Bir tanrının ya da hakikatin ya da gerçekliğin -ya da her ne derseniz- olup olmadığı sorusu kitaplar, rahipler, filozoflar ya da kurtarıcılar tarafından asla cevaplanamaz. Sizden başka hiç kimse ve hiçbir şey bu soruyu cevaplayamaz, işte bu yüzden kendinizi tanımanız gereklidir. Toyluk ancak kendinden tamamen bihaber olmaktan doğar. Kendini anlamak bilgeliğin başlangıcıdır.
“Değişmek istemiyorum” diyebilirsiniz. Çoğu insan değişmek istemez, özellikle sosyal ve ekonomik açıdan güvende olanlar ya da dogmatik inançlara sahip olup kendilerini ve olayları olduğu gibi ya da biraz değiştirilmiş haliyle kabul etmekten hoşnut olanlar.
Ya da, “Kendimde köklü bir iç değişikliğin gerekli olduğunu görüyorum ama bunu nasıl yapabilirim? Lütfen bana yol gösterin, o yola koyulmama yardımcı olun.” diyebilirsiniz. Bunu söylüyorsanız, sizi ilgilendiren değişimin kendisi değildir; aslında ilginizi çeken köklü bir devrim değildir: Sadece değişimi gerçekleştirebilmek için bir yöntem, bir sistem arıyorsunuz demektir.
“Değişmek istiyorum, bana bunu nasıl yapacağımı söyleyin.” diyen kişi çok samimi, çok ciddiymiş gibi görünür ama değildir. İstediği, iç dünyasına çeki düzen vereceğini umduğu bir otoritedir. Ama otoritenin iç dünyaya düzen getirmesi mümkün müdür? Dışarıdan zorla kabul ettirilen bir düzen, daima düzensizlik yaratmaya mahkumdur.
--------------------------------------------------------------
"Kendini dev bir anı deposu olarak hayal etmeye çalış; o depoda senden başka birisi duygular, görüşler, zihinsel konuşmalar ve davranış biçimleri depoladı. Bu senin depon olduğu için, oraya istediğin zaman gidip alt üst edip, araştırabilir ve orada bulduklarını kullanabilirsin. Sorun senin envarter defterinde kesinlikle hiç bir denetiminin olmamasıdır, çünkü defter sen depoya sahip olmadan çok önce tutulmuştur. Böylelikle eşya seçiminde son derece sınırlanmışsındır."( Büyü geçişleri T.Abelar)
Burada hafıza silmekten çok , hafızamızın sınırlandırılmışlandığından (bu da zihinle oluyor) söz edilmekte olduğunu sanıyorum. Yani hafızamızı silmek ya da sıfırlamak değil amaç. Sadece tek yanlı çalışan ve bizi sürekliliğe bağlamak suretiyle (geçmiş, gelecek, arasında köprü kurarak) , andan ve akışkanlıktan uzaklaştırarak bir duygu ve farkındalık düzeneği olmak yerine karmakarışık hastalıklı zihinimizin işe karışarak, herşeyi karışık duygusallıklar yumağı haline getirdiği, anılar depomuzu düzenlemekten sözediliyor. Deponun düzenlenmesi girişimi bugüne kadar üzerinde hiç durmadığımız kıyıda köşede kalmış, kullanılmamaktan paslanmış eşyalarımızın yeniden yaşamımızda bir yer edinmesine yol açabilir.
Bunlar hakkında bir fikri olan var mı?
Bu düzenleme, korku ve kaygıyla dolu olduğu için, olguları kendini haklı çıkartmak ve bu haklılığını ölümsüzlüğüne temel alan, kibirin ihtişamlı görüntülerine taparak kendine ön sıralarda bir yer arayan zihnimizin, sarsılmasına yol açabilir. Bu da büyücülerin özetleme dedikleri çalışmadır. Ne kadar kişiselleştirilirse kişileştirilsin bütün olayların,(özellikle en özel sandıklarımızın) birbirlerine ne kadar benzediğini düşündüğümüzde, aslında yaşayanın biz olmadığını çok kolay anlarız. Farklılıktan ölesiye korktuğumuz içinde, zaman zaman tin vasıtasıyla bulduğumuz , yakaladığımız, (tin kapıyı kırınca) farklı olanıysa, çok sevdiğimiz kıyas yöntemiyle derhal farksızlaştırırız. Tinsel olanın peşine düşüp, tüm çabalarımızı coşku üreterek , kaynağı belirsiz sevinçleri içselleştirmek(olayların tinsel olup olmadığını anlamanın yöntemlerinden biri sanırım budur) yerine, erksizliğimizin tuzağına düşeriz. Yaşamsal olandan, ölümcül olana doğru hızla uzaklaşırız.
Farklı duyumsadığımız herşeyin sorumluluğunu almalıyız. Çoğunlukla zor ve yıpratıcı gözüksede. Farksız olduğunuda bilmeliyiz ama...
"İçimizde bir gökyüzü ağlar usulca
el sallar bazı bulutlar, oyunlar kurduğumuz gövdelerimiz
unutur önce,
dibe itilir, bütün cesaretler,
cenaze törenlerine katılır gözlerimiz
içimizde bir gökyüzü unutulur, bir köşede
bir avuç toprak atarlar günlerimize
taşlarla oyalanırız.
Ta ki girene dek tüm kumlar gözlerimize..."(A.Dones)
Depolarımızı temizlemeliyiz, kendimiz temizleyemiyorsak; Niyet Temizlik A.Ş ye başvurmalıyız, biraz pahalı ve can yakıcıdır ancak sonuç kesindir, elbet siz açıksanız. Ancak o zamanın zarfında(sonsuza kadar yani) hiç değilse, bir kefesinde her zaman kendimiz olduğumuz terazileri, esnaflara verelimki, depolarımıza hava girsin. Hiç değilse tozlar uçuşsun.
Hafıza Üzerine
Yalnızca insan evrenin düzenini bozar. İnsan, acımasız ve son derece şiddet yüklüdür. Nerede olursa olsun kendisinde, dünyada sefalete ve karışıklığa neden olur. Yakıp yıkar, yok eder, şefkati yoktur. Kendi içinde düzeni yoktur, dokunduğu şey kirlenir ve karmaşıklaşır... İktidara, hileye dayanan, kişisel ve milliyetçi, grupları birbirine düşüren, çetelere özgü bir politikası vardır. Ekonomisi sınırlıdır, dolayısıyla evrensel değildir. Toplumu özgür de olsa, zulüm altında da olsa ahlaksızdır. İnanmasına, tapınmasına ve bitmek tükenmek bilmeyen anlamsız ritüeller gerçekleştirmesine rağmen dindar değildir.
Neden böylesine zalim, sorumsuz ve bütünüyle ben merkezli bir hale gelmiştir? Neden? Bunun yüzlerce açıklaması vardır, kitaplardan ve hayvanlar üzerinde yapılan deneylerden elde edilen bilgilerle kurnazca açıklama yapanlar, beşeri kedere, tutkuya, gurura ve ihtirasa kapılırlar. Tanım tanımlanan değildir; söz şey değildir. Dış nedenler aradığı için mi, çevre insanı biçimlendirdiği için mi, dış dünyada yaşadığı değişimlerin kendi içindeki insanı dönüştüreceğini umduğu için mi? Duygularına bağımlı olduğu, anlık gereksinimlerine yenik düştüğü için mi? Bütünüyle düşünce ve bilgi aktarımı içinde yaşadığı için mi? Yoksa çok romantik, duygusal olduğu için mi idealleri, düşleri, büyüklenmeleri söz konusu olduğunda bu derece zalimleşebilir? Birileri ona sürekli önderlik ettiği için, kendisi bir takipçi olduğu için mi yoksa bir lidere, bir guruya dönüştüğü için mi?
