Kuram ve akıl

yare-i yarim

Moderator
Katılım
10 Ocak 2013
Mesajlar
2,247
Tepkime puanı
879
İş
Sanatsal tablolar oluşturmak/Mutfak eşyaları dalında ticaret
Akıl vahyin iniş nedenidir. Vahye muhatap olmanın asgari şartı akıl sahibi olmaktır.

Akıl ve Kur’an

Akıl kalbin emniyet kemeridir; duyguları iradeye bağlar. Eğer arıya vahyedildiğini bildiren ayette olduğu gibi vahyin “içgüdü” anlamını kastetmiyorsak, vahyi akıldan ayrı düşünemeyiz. Zira vahyin muhatabında aradığı en temel özelliklerden biri “akletme” yeteneğidir. Bu yüzden “Akletmez misiniz?” diye ısrarla sorar.

Kur’an’da, cehennemliklerin konuşmasının nakledildiği bir ayette “aklını kullanmak” ile “vahyi dinlemek” birbirinin yerine kullanılır:“Eğer vahyi işitseydik ya da akletseydik şimdi cehennemliklerin arasında olmazdık.” (Mülk 10)

Bu, doğru işleyen bir akıl ile bozulmamış bir vahyin, insanı hakikate götürmede eşit derecede referans olacağını gösterir. “Doğru işleyen bir aklın ölçütü nedir?” denilecek olursa, bunun cevabını Kur’an birçok yerde, özellikle de “Yanlış işleyen aklın nasıllığı” üzerinden Müddessir 18-25’te vermektedir.

Kur’an yer, gök, güneş, ay, gece, gündüz vb. gibi tabiatı ve kâinatı oluşturan unsurlara “âyet” (gösterge) dediği gibi, kendi surelerinin temel birimlerine de “âyet” der. Vahyin indiriliş amacı, akıl izan sahiplerinin ders almasıdır (Sâd 29).

Kur’an muhatabından aklını işe dâhil etmesini ister. “Akletmezler mi?” diye sorar. “Ne kadar da azınız aklediyor?” diye sitem eder. “Onlar Kur’an’ı hiç tedebbür etmezler mi?” diye sorar. “Biz Kur’an’ı ders almak için kolaylaştırdık; o halde yok mu ders alan?” (Kamer 17) diye sorar.

Bu soruyu bir tek surede (Kamer) tam dört kez sorar. “İbret alın ey aktif akıl sahipleri!” diye seslenir. “Biz ayetlerimizi tefekkür eden bir topluluk için işte böyle ayrıntılı ve açık seçik kıldık” (Yunus 24) der. Kur’an baştan sona düşünme ve akletmeye atıf yapar. Tam 850 yerde aklın fonksiyonu olan bilgiye atıf yapar. Kur’an’da bu kadar çok atıf yapılan bir başka insan özelliği daha yoktur.

Kur’an “Varlıkların en şerlisi kimdir?” sorusuna hiçbirimizin durup dururken vermeyeceği muazzam bir cevap verir: “Allah katında hareket eden varlıkların en şerlisi, akletmediği için hakikate kör ve sağır davranan kimselerdir.” (Enfal 22) Yine Kur’an Allah’ın akletmeyenleri pisliğe mahkûm edeceğini söyler (Yunus 100).

Bu yüzden Haris b. Esed el-Muhasibi şu muhteşem cümleyi kurar: “Akıl Kur’an’dır, Kur’an akıldır.” Aklın Kur’an, Kur’an’ın akıl olması için o aklın vahiyle inşa olması gerekir. Vahiyle inşa olan akıllar “Kur’an’ın format attığı akıl” olmayı hak ederler. ‘Hamili Kur’an’ olmak ‘hâfız-ı Kur’an’ olmakla eş değer değildir. Hamil-i Kur’an olmak, önce aklı Kur’an’a kesmek, sonra o akılla iki ayaklı Kur’an olmaktır. El-Muhasibi’ye göre “akletmek, anlamaktır”.

