Mükemmel Dünya

aris

Kayıtlı Üye
Katılım
3 Tem 2008
Mesajlar
660
Tepkime puanı
143
“Kendine Yapılmasını İstemediğini, Başkasına Yapma...”

Bildiğimiz gibi, doğa’nın özündeki kural sevgidir, toplumumuzdaki herkese en üst seviyede ilgi göstermeli ve sevgi vermeliyiz, kendimize gösterdiğimiz ve verdiğimiz gibi. Bakalım bunu inancımıza taşıyabilecek miyiz?

Belki bu konuya pratik yönden de bakmamız lazım. Kanımca felsefeyi işe karıştırmamam okuyucu için daha faydalı olacaktır. Nesiller boş felsefelerin pratikte nasıl yanlış uyarlandıklarını iyi biliyorlar. O zaman milyonlarca insan bir felsefenin yanlışlığının kanıtlanması için acı ve ızdırap dolu bir hayata mahkûm olabilirler. Sonuç olarak, tüm felsefe çökebilir...

Dünyamızı ve doğanın kanunlarını inceleyerek ve sonuçları kanıtlanmış gerçeklerin temellerine oturtarak doğa’nın kurallarını takip etmemiz gerektiğini görebiliriz.

Dünyamızdaki mevcut doğa düzenine şahit oldukça, inanılmaz bir kontrol mekanizmasının varlığını net bir şekilde görebiliriz (hem mikro, hem de makro boyutlarda). Mesela kendimizi örnek alalım – insanoğlu.

Babadan bir hücre, annenin içindeki güvenli bir yere gelir. Rahimde gelişmesi ve büyümesi için her türlü ihtiyacı ona verilir. Doğup ayrı bir varlık olana kadar onu hiç kimse incitemez. Sonrasında bile, doğa anne ve babaya çocuklarına karşı gereken davranış hissiyatını verir. Dolayısıyla çocuk etrafındaki sevgi ve ilgiden son derece emindir.

Tıpkı insan gibi, hayvanlar ve bitkiler de sonraki nesillere çok iyi bakarlar. Ancak, yeni organizmayla birlikte yeni bir kişi doğmuş olur ve yaşam mücadelesine başlar. Bu mücadele gün geçtikçe artar. Mücadele içinde geçmeye başlayan hayat, hayatın ilk günlerindeki sevgi ve sıcaklık dolu ortamın tam tersidir. Bu inanılmaz çelişkiyi sorgulayan bu dünyadaki kontrol sorusu, tarih boyunca insan aklını meşgul etmiş; birçok teorinin de doğmasına neden olmuştur.

Evrim: Bu eski teori, bu çelişkiyi açıklamaya bile gerek duymamakta. Doğa dünyayı yarattı ve her şeyi kontrol ediyor. Evrimcilerin inancına göre, hissiz ve düşünmeyen Doğa, kesin fiziksel kanunlar dâhilinde cinsler yaratır. Yaratılan bu cinsler “en güçlü olan hayatta kalır” kanununa bağlı olarak evrim geçirir ve gelişirler. Bu teoriye göre Yaratan’a “Doğa” denir, yani hissiz ve duygusuz anlamında...

Evrensel Karşıtlık: Doğa’nın inanılmaz bilgeliğinin insan kapasitesinin çok üzerinde olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla, geleceğin tahmini ve gelecekte yaratılacakların “programı”, geribildirim içermek zorunda. Bunları veren (Doğa); ek olarak zeka, duygu ve hafıza özelliklerini de barındırmak zorunda. Yoksa doğanın her safhadaki yönetiminin şans eseri ve tesadüf olduğuna inanmamız mümkün değil.

Evrensel karşıtlık fikrinin doğmasına bu düşünce zinciri neden olmuştur. İki kutup var, biri pozitif, diğeri ise negatif. (Neyin ya da kimin, doğanın mı?) Zekâları ve hisleri var ve bu özelliklerini yarattıkları tüm varlıklara verirler. Evrensel karşıtlık teorisinin gelişmesi başka teorilerin de doğuşuna sebebiyet vermiştir.

Doğanın mekanizmasının incelenip farklı özelliklerinin ayrıştırılmasıyla, tıpkı eski Yunanlılarda olduğu gibi, “birçok Tanrı” ve din yüzeye çıkmıştır. Bu inanışa göre her tanrı, bir gücü veya bir alanı kontrol ediyor. Bilim adamları, teknolojik araçlar ve araştırmalar sayesinde, dünyamızdaki bazı alanlar arasında bir bağ olduğunu buldular. Bu yüzden “birçok” gücün dünyamızı kontrol ettiği fikri terk edilip yeni fikirler ortaya sürüldü. Basit anlamıyla, tek bir gücün bizi sardığı ve dünyayı erdemle kontrol ettiği fikri. İnsanoğlu bu güce kıyasla etkisiz olduğu için, biz de (insanoğlu) kendi halimize bırakılmış durumdayız.

Dünyanın yaratılışı ve kontrolüyle ilgili tüm bu teoriler, insanoğlunun ızdırabını gideremedi. İnsan hala, doğanın, henüz annesinin karnındayken ona ne kadar hassasiyetle baktığını; ancak sonrasında hayatın acımasızlığına onu nasıl bıraktığını anlamış değil. İlerleyen yıllarda ve yaşlandığında insan, doğanın şefkatine daha da ihtiyacı olduğu hissine varır. Bir soru doğar: Doğa’nın, yaşayan dünyaya bu kadar acımasız davranmasının nedeni biz (değil) miyiz?

