğimde, vücudum ve çevresindeki her şey neden giderek küçülür ve en sonunda kavranamaz hâle gelir? Wolf bu ve benzeri sorulara verilecek cevabın, atomaltı parçacıkların dünyasında yatabileceğini düşünüyor. Atomaltı parçacıklar dünyasının acayip davranışı, fizikçi ve Princeton Üniversitesinde itibarlı fizikçi John Archibald Wheeler gözetiminde master öğrencisi olan Hugh Everett III’ü harekete geçirerek, 1957′de paralel dünyalar fikrini kavramlandırmasını sağladı. Atomaltı dünyasında, maddî ve maddî olmayan dünya arasındaki çizgi eğer gerçekten belirsiz değilse bile hayal meyal bellidir. Deneyler sürekli olarak aynı soruyu ortaya çıkarıyor: Dalga ne zaman bir dalga ve ne zaman bir parçacıktır? Parçacıkların iki veya daha fazla olasılıkla karşılaştığı zamanki bu tutarsız davranışının, artık bir adı (yani dalga/parçacık ikiliği) olmasına rağmen yine de problem vardır. Kuantum araştırma dünyası, eldeki problemleri vurgulamaya devam eden birçok manalar ortaya çıkardı.

Örneğin kuantum dalga fonksiyonu veya olasılık dalgası; bu, dalga şeklinde uzay içinde meydana gelen olayların olasılığını sunan bir matematik formüldür. Dalga/paket ise; ne tam parçacık ne de tam dalga olan atomaltı varlıkları gösterir.

Kuantum mekaniğinde olasılık, bir bakıma eş zamanlı biçimde var olması gereken olasılıkların bir ölçüsüdür. Bu olasılıklar birbirlerine etki ettiklerinden, maddenin fiziksel özelliklerinde değişiklikler meydana getirirler. Gerçek şudur ki bilim adamları, küçük parçacıkların hareketi konusunda hâlâ karanlıktadırlar ve daha fazla bilgi edilinceye kadar yukarıdakiler ve bu araştırmaya bağlı birçok soru cevapsız kalacaktır.

Karanlık Madde


Sön zamanlarda bilim, bizleri bir dizi beyanat bombardımanına uğrattı. Bunlardan çıkaracağımız sonuç, evrenimizin göründüğünden 10 veya 100 defa daha büyük olduğudur. Kozmosun büyük bir bölümünün “kaybolduğu” söylendi bize. Cardiff’teki Üniversite Kolejinde astronomi profesörü olan Dr. Michael Disney’e göre, bugün, tutucu astronomlar bile uzayın en yakınlardaki bölgelerinin bile şu ankinden on ilâ yüz kat fazla kütleye sahip olması gerektiği ile ilgili önemli bir buluşla yüz yüze gelmektedirler. Galaksilerin çevresindeki, içindeki ve arasındaki boşluk, saptama çabalarına karşı koyan ve evrenle ilgili şimdiki teorilerle alay eden, görünmeyen devasa etkenler tarafından yönetiliyormuş gibi görünüyor.

Disney’in The Hidden Universe (Gizli Evren) adını taşıyan kitabı ilk defa 1984′te yayınlandığından beri kanıtlar bulundu. Bu konudaki iki kitabın yayını (John Gribbin ve Martin Rees tarafından yazılan The Stuff of the Universe: Dark Matter, Mankina and the Coincidences Cosmology (Evrenin Malzemesi: Karanlık Madde, insanoğlu ve Kozmolojinin Tesadüfleri) ve Lawrence M. Krauss tarafından yazılan The Fifth Essence: the Search ofor Dark Matter in the Universe (Beşinci Öz: Evrendeki Karanlık Maddenin Araştırılması), hafta sonu Guardian (23 Haziran 1990) gazetesinde birkaç sayfa içinde yer aldılar. Guardian gazetesinin bilimsel verileri basit kişilerce anlaşılabilecek bir dille anlatma yeteneğine sahip bilim muhabiri Tim Radford, bu kitaplardaki bazı olağanüstü bulguları okurlarına iletmiştir; bilhassa kozmik sicim (string) teorisini.

Dediğine göre kozmik sicim -ki bu fizikçilere göre teorik olarak mümkündür ve dolayısıyla var olduğu varsayılır – “tüyler ürpertici hatta doğaüstü bir şeydir.”