Kur’an’ı anlamaya dair

Okumaktan murat anlamaktır. Bir uyarıcının davetini işitip de onu anlamayan kişi, Kur’an tarafından, çobanın uyarısını sadece çığlık bağlık olarak algılayan koyun sürüsüne benzetmektedir (Bakara 171).

Bir Yahudi Eski Ahid’i anlayarak okumak zorunda değildir. Hatta Hahamları onlara ‘Mukaddes Kitabı’ anlayamayacaklarını telkin ederler. “Mukaddes Kitabı” anlama işi seçkin bir sınıfa ait bir ayrıcalıktır. Sıradan bir Yahudi bu işe kalkışmamalıdır.[3] Anlayış olarak Yahudileşmiş bazı Müslüman kesimler de Kur’an için aynen böyle düşünür. Aynı şey Vedalar’ı okuyan bir Brahmanist ve Budist için de geçerlidir. Kur’an’ı anlamadan okumak, Kur’an’a Eski Ahid ve Vedalar muamelesi yapmaktır.

Vahiy aç ruhları doyurmak için indirilmiş bir gök sofrasıdır. Bu sofradan yemek için, insanın, ruhunun acıktığını bilmesi lazım. Midemizin açlığını beynimize haber veren enzimler vardır. Bu enzimler organizma ile beyin arasında bir “elçi” işlevi görürler. Bu elçilerin getirdiği haberle insan açlığını fark eder ve yiyecek arayışına yönelir. Hayatı idame ettirmek için karın doyurma süreci işte böyle gelişir. Ne var ki aç ruhlara açlıklarını haber veren “enzimler” yoktur, fakat Allah’ın seçtiği “elçiler” vardır. Allah o elçiler aracılığıyla yolladığı vahiyleri, aç ruhların önüne bir gök sofrası gibi sermiştir.

Bu sofradan yemenin bir şartı vardır: Ruhun, hayat gemisinin kaptanı olduğunu bilmek. Hayat gemisinin kaptan köşküne cesedini koyanların uğrayacağı limanlar şehvet ve haz limanlarıdır. Bu limanlar arasında seyredenlerin hayat gemisi “yol almaz”, sadece “dolaşır”. Sahibini sahil-i selamete çıkarmaz. Kendisini bekleyen mukadder son ya bir fırtınada batmak, ya da kayalara oturmaktır.

Gök sofrasından yiyen aç ruhlar harekete geçerler. Vahiy böylelerinin gönlüne, özüne sözüne, yüzüne gözüne, eline ayağına, diline dudağına yürür. Ta ki o insan vahiyle konuşur, vahiyle görür, vahiyle tutar, vahiyle yürür hale gelir. Gök sofrasından aldığı derman ile kişi “pasif iyi” olma halinden “aktif iyi” olma haline geçer. Zaten vahyin maksadı da budur. Tıpkı ilk muhatabı olan Hz. Peygamber’i “Kalk ve uyar” emriyle aktif iyi yaptığı gibi, tüm muhataplarını aktif iyiler zümresine dâhil etmek ister.