Bu iç ve dış ayrımı, çatışmalarının ve sefilliğinin başlangıcıdır. Bu çelişkiye, bir ezeli gelenek ağına yakalanır. İnsan, bu anlamsız ayrıma yakalanınca, yiter ve başkalarının esiri haline gelir. Dış ve iç, düşüncenin imgelemi ve uydurmasıdır; düşünce bölük pörçük olduğu için düzensizlik ve çatışma yaratır, bu bölünmedir. Düşünce, düzeni, erdemin zahmetsiz bir biçimde akışını sağlayamaz. Erdem bellekteki şeylerin, tapınımın sürekli yinelenmesi değildir. Düşüncenin bilgisi zamanı bağlar. Düşünce doğası ve yapısı gereği yaşamın tüm akışını tam bir hareket olarak yakalayamaz. Düşüncenin bilgisinin bu bütünlük karşısında içgörüsü yoktur; algılayan konumunda, dışarıdan içeri bakan konumunda olduğu sürece, seçim yapmadan bu bütünlüğün farkında olamaz. Düşüncenin bilgisinin algılamada bir yeri yoktur. Düşünen düşüncedir; algılayan algılanandır. Ancak böyle olduğunda günlük yaşamımızda çabasız bir hareket söz konusu olabilir...
Doğayla bağınızı kaybederseniz, insanlıkla da bağınızı kaybedersiniz. Doğayla hiçbir ilişkiniz yoksa, zamanla katile dönüşürsünüz; yavru fokları, balinaları, yunusları, insanları çıkar için, "spor" olsun diye, yiyecek için ya da bilgi için öldürürsünüz. O zaman doğa sizden korkar, güzelliklerini geri çeker. Ağaçlar arasında uzun yürüyüşlere çıkabilir, hoş mekanlarda kamp yapabilirsiniz, ama yine de bir katilsinizdir, dolayısıyla o güzelliklerle dostluğunuzu kaybedersiniz. Büyük bir olasılıkla hiçbir şeyle, karınızla ya da kocanızla ilişkide değilsiniz; hep kendi özel düşüncelerinizle, zevklerinizle, acılarınızla uğraşırsınız. Kendi karanlık, soyut dünyanızda yaşarsınız, buradan kaçış yolunuz daha da koyu karanlıktır. İlgi alanınız umursamaz, kolaycı ya da şiddet dolu kısa bir yaşam sürmektir.
Sizin sorumsuzluğunuz nedeniyle binlerce insan açlıktan ölür ya da kıyıma uğrar. Dünyanın düzenini yalancı, ahlaktan yoksun siyasetçilere, entelektüellere, uzmanlara bırakırsınız. Kendi içinizde bütünlüğünüz olmadığı için ahlaktan ve dürüstlükten yoksun, yalnızca bencillik üzerine temellenen bir toplum kurarsınız. Sonra da yalnızca sizin sorumlu olduğunuz bütün bu şeylerden deniz kıyısına ya da ormana kaçar ya da "spor" yapmak için silah taşırsınız. Bütün bunları biliyor olabilirsiniz, ama bilgi dönüşüm yaşamamızı sağlamaz. Ancak bütünlük duygusuna sahip olduğunuzda evrenle ilişkide olabilirsiniz.
-----------------------------------------------------------------------------------
İçinizde sevgi yoksa -sadece birkaç damlalık değil, bolluk derecesinde- içiniz onunla dolup taşmıyorsa dünya felakete sürüklenecektir. İnsanlığın bir bütün olması gerektiğini ve sevginin tek çıkar yol olduğunu zekânız biliyor ama size sevme
yi kim öğretecek? Herhangi bir otorite, yöntem veya sistem size nasıl sevmeniz gerektiğini söyleyebilir mi? Eğer bunu size birileri söylüyorsa, o sevgi değildir... “Sevgiyi tatbik edeceğim. Günlerce oturup onu düşüneceğim. Şefkatli ve nazik olmayı tatbik edip kendimi başkalarını düşünmeye zorlayacağım,” diyebilir misiniz? Kendinizi, sevmek için disipline edebileceğinizi, sevmek için iradenizi kullanabileceğinizi mi söylüyorsunuz yani? Sevmek için disipline ve iradeye başvurursanız, sevgi elinizden uçup gider. Bir sevme yöntemi veya sistemi uygulayarak çok akıllı ya da şefkatli bir insan olabilir veya şiddetten kaçınma haline erişebilirsiniz ama bunun sevgiyle hiçbir ilgisi yoktur.
Bu paramparça çorak dünyada sevgi yok çünkü en önemli rolü zevk ve arzu oynuyor, oysa sevgi olmadan günlük hayatınızın da bir anlamı yoktur. Sevgi de güzellik olmadan olmaz. Güzellik gördüğünüz bir şey değildir; güzel bir ağaç, güzel bir tablo, güzel bir bina ya da güzel bir kadın değildir. Ancak kalbiniz ve zihniniz sevginin ne olduğunu bildiği zaman güzellik vardır. Sevgi ve bu güzellik anlayışı olmadan erdem olmaz ve ne yaparsanız yapın, ister toplumu ıslah edin, ister yoksulları doyurun, sadece daha fazla huzursuzluk yaratmış olacağınızı çok iyi bilirsiniz, çünkü sevgi yoksa kendi kalbinizde ve zihninizde de yalnızca çirkinlik ve yoksulluk vardır. Ama sevgi ve güzellik varsa, ne yaparsanız doğrudur, ne yaparsanız ahenklidir. Sevmeyi bilirseniz istediğinizi yapabilirsiniz çünkü o diğer bütün sorunları çözer.
Hiç ırmak kıyısında yürürken ırmağın kenarındaki göllenmiş su birikintisi gözünüze takıldı mı? Herhalde balıkçılar kazmış olmalı bu çukuru. Ama ırmakla olan bağlantısı kapanmış. Irmak durmadan aynı kararda derinlemesine ve genişlemesine akıyor. Irmağın kıyısında göllenmiş su birikintisiyse ırmağın yaşamıyla ilintisi kesilmiş olduğundan üzeri pislikten bir kabukla örtülmüş olarak öyle durgun ve ölü durup duruyor. İçinde balık da yok. Buna karşın ırmak yaşam ve canlılık dolu, hızla akıp gidiyor.
İnsanlar da tıpkı böyledir. Hızla akan yaşamın yanında kendilerine küçük bir havuz kazarlar. işte o havuzda kokuşur ve ölüp giderler. İşte biz bu durgunluktan gelen kokuşmuşluğa böyle bir yozlaşmaya var oluş adını veriyoruz. Şöyle söyleyeyim: bizim istediğimiz bası şeylerin hep aynı kalması bazı isteklerimizin hiç değişmemesi zevkli olan haz veren şeylerin hep sürüp gitmesi özetle sevdiğimiz beğendiğimiz şeylerin hiç değişmeden öyle kalmasını istiyoruz. Küçük bir çukur kazıyoruz yaşam selinden korunmak için çevresinde barikatlar kuruyoruz. O çukurun içinde kendimizi ailemizle tutkularımızla ve tanrılara çeşitli tapınma yöntemlerimizle kapatıyoruz ve o çukurda ölüp gidiyoruz. Yaşamın yanımızdan akıp gitmesine seyirci kalıyoruz. Yaşam ırmağına yaşam seline gelince hiç durmadan akar öylesine hızlı akar öylesine derinlikleri öylesine olağanüstü bir canlılığı ve güzelliği vardır ki anlatmaya söz yetmez.