Radford bu acayip maddeyi şöyle tarif ediyor:

…. neredeyse-sonsuz şekilde ince-: Hiçbir şeye dokunmaksızın en küçük atomların içinden bir çırpıda geçecek kadar incelmiş. Işık hızına yakın bir hızla evren içinde kıvrılır veya sallanır. Ya sonsuz şekilde uzundur ya da milyon ışık yılı boyunca bir düğüm şeklindedir. Üzerine basan herhangi bir kişi için, yalnız bir tek dezavantajı vardır. Ağırdır. Bir iki santimi bile 10 trilyon ton civarındadır. Bundan dolayı eğer bir parçası vücudumuzdan geçse bunu hissetmezsiniz; yalnızca uç noktalarınızı saatte 16.000 km hızla bir araya getiren kütle çekim gücünü hissedersiniz.

Kozmik sicim, yaradılışın karanlık bölümü için bir adaydır. Belki de yoktur fakat bilim adamları onu bulmaya çalışıyorlar çünki bu, evrendeki en büyük soruya cevap verecektir. Bu soru da, evrenin büyük çoğunluğunun nerede saklandığıdır.

Süpersicim Teorisi

Bu teori, Londra’daki Queen Mary Kolejinden Mike Green tarafından geliştirildi ve şüphesiz Gribbin/ Rees’in önermesi ile uyuşuyor. Bu konu hakkındaki Parçacık Patlaması adlı yazısında Frank Close, teorinin bizimkiyle birlikte hareket eden bütün bir gölge evren varlığını öngördüğünü düşünüyora benziyor.

Close ekliyor:

Bizim bildiğimiz evren, bu sicimlerin yalnızca küçük bir parçasından oluşmuştur. Bizimkiyle aynı yerde bulunan daha ağır bir evren, süpersicimlerin daha ağır bölümlerinden yapılmış olabilir. Sicimlerin diğer bölümlerinde, belki de başka evrenler veya başka boyutlar vardır.

Karanlık madde veya evrenin diğer % 90 veya % 99′u için araştırma devam ediyor. Şu ana kadar az bir başarı sağlandığı görülüyor. Bunun sebebi de (Radford’un önerdiği gibi) bütün adayların “karanlık atlar” oluşu. Örneğin “wimp”ler (zayıf etkileşimde olan büyük parçacıklar) ve “macho’lar (büyük yoğun hale objeleri) önerilmiş fakat bulunamamışlardı. Her kozmik nükleer reaksiyondan ortaya çıkan, ne yüke ne kütleye sahip kavramsal parçacıklar -nötrinolar- belki aday olabilirler ama ancak eğer belirli bir kütle ortaya çıkarırlarsa.

Öyle görünüyor ki bunların çok azı varlıklarını hissedilir hâle getireceklerdir. Kahverengi cüceler, yani yanacak kadar büyük derecede büyüyemeyen yıldızlar ve manyetik monopoller -yani kutupluluğa sahip olmayan yalnız şeyler- Gribbin ve Rees tarafından hesaba katılmamışlardır. Böylece tekrar kozmik sicime veya süper sicime gelmiş bulunuyoruz.

Kuarklar ve Diğer Atomaltı Harikalar

Parçacık hızlandırıcıları atomaltı gizlerini ortaya çıkarmazdan önce, parçacık fiziğinin standart modeli; bütün maddelerin iki çeşit parçacıktan oluştuğu fikrini destek****liyordu: leptonlar ve kuarklar. Bu parçacıklar dört kuvvetin aracılığıyla (güçlü, zayıf, elektromanyetik ve kütle çekim gücü) etkileşirler ve salkımlar hâlinde toplanırlar. Lepton, elektron, mu on, tau parçacıkları ve onların bağlı bulunduğu nötrinoların’da dahil olduğu basit parçacıklar ailesinin herhangi biri olarak tarif edilir. Hepsinin 1/2′ye eşit spini ve mezonlarınkinden daha küçük kütleleri vardır. Kuarklar, maddenin temel teşkil edici öğelerinden biri olduğuna inanılan atomaltı parçacıkları ailesine aittir.

Proton ve nötronlar nasıl atom çekirdeğini oluşturuyorlar ise, aynı şekilde bu parçacıkların da kuarkları içerdiği düşünülüyor. Kuarklar, kendileri ile ilgili çalışmasından ötürü Nobel ödülünü kazanan, California Teknoloji Enstitüsü fizikçisi Murray Gell-Mann tarafından adlandırılmıştır. Gell-Mann, bu adı, James Joyce’un Finnegan’s Wake (Finneganin Uyanışı) adlı eserindeki bir satırdan almıştır. O satır da şöyledir: “Muster Mark için üç kuark.” Kuark deyimi Almancada, süzme peynir türü bir tatlının adıdır. Ayrıca yine Alman argosunda “saçma” anlamına gelir.