Kur’an, anlamı olan bir hitaptır

Sadece gökler ve yerler “hak ile” yaratılmamışlardır, vahiy de “hak ile” indirilmiştir: “Biz onu hak ile indirdik, o da hak ile indi” (İsrâ’ 105). Zira vahiy mutlak hakikate atıf olma amacıyla anlamlı bir hitap olarak indirilmiştir. İndiriliş amacını da bunu tahakkuk ettirerek gerçekleştirmiştir. Anlamlılık ve amaçlılık ilkesi sadece Kur’an vahyinin geneli için konulmamıştır. Kur’an’daki kıssalar ve mesellerin de bu ilkeye tabi olduğu ayrıca vurgulanır. Mesela Kur’an’ın sembolik dili en yoğun suresi olan 5 kıssa/meselli Kehf suresinin daha başında “Sana onların haberini hak ile (bi’l-hakk) anlatacağız” (Kehf 13) buyurulur. Bunun açılımı “doğru bir anlam ve amaca uygun olarak anlatacağız” buyurulur. Büyük müfessir Zemahşeri ayetteki bi’l-hakk’ı “sahih bir amaçla” (bi’l-ğaradı’s-sahîh) şeklinde tefsir etmiştir. Yine Bakara suresinde Talut ve Calut kıssası anlatıldıktan sonra bu kıssanın “hak ile”, yani “bir anlam ve amaç için” anlatıldığı vurgulanır (Bakara 252). Yine içinde Musa-Firavun kıssasının anlatıldığı Kasas suresinin başında da bu kıssanın “sahih bir anlam ve amaç için” (bi’l-hakk) anlatıldığı vurgulanır (Kasas 3).

Kur’an’ın bir anlamı vardır, çünkü bir amacı vardır. Kur’an’a bir anlam taşımıyormuş muamelesi etmek, onu amacından koparmaktır. Kur’an’ın amacı muhatabının aklını karanlıklardan kurtarıp ışığın kaynağına kavuşturmak, yani doğru yola yöneltmektir (hidayet). Kur’an indiriliş amacı olan hidayeti ancak anlamı kavrandığında gerçekleştirebilir.

Anlamın kaynağı olan Allah anlaşılmasın diye konuşmaz. Bu abestir. Allah abesle iştigalden münezzehtir. Bırakınız Allah’ın kelamını, Allah’ın yarattığı nesneler bile kendi lisanlarınca konuşmaktadır. Ya Allah’ın konuşması bir anlam ve amaç taşımasın mı?

Bir şeyi anlam ve amacından soyutlamadan o şey fetiş haline getirilemez. Kadim putperest kavimler güneşi, ayı, ırmağı, dağı, kurdu, kuşu, ineği, boğayı ve daha birçok şeyi fetiş edinmişler ve tapmışlardır. Bu bir sapmadır. Fakat bu sürecin başlama noktası bu varlıkları var ediliş anlam ve amacından koparmaktır. Ancak bu işlemden sonra fetiş haline getirilebilir. Kur’an anlam ve amacından soyutlanmadan fetiş haline getirilemez. Vahyi fetiş haline getirmeyi göze almış birinin yapması gereken ilk iş, onun anlamı olan bir hitap oluşunu göz ardı etmektir.

Kur’an’ı anlamak farzdır

“Tamam, vahyin anlamı vardır, kabul; fakat onu sıradan mü’minler olarak bizler anlayamayız” diyerek insanları Kur’an’ı anlama faaliyetinden soğutmak, üç açıdan cinayettir:

  1. Allah’a yalan isnadı açısından:Zira Allah bu kitap “apaçık ve anlaşılır” diyor. Allah “Kur’an’ı tedebbür etmiyorlar mı?” buyururken, Kur’an’ı sıradan insanın maksadıyla birlikte anlayacağını söylemiş oluyor. Fakat kendilerine “Müslüman” diyen birileri çıkıp “Yok, bu kitabı biz anlayamayız” diyor. Bunun “Allah doğru söylemiyor” demekten başka bir anlamı var mı?
  2. Allah’a iftira açısından:Allah insanlara alıp uygulamaları maksadıyla bir mesaj göndermiştir. Mesaj ancak anlaşıldığında uygulanır. Kimse, anlamadığı mesajı uygulamadığı için sorumlu tutulamaz. Şu halde Allah hem anlaşılmayan bir mesaj gönderip, hem de anlamadığı için insanı sorumlu tutmuş mu olmaktadır? Bu Allah’a yapılmış büyük bir iftiradır.
  3. Kur’an’ın ve İslam’ın hakkını çiğneme açısından:Kur’an’ın hakkı, onu yaşamaktır. Yaşamanın şartı onu anlamaktır. “Biz Kur’an’ı anlayamayız” diyenler, Kur’an’ın yaşanmasına engel olmaktadırlar. Bunu yapanlar indirilen dinin yerine uydurulan dini koyanlardır. Onlar aslında Kur’an’ı anlaşılmaz ilan ederek, uydurulan dinin açığa çıkmasından korkuyorlar.
“Biz Kur’an’ı anlayamayız” diyerek Kur’an’ı “yalnız/mehcûr” bırakanlarla, Kur’an’a “apaçık sihirdir” (Maide 110) diyenler arasındaki fark şudur: Anlayamayız diyenler Müslümanları Kur’an’dan uzak tutarken, sihrun mubîn diyenler ise müşrikleri Kur’an’dan uzak tutmayı amaçlıyorlardı? Sizce ikisi arasında fark var mıdır?

