Bir an için gözlerini kapattığını düşün.
Son nefesini verdin… Sesler uzaklaşıyor. Dudakların titremiyor artık. Etrafında tanıdık yüzler, koşuşturmalar… Ve hepsi gitgide uzaklaşıyor. Sen konuşmak istiyorsun ama kelime yok… Ellerin kımıldamıyor. Dünya kapanıyor ardından…
Tabutun omuzlarda… Birilerinin adımlarıyla sallanıyorsun. İçinde tuhaf bir farkındalık…
Ama ne bağırabiliyorsun, ne de kendini duyurabiliyorsun.
Ve sonra…
Sessizlik.
Tahta kapağın kapanışı…
Her darbe içini titretiyor.
Geniş olan dünya, bir anda sana bile dar geliyor.
Toprak taneleri düşmeye başlıyor.
Her tanesi bir veda, her tanesi bir ağırlık…
Sen yukarıyı dinliyorsun; fısıltılar, uzaktan bir dua, sonra yavaşça ayak sesleri uzaklaşıyor.
Gidenlerin ayak izleri bile kayboluyor.
Artık tek başınasın.
Karanlık… O kadar koyu ki, gözlerin açık mı kapalı mı, fark edemiyorsun.
İşte o an huzursuzluk, hani içini sıkan o duygu var ya…
O büyüyor.
Ruhun daralıyor, nefes arıyorsun ama hava yok.
Göğsüne görünmeyen bir taş oturmuş gibi…
Toprak seni sıkıştırıyor.
Sanki bedenin değil, ruhun eziliyor.
Sonra sorgu başlıyor.
İki varlık… Tanıdık değil. Çehreleri tarif edilemez. Sesleri bir anda içini delercesine yükseliyor:
Rabbin kim? Peygamberin kim? Dinin ne?”
Dilini oynatmak istiyorsun…
Ama kelimeler bir anda seni terk ediyor.
Dünyada önemsemediğin cevaplar, şimdi taş gibi boğazına düğümleniyor.
Korku bir ateş gibi yayılıyor.
Kaçacak yer yok.
Sığınacak kimse yok.
Pişmanlık tüm hatıralarını ateşe çeviriyor.
Birine söylediğin kırıcı sözler…
Helallik istemediğin haklar…
İhmal ettiğin ibadetler…
Hepsi bir bir üzerine çullanıyor.
Ve sancı başlıyor.
Ne beden acısı bu…
Ne de tarif edilebilir bir yanma…
Ruhun içten içe kavruluyor.
Zaman yok…
Bekleyiş sonsuz gibi…
				
			Son nefesini verdin… Sesler uzaklaşıyor. Dudakların titremiyor artık. Etrafında tanıdık yüzler, koşuşturmalar… Ve hepsi gitgide uzaklaşıyor. Sen konuşmak istiyorsun ama kelime yok… Ellerin kımıldamıyor. Dünya kapanıyor ardından…
Tabutun omuzlarda… Birilerinin adımlarıyla sallanıyorsun. İçinde tuhaf bir farkındalık…
Ama ne bağırabiliyorsun, ne de kendini duyurabiliyorsun.
Ve sonra…
Sessizlik.
Tahta kapağın kapanışı…
Her darbe içini titretiyor.
Geniş olan dünya, bir anda sana bile dar geliyor.
Toprak taneleri düşmeye başlıyor.
Her tanesi bir veda, her tanesi bir ağırlık…
Sen yukarıyı dinliyorsun; fısıltılar, uzaktan bir dua, sonra yavaşça ayak sesleri uzaklaşıyor.
Gidenlerin ayak izleri bile kayboluyor.
Artık tek başınasın.
Karanlık… O kadar koyu ki, gözlerin açık mı kapalı mı, fark edemiyorsun.
İşte o an huzursuzluk, hani içini sıkan o duygu var ya…
O büyüyor.
Ruhun daralıyor, nefes arıyorsun ama hava yok.
Göğsüne görünmeyen bir taş oturmuş gibi…
Toprak seni sıkıştırıyor.
Sanki bedenin değil, ruhun eziliyor.
Sonra sorgu başlıyor.
İki varlık… Tanıdık değil. Çehreleri tarif edilemez. Sesleri bir anda içini delercesine yükseliyor:
Rabbin kim? Peygamberin kim? Dinin ne?”
Dilini oynatmak istiyorsun…
Ama kelimeler bir anda seni terk ediyor.
Dünyada önemsemediğin cevaplar, şimdi taş gibi boğazına düğümleniyor.
Korku bir ateş gibi yayılıyor.
Kaçacak yer yok.
Sığınacak kimse yok.
Pişmanlık tüm hatıralarını ateşe çeviriyor.
Birine söylediğin kırıcı sözler…
Helallik istemediğin haklar…
İhmal ettiğin ibadetler…
Hepsi bir bir üzerine çullanıyor.
Ve sancı başlıyor.
Ne beden acısı bu…
Ne de tarif edilebilir bir yanma…
Ruhun içten içe kavruluyor.
Zaman yok…
Bekleyiş sonsuz gibi…
 
	