Irmağın kıyısında hiç kımıldamadan sakin sakin oturduğunuz zaman onun şarkısını kıyıları yalayan durmadan akıp giden suyunun sesini duyarsınız. Her zaman suda bir kımıltı vardır. Her zaman daha genişe daha derin doğru bir kımıltı vardır suda. Ama suyun içinde göllendiği o kazdığınız çukurda hiçbir kımıltı yoktur su bütünüyle durgundur. Çoğumuzun isteği de bundan başka bir şey değildir. Yaşam ırmağından kopuk durgun havuzcuklar… Diyoruz ki bizim küçük havuzumuzdaki varlığımız iyidir, ve bu inancımızı pekiştirmek için de bir felsefe uydurmuşuz, bu görüşü desteklemek için toplumsal siyasal ve dinsel kuramlar uydurmuşuz ve kimsenin keyfimizi bozmasını istemiyoruz, çünkü bizim istediğimiz şey hiçbir şeyin değişmeden hep olduğu gibi kalmasıdır.
Hiçbir şeyin değişmemesini istemenin anlamı nedir? Bunun anlamı bize sevk veren keyif veren şeylerin hiç değişmeden olduğu gibi kalmasını ve bize zevk vermeyen şeylerin bir an önce sona ermesini istemektir. Soyadımızın soyumuz aracılığıyla malımızın mülkümüz aracılığıyla, bilinmesini ve unutulmadan kalmasını istemektir. İlişkilerimizde de etkinliklerimizde de bir süreklilik istiyoruz. İstiyoruz ki durgun bir havuzda sonsuza dek mutlu yaşayalım. Hiç bir şeyin değişmesini istemiyoruz onun için de malımızın mülkümüzün ünümüzü soyadımızı güven altında tutan bir toplum yaratmaya çalışıyoruz.
Ama yaşam hiç de böyle değil. Yaşam durağan değil ağacın döktüğü yapraklar gibi hiçbiri sürekli değil, sonsuza kadar değişmeden kalan hiç bir şey yok. Her şey değişiyor ve ölüp gidiyor. Hiç gölgesi havaya düşen yaprak dökmüş bir ağacı seyretmişliğiniz oldu mu? Ne kadar güzel bir görüntüdür bu. Bütün dallarının çizgileri belirginleşmiştir, o yaprak dökmüş, soyunmuşluğu, çıplaklığı içinde ağaç bir şiir gibidir. Bütün yapraklarından soyunmuş baharı bekler durumdadır. Bahar gelince gene ağaç binlerce yeşil yaprağın müziğiyle dolacaktır. Sonra gene mevsimi gelince gene yapraklarını döküp gene baharı bekleyecektir. İşte yaşam böyledir.
Ama biz böyle olmasını istiyoruz. Çocuklarımıza sıkı sıkı yapışıyoruz geleneklerimize, toplumumuza adlarımıza, o küçük erdemlerimize sıkı sıkı sarılıyoruz. Çünkü her şey olduğu gibi kalsın istiyoruz. İşte bunun için ölmekten korkuyoruz. Tanıdığımız şeyleri yitirmekten korkuyoruz. Ama yaşam bizim gönlümüzün isteklerine uyabilecek bir şey değil ki. Yaşam değişmeden kalabilen bir şey değil. Kuşlar ölüyor karlar eriyor, ağaçları kesiyorlar ya da fırtınalar onları deviriyorlar. Ama biz hoşumuza giden sevdiğimiz her şey olduğu gibi kalsın istiyoruz. Mevkimizi başkaları üzerindeki otoritemizi sonsuza kadar sürdürmek istiyoruz. Yaşamı her nasılsa öyle olduğu gibi kabul edemiyoruz.
Gerçek şu: yaşam tıpkı ırmağa benziyor. Durmadan akıyor durmadan kıyılarına ulaşmak onları keşfetmek sürüklemek taşımak için her oyuğa gitmek için durmadan devinip duruyor.
Ama biliyorsunuz zihnimiz yaşamın bizde de aynı şeyleri yapmasına izin vermiyor. Zihin durmadan değişen bir ortamda yaşamanın sakıncalı olduğunu görüyor. Onun için de hemen çevresine bir duvar örüyor. Geleneğin duvarıyla örgütlenmiş dinin duvarıyla kendisini güvenceye almaya çalışıyor. Aile, ad, küçük erdemler, bütün bunlar bu duvarın içinde olan yaşamdan kopuk şeyledir. Yaşam dışarıda sürekli akıyor sürekli değişimi de birlikte sürüklüyor ve o içerisinde mutsuzluktan ve tedirginlikten başka bir şey olmayan duvarları yıkıp içeri sızmak için saldırısını sürdürüyor. Duvarın içindeki tanrıların hepsi gerçek dışı yapma putlardır. Onların kutsal yazılarının onların felsefelerinin bir anlamı yoktur çünkü yaşam hepsinin ötesindedir.
Çevresine duvar örmemiş kazandıklarıyla biriktirdikleriyle öğrendikleriyle kendini yük altına sokmayan zamanın dışında zamanın ötesinde güven aramadan güven peşinde koşmadan yaşayan bir zihin.. işte böyle bir zihin yaşam olağanüstü güzel bir şeydir. Böyle bir zihin başlı başına yaşam yaşamın ta kendisidir. Ama çoğumuzun istediği sığınacak yaşamdan saklanacak bir yer bulmaktır. Küçük bir ev istiyoruz bir adımız bir mevkiimiz olsun istiyoruz ve böyle şeylerin çok önemli olduğunu savunuyoruz. Biz her şeyin olduğu gibi kalmasını istiyoruz ve u istekten yola çıkan bir kültür yaratıyoruz. Aslında tanrı olmayan bizim isteklerimizin bir yansısından başka bir şey olmayan tanrılar yaratıyoruz.
Hiçbir şeyin değişmeden olduğu gibi kalmasını isteyen bir zihin sonunda şu ırmağın kıyısındaki su birikintisi gibi durgunlaşıyor, az zamanda kokuşuyor üzeri pislikten bir kabuk bağlıyor. Ancak çevresine duvar örmeyen bir zihin sınır engel tanımayan sığınak aramayan bir zihin ancak böyle bir zihin tam anlamıyla yaşamla birlikte akabilir, zamansızlık boyutunda ileriye doğru yol alabilir, yeni bir şeyler keşfedebilir, bir bomba gibi patlayabilir. Ancak böyle bir zihin mutluluğu tadabilir, her zaman yenidir çünkü kendi yapısından gelen bir yaratıcılığı vardır.
Bilmem bu anlattıklarımı anlıyor musunuz? Anlamalısınız, çünkü bütün bu konu gerçek eğitimin bir parçasıdır. Siz bu konuyu anladığını zaman tüm yaşamınız bir anda değişecek dünyayla komşularınızla kocanızla olan ilişkileriniz bütünüyle değişik bir anlam kazanacaktır. O zaman bir şeylerin peşinden giderek kendinizi doyurmaya çalışmayacaksınız. O zaman anlayacaksınız ki elde edeceğim diye bir şeylerin peşinden koşmak üzüntü ve mutsuzluktan başka bir şey getirmez. Bunun için öğretmenlerinizle bu konuyu konuşmalı ve kendi kendinize tartışmalısınız. Eğer anlarsanız yaşamın olağanüstü gerçeğini de anlamış olacaksınız bu anlayışta büyük bir güzellik iyilik dolu bir sevgi vardır. Ama güvenli bir durgun su arayışı içinde olan her şeyin olduğu gibi kalmasına çalışan bir zihnin bu çabası ancak insanı karanlığa ve yozlaşmaya götürebilir. Bir kez zihin bu durgun suyun içine kendini iyice yerleştirdi mi dışa açılmaya araştırmaya yeni bir şeyler bulmaya korkacaktır. Ama adına ister gerçek deyin ister tanrı deyin ne derseniz deyin işte o, bu su birikintisinin dışındadır.