Kuarklar birkaç değişik şekildedirler: Yukarı, Aşağı, Üst (Gerçek olarak da adlandırılır), Dip (Güzellik olarak da adlandırılır), Acayip ve Cazibe; bunların her biri de sırasıyla bir renge bölünür: kırmızı, yeşil ve mavi. Bir proton veya nötron üç kuarktan oluşur; her bir renkten bir tane. Protonlarda iki “yukarı” ve bir “aşağı” kuark vardır; nötronlarda ise iki “aşağı” ve bir “yukarı” kuark vardır. Değişik tür kuark tiplerinden oluşan parçacıklar da yaratılabilir. Fakat bunların kütlesi büyüktür ve çabucak proton ve nötronlara doğru bozulurlar. (*) Yandaki tablo Lederman ve Schramm’a göre, leptonların ve kuarkların mevcut standart modelini gösteriyor. (**)

Bazı teorisyenler, örneğin Londra’da çalışan Pakistanlı fizikçi Abdus Salam, kuarkların altında başka bir parçacık realite seviyesi olduğunu ileri sürer. Salam bunları preonlar diye adlandırıyor ve “her kuarkın biri tadı, diğeri ise rengi tanımlayan iki preondan oluştuğunu” ileri sürüyor (L.M. Lederman ve D.N. Schramm, From Quarks to the Cosmos (Kuarklardan Kozmosa, sayfa 161). Her şey teorisini desteklemek için Lederman ve Schramm şunu öneriyorlar: Bütün bunların altında, bütün parçacıkları ve onların etkileşmesini sağlayan bir güç bulunmalıdır. Bu, metafizik bir anlam taşıyor gibi.

Bütün bunlar, büyük bir taşı kaldırıp altında tuhaf, çekici ve biraz korkutucu yaratıklar bulan bir çocuğa benzetilebilir. Kişi, Yaratıcı ve insan arasındaki görünmeyen dünyada var olan sonu gelmez aracılar sicimine inandıkları için eskilerin haklı olup olmadığını merak etmeden du****ramıyor. Bunların tanrılar, şeytanlar, doğa ruhları, melekler bağlamında görülmesi olgusu, pek önemli değil. Yine de Gnostiğin “iyi demonları”, Hristiyanlığm melekleri, Yunan mitolojisinin yarı tanrıçaları ve sentorları, Mısır’ın ve Doğunun hayvan kafalı tanrıları tabiî ki kendilerinkini bir “yukarı kuark” veya “wimp”e yeğ tutacaklardır. Veya belki de bu, onların birçoğunun olduğu şey midir? Avukat ve Cambridge’te klâsikler konusunda akademisyen olan John Ivimy’nin çıkardığı sonucu hatırlıyoruz.

Şöyle yazmıştı:

“Klâsik tarihçiler, geleneksel olarak büyü masallarını, bilimsel dikkate değer olmadıkları gerekçesiyle kabul etmezler. Oysa bize göre, cadının süpürge sopasına, veya büyücünün değneğine değinilmesi, bir bilim adamının lâboratuvarının kokusunu taşır.” (*)

Dinsel kitaplarda bahsedilen Tufandan çok önce, süper sicimlerin ve bunların karşılıklı kozmik kardeşliğinin gizlerini belki de bizim bugün bildiğimizden daha iyi bilen, çok ileri bir insan ırkının var olduğu bir zaman vardı ve belki de onların bilgileri zaman. içinde dejenere olup, batıl inançlara ve ilkel türden folklora dönüştü.

En iyi tahminle köktendinciler bütün bunları şüphesiz küfür olarak kabul edeceklerdir. Fakat Einstein’in öğüdünü kabul etmeyi tercih ediyorum: “Bilimi olmayan din kördür; dini olmayan bilim topaldır.” Başka bir deyişle, her ikisine de yer vardır fakat biri mantıkla diğeri ise sezgi ile yumuşatılmalıdır. Din görevlisi erkekler (ve umarız ki, çok geçmeden kadınlar) arasında belki de en aydınlanmış olan****lar; inancın bilimsel geçerliliği olmayan “batıl itikatlarını” bilimin keşifleriyle gittikçe daha fazla birleştirmektedirler.