Vahiy, Âlemlerin Rabbi tarafından, âlemlere rahmet olan bir Peygamber eliyle, âlemlere (bütün bir insanlığa) gönderilmiş olan bir doğru yol rehberidir. Vahyin hitap şekillerinden biri de “Ey insanlar!” (yâ eyyuhe’n-nâs) şeklindedir. Bu hitaba muhatap olmadığını düşünen, kendini insanlık ailesinin üyesi saymıyor demektir.

Kur’an vahyinin ilk kelimesi aynı zamanda bir emirdi: “Oku!” Çok geniş bir anlam açılımı olan bu emir öncelikle “Anla!” manasına gelir. Zira birine “Oku!” denildiğinde ayrıca “anla” denilmez. Çünkü okumaktan murad anlamaktır. “Oku, ama anlamasan da olur” deniliyorsa, orada hitap-metin bir anlam taşımıyor demektir. Bunu Kur’an için söylemek, kendine mubîn (açık ve anlaşılır) diyen Kur’an’a hakarettir.

Vahyin ilk muhatabı olan Hz. Rasûl onu okudu, anladı, yaşadı ve anlattı. Fakat Hz. Rasûl’ün Kur’an’ı anlama sorumluluğunu yerine getirmiş olmasını sahabe, “O bu sorumluluğunu yerine getirdiğine göre bizden bu sorumluluk kalkmıştır” şeklinde anlamadı. Aksine sahabe de Kur’an’ı anlama çabasını sürdürdü. Bir sonraki nesil de, sahabenin Kur’an’ı anlama çabasını bahane ederek kendi üzerinden Kur’an’ı anlama sorumluluğunun kalktığını iddia etmedi. Aksine onlar da bu konuda çaba gösterdiler. Bu böyle sürüp gitti. Ortaya konulan sayısız tefsir ve ulumu’l-Kur’an edebiyatı bunun delilidir.

Aynı sorumluluk bizim için de geçerlidir. Her nesil kendi zamanının şahididir. Kendi “şimdi ve burada”sından yola çıkar. “Rabbimiz bizi de şahitler arasında yaz!” diye dua eder. Zira “Onlar Kur’an üzerinde tedebbür etmiyorlar mı?” (Nisa 82) uyarısı ve emri önceki nesillerin boynuna ne kadar sorumluluk yüklüyorsa, sonraki nesillerin boynuna da aynı sorumluluğu yüklemektedir. “Hiç kimse bir başkasının sorumluluğunu yüklenmez” (En’âm 164) Kur’ani ilkesi ortadayken, Kur’an’ı anlama sorumluluğunu bazı nesillere hasredip diğer bazı nesillerin üzerinden kaldırır tarzda bir tavır takınmanın savunulabilir bir tarafı yoktur.

Kur’an Allah’ın muradını taşır. Bu murad sadece Kur’an’daki emir ve nehiylerde kendini ifşa etmez. Bununla birlikte Kur’an kıssalarında, geçmiş kavimlerin haberlerinde, dramatize etmenin en güzel yöntemi olan Kur’an mesellerinde, ahirete ilişkin gaybi haberlerde, doğru ve yanlışı, iyi ve kötüyü, hak ve batılı, zalim ve mazlumu tavsif eden ibarelerde de ifşa eder.