Doğa’nın tüm hareketleri birbirine bağlantılı. Dolayısıyla bir kuralı uygulamazsak doğanın tüm dengesi bozulur. Doğa’dan, bir “lider” olarak ya da Yaratan’ın bir planı, amacı ya da erdemi olarak bahsetmek arasında hiçbir fark yok.

Doğa ya da Yaratan (prensipte kavramların hiçbir önemi yok), bizim üzerimizde bazı yasalar doğrultusunda hareket eder. Bizden daha baskın ve tarafsız oldukları için bu yasalara uymamız gerekmektedir (Kabala’daki sayısal değere eş olan “Elokim”- Yaratan kelimesi aynı zamanda “Tevah” – Doğa kelimesinin sayısal değeri ile aynıdır). Doğa kanunlarını anlamamız bizim için çok önemli. Bu kanunlara sadık kalmazsak, acı dolu bir hayat geçiririz. İnsanın, diğer insanlarla beraber olması gerektiği barizdir. Eğer bir insan, toplumdan uzakta ve yalnız yaşamaya karar verirse, kendisini acı dolu bir hayata mahkûm etmiş olur. İhtiyaçlarını karşılaması mümkün olmaz.

İnsanı toplum içerisinde benzer kişilerle yaşatan, Doğa’dır. İnsan, hayatı içerisinde iki davranış şekliyle ilgilenir. Toplumdan tüm ihtiyaçlarını “alır”. Buna ek olarak topluma “verir”, topluma emeğinin ve üretiminin karşılığını verdiğinden emin olur. Kim bu davranış alışverişini bozarsa, mevcut dengeyi bozar ve toplum tarafından cezalandırılmayı hak eder. Örneğin, birisi toplumdan fazla “aldığı” zaman, hırsızlık yapmış olur ve bunun cezası ardından gelir. Ancak, topluma “vermeyi” reddettiğimiz zaman buna ait bir ceza söz konusu değil. Bu nedenle, topluma bir şeyler vermek davranışı genelde tutulmaz.

Doğa ise buna karşılık, insanın gelişimi sürecinde adil bir yargıç gibi hareket eder ve insanı cezalandırır. Kabala’ya göre, değişen nesillerin tanımı, sadece insanların vücutlarının gelmesi ve gitmesinden ibarettir. Ruh ise, esas olan bir insanın “Ben” kavramıdır. Ruh, insanın arzularını, karakterini, düşüncelerini materyal bir “taşıyıcıda” – beyin hücrelerinde taşır. Bu ruh kaybolmaz, sadece taşıyıcıyı değiştirir. Ruhların sınırlı (sabit bir sayı) sayısı, dönüşümleri, dünyaya gelişleri ve yeni vücutlardaki “kılıkları”, bize yeni nesilleri getirir.

Bu yüzden, ruhlar için tüm nesiller, tek bir nesil olarak algılanır. İnsan hayatı doğuşundan, birkaç bin yıl öncesinden beri devam etmekte. Bu, insanoğlunun ölümüne kadar devam edecek, ruhun ne şekilde geldiği fark etmeksizin. Ruh vücuttan daha “üst” bir varlık olduğundan, ölümden etkilenmez. Tıpkı saçlarımızı ve tırnaklarımızı kestiğimiz zaman vücudumuz etkilenmediği gibi.

Bizi yaratıp kendisine ait olan dünyaları bize veren Yaratan, hepimize bir görev verdi: O’nunla bütünleşmek için çaba sarf etmemiz. Bu, ruhun büyümesiyle olmalı, kendimizi bütünleştirerek ve yükselterek. Ancak bir soru çıkar karşımıza, insan Yaratan’ın yolunu takip etmeli mi? Kabala nasıl kontrol edildiğimizi tam olarak bize gösterir, sonuçlar şaşırtıcı. İster kendi arzumuz ile istersek de acı çekerek bu yolu takip etsek, vardığımız sonuç aynı. Bu hayatta da olabilir, bir sonraki hayatta da, çünkü fiziksel, sosyal ve ekonomik güçlerden etkileniyoruz. Er ya da geç, her birimiz ve en sonunda tüm insanoğlu, bu fikri kabul etmek zorunda kalacak: Yaratılışın amacı, bizim hayatımızdaki tek hedef ve anlam olmalı!

Tüm nesillerin sonunda, herkes bu hedefe ulaşacak. Fark eden tek şey, bu hedefe giden yolun seçimi. Bu hedefe ulaşmak için çaba sarf eden insan, bundan çok büyük fayda görecek. İnsana ızdırap yerine, Yaratan ile buluşabilmenin mutluluğu bağışlanır. Esas üzücü olan, insanoğlunun başına gelecek üzücü olaylardan henüz habersiz olmasıdır. Bahsettiğimiz gibi, yaratılışımızın amacı belli ve Doğa’nın kanunları değiştirilemez. İster kişisel bir ızdırap olsun, isterse doğal afetler ve savaşlar, her birimiz bu fikre doğru yönlendirileceğiz. Doğa’nın kurallarına uymamız lazım. Kendimizi egoistliğimizden, kıskançlıktan arındırmamız, sevgi, kardeşlik ve karşılıklı yardımlaşma arzusu ile geliştirmemiz lazım.
alıntı
 
Üst