-İç Özgürlük
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
“Doğa yaşamımızın bir parçasıdır. Hepimiz tohumdan, topraktan yetiştik, hepimiz onun bir parçasıyız, ama bizim de ötekiler gibi birer hayvân olduğumuz duygusunu hızla kaybediyoruz.
Şu ağaca bakın, onun güzelliğini görün, çıkardığı sesi dinleyin; şu küçük bitkiye, küçük ota, duvara tırmanan şu sarmaşığa,
yaprakların üstündeki ışığa, gölgelere karşı duyarlı olun. Bütün bunların farkına varmak ve doğa ile bağ kurmak zorundasınız. Belki bir şehirde yaşıyorsunuz, ama yine de çevrenizde birkaç ağaç vardır. Yan bahçedeki gülağacı kötü durumda olabilir, belki her yanını ot bürümüştür, ama ona bakın, bütün bunların, bütün canlıların bir parçası olduğunuzu duyumsayın. Doğaya zarar vermek, kendinize zarar vermek demektir.”
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Önemli olan insanın bir başkasıyla ilişkisinde kendini anlayışıdır. O zaman ilişki; bir soyutlanış süreci olmaktan çıkar, kendi güdülerinizi, düşüncelerinizi, arayışlarınızı keşfettiğiniz bir harekete dönüşür; bu keşif de özgürlüğün, dönüşümün başlangıcıdır. Dünya için şart olan temel, kökten bir devrimi gerçekleştirebilecek olan da bu ani dönüşümdür. Soyutlanış duvarları içindeki devrim, devrim değildir. Devrim, yalnızca soyutlanış duvarları yıkıldığında ortaya çıkar ve ancak siz artık güç peşinde koşmadığınızda gerçekleşebilir.
Tüm dünya çapında çok büyük bir devrim’e gereksinim var; büyük bir değişim zorunlu. Ama bununla dışımızdaki bir devrimden değil, içimizde psişik düzeyde gerçekleşecek ve insan için kesinlikle tek umut, deyim yerindeyse tek kurtuluş olan bir devrimden söz ediyoruz.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Şiddet hakkında iki düşünce ekolü vardır: Biri ''Şiddet insanda doğuştan vardır,'' diğeri ''Şiddet insanın içinde yaşadığı sosyal ve kültürel mirasın bir sonucudur.'' der. Hangi ekolden olduğumuz bizi ilgilendirmiyor, bunun bir önemi yok. Ö
nemli olan şiddet yanlısı olduğumuz gerçeği, bunun nedeni değil.
Şimdi şiddete meyili bir insan olduğum benim için aşikar olmalı. Şiddeti tecrübe ettim. Öfkedeki, cinsel arzularımdaki, nefretteki, düşmanlık yaratırkenki, kıskançlıktaki vb. şiddeti tecrübe ettim, tanıdım ve kendime şunları söylüyorum: ''Bu problemi bütünüyle anlamak istiyorum. Sadece savaşta kendini gösteren kısmını değil; insandaki -hayvanlarda da bulunan- benim de bir parçası olduğum bu saldırganlığı anlamak istiyorum.''
Şiddet yalnız bir başkasını öldürmek değildir. Sivri bir söz söylememiz, birisini geçiştirmek için bir el hareketi yapmamız, korku yüzünden itaat etmemiz de şiddettir. Yani şiddet; tanrı, toplum ya da ülke adına yapılan organize katliamdan ibaret değildir. Şiddet çok daha zor anlaşılır, çok daha derin bir şeydir. Biz de şiddetin en derinine inmeye çalışıyoruz.
Kendimizi Hintli, Müslüman, Hıristiyan, Avrupalı ya da başka bir şey olarak adlandırdığımızda şiddet uygulamış oluruz. Bunun neden şiddet uygulamak olduğunu görebiliyor musunuz? Çünkü kendinizi insanlığın geri kalanından ayırmış oluyorsunuz. Kendinizi inanç, milliyet veya geleneğe göre diğerlerinden ayırdığınızda bu şiddet doğurur.
Onun için şiddeti anlamaya çalışan bir kişi hiçbir ülkeye, hiçbir dine, hiçbir partiye ya da taraflı bir sisteme ait değildir; insan bütünüyle anlamakla meşguldür.
-Bilinenden Kurtulmak
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
İnsanın dramı; sanki başka türlüsü de olabilirmiş gibi görünmesine rağmen, yaşamın tadına varamaması, yaşamın keyfini gereği gibi çıkaramamasıdır. Karmaşık, çelişkili düşünceler ve duygular arasında korkular ve kaygılar içinde bocalayan, ne istediğini ne istemediğini tam olarak bilemeden, tatsız bir yaşamı sürükleyip duran insanın bu durumu, gerçekten çok acıklı… Ya da şöyle söyleyelim: İnsan, kendi kendinden habersiz koşar adım ölümüne yol alıyor.
--------------------------------------------------------------------
Hiç niçin insanlar yaşlanınca yaşama sevincini yaşamdan zevk alabilme yeteneğini yitiriyorlar diye düşündünüz mü? Şimdiki durumda hepiniz gençsiniz ve çoğunuz oldukça mutlu sayılabilirsiniz. Sizin de ufak tefek sorunlarınız var, üzüntü konusu yaptığınız sınavlarınız var ama bu sorunlara rağmen yaşamdan tad alıyor yaşamaktan bir oranda kıvanç duyuyorsunuz. Yaşamı olduğu gibi kolaylıkla içinize sindiriyor olayı hafife almaya mutlu olmaya çalışıyorsunuz. Ama niçin biz yaşlanınca yaşamsal olan bu coşkulu ilişkilerimizi yitiriyoruz. Pek çoğumuz o sözüm ona olgunluk çağına gelince kafası donuklaşmış sevinç duyma haz alma yeteneğini yitirmiş güzelliklere, uçsuz bucaksız gökyüzünü ve o harika yeryüzüne karşı duyarsız oluyoruz.
İnsan kendisine bu soruyu sorunca aklına bunun birçok açıklaması geliyor. Bir açıklama yalnızca kendimizle ilgilenip kendimizle uğraşmamız. Önemli bir kimse olmaya çalışıyor, önemli bir mevki sahibi olmak ve bu mevkiiyi korumaya çalışıyoruz. Çoluk çocuğumuz var birçok sorumluluklarımız var, bir yandan para kazanmamız da gerekli. Bütün bunların yükü bizi sonunda yere seriyor. Bunun sonucunda da yaşama sevincini yitiriyoruz. Çevrenizdeki yaşlı yüzlere bakınız çoğunun yüzünün ne kadar kederli, ne kadar çevrelerinden kopuk ve nevrozlu olduklarını yüzlerinde hiçbir zaman gülümsemeye yer olmadığını göreceksiniz. Niçin böyle olduğunu hiç kendinize soruyor musunuz? Nedenini araştırdığınız zaman bir açıklama bulmak size yeterli görünüyor mu?