Kur’an, sahibi Allah olan hayat okulunun yine Allah’a ait olan müfredatıdır. Kur’an’dan ders almayan Allah’tan ders almıyor demektir. Vahiy kendisini “düşünen bir topluma” ithaf eder. Vahiyle hayatına istikamet vermek isteyenler vahiyden ders alır.

Allah Rasulü “Ümmetimin en şereflileri Kur’an’ı taşıyanlardır” buyurur. Dikkat! Burada Kur’an’ı taşımak Kur’an’ı hafızada, elde veya boyunda taşımak değildir. Buradaki taşıma tam da Cuma 5’teki “taşıma” ile aynı manadadır: “Tevrat’ı taşıma sorumluluğu kendilerine verilip de sorumluluğunun gereğini yerine getirmeyenlerin durumu, kitaplar yüklenmiş (fakat sırtındaki yükün değerinden habersiz olan) eşeğin durumu gibidir.” Ayette de hadiste de geçen kelime hamldir. Kur’an hamili olmak, Kur’an’ın hammalı olmak değil, Kur’an’ın âmili olmaktır.

Kur’an’ı anlamak ilahi muradı anlamaktır

Burada şöyle bir mesele öne sürülebilir:
Tamam, Kur’an’ı yaşamak için anlamak lazım da… Fakat akıllar farklı, idrakler farklı, anlayışlar farklı, birikimler farklı, bilgiler farklı, ilgiler farklıdır. Bu kadar farklılığın olduğu yerde Kur’an’dan anlaşılan şeyler de farklı olmaz mı? Eğer böyle olursa bir tek kaynaktan birçok farklı yorum çıkmaz mı? Bu da Kur’an’ın ve dinin birlik amacına aykırı olmaz mı?

Bir kere Kur’an’ı anlamaktan murad murad-ı ilahiyi anlamak olmalıdır. Eğer maksat bu değilse, bunun adı “kitaba uymak” değil “kitabına uydurmak” olur. Kitaba uyanlar tertil, tedebbür, tezekkür, taakkul, tefakkuh ve tefekkür yoluyla, lafız-mana-maksat üçlüsünü birbirinden ayırıp koparmadan, ilahi muradı anlamaya çaba gösterirler.

Murad-ı ilahiyi anlamak kimsenin tekelinde değildir. Başta Kur’an, bu tür muhtemel anlama tekellerini daha baştan kırmak için kendi ayetlerini “kitabın anası” ve “müteşabihat” diye tasnif eder. Muhkem-müteşabih konusu, ayrı bir başlık altında ileride işlenecektir. Bu tasnifin yapıldığı Al-i İmran 7. ayet “anlam garantisini” hiçbir kişi ve zümreye vermemektedir. Devamında ise ilimde derinleşenlerin birden fazla anlama açık olan ayetler hakkında kendi vardıkları sonucu mutlaklaştırma yerine şöyle demeleri gerektiği vurgulanmaktadır: “Biz ona inanırız, tümü Rabbimizin katındandır.” Kur’an bu üslubuyla, “hakikatin gizli bilgisi seçkin bir zümreye (havass) verilmiştir” diyen Bâtıni/Gnostik eğilimlerin karşısında durur.