Eski bir din görevlisi, şimdi ise şair ve yazar olan Tony Grist, Guardian gazetesindeki Yüzünü İmana Döndür adı altındaki köşe yazısında (21 Ocak 1990) şunları ileri sürüyordu:

Görünen, elle tutulur olan kozmos; birbirlerine dokunmaksızın ya da karışıklığa sebep olmaksızın birbiri içine nüfuz eden bir dizi paralel evrenlerden yalnızca biridir. Tıpkı, bütünlüğünü kaybetmeksizin aynı mekânı işgal eden değişik frekanslardaki radyo dalgalan gibi…

19. yüzyıl materyalizminin batıl inançları, tıpkı dinin batıl inançları gibi geçmişte kalmıştır. Açık fikirlilikle ılımlılaştırılmış olan agnostisizm, yani bilinemezcilik tek dürüst gidiştir, Yeni, genişlemiş kozmosumuzda, her şey oluşabilir. Uçan dairelerden kutsal varlıkların vizyonlarına kadar bütün fenomenler, köklerini bir paralel evrende bulundurabilirler; bunlar da bizler gibi fiziksel realitenin bir parçasıdır.

Fizikçiler, Belirsizlik Prensibinin zaman ve kuantum dünyalarında kendisini gösterebilmesinin muhtemelliği konusunda bazı tuhaf örnekler ortaya attılar. Bunlardan en iyi bilinenleri şüphesiz, Schrödinger’in Kedisi, Wigner’in Arkadaşı ve Einstein-Podolsky-Rosen paradoksudur. Daha yakın zamanlarda bunlar ya tartışıldılar ya da Bell teoremi, Chew’un ayakkabı bağı felsefesi ve Bohm’un hologram analojisi gibi teorilerle karşı karşıya kaldılar. Tüm bunların zamanla ilişkisi olduğundan, bunların birkaç kısa özetini vereceğim. Daha fazla bilgi, bibliyografyadaki kitaplardan elde edilebilir.

Schrödinger’in Kedisi


Kuantum mekaniğinin dalga teorisini tasarlayan Avusturyalı fizikçi Erwin Schrödinger (1887-1961), “kedi paradoksu” olarak bilinen şeye dikkat çekti. Bu teori için Schrödinger’in ortaya attığı senaryo, bir Rube Goldberg aleti içeren bir kutuya bir kedinin kapatılmasıydı. Bu kutudaki alet, tek bir kuantum olayının, yani bir atomun radyo****aktif deşarjı sonucuna bağlı olarak siyanür gazını yayacak ya da yaymayacaktır.

Paradoksun dayandığı gerçek şudur: Kedi, atomun deşarj ihtimalinin %50 olduğu bir zaman dilimi içinde kutuda kalacaktır. Hiç kimse ne olduğunu araştırmadığı takdirde, kedi ölü müdür yoksa canlı mı? Kopenhag okulu, bu soruya cevap bulamamış gibiydi. Paralel Evren teorisi öğrencileri ise, ayrı fakat eşit dünyalarda kedinin hem ölü hem de diri olacağını ileri sürdüler. Bu paradoksun Zohar, Eysenck ve Sargent tanımları ayrıntılı olarak “Zamanın Metafiziği” adlı bölümde verilmiştir. Ayrıca fenomenin değişik şekilde tezahürlerinin metafizik ve psikolojik yorumları yapılmıştır.

Wigner’in Arkadaşı

Adı geçen Wigner, kuantumun öncüsü Profesor Eugene Wigner’dir ve Schrödinger’in meslektaşıdır. “Arkadaşı” ise farazi bir kişidir ve kediyi bulunduran kafesi tutmaktadır. Ne olduğunu görmek için kafesin içine bakmaya karar verebilecek kişidir. Kedi ölü mü olacak yoksa diri mi? Profesör Wigner’in arkadaşının ve kafesteki kedinin birlikte kapalı bir odada bulunduklarını hayal edelim.

Wolf şunları söylüyor:

Eğer profesör, arkadaşı kediye bakmış olmasına rağmen, arkadaşına bakmamış olsaj arkadaşının kediyi canlı görmesi durumunda mutlu mudur yoksa kediyi ölü görmesi durumunda üzüntülü müdür, bilemez. Kopenhag’ta yazılmış kuantum kurallarına göre, profesör bakıncaya kadar, arkadaşının durumu konusunda karar verilmez. Paralel evren savına göre ise, arkadaş ve kedi iki değişik düzende de vardırlar. (*)

Epr Paradoksu

Albert Einstein, Boris Podolski ve Nathan Rosen’in adlarını taşıyan ve fizikte EPR deneyleri olarak bilinen şey, yerellik ve yerel olmayış problemiyle ilgilenir. Bu bağlamdaki yerellik, uzay ve zaman içinde bir noktada oluşan herhangi bir şeyin yalnızca olayın yakın çevresindeki etkilere bağlı olduğu durumları anlatır. Bundan dolayı kuantum mekaniği yerel olmayan olarak kabul edilir. Einstein’ın, kuantum mekaniği konusunda aşırı derecede şüpheli olduğu görülür. Bunun sonucu olarak, iki parçacığın birbiriyle etkileştiği ve sonra aralarında bir hayli mesafe olacak şekilde ayrıldığı bir deney yapmıştır.

