aris
Kayıtlı Üye
- Katılım
- 3 Tem 2008
- Mesajlar
- 660
- Tepkime puanı
- 143
Günümüzde dünyevî temelli mistik öğretiler, tütsüler, ilâçlar vs. yoluyla, birtakım fiziko-kimyevî temelli tesirleri beden üzerinde oluşturup, cismaniyette boğulmuş insanlara geçici, farklı ve aldatıcı metafizikî tecrübeler yaşatmaktadır.
Dünyevî mistik akımlar
Beden-nefis ve ruhun karşılıklı dinamik münasebetlerini anlamada ve yorumlamada dikkat edilmesi gereken önemli noktalardan biri, İslâm tasavvufu ve velayet yolunun, daha çok meditasyon, tütsüler ve bitkilerle beden üzerinden sun’i olarak uyarılmaya çalışılan üçüncü göz (epifiz) aktivasyonuna dayalı Hint mistisizminden, Uzak Doğu felsefi öğretilerinden ve Şamanistik temelli metafizikî âlemlere yolculuktan tamamen farklı olmasıdır. Bugünlerde oldukça popüler hâle getirilen ve 21. yüzyılın yeni dünyevî dinî(!) olarak sunulmaya çalışılan Uzak Doğu felsefeleri (Budizm, çakra öğretileri, Ayurveda tıbbı, yoga, meditasyon çeşitleri, nefes alma egzersizleri, Şamanistik âyinler) ve içeceklerle sağlanan psikolojik hâller ile; İslâm’ın ibadetlerinin (tevekkül, sabır, murakebe, erbain) İslâm’ın kalb ve ruhî hayatı olarak tarif edebileceğimiz tasavvufun, bazı dış görüntüler ve bedendeki bazı faydaları dışında herhangi bir ortak yönü yoktur. Ortak tek yönleri, hepsinin de insandaki aynı nefis-beden mekânizmalarını kullanmasıdır. Bu akımlar insanlara ‘sahte bir mâneviyat’ anlayışı sunmaktadır. Özellikle, Allah’a karşı herhangi bir sorumluluğun, ferdin düşünce-duygu ve davranışlarını tanzim edici bir İlâhî değerler sisteminin olmaması, günümüzün mâneviyat arayan insanlarına cazip gelmektedir. Fakat en temelde, gâye ve metot farklılıkları bu iki yolu keskin çizgilerle birbirinden ayırmaktadır.
İslâm’da gâye, ruhî melekeleri ve hazları geliştirmek değil, marifetullah, muhabbetullah ve ibadetullah yolunda, Allah’ın rızasını kazanacak bir hayat yaşamaktır. Bir başka ifadeyle, Allah’ın istediği kul olmaya çalışmak, İslâm’ın ahlâk anlayışının hallere ve tavırlara dönüşmesini sağlayan, denge ve ölçüyü emreden hayat düsturlarını, hayata bütüncül bir şekilde taşıyıp temsil edebilmektir.
Diğer esoterik, mistik öğretilerde ise; gâye, ruhî melekeleri kendi zâtı adına inkişaf ettirmek ve birtakım metafizik güçleri kullanabilir hâle gelmektir. İslâm dışı mistik kültürlerde hedef, insanı madde âleminden, cinlerin, ruhların ve madde dışı diğer varlıkların yaşadığı misâl âlemine götürmek ve o âlemlerin bazı olağanüstü hâllerini ve zevklerini onlara yaşatmaktır.