Maksat açısından bu ayet, sadece seçkin bir zümreyi değil, herkesi okuma ve anlamaya çağırır. Ayet zımnen Kur’an üzerinde “anlama tekeli” oluşturmaya daha baştan set çekmektedir. Bu demek değildir ki Kur’an’ı herkes işine geldiği gibi yorumlasın, aklına eseni Kur’an’a söyletsin. Kendi heva ve hevesini Allah’ın kelamı üzerinden tatmin etsin. Bunu böyle yapan Kur’an’a inşa edici bir özne olarak bakmıyor, Kur’an’ı nesneleştiriyor demektir. Zira Kur’an’a inşa edici bir özne olarak iman eden kimse, Kur’an’ı inşa etmek için değil, Kur’an’la inşa olmak için Kur’an okur. Evet, Kur’an öznedir. Kur’an’ı anlaması gereken insan da öznedir. Bu yüzden Kur’an okumak iki özne arasında kurulan bir diyalogdan ibarettir. Kur’an kendisini yüreğinden okuyanın yüreğini okur, yüreğini okuduğunun sorduğu sorulara cevap verir.

Kur’an’a karakola çekilmiş zanlı muamelesi yapıp ona zorla söyletmek isteyenlere engel olmanın yolu, Kur’an’ı anlamayı yaygınlaştırma çabalarının önüne gerilmek değildir. Zaten bu mümkün de değildir. Dünyada istismar edilmemiş bir değer bulunmamaktadır. Eğer istismarı imkânsız bir değer olsaydı, bu Allah olurdu. Allah’ı bile istismar edenlerin varlığından Kur’an haber verdiğine göre, bunu Allah engellememiş demektir. Allah’ın engellemediğini engellemek kul için muhaldir. Şu halde istismarcı var diye Kur’an’ı anlamanın önüne keyfi setler çekenler, “istismarın istismarını” yapıyorlar demektir.

Kur’an’ı anlamanın önüne çekilen keyfi setlerden biri de anlamı dondurmaktır. Kur’an’ı yoğun sembolik dilinden soyutlayıp onu matematiksel kesinliğe indirgemek, Kur’an’a askeriyede kapıların arkasına asılan “talimname” muamelesi yapmaktır. Bu Kur’an’ı daha iyi anlaşılır kılmadığı gibi, onu kendisinden anlam üretilecek bir kaynak olmaktan da çıkarır. Böylece Kur’an sadece “enformatik bir metne” indirgenmiş olur. Dolayısıyla ortada, “Onlar Kur’an’ı tedebbür etmiyorlar mı?” hitabını gerektirecek bir derinlik de kalmaz.

Kur’an, korunmayı değil anlaşılmayı talep eder

Kur’an’la inşa olmak yerine Kur’an’ı inşa etmeye kalkanların istismarı Kur’an’a bir zarar vermediği gibi, istismarcıları istismar ederek Kur’an’ın anlaşılması önüne set olanlar da Kur’an’a hizmet etmiş olmaz, aksine Kur’an’a diğerlerinden daha büyük zarar vermiş olurlar.

Murad-ı ilahiyi anlama çabasında tabii ki herkes aynı başarıyı gösteremeyecektir. Fakat bu o kişinin Kur’an’ı anlama çabasından muaf tutulacağı anlamına gelmez. Herkes halis niyetle gösterdiği çabanın karşılığını Allah katında alacaktır. Bu çaba ister başarılı olsun, ister olmasın. Akıllar farklıysa anlayışların da farklı olmasından daha doğal bir şey olamaz. Kaldı ki, bu risk sadece sonraki nesiller için değil, bizzat sahabe nesli için de geçerliydi. Buhari’nin naklettiği Adiy b. Hatem hadisi bunun delilidir. O Bakara 187’deki “beyaz iplik” ve “siyah iplik” sembolik ifadelerini lâfzî olarak yorumlamış ve yastığının altına koyduğu iki iple sahurun bitiş vaktini tespit etmeye çalışmıştı. Allah Rasulü onun yaptığını “kalın kafalılık” olarak nitelendirdi.[4] Eğer bu olay Hz. Peygamber’in vefatından sonra vuku bulsaydı, muhtemelen sahabenin yorumu ve içtihadı olarak kayıtlara geçecekti. Bu gibi masum örnekler bir yana, raşit halifeler döneminde en ağır günahları Kur’an’daki bazı ayetleri hiç alakasız ve maksadının zıddına yorumlarla irtikâp edenlere had vurulmasına, batıl da olsa bir tevile dayandığı gerekçesiyle karşı çıkılmıştır. Bu örnek, sahabenin, istismar edildiği anlarda bile tefekkürün önüne set çekmeyi düşünmediklerinin tipik göstergesidir.