Bu şartlar göz önüne alındığında, birleşik sistemin kuantum durumu şunu göstermiştir: Bir parçacık üzerinde yapılan ölçümler, birinciden bir hayli uzakta olan ikinci parçacık üstünde yapılan ölçümlerin sonucunu etkiler.

Bu, Einstein in mantığına karşı gelir gibi göründü; dolayısıyla adını “tekinsiz uzaktan aksiyon” şeklinde değiştirdi. (*) Aynı deney parapsikoloji araştırmalarında da kullanıldı; ulaşılan sonuçlar ise şunu önermektedir: Bir gözlemci, kendisinden ne kadar uzakta oluşursa oluşsun bir olaya etki edebilir. Bu da gösteriyor ki dalga fonksiyonunun çökmesi uzaysal olarak sabit kalır; aynı zamanda bu paradoksun belirli bazı uygulamalarında, çöküş, zamansal olarak sabit kalma özellikleri gösterebilir. Başka bir deyişle, burada sahip olduğumuz şey, uzay ve zaman kısıtlamalarıyla sınırlanmamış olan gözlem sonuçlarıdır. Dolayısıyla psi ile ortak noktalar gösterdikleri söylenebilir. (**)

Bell Teoremi

Einstein ve arkadaşlarının formüle ettikleri meşhur paradokstan otuz yıl sonra, Avrupa Parçacık Fiziği Merkezinde (CERN) teorik fizikçi olan John Bell, EPR deneyine dayanan bir teorem ortaya çıkarmıştır. Bu teorem, gizli yerel değişkenlerin varoluşunun, kuantum düşüncesinin istatistiksel tahmin edilebilirliği ile bağdaşmadığını ve dolayısıyla Einsteinin gerçek kavramıyla birbirine zıt olduğunu göstermiştir. Deneyler göstermiştir ki iki foton birbirine öyle yakın bir şekilde bağlıdırlar ki, uzay ve zaman, İç Zaman farklarına rağmen hiçbir şekilde fotonların birbirleriyle anlık irtibatına etki etmemiştir. Başka bir deyişle fotonlar, Dış Zaman içinde iletişim kuruyorlar. Bu senaryo, uzaktan şifa ve insanların, düşüncelerini ve dualarını yollamadan önce gözlerinin önünde akrep ve yelkovanı öğlen 12′de olan bir saati canlandırmaları istendikleri zincirlenmeler ve “armonik toplanma” çeşidinden ezoterik pratiklerde tekrarlanmaktadır; ki bu da Dış Zaman iletişim usulünü kullanmaktadır.

Ayakkabı Bağı Felsefesi

Bu teoriyi ortaya atan ve destekleyen fizikçi Geoffrey Chew’dur. Ayakkabı bağı kavramı, özel bir parçacıklar teorisi kurmak için meslektaşlarıyla üstlendikleri bir çalışmadan çıkmıştır. Ayakkabı bağı felsefesi, modern fizikteki mekanik dünya görüşünün son inkârını oluşturduğu şeklinde görülmektedir.

Evreni; “…birbirine bağlı olayların dinamik bir ağı. Bu ağın, hiçbir parçasının özellikleri temel değildir; hepsi diğer bölümlerin özelliklerinden çıkmışlardır. Ve bunların karşılıklı bağlantılarının tutarlılığı, bütün ağın yapısını belirler.” (*) şeklinde algılar. Chew, teorilerinin metafizikle komşu olması bakımından daha bütünsel bir bilim görüşünü kabul eden yeni tür fizikçilerden biridir.

Bohm’un Hologram Analojisi

Profesör David Bohm’un, bilimsel bağlamda şuur ile madde arasındaki ilişkiyi araştırma konusunda, kendi alanında herkesten daha ileri gittiği bazı fizikçiler tarafından kabul edilmiştir. Bohm’un ana kaygılarından biri ‘kırılmamış bütünlük” kavramıydı ve EPR deneyi ile örneklenmiş olan yerel olmayan bağlantıları, kendi teorisine katkıda bulunur biçimde görmüştür. Bohm uygun bir analoji olarak holograma yönelmiştir çünki kırılmış olan bütünün her parçası, görüntünün (daha az detaylı olsa bile) tam bir imajını içermektedir. Her ne kadar yararlı olsa da, Bohm, hologram analojisinin atomaltı seviyedeki “örtülü düzen’in bilimsel bir modeli olarak sınırlarının farkındaydı. Bunun sonucu olarak kendi hipotezini tarif etmek için kendi deyimini ortaya attı: holohareket. Bohm’un vardığı sonuçları, Wholeness and the Implicate Order (Bütünlük ve Örtülü Düzen) adlı kitabında bulunabilir. Bohm’ın fikri üzerinde görüş bildiren Capra şöyle yazıyor: “Bohm’a göre uzay ve zaman, holohareketten ortaya çıkan formlar olarak beliriyor; onlar bile düzenin içinde kucaklanıyorlar.” (*)