İnsanları aldatan husus; beden-nefis-ruh üçlüsünde, ruhun bedendeki tesirlerinin ortak mekânizmalar üzerinden işletilmesi sebebiyle bazı görüntülerin ve hareketlerin benzerliğidir. Ama bu mânevî âlemlere yolculuk, sizi Kudret-i Sonsuz’u bilmeye, tanımaya götürmediği gibi, kâmil insan olmaya endeksli mânevî yolculuk da değildir. Üstelik, dua ve istiğfarsız bir şekilde bu yolculuğa çıktığınızda, ruhanî âlemlerin iyileriyle mi, yoksa kötüleriyle mi karşılaşacağınız belli değildir. O âlemdeki varlıkların oyuncağı da olabilirsiniz veya belli ölçüde onlar sizi kullanır, siz onları kullanırsız. Bu yüzden mânevî terakkide, kötü ruhların, cinlerin ve şeytanların şerrinden korunmak için sürekli dua, ibadet ve zikir gereklidir. Aynı tehlike, ‘rehbersiz’ ve ‘ölçüsüz’ kendi başlarına mânevî mesafe kat etmeye çalışan bir kısım Müslümanlar için de geçerlidir. Bu tehlikelerden emin olmanın, Hakk’a selametli bir şekilde gitmenin yolu ise, Sünnet-i Seniyye’ye ittibadır. Bediüzzaman Said Nursi (ra), mânevî seyahatler ve Sünnet-i Seniyye’ye ittibaın önemi ile ilgili kendi şahsî tecrübesini aktarırken, bu meseleye şu şekilde ışık tutuyor:
“Bu fakir Said, Eski Said’den çıkmaya çalıştığı bir zamanda, rehbersizlikten ve nefs-i emmârenin gururundan gayet müthiş ve mânevî bir fırtına içinde akıl ve kalbim, hakaik içerisinde yuvarlandılar. Kâh Süreyya’dan serâya, kâh serâdan Süreyya’ya kadar bir sukut ve suud içerisinde çalkanıyorlardı. İşte, o zaman müşahede ettim ki, Sünnet-i Seniyye’nin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum. Hem o seyahat-i ruhiyede, çok tazyikat altında, gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, Sünnet-i Seniyye’nin o vaziyete temas eden meselelerine ittibâ ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet buluyordum. Bir teslimiyetle, tereddütlerden ve vesveselerden, yani, “Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?” diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de, gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit Sünnet’e yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum. (11.Lem’a, 3.Nükte)
Metafizik güçlere sahip olmak için Müslüman olmak şart değildir.
Bu gelişmeleri sağlıklı yorumlayabilmek için bilinmesi gereken diğer bir husus, bir insanın metafizik güçlere sahip olabilmesi için illâ Müslüman olması, ibadet ve zikir halinde olması gerekmediğidir. Çünkü insan mizaç ve istidat olarak çeşitli seviyelerde böyle bir seyahate yatkın fıtrî donanımlara sahip olarak dünyaya gönderilmektedir. Her insanın tabiatına değişik derecelerde konan bu parapsikolojik ve metafizikî âlemlere geçiş potansiyellerini, insan, belli egzersizlerle aktif hale getirerek de söz konusu güçlere sahip olabilir. İspirtizma türünden madde ötesi harikulâdelikler gösterebilir. Ama İslâm’ın kalbî hayatında bu tür mânevi kerametler, aşkın ve ilâhi olana doğru yapılan yolculuğun yan tesirleri veya ilâhî ikramlar olarak görülür, bizatihi istenmez, verildiğinde de sır olarak saklanır. Asla insanların duygu ve inançlarını suiistimal etmede, onlar üzerinde otorite kurma maksatlı kullanılamaz. Aynı şekilde, tarikattaki birisi de, benzer tecrübeler yaşayabilir, kendisinde birtakım harikulâde hâller ortaya çıkabilir. Çünkü fıtrat doğuda da batıda da aynı fıtrattır. Niha-i yol ve metot ise, velâyet-i kübra olan ‘sahabe mesleğini’ meslek edinmektir. Risale-i Nur’da, bu mesele açık bir şekilde ‘sahabe veyaleti’ ile evliyanın kerametleri karşılaştırılırken izah edilmektedir:
“Sahabelerin velâyeti, velâyet-i kübrâ denilen, veraset-i nübüvvetten gelen, berzah tarikine uğramayarak, doğrudan doğruya zâhirden hakikate geçip akrebiyet-i İlâhiye’nin inkişafına bakan bir velâyettir ki, o velâyet yolu, gayet kısa olduğu hâlde gayet yüksektir. Harikaları az, fakat meziyâtı çoktur. Keşif ve keramet onda az görünür.