İstismarın istismarını yapanların itirazlarından biri de “Kur’an’ı anlayacak olan âlim değilse meallerden ve tefsirlerden öğrenecek. Bu durumda kimin mealini veya tefsirini okursa onun dediğini öğrenmiş olacak, Allah’ın muradını değil” şeklindedir.

Eğer o insanın dinini öğrenmek gibi bir derdi varsa, öğrendiği Kur’an dışındaki kaynak hangisi olursa olsun Kur’an için söylediği gerekçe çok daha fazlasıyla Kur’an dışı kaynak için de geçerlidir. Eğer bu gerekçe doğru olsaydı, birbirine aykırı görüş serdeden sahabeden birini doğru kabul edip diğerlerini atmamız gerekecekti. O yetmez, tefsirleri teke indirmemiz gerekecekti. O yetmez, mezhepleri teke indirmemiz gerekecekti. O yetmez, mezheplerin kendi içindeki farklı anlayış ve çizgileri yok etmemiz gerekecekti. Bu her şey için geçerlidir. Örneğin Buhari’nin iki kaynak nüshasını (Msl: Nesefi ve Firabri nüshaları) önümüze koysaydık, Buhari’nin bir tek Sahîh’inden kopyalanan iki nüsha arasındaki fark bile bizi şaşırtmaya yeterdi. Peki, birbirinin kopyası olmayan akıllardan birbirinin kopyası olan iki nüshanın beceremediğini becermesini istemek olacak şey midir?

“Bugün size dininizi mükemmel olarak tamamladım” diyen yüce Allah’ın kabul ettiği tek din olan İslam Kur’an’dadır. Zira tamamlanan Kur’an’dır. Bu dini Hz. Peygamber Kur’an’dan öğrenmiştir. Ona, Kur’an inmeden önce “kitap nedir iman nedir bilmezdin” diyen de Kur’an’dır. Sahabe de bu dini Kur’an’dan öğrenmiştir. Hadis, fıkıh, kelam, tasavvuf, hikmet ve benzerleri dinin birer parçası değil, dini kültürün parçasıdır. Eğer din binasına açılmış vahiy kapısı dışında başka bir kapı varsa, bu kapı binaya sonradan müdahale yoluyla açılmış kaçak kapıdır ve buradan girenler “kaçak giriş” yapmış sayılırlar. Her meşrebin kendisine has bir giriş kapısı açma arzusu din binasını zayıflatmakla kalmamış, binanın ana kapısı olan Kur’an kapısının, ‘kapılardan bir kapı’ konumuna indirgenmesine sebep olmuştur. Bu dinde büyük tahribata yol açmıştır. Vahiy kapısı dışında açılan kapılar, alan açmak için binanın taşıyıcı sütunlarını kesmek veya duvarlarında kapılar açmaya benzer. Bu durum ufak bir sarsıntıda binanın çökmesine ve oturanların üzerine yıkılmasına yol açmıştır. Din binasına yapılan ruhsal dışı bu kaçak müdahaleler, sadece din binasını değil, Müslümanların akıl, irade, vicdan ve izzetlerinin çökmesine de sebep olmuştur.

İhtilaf hayatın tabiatında vardır. İhtilaf farklılıktır ve bazı farklılıklar Allah’ın ayetlerindendir. Farklılığı yok etmeye çalışmak, sünnetullaha karşı çıkmaktır. Vahiyle inşa olanlar ihtilaf ederler, fakat tefrikaya düşmezler. Bunun en güzel örneği Hz. Ali ile Hz. Osman arasındaki ihtilaftır. Hz. Ali, Hz. Osman’ın şehadet günü gözbebekleri Hasan ve Hüseyin’i silahla donatıp “Gidin Osman’ı hayatınız pahasına koruyun” diye oraya yollamıştır. Kur’an’la inşa olanlarla olmayanlar arasındaki fark, Hz. Osman’ı öldürmekle, aralarındaki derin ihtilafa rağmen Hz. Osman’ı korumak arasındaki fark kadar büyüktür.