Dün akşam sütü batı yelini arkasına almış pupa yelken giden bir yelkenli gördüm. Ağzına kadar yakacak odunla yüklü büyük bir tekneydi. Güneş batıyordu ve arkasındaki plandaki gökle yelkenli olağanüstü güzel bir manzara yapıyordu. Gemici yalnızca dümenini tutuyordu teknenin. Hiçbir çaba harcamıyordu bunun için. Bütün işi yapan rüzgardı. Bunun gibi bizler de didişme ve çekişme olayını anlayabilsek kendimizi zora koşmadan çabasız yaşamayı yüzümüzde bir gülümsemeyle mutlu yaşamayı başarabileceğiz.
Sanıyorum bizi bitiren bu didişme ve çekişme. Ömrümüzün bütünün alan şu itiş kakış ortamı bizi mahvediyor. Şu çevrenizdeki yaşlılar bir bakın onların çoğu yaşamlarını kendileriyle karılarıyla ya da kocalarıyla komşularıyla ya da toplumla bir dizi savaş vererek harcamışlardır. Böyle durmadan savaşmak enerjimizi tüketiyor. neşeli olan gerçekten mutlu olan kimse kendisini zora koşmaz. Kendisini zora koşmamak hareketsiz ve tembel olmak donuk zekalı budalanın biri olmak demek değildir. Tam tersine ancak olağanüstü akıllı ve zeki olanlar kendilerini zora sokmadan didişip çekişmeden yaşamayı becerirler.
Böyle zorlamasız bir yaşam biçimi olduğunu duyunca biz de öyle yaşamak istiyoruz. Didişmeye çekişmeye yer bırakmayan bir ruh durumuna özlem duyuyoruz. Bunu kendimize bir amaç yapıyoruz. Bunu bir ideal olarak benimsiyoruz. Bunu böyle yapınca da gene yaşama sevincini yitiriyoruz. O zaman gene bir şey başarmak için çaba harcamaya, gene kendimizi zora koşmaya başlıyoruz. Elde etmek için çaba harcadığınız şeyler farklı şeyler olabilir, ama çaba, kendini zora koşmak hep aynıdır. Birisi tutar toplumu düzeltmek için çaba harcar. Öteki tanrıyı bulmak için ya da karısıyla ya da kocasıyla yahut komşusuyla daha iyi geçinmek için. Bir başkası bir gurunun ayaklarının dibinde Ganj nehrinin kıyısında oturup ibadet eder. Hepsinde çaba vardır, zorlama vardır. Onun için önemli olan ne için çaba harcadığınız değildir, önemli olan çabanın didişmenin nasıl bir şey olduğunu öğrenmektir.
Şimdi acaba zihin bir rastlantı olarak didişmediği bir anı yakalamak değil de bütünüyle didişkenlikten kendini kurtardığı, üstünlük ve aşağılık gibi değer yargılarının olmadığı, insanın içini neşeyle ve yaşama kıvancıyla dolduran bir zihinsel durumu keşfetmek mümkün mü? Bunu araştıralım.
Önümüzdeki zorluk şu: Zihin kendini küçük görüyor, onun için de önemli birisi olmak için savaşıyor, ya da çelişkili istekleri arasında bir köprü kurmaya çabalıyor. Size durup da niçin zihninizin içinde çelişki var, çekişme var diye uzun boylu açıklamalar yapmam gereksiz. Biraz kafasının içinde olup bitenleri izleyen herkes için hem kafanızın içinde hem de dışında çekişme didişme olduğunu bilir. Bizim kıskançlıklarımız başkalarına gıpta etmemiz, tutkularımız üstünlük hayallerimiz, sonunda acımasız bir iktidar savaşına dönüşen rekabet duygusu, bütün bunlar ister bu dünya ister öldükten sonra gideceğimizi umduğumuz öbür dünya için durmadan bizi didişmeye iten etkenlerdir. Onun için bizim neden böylesine didiştiğimizi öğrenmek için ruh bilim kitaplarını incelememiz gerekmiyor. Tek önemli olan konu zihnimizi bu çekişme didişme olayından kurtarıp kurtaramayacağımızdır.
Aslında bütün çabalarımızın didişmelerimizin ardında yatan gerçek, olduğumuzla olmamız gereken ya da olmak istediğimiz kimse arasındaki uzlaşmazlıktır. İnsan bütün bu çabalama didilme olayını iyice anlayabilirse, bu didişmelere çabalamalara gerek kalmaz mı? Tıpkı rüzgarın alıp götürdüğü yelkenli gibi zihnimizin engellemeleri olmazsa yaşam da bizi alıp götürür mü? İşte sorun bu: soru didişme ve çabalamaya gerek kalmayacak ruhsal ortamın nasıl yaratılabileceği. Böyle bir ruhsal durum yaratmaya çalışmak, çabalamak didişme olayının ta kendisidir. Onun için de bu ruhsal durumu elde etmeye çalışarak buraya varılamaz.
Yapabileceğiniz şey, zihninizin an be an nasıl bu sonu gelmez didişmelere çabalamalara takıldığını izlemek, gözlemlemektir. Düzeltmeye çalışmadan yalnızca gözlemlemekle yetinirse, o dinginlik ya da huzurluluk dediğiniz ruhsal durumu zihninize zorla yerleştirmeye çalışmazsanız bir bakacaksınız zihniniz kendiliğinden çabalamayı didişmeyi bırakmış ve bu ruhsal durum son derece öğreticidir. Öğrenme dediğim şey bilgi toplamak bilgi biriktirmek anlamında değildir. Burada anlatmak istediğim şey böyle yaparak zihnimizdeki uçsuz bucaksız zenginliklerin kapısını açabileceğimiz, bütün güzellik ve zenginlikleri keşfedebileceğimiz anlamındır. Ve işte bu yolla kendi zenginliklerini keşfedince insanın içi neşeyle sevinçle dolar.
Kendinizi izleyin bakında sabahtan akşama kadar nasıl didiştiğinizi nasıl bu yüzden enerjinizi boşuna harcadığınızı göreceksiniz. Yalnızca didişmelerinizi açıklamaya ya da gerekçe bulmaya çalışırsanız açıklamalar arasında kaybolup gideceksiniz. Ama bir yandan da didişme çabalama sürüp gidecek. Hiçbir açıklama aramadan yalnızca zihninizi izlemekle yetinirseniz, yalnızca zihninize kendi didişmelerini çabalamalarının farkında olma olanağı tanırsanız, biraz sonra içinde didişme çabalama olmayan bir ruhsal durumun oluştuğunu izleyeceksiniz. Bu ruhsal durumun özelliği olağanüstü bir farkındalık, şaşırtıcı derecede bir keskin gözlemciliktir. İşte hepsi bu kadar. Bu farkındalık durumunda, bu üstündür bu aşağıdır diye hiçbir değer yargısı yoktur. Ne büyük adam vardır ne de küçük adam. Bir guru da yoktur bir ruhsal durumda. Bütün bu saçmalıklar yok olmuştur, çünkü zihin bütünüyle uyanık ve alıcıdır. Uyanık bir zihinse neşe ve sevinç kaynağıdır.
Soru: Bir şey yapmak istiyorum. Birçok defa deniyorum ama başaramıyorum. Başarmak için çaba harcamaktan vaz mı geçeyim, ya da başarmak için çaba mı harcayayım?