Hem evliyanın kerametleri ise, ekserisi ihtiyarî değil. Ummadığı yerden, ikram-ı İlâhî olarak bir harika ondan zuhur eder. Bu keşif ve kerametlerin ekserisi de, seyr ü sülûk zamanında tarikat berzahından geçtikleri vakit, âdi beşeriyetten bir derece tecerrüd ettiklerinden, hilâf-ı âdet hâlâta mazhar olurlar.” (15.Mektup, 1.Makam)
Hâdiselerin ve zamanın kader-denk noktasında yapmamız gereken, kendi ilim ve irfan kültürümüze ve onun bağrında şekillenen eserlerimize yönelip, insanın hakikatine dair ortaya konulan o marifeti, irfanî bilgiyi ve tecrübeyi, günümüz insanının idrakine tekrardan sunmaktır. Bunun için öncelikle kendi eserlerimize karşı olan ülfetimizi kırmak, okuma ve anlama yorgunluğunu üzerimizden atmak mecburiyetindeyiz. Eğer biz bunu yapmazsak, sınır tanımayan kapitalizmin sömürgeci zihniyeti, korkarız İslâmî ve tasavvufî kavramları da kirletir ve tüketebilir. Acilen yapmamız gereken şey, İslâm’ın düşünce ve irfan dünyasının yıldızları olan Şah Veliyullah Dıhlevi, İmam-ı Rabbani, İmam Nesefi, Necmeddin Kübra, İmam-ı Gazali, Abdulkadiri Geylani, Şah-ı Nakşibendi, Mevlâna ve Bediüzzaman Said Nursi (r.anhüm) gibi binlerce asfiya, evliyanın ve ulemanın bizlere miras bıraktığı eserleri, bir kere de bu perspektiften çağın bilgisi ışığında harmanlayıp, ortaya orijinal eserler koyabilmektir.
sizinti dergisinden alintidir. faydali bir yazi oldugu icin buraya biraz tarafimdan degistirelerek edit'lenmistir.
alıntı
Dünyevî mistik akımlar
Beden-nefis ve ruhun karşılıklı dinamik münasebetlerini anlamada ve yorumlamada dikkat edilmesi gereken önemli noktalardan biri, İslâm tasavvufu ve velayet yolunun, daha çok meditasyon, tütsüler ve bitkilerle beden üzerinden sun’i olarak uyarılmaya çalışılan üçüncü göz (epifiz) aktivasyonuna dayalı Hint mistisizminden, Uzak Doğu felsefi öğretilerinden ve Şamanistik temelli metafizikî âlemlere yolculuktan tamamen farklı olmasıdır. Bugünlerde oldukça popüler hâle getirilen ve 21. yüzyılın yeni dünyevî dinî(!) olarak sunulmaya çalışılan Uzak Doğu felsefeleri (Budizm, çakra öğretileri, Ayurveda tıbbı, yoga, meditasyon çeşitleri, nefes alma egzersizleri, Şamanistik âyinler) ve içeceklerle sağlanan psikolojik hâller ile; İslâm’ın ibadetlerinin (tevekkül, sabır, murakebe, erbain) İslâm’ın kalb ve ruhî hayatı olarak tarif edebileceğimiz tasavvufun, bazı dış görüntüler ve bedendeki bazı faydaları dışında herhangi bir ortak yönü yoktur. Ortak tek yönleri, hepsinin de insandaki aynı nefis-beden mekânizmalarını kullanmasıdır. Bu akımlar insanlara ‘sahte bir mâneviyat’ anlayışı sunmaktadır. Özellikle, Allah’a karşı herhangi bir sorumluluğun, ferdin düşünce-duygu ve davranışlarını tanzim edici bir İlâhî değerler sisteminin olmaması, günümüzün mâneviyat arayan insanlarına cazip gelmektedir. Fakat en temelde, gâye ve metot farklılıkları bu iki yolu keskin çizgilerle birbirinden ayırmaktadır.