Bütün bu örnekler Kur’an’ın bizden korunmayı değil anlaşılmayı talep ettiğini gösterir.

Anlama dönüş, ilahi tenezzüle teşekkürdür

Elbette vahiyden herkesin anladığı aynı olamaz. Herkes vahiyden aklı, imanı, ihlâsı, bilgisi, birikimi, gayreti, hikmeti, himmeti oranında istifade eder. Onun anlam deryası okyanuslardan daha derindir. Değil mi ki “dünyanın tüm ağaçları kalem, tüm denizleri mürekkep olsa, buna yedi deniz daha eklense, Allah’ın kelimeleri yine de tükenmez!” (Lokman 27) O halde, Kur’an’ı anlama cehdine giren herkes, kendi kabı kadar bu ummandan bir şeyler alacak demektir.

Vahyi anlama çabası, Kur’an’ın ifadesiyle, “vahiyle hayat bulma” anlamına gelir (Enfal 24). Vahiyle hayat bulma, aynı zamanda vahye hayat vermedir.

Tersi de geçerli: Vahyin anlamını göz ardı ederek vahyi fetişleştiren her yaklaşım, vahyin dirilten damarlarını kesiyor, vahyin hayatla olan sahih ilişkisini kopartıyor demektir. Bu işlem Kur’an’ı Mushaf’a indirgeme, ilahi hitabı lafza indirgeme, tertil ile okuma emrini tecvide indirgeme, hamli (sorumluluğunu yüklenmeyi) hıfza (ezbere) indirgeme gibi, hepsi de birbirinden vahim birçok sonuca yol açmaktadır. “Vahyi nesneleştirme” dediğimiz felaket işbu yaklaşımın top yekûn sebep olduğu sonuçtur.

Vahyi nesneleştirme, Kur’an’dan kopma değil vahyin anlamından kopmadır. Tıpkı Cuma suresinin 5. ayetinde Yahudilerin Tevrat’a yaptığını Müslümanların da Kur’an’a yapması demektir. Vahyin yazıldığı kâğıdı, meşk edildiği hattı, içine konulduğu kabı yüceltmek, fakat onun manasını ve o mana ile hayatı inşa talebini görmezden gelmektir. Furkan suresinin 30. ayetinde ifade buyrulduğu gibi onu mehcur (yalnız ve işlevsiz) bırakmak.

Vahiy gerçek bir “fatih” idi. İlk neslin hayatını inşa etti. O öyle bir inşa gerçekleştirdi ki, Ebu Zer gibi eşkıya olanlar vahiy sayesinde evliya oldular. Ebu Cehil’in oğlu İkrime’yi vahiy öyle etkilemişti ki, sevdiceğini okşayan bir âşık gibi “Rabbimin kitabı! Rabbimin kitabı!” diye Kur’an’ı okşar, bağrına basar, öpüp koklardı. Gelin de İkrime’nin öpüşüyle içinde ne yazdığından haberi bile olmayan ve Kur’an’la inşa olmak diye bir derdi bulunmayanların öpüşünü bir kıyaslayın.

Vahyin eliyle inşa olan insanlar, yeryüzünü inşa ettiler. Vahiy onların öznesi, onlar da hayatın öznesi idiler. Öylesi zamanlarda tarihin yatağını İslam ümmeti belirledi. İslam ümmetinin belirlediği bu yatakta aktı insanlık. Fakat ne zaman ki Müslümanlar vahyi nesneleştirdiler. İşte o zaman kendileri de tarihin nesnesi olmakla cezalandırıldılar.
 
Üst