Lyall Watson daha sonraları reenkarnasyonun metafizik teorisini açıklamak için, aynı hologram analojisini kullanmıştır.

Kara Delikler

Wolf kara deliği şöyle tarif eder:

Uzayın , muazzam bir kütle çekim alanı içeren küresel bir bölgesi. Alan o kadar büyüktür ki yüzeyinde bulunan her şey içine emilir, ışık dahil . Mıknatıs gibi çevresinde bulunan her şeyi çeken bir küre hayal edin. Güneş ışığını da emdiğini düşünün, işte size bir kara delik. (**)

Wolf’un sözünü ettiği uzay içindeki bu bölge, kendi çekim gücü altında çöken bir yıldız tarafından meydana getirilir. Bu oluşumun boyutu o kadar güçlüdür ki, yıldızın çekim alam her türlü maddenin, ışığın veya diğer manyetik radyasyonun bölgeyi terk etmesini engeller. Başka bir deyişle, bu, dönüşü olmayan bir yolculuktur.

“Kara delik” terimi, 1969′da Amerikalı bilim adamı John Wheeler tarafından ortaya atılmıştır ve 1973′te bir John Taylor klasiği olan Black Holes (Kara Delikler) ile popüler olmuştur. Bu fenomenler bilim kurgu yazarlarına ilham kaynaklan oluşturmuş; bu yazarlar halka, bu deliklerden birinde yok olan ve kendilerini bir paralel evrende veya değişik bir zaman periyodunda bulan uzay araçları konusunda acayip hikâyeler sunmuşlardır. “Zaman Eğimleriyle Zaman Eğimleri, Düğümleri, Kaymaları ve Kapsülleri” adlı bölümde ilgileneceğimizden, şu an için kara deliğin bu niteliğini bir kenara bırakıyor ve kara deliklerin, bilimsel bakış açısından gerçekten ne olduğu konusuna yoğunlaşmak istiyoruz.
Kara delikler, bazı fizikçiler için, kötü kader gibi görünüyor.

Örneğin, John Gribbin şunları söylüyor:

Her nerede bir bölgede yeterli madde toplandı ise – ‘yeterli’nin yalnızca bizimki gibi birkaç Güneşe eşit olması gerekir – rölâtivite teorisinin denklemlerine göre öyle görünüyor ki, o kütle çekimi nihaî “karşı konulamayan güç” hâline geliyor, maddeyi matematiksel tekilliğe doğru eziyor ve onunla birlikte, uzay-zamanın dokusunu da eziyor. Tekilliğe ulaşılmazdan önce, süper yoğun nesnenin etrafındaki kütle çekimi o kadar güçlüdür ki ışık bile kaçamaz ve dolayısıyla “kara delik” terimi de buradan gelir. İçinden kaçışın imkânsız olduğu bölge, bu tekilliğe doğru nihaî çöküşün kaçınılmaz olduğu bu bölge, ‘olay ufku’ denilen şeyle siniri anıyor.
(*)

Bütün bunlar, şüphe yok ki sokaktaki adama korku veren şeyler. Bana göre kara delikler, belirli türdeki maddenin frekanslarını veya dalga bantlarını ciddî biçimde değiştiren kuantum sıçrayışlarının araçlarıdır. Örneğin, bir evrenin malzemesini başka bir paralel alanın malzemesine döndürüyorlar veya başka bir kozmik zaman bölgesinde yeni bir evren oluşturuyorlar ve dolayısıyla zaman enerjileriyle bağlantıları açıkça ortada. Bir metafizikçi olarak, evreni, ya kendi kendine programlanmış ya da bir tür kavranamayan Zihin tarafından etkilenen kesin bir mekanizma olarak görme eğilimindeyim. Bundan dolayı, her parça; yerine getirmesi gereken, açık şekilde tanımlanmış bir fonksiyona veya resmin bütünü içinde oynaması gereken bir role sahip. Bu özel kapasitelerimizi şimdi belki anlamakta güçlük çekebiliriz fakat onlar, türümüz geliştikçe, bizlere gittikçe artan bir şekilde açık hâle gelecektir.