İslâm’da gâye, ruhî melekeleri ve hazları geliştirmek değil, marifetullah, muhabbetullah ve ibadetullah yolunda, Allah’ın rızasını kazanacak bir hayat yaşamaktır. Bir başka ifadeyle, Allah’ın istediği kul olmaya çalışmak, İslâm’ın ahlâk anlayışının hallere ve tavırlara dönüşmesini sağlayan, denge ve ölçüyü emreden hayat düsturlarını, hayata bütüncül bir şekilde taşıyıp temsil edebilmektir.
Diğer esoterik, mistik öğretilerde ise; gâye, ruhî melekeleri kendi zâtı adına inkişaf ettirmek ve birtakım metafizik güçleri kullanabilir hâle gelmektir. İslâm dışı mistik kültürlerde hedef, insanı madde âleminden, cinlerin, ruhların ve madde dışı diğer varlıkların yaşadığı misâl âlemine götürmek ve o âlemlerin bazı olağanüstü hâllerini ve zevklerini onlara yaşatmaktır.
İnsanları aldatan husus; beden-nefis-ruh üçlüsünde, ruhun bedendeki tesirlerinin ortak mekânizmalar üzerinden işletilmesi sebebiyle bazı görüntülerin ve hareketlerin benzerliğidir. Ama bu mânevî âlemlere yolculuk, sizi Kudret-i Sonsuz’u bilmeye, tanımaya götürmediği gibi, kâmil insan olmaya endeksli mânevî yolculuk da değildir. Üstelik, dua ve istiğfarsız bir şekilde bu yolculuğa çıktığınızda, ruhanî âlemlerin iyileriyle mi, yoksa kötüleriyle mi karşılaşacağınız belli değildir. O âlemdeki varlıkların oyuncağı da olabilirsiniz veya belli ölçüde onlar sizi kullanır, siz onları kullanırsız. Bu yüzden mânevî terakkide, kötü ruhların, cinlerin ve şeytanların şerrinden korunmak için sürekli dua, ibadet ve zikir gereklidir. Aynı tehlike, ‘rehbersiz’ ve ‘ölçüsüz’ kendi başlarına mânevî mesafe kat etmeye çalışan bir kısım Müslümanlar için de geçerlidir. Bu tehlikelerden emin olmanın, Hakk’a selametli bir şekilde gitmenin yolu ise, Sünnet-i Seniyye’ye ittibadır. Bediüzzaman Said Nursi (ra), mânevî seyahatler ve Sünnet-i Seniyye’ye ittibaın önemi ile ilgili kendi şahsî tecrübesini aktarırken, bu meseleye şu şekilde ışık tutuyor:
“Bu fakir Said, Eski Said’den çıkmaya çalıştığı bir zamanda, rehbersizlikten ve nefs-i emmârenin gururundan gayet müthiş ve mânevî bir fırtına içinde akıl ve kalbim, hakaik içerisinde yuvarlandılar. Kâh Süreyya’dan serâya, kâh serâdan Süreyya’ya kadar bir sukut ve suud içerisinde çalkanıyorlardı. İşte, o zaman müşahede ettim ki, Sünnet-i Seniyye’nin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum. Hem o seyahat-i ruhiyede, çok tazyikat altında, gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, Sünnet-i Seniyye’nin o vaziyete temas eden meselelerine ittibâ ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet buluyordum. Bir teslimiyetle, tereddütlerden ve vesveselerden, yani, “Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?” diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de, gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit Sünnet’e yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum. (11.Lem’a, 3.Nükte)
Metafizik güçlere sahip olmak için Müslüman olmak şart değildir.