Krishnamurti: Başarılı olmak bir şey olmak bir yere varmaktır. Biz de başarıya bir tanrıya tapar gibi tapıyoruz. Yoksul bir çocuk büyüdüğü zaman milyarlarca lirası olan bir zengin olursa, ya da sıradan bir öğrenci bir başbakan oluverirse, onlara alkış tutup göklere çıkarıyoruz. Bunun için her oğlan ya da kız çocuğu şu ya da bu yolda başarılı olmak istiyor.
Şimdi bu konuyu biraz inceleyelim. Başarı diye bir şey var mıdır yoksa başarı insanların peşinden gittikleri bir düşünceden mi ibarettir? Çünkü her başarıya ulaştığımızda karşımıza yeni bir hedef peşinden gideceğimiz yeni bir başarı yolu çıkıyor. Hangi doğrultuda olursa olsun başarının peşinden gittiğiniz sürece didişmekten çabalamaktan çatışmaktan kendinizi kurtaramıyorsunuz. Bir yere eriştiğiniz zaman bile çabalamaktan geri durmuyorsunuz. Her zaman ulaşılacak daha yüksek bir yer çıkıyor karşınıza. Çünkü siz daha ileri gitmek istiyorsunuz daha fazlasına sahip olmak istiyorsunuz. Başarının peşinden koşmak durmadan daha çoğunu istemektir. Durmadan daha çoğu isteyen bir kafaya da akıllı diyemezsiniz. Tam tersine böyle bir kafa değersiz aptal bir kafadır. Çünkü böyle bir kafa toplumun koyduğu modele göre daha çoğu daha çoğu isteyerek kendisini sonu gelmeyecek bir didişmeye bir çabalamaya bitmez tükenmez bir kavgaya kaptırmış mahkum etmiştir.
Durumundan memnun olmamak nedir? Durumundan memnun olmamak, daha çoğu daha çoğu istemektir. Durumundan memnun olması, kavgayı didişmeyi bırakmaktır. Ama siz, bu olayı tam olarak anlamadıkça, zihnimizin niçin daha çoğun peşinden koştuğunu iyice kavramadıkça durumunuzdan memnun olmazsınız.
Örneğin bir sınavı başarmazsanız o sınava yeniden girebilirsiniz. Öyle değil mi? Sınavlar aslında son derece rastlantıya bağlı ayırım yapmakta yetersiz bir kurumdur. Bunun için de sınavda başarılı ya da başarısız olmanın büyük bir anlamı yoktur. Sizin zekanızın gerçek değeri konusunda hiçbir açıklama getiremez. Bir sınavdan başarılı olmaya bir bellek becerisi ya da bir şans olayıdır. Ama siz sınavda başarılı olmak için çaba harcıyorsunuz, eğer başarılı olmazsanız çaba harcamayı sürdürüyorsunuz. Hepinizin günlük yaşamda da yaptınız şey budur. Hep bir şey başarmak bir şeyi elde etmek için didişir dururuz, hiç öyle durup bu didiştiğimiz konu kendimizi harcamaya değer mi diye düşünmek aklımıza gelmez. Şimdiye kadar ananızın babanızın toplumun ustalarınızın gurularınızın değer yargılarına karşı çıkmak aklınsa gelmemiştir. Ancak biz bu daha çok tutkusunun anlamını anladığımız zaman başarı ve başarısızlık diye olayları değerlendirip soru yapmaktan vaz geçeceğiz.
Sizin anlayacağınız yalnız sınavlarda değil yaşamda da başarmamaktan yanlış yapmaktan ödümüz kopuyor. Çünkü bu yüzden eleştirilebiliriz, birisi bizi azarlayabilir. Ama niçin siz de yanlış bir şey yapmayacaksınız. Dünyada yaşayan herkes yanlışlar yapıp durmuyor mu? Acaba siz hiç yanlış yapmazsanız dünya bu içinde bulunduğu rezil durumdan kurtulmuş mu olacak? Eğer yanlış yapmaktan korlarsanız hiçbir şey öğrenemeyeceksiniz bu yaşamda. Büyüklerimiz durumdan yanlış yapıyorlar ama sizin yanlış yapmanızı istemiyorlar. Böyle yaparak da sizin bir başınıza karar alabilmek yeteneğinizi yok etmeye çalışıyorlar. Niçin çünkü onlar sizin gözlemleyerek araştırarak soru sorarak deneyerek yanlışlar yaparak kendi başınıza bir şeyler bulmanızdan bir şeyler keşfetmenizden, ve böyle yaparak ananızın babanızın toplumun, geleneğin otoritesinin boyunduruğundan kendinizi kurtarmanızdan korkuyorlar. İşte bunun için başarı idealinin peşinden gitmeniz isteniyor sizden. Sizin de gözlememiş olacağınız gibi başarı her zaman saygınlığı yanında getirir. Şu güya sözün ona ermiş kişiler bile manevi başarılarıyla saygınlık kazanma peşindedirler. Çünkü bu saygınlığı kazanmadıkça ne yandaş ne de ün kazanabilirler.
İşte bunun için size de hep başarılı olmak ve “daha çoğa” sahip olmak koşulları içinde düşünüyorsunuz. Çünkü saygın bir toplumun değer yargıları “daha çok” üzerine kurulmuştur ya da başka türlü söylersek toplum son derece özenli bir model yaratmıştır. Bu modelde sizin için iki olasılık vardır: başarılı olmak ya da başarısız olmak. Ama siz bütün yüreğinizi ortaya koyarak tüm varlığınızla bir şey yapmak istiyorsanız o zaman başarı ya da başarısızlık sizin için önemli konular olmaktan çıkarlar. Aklı başında hiç kimse başarı ya da başarısızlığa büyük önem vermez. Ne yazık ki aklı başında insanları sayısı çok az. Bunun böyle olduğunu da kimse size söylemez. Aklı başında zeki bir insanın ilgisini çeken tek konu gerçekleri görmek ve sorunları anlamaktır. Başarı ya da başarısızlık konusu ilgisini çekmez. İnsan ancak yaptığı işi sevmeyince başarı ya da başarısızlık koşulları içinde düşünmeye başlar
Soru: İnsanlar nasıl oluyor da böylesine duygusuz ve duyarsız olabiliyorlar?
Krishnamurti: Bunun cevabı çok basit. Eğitimin tek amacı öğrencilere bilgi aktarıp onları bir iş sahibi olacak biçimde yetiştirmek onlara başarı idealini aşılayıp yalnız kendi başarılarıyla ilgilenecek biçimde eğitmek. Kuşkusuz bunun böyle olması insanları duygusuz ve duyarsız yapıyor. Görüyorsunuz çoğunuzun yüreğinde sevginin izi bile yok. Şöyle bir başınızı kaldırıp yıldızlara bakmıyor akarsuyun sesine kulak vermiyoruz. Hiçbir zaman ay ışığının akarsuyla nasıl oynaştığını ya da uçan kuşa alıcı gözüyle bakmıyoruz. Yüreğimizde hiçbir şarkı yok. Kafamız her zaman bir şeylerle uğralıyor. Kafamızda insanlığı kurtarmak için çeşit çeşit planlar ve idealler var. Kardeşlikten söz ediyoruz ama davranışlarımız görünüşümüz bizim bu sözlerimizi yalanlıyor. İşte bunun için henüz daha gençken doğru ve gerçek bir eğitim görmeniz bu kadar önemlidir.
Öyle bir eğitim ki bize zihnimizi de yüreğimizi de açık tutmayı öğretsin. Bu öğrenme fark etme istekliliği duyarlılığı eğer biz korkuyorsak yok olur, çoğumuz da korkuyoruz. Anamızdan babamızdan öğretmenlerimizden din adamlarından, hükümetten patronumuzdan korkuyoruz. Kendi kendimizden korkuyoruz. Yaşam da böylelikle korkularla dolu kapkaranlık bir şey oluyor. İşte bunun için insanlar böylesine duygusuz ve duyarsız.