‘Zamanın devreselliği’ni ilgilendiren kendi görüşlerini ışığında, Gribbin, dikkatimi çeken ilgi çekici bir açıklamada bulunuyor:

Whüe Holes (Beyaz Delikler) adlı kitabımda, uzaydaki deliklerin mevcudiyetine dair fiziksel işaretleri ve Evrendeki uzay-zaman tekilliklerinin varlığını tarif ettim. Varsayımsal bile olsa böyle delikler sayesinde bir tür kozmik metro yoluyla uzayda yolculuk fikri, Adrian Berry tarafından The Iron Sun (Demir Güneş) adlı kitabında ayrıntılı olarak işlenmiştir. Burada tabiî ki uzay-zamanın, bir tekilliğin yoğun kütle çekimi sonucu imha olmasının diğer yanı hakkında, zaman içinde yolculuk olasılıklarının ortaya çıkması hakkında bilgi istiyoruz. (*)

Belki de benim zamanlar arası şebeke teorisi hiç de o kadar aşırı değildi. Fakat Gribbin’in kitabı 1979′da yayınlanmıştı ve bu alandaki bilimsel buluşlar sonraki on sene içinde o kadar hızlandı ki, fizikçiler bile onları takip etme konusunda zorlandılar. Gerçekten de, bu konuda karşılaştığım, tam anlamıyla yetenekli bilim adamları tarafından yazılmış olan birçok araştırmanın yazarlarının çoğu, çağ****daşlarının teori ve buluşlarından tamamen habersiz görünüyorlar; ayrıca mevcut araştırma malzemesinin yorumlanması konusundaki görüşler, büyük ölçüde değişiklik arz ediyor.

Örneğin Hawking’in kara deliklere yaklaşımı temel olarak tekniktir ve daha çok çökmüş yıldızlardan aktüel oluşumlarına konsantre oluyor. Dolayısıyla, okuyuculardan teknik bilgiye ilgi gösterenlere Hawking’in eseri önerilir; bu eser uygun diyagramlarla yeterince izah edilmiştir. Öte yandan Davies, Gribbin ve Wolf; kozmos yorumlarını psikoloji, metafizik ve insan bilimleri ile harmanlayarak daha geniş bir yaklaşımı kabul etme eğilimindedirler.

Beyaz Delikler

“Kara delikler” terimi ile, yaratıcı bilim kurgu hikâyelerinde veya popüler basında karşılaşmamıza rağmen, bunların zıt lan olan “beyaz delikler’e çok seyrek değinilmiştir. Beyaz delik, olay ufkundan geçen uzay-zaman tekilliğinden ortaya çıkan maddenin oluşturduğu varsayımsal astrofiziksel nesne şeklinde tarif edilir. Kara delikler gibi beyaz delikler de uzay-zaman tekilliği ile bağlantılıdırlar. Fakat madde kara delikte kaybolup evrenden dışarı doğru zorlanmasına karşın, beyaz delikten, Gribbin’in “kozmik fışkırma” diye tanımladığı şekilde, dışarı akar.

Burada karşımıza çıkan, maddeyi emen, tekrar organize eden ve sonra da evrene geri gönderen bir sistem midir? Ama geri gönderilen tıpatıp aynı madde midir yoksa bir delikten içeri girip diğerinden çıkana dek yaptığı yolculukta bir değişikliğe uğramış mıdır? Örneğin, oluşum aşaması içindeki yeni galaksilerin, kara delikteki dönüştürücü bir değişim için evrendeki yerini boşaltan, yaşlanmakta olan bir sistemin parçası olmadıklarını nereden biliyoruz? Çıkan sonuç şudur: Yıldızların veya galaksilerin doğum ve ölümleri sürekli devam eden bir oluşumdur ve ezoterik inancın önemli ilkelerinden biri olan doğum, ölüm ve tekrar dirilme çemberine benzetilebilir.

Eski Mısırlılar Khet Khet veya “Çifte Ateş” fikrine bağlıydılar: dağıtma ateşi ve katılaşma ateşi; ve bunlar Nefitis ve Isis tanrıçalarıyla temsil ediliyorlardı. Nefitis her zaman “siyah” veya “gizli” olan kutsal varlıktı; oysa Isis, annelik vasfıyla temsil edildiği üzere katılaştırma ışığını taşıyordu; Isis yeni oğul (yoksa güneş mi?) Horus’u doğurmuştur. Temel kozmik bilgi, basit bir hikâyede saklanmıştır ve adı geçen kuvvetler, izah kolaylığı için kişileştirilmişlerdir. Bütün bunlar konusunda daha fazla bilgi “Efsane, Tarih ve Dindeki Zaman” adlı bölümde ele alınacaktır.