Bu gelişmeleri sağlıklı yorumlayabilmek için bilinmesi gereken diğer bir husus, bir insanın metafizik güçlere sahip olabilmesi için illâ Müslüman olması, ibadet ve zikir halinde olması gerekmediğidir. Çünkü insan mizaç ve istidat olarak çeşitli seviyelerde böyle bir seyahate yatkın fıtrî donanımlara sahip olarak dünyaya gönderilmektedir. Her insanın tabiatına değişik derecelerde konan bu parapsikolojik ve metafizikî âlemlere geçiş potansiyellerini, insan, belli egzersizlerle aktif hale getirerek de söz konusu güçlere sahip olabilir. İspirtizma türünden madde ötesi harikulâdelikler gösterebilir. Ama İslâm’ın kalbî hayatında bu tür mânevi kerametler, aşkın ve ilâhi olana doğru yapılan yolculuğun yan tesirleri veya ilâhî ikramlar olarak görülür, bizatihi istenmez, verildiğinde de sır olarak saklanır. Asla insanların duygu ve inançlarını suiistimal etmede, onlar üzerinde otorite kurma maksatlı kullanılamaz. Aynı şekilde, tarikattaki birisi de, benzer tecrübeler yaşayabilir, kendisinde birtakım harikulâde hâller ortaya çıkabilir. Çünkü fıtrat doğuda da batıda da aynı fıtrattır. Niha-i yol ve metot ise, velâyet-i kübra olan ‘sahabe mesleğini’ meslek edinmektir. Risale-i Nur’da, bu mesele açık bir şekilde ‘sahabe veyaleti’ ile evliyanın kerametleri karşılaştırılırken izah edilmektedir:
“Sahabelerin velâyeti, velâyet-i kübrâ denilen, veraset-i nübüvvetten gelen, berzah tarikine uğramayarak, doğrudan doğruya zâhirden hakikate geçip akrebiyet-i İlâhiye’nin inkişafına bakan bir velâyettir ki, o velâyet yolu, gayet kısa olduğu hâlde gayet yüksektir. Harikaları az, fakat meziyâtı çoktur. Keşif ve keramet onda az görünür.
Hem evliyanın kerametleri ise, ekserisi ihtiyarî değil. Ummadığı yerden, ikram-ı İlâhî olarak bir harika ondan zuhur eder. Bu keşif ve kerametlerin ekserisi de, seyr ü sülûk zamanında tarikat berzahından geçtikleri vakit, âdi beşeriyetten bir derece tecerrüd ettiklerinden, hilâf-ı âdet hâlâta mazhar olurlar.” (15.Mektup, 1.Makam)
Hâdiselerin ve zamanın kader-denk noktasında yapmamız gereken, kendi ilim ve irfan kültürümüze ve onun bağrında şekillenen eserlerimize yönelip, insanın hakikatine dair ortaya konulan o marifeti, irfanî bilgiyi ve tecrübeyi, günümüz insanının idrakine tekrardan sunmaktır. Bunun için öncelikle kendi eserlerimize karşı olan ülfetimizi kırmak, okuma ve anlama yorgunluğunu üzerimizden atmak mecburiyetindeyiz. Eğer biz bunu yapmazsak, sınır tanımayan kapitalizmin sömürgeci zihniyeti, korkarız İslâmî ve tasavvufî kavramları da kirletir ve tüketebilir. Acilen yapmamız gereken şey, İslâm’ın düşünce ve irfan dünyasının yıldızları olan Şah Veliyullah Dıhlevi, İmam-ı Rabbani, İmam Nesefi, Necmeddin Kübra, İmam-ı Gazali, Abdulkadiri Geylani, Şah-ı Nakşibendi, Mevlâna ve Bediüzzaman Said Nursi (r.anhüm) gibi binlerce asfiya, evliyanın ve ulemanın bizlere miras bıraktığı eserleri, bir kere de bu perspektiften çağın bilgisi ışığında harmanlayıp, ortaya orijinal eserler koyabilmektir.
sizinti dergisinden alintidir. faydali bir yazi oldugu icin buraya biraz tarafimdan degistirelerek edit'lenmistir.
alıntı