İç Özgürlük-
Başlangıcımızdan beri insanlar savaşlar yaptı, birbirlerini öldürdüler. Savaş üstüne savaş ve binlerce insanı öldürmek varoluşsal kalıbımız oldu. İnsanlık acı çekti ve biz de hala insanlığa son derece büyük acıları getirmiş olan savaş yolunun peşinden gidiyoruz. Bir de kendi kişisel acılarımız vardır. Acı, ister sizin ister benim olsun aynıdır. Ben kendi acımla özdeşleşmeyi severim, siz de kendi acınızla özdeşleşmeyi seversiniz. Ne var ki sizin acınızla benim acım aynıdır. Acının konuları çeşitlilik gösterebilir, fakat acı, acıdır. Dolayısıyla da kişisel değildir. Bunun hakikatini görmek zordur. Ben acı çekiyorsam ve siz de acı çekiyorsanız, sebepleri başkadır ve ikimiz de kendi acımızla özdeşleşiriz. Kendimizi böler, sonra da bunu bastırmak, bunun adına bahaneler bulmak adına yollar, vesileler ararız.
Fakat eğer bu acının tüm insanlığın acısı olduğunu ve bizim de insanlığın geri kalanı olduğumuzu, çünkü bizim de onlar gibi korkularımızın, acımızın, hazlarımızın ve endişelerimizin olduğunu fark edersek, acının benim acım olmadığını fark edersem, bu çok ufak bir mesele halini alır. Biz insanlığın tümüyüz ve bir acı olduğunda bu acı tüm insanlığın acısıdır. O zaman bu soruna dair bambaşka bir yaklaşımınız olur. Eğer ‘benim acım’ ise, şöyle dua ederim: ‘Tanrım lütfen bunun üstesinden gelmeme, bunu anlamama yardım et.’ Durum tamamıyla kişisel, değersiz ufak bir mesele halini alır. Acı çekmiş olan tüm insanlığın geri kalanı olduğunda ise bu acı çekme kişinin son derece dikkatle bakması gereken olağanüstü bir şey haline gelir. Eğer bir insan acı çekmenin doğasını anlar ve onun ötesine geçerse, o zaman insanlığın tüm geri kalanına yardım eder.
---------------------------------------------------------------
Çevre, toplum, kültür böylesine bozuk, böylesine parçalayıcı iken insanın kendini değiştirmesinin hayati önemini ele almak zorundayız. Çevreyi - yani toplumu, dini, kültürü vs. değiştirmenin gerekli olduğunu apaçık görüyoruz. Tüm sosyal yapı, toplum, çevremizi saran dünya tek bir birey tarafından değiştirilebilr mi? Çevresinde onca kaos, sefalet, karmaşa, delilik varken bu gün gibi açıktır- bir bireyin, bir insanın kendini dönüştürmesinin ne anlamı olabilir? Bu sorunun yanlış olduğunu düşünüyorum, çünkü insan içinde yaşadığı kültürün sonucudur. İnsan kültürü, toplumu, çevreyi inşa etti ve kendini değiştirirken aslında çevresini değiştirmektedir, çünkü insan dünyadır ve çevresindeki dünya da insanın ta kendisidir. Dolayısıyla insan ile çevresi arasında bir bölünme söz konusu değildir.
En başta insan ile toplum arasında bir bölünmenin söz konusu olmadığını dosdoğru anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Birey sözcüğü bölünmez, bölünemeyen, parçalanamayan varlık demektir. Oysa çoğu insan kısmen içinde yaşadığı toplum, kültür tarafından bölünmüş, parçalanmıştır.
İçsel Devrim
Zihin bir şey ile meşgul değilken dikkat söz konusu olabilir mi ?
Bir konu üzerine yoğunlaşma olmaksızın dikkat gerekleşebilir mi ?
Herhangi bir amaç,etki,baskı,dürtü içermeyen dikkat olabilir mi ?
Ayırım yapmadan zihin tam dikkatini verebilir mi ?
Tabii ki bunların hepsi olabilir ve bu da tek dikkat halidir;diğerleri yalnızca boyun eğme,teslim olma veya zihin oyunlarıdır. Eğer bir şeye kendinizi kaptırmadan , bir şeyi dışlamadan tam anlamıyla dikkat edebilirseniz o zaman meditasyon nedir bileceksiniz , çünkü o dikkatte çaba yoktur. Demek ki meditasyon , zihni sistemlerden kurtarma ve kendini kaptırmadan veya yoğunlaşmak için çaba göstermeden dikkati verme sürecidir.
Çabasız Dikkat
Zihin bir saniye için bile, sessiz olduğunda anlayışın geldiğini fark ettiniz mi, bilmiyorum; düşüncenin sözlere dökülmediği anda anlayışın ani ışığı parlar. Bunu deneyin ve zihnin çok sakin olduğu,düşüncenin olmadığı , zihnin kendi gürültüsünün yükünü taşımadığı anlarda anlayışın ani ışığını, sezginin olağanüstü hızını kendiniz göreceksiniz demek ki herhangi bir şeyin anlayışı , bir modern resmin bir çocuğun , eşinizin,komşunuzun veya her şeyde var olan doğruluğun anlayışı- yalnızca zihin çok sakin olduğu zaman gelir. Ama sakinlik geliştirilemez çünkü sakin bir zihni işlerseniz o artık sakin bir zihin değildir, o ölü bir zihindir.
Bir şeyle ne denli ilgilenirseniz, ne denli anlamaya niyetli olursanız zihniniz de o denli sade,berrak , özgür olur.
O zaman sözle aktarma sona erer ne de olsa düşünce sözdür ve araya giren sözcüğün kendisidir. Sorun ile yanıtı arasına giren de sözcüklerden oluşan bir paravandır ki ,bu da bellektir. Karşılaşılan soruna yanıt veren, sözlerdir ve biz buna akıl yürütme deriz. Böylece, laklak yapan,sözcükleri kullanan zihin, hakikati anlayamaz – ilişkide gerçeği anlayamaz , soyut gerçeği değil. Soyut gerçek yoktur. Ama gerçek çok inceliklidir, zihinle hemen görünmez..
O , gece dolaşan hırsız gibi karanlıkta, siz onu kabul etmeye hazır olmadığınız anda gelir.
''Anlayışın ani ışığı''
Soru: Tanrı'ya gerçekten inanan insanlardan birisiyim. Hindistan'da, Tanrı'ya inandığı için orada büyük siyasal değişiklikler oluşturan büyük modern ermişlerden birisini izledim. Hindistan'da, bütün ülkenin kalbi, Tanrı'yla birlikte çarpar. İnanca karşı olan sözlerinizi dinledim sizin; olasılıkla Tanrı'ya inanmıyorsunuz. Ama dindar bir kişisiniz ve bu yüzden, 'Yüce' olana ait bir çeşit duygunun sizde olması gerekli. Manastırları, kiliseleri ve mescitleri ziyaret ederek bütün Hindistan'ı, Avrupa'nın birçok yerlerini gezdim ve her yerde de kişinin, hayatım biçimlendirmesini umut ettiği, Tanrı'ya olan bu çok güçlü, zorlayıcı inancı buldum.
Şimdi, mademki Tanrı'ya inanmıyorsunuz, şu soruya göre sizin tam yeriniz nedir? Niçin inanmıyorsunuz? Bir Tanrı tanımaz mısınız? Bildiğiniz gibi, Hinduizm'de, bir Tanrı tanımaz ya da Tanrı tanır olup eşit biçimde bir Hindu olabilirsiniz. Kuşkusuz, Hıristiyanlar'da değişik bu. Eğer Tanrı'ya inanmıyorsanız, Hıristiyan olamazsınız. Ama asıl sorun bu değil. Durumunuzu açıklamanızı ve geçerliliğini bana göstermenizi istemeye geldim sizden; sorun bu. Sizi insanlar izliyor, bu yüzden bir sorumluluğa sahipsiniz; bu yüzden karşınıza çıkıyorum bu biçimde.
Krishnamurti: Her şeyden önce bu son noktayı açıklığa kavuşturalım. İzleyici yoktur Ve size ya da konuşmalarımı dinleyen kişilere karşı sorumlu değilim. Bir Hindu, ya da başka bir şey de değilim, çünkü herhangi bir dinsel ya da başka bir çeşit gruba ait değilim. Herkes, kendisine ışık tutmalıdır. Bu yüzden, ne öğretmen vardır ne de öğrenci vardır. En başta bunun açıkça anlaşılması gerekir, yoksa kişi etki altında kalır, propaganda ve inandırmanın bir kölesi olur. Bu yüzden, şimdi burada söylenen herhangi bir şey, bir dogma, iman tazeleme, ya da inandırma değildir: Ya anlaşırız, ya da anlaşmayız.
Şimdi, üzerine son derece basarak Tanrı'ya inandığınızı söylediniz ve olasılıkla, o inanç yoluyla 'Tanrılık' diyebileceğimiz şeyi yaşamak istiyorsunuz. İnancın içine birçok şey girer. New York'un, ya da Eiffel Kulesi'nin varoluşu gibi, görmemiş olabileceğiniz, ama doğruluğunu gerçekleyebileceğiniz olgulara olan inanç vardır. Sonra, gerçekten bilmemenize karşın karınızın size bağlı olduğuna inanabilirsiniz. Düşüncesinde sizi aldatabilir, ama yine de gerçekte onu bir başkasıyla giderken görmediğiniz için, onun size bağlı olduğuna inanabilirsiniz; günlük düşüncesi içinde sizi aldatabilir ve kuşkusuz siz de aynısını yapmışsınızdır.
Her ne kadar öyle bir şeyin olduğuna ait bir kesinlik yoksa da, ölümden sonra yeniden doğuşa inanıyorsunuz, değil mi? Ama, hayatınızda o inancın hiç bir geçerliliği yok, değil mi? Bütün Hıristiyanlar, sevmeleri gerektiğine inanıyorlar, ama sevmiyorlar; herkes gibi onlar da, bedensel ya da ruhbilimsel olarak, cinayet işleyip duruyorlar. Tanrı'ya inanmayanlar, ama yine de iyilik yapanlar var. Tanrı'ya inananlar ve o inanç için öldürenler var; barış istediklerini iddia ettikleri için savaşa hazırlananlar vb...
Her ne kadar bu, hayatın olağanüstü gizini yadsımıyorsa da, o zaman kişi, "Herhangi bir şeye inanmanın ne gereği var?" diye kendisine sormak zorunda. Ama inanç başka, 'olan' başka şeydir. 'İnanç', bir kelime, bir düşüncedir ve bu da 'şey' değildir, 'adınızın' gerçekte 'siz' olduğundan daha çok bir şey değildir.
Deney yoluyla, inancınızın doğruluğuna dokunmayı, onu kendinize kanıtlamayı umut ediyorsunuz, ama bu inanç, deneyiminizi koşullandırır. Deneyim, inancı kanıtlamak için gelmez, daha çok, inanç deneyimi doğurur.
Sizin Tanrı'ya olan inancınız, Tanrı diye adlandırdığınız şeyin deneyimini verecektir size. Sürekli olarak, inandığınızı yaşayacaksınız; başka bir şey değil. Bu ise, sizin deneyiminizi geçersiz kılıyor. Hıristiyan bakireler, melekler ve Mesih'i görecek, Hindu ise birçok benzer tanrılar görecek. Müslüman, Budist, Yahudi ve Paylaşımcı aynıdırlar.
İnanç, kendi var sayılmış kanıtını koşullandırır. Önemli olan neye inandığınız değil, niçin inandığınızdır sadece. Siz niçin inanıyorsunuz? Bir şeye, ya da bir başkasına inanmanız, gerçekte 'olan' için ne değişiklik yapıyor? Gerçekler, inanç ya da inançsızlıktan etkilenmez. Bu yüzden, kişi, herhangi bir şeye niçin inandığını sormalıdır; inancın temeli nedir? Korku mu, hayatın belirsizliği mi, bilinmeyenin korkusu mu, sürekli değişen bu dünyadaki güvenlik yokluğu mu? İlişkinin güvensizliği mi bu, yoksa hayatın kocamanlığıyla yüz yüze gelip onu anlamayarak, kişi kendisini inanç sığınağına mı kapatıyor? Bu yüzden, eğer sormama izin verirseniz, eğer hiç bir korkunuz olmasaydı, herhangi bir inanca sahip olacak mıydınız?
Soru: Korktuğumdan emin değilim, ama Tanrı'yı seviyorum ve beni Tanrı'ya inandıran da bu aşk.
Krishnamurti: Korkusuz mu olduğunuzu söylüyorsunuz? Bu yüzden, aşkın ne olduğunu biliyor musunuz?
Soru: Korkunun yerine aşkı koydum, bu yüzden benim için korku yok, inancım korkuya dayanmıyor.
Krishnamurti: Korkunun yerine aşkı koyabilir misiniz? 'Aşk' denen kelimeyle korkuyu örten, korkmuş olan bir düşüncenin eylemi değil mi o, yine bir inanç değil mi? Bir kelimeyle, korkuyu örtmüşsünüz ve korkuyu dağıtmayı umarak kelimeye tutunuyorsunuz.
Soru: Söyledikleriniz beni çok rahatsız ediyor. Bu konuşmayı sürdürmek isteyip istemediğimden emin değilim, çünkü inancım ve sevgim bana destek oldu ve temiz bir hayat yaşamama yardım etti. İnancımın bu biçimde soruşturulması, dürüstçe söyleyeyim, korktuğum bir düzensizlik duyusu yaratıyor.
Krishnamurti: Demek ki, kendi kendinize keşfetmeye başladığınız korku, var... Bu sizi rahatsız ediyor. İnanç, korkudan ileri gelir ve en yıkıcı şeydir. Kişinin, korku ve inançtan kurtulması gerekir. İnanç, insanları böler, insanları katı yapar, birbirlerinden nefret ettirir ve savaşı besler. Dolaylı bir biçimde, istemeyerek, korkunun inancı doğurduğunu evetliyorsunuz. Korku olgusuyla yüz yüze gelmek için, inançtan kurtulmuş olmak gerekir. Diğer herhangi bir ülkü gibi, inanç, 'olan'dan bir kaçıştır. Hiç bir korku olmadığı zaman, zihin oldukça değişik bir boyuttadır. Ancak o zaman, bir Tanrı'nın var olup olmadığı sorusunu sorabilirsiniz. Korku ya da inançla bulutlanmış bir zihin, herhangi bir anlayışa, hakikatin ne olduğunun algılanması yeteneğine sahip değildir. Öyle bir zihin yanılsama içinde yaşar ve çok açık ki, Yüce olanla karşılaşamaz. Yüce olanın, sizin