Kurt Delikleri

Kara/beyaz deliklere çok yakın dost olanlar ise, belirli bir evrendeki uzak bölgeleri veya bir evreni diğer bir paralel evrenle bağlayan uzaydaki açıklıklar olarak tanımlanan kurt delikleridir. “Kurt deliği” adı ilk defa John Archibald Wheeler tarafından kullanılmıştır ve o zamandan beri, kuantum topologları tarafından enerjinin bir evrenden diğerine sızdığı noktalan tanımlamak için kullanılmıştır. Kurt delikleri, kara deliklerin içinde ortaya çıkar ve türlü şekillerde ve ölçülerde olurlar. Örneğin, küçük bir parçacık, eğer mikroskopik açıdan bakılırsa, bir kurt deliği olabilir. Wolf, Hawking’in şunu belirttiğini açıklıyor: Çok açık olmasa bile, kurt delikleri aracılığıyla evrenler arasından sızan tek şey, enerji değildir; bilgi ve düzen kavramı da diğer iki olasılıktır.

(*) Zamanın labirentli dairesinin bazı kanalları, gittikçe daha açık şekilde tarif edilmiş hâle gelmektedir.


“Delik” fenomenleri bazen, denklemlerin “uydurması” diye eleştirilmiştir. Eğer kişi bunları bu ölçüte göre tartarsa, Büyük Patlama teorisini üretenin de aynı denklemler olduğu söylenmelidir. Teorik fizik, birçok hipotez için deney alanı olmuştur; bunlardan bazıları, örneğin, şu andaki bazı uzay araştırmaları nihaî olarak ispatlanmıştır; halbuki diğerleri hâlâ gizem olarak kalmıştır. Bütün bu gizemler, herkesi tatmin edecek biçimde deneysel olarak çözüme kavuşuncaya kadar, “kara deliğin içinde ve beyaz delikten dışarı” tabiri, aynen Khet Khet gibi şaşırtıcı bir şey olarak kalacaktır.

Kitabımızın konusu zaman olduğundan, ister kara ister beyaz, deliklerin enerji olarak zaman kavramıyla ilgisi nedir diye sorabilirsiniz. Bilimsel kaynaklardan elde ettiğimiz az miktarda bilgi, ister safi kütle çekimsel alanla bağlantılı olsun ister henüz farkına varmadığımız başka özellikler taşısın, bu fenomenlerle bağlantılı bulunan bu enerjilerin, dönüştürme vasıfları olduğu fikrini güçlendirir nitelikte görünmektedir. Tamamıyla metafizik bakış açısından bakıldığında, zaman enerjileriyle bağlantıları açık olarak ortadadır çünki zaman en yüce dönüştürücüdür. Kara delik ile onun zıddı arasında var olduğu spekülasyonu yapılan “zaman /zamansızlık kanalı” boyunca bir yerde, dönüşüm oluşur. Tıpkı her birimizin karanlık bir tünel içinden geçerek “ölümün kara deliğine” girip ötedeki beyaz ışığa varışımız, güneşimiz diye çağırdığımız yıldızın ışığını gözlemek için benzer bir tünelden geçerek yeniden doğumda ortaya çıkışımız gibi. Bu metafizik bir göz yıkama mı? Hayır, değil.

Lyall Watson, Helen Wambach, Edith Fiore ve kendi alanlarında seçkin diğer birçok araştırmacı şu fikri onaylıyor görünüyorlar:

Bize ne olursa diğer bütün değişik evrenlerdeki, hatta var olan teknolojimizle henüz saptayamadıklarımızda ki her şeye aynı şey olur. Bu açık şekilde tanımlanmış daire, en küçük parçacıktan evrenin merkezine kadar, bütün seviyelerde ve her şeyle birlikte tekrar edilir. Metafizik kardeş olan bizler, Kozmik Kanuna değinmekten hoşlanırız. Peki, ya bunu gerçekleştiren temsilci nedir? Zaman!

Murry Hope
 

göçmenoğlu

Kayıtlı Üye
Katılım
10 Şub 2010
Mesajlar
719
Tepkime puanı
128
Yaş
48
Konum
Manisa merkez
İş
Elektironik müh.
[video=youtube;_qJ00voGAFs]http://www.youtube.com/watch?feature=player_detailpage&v=_qJ00voGAFs[/video]
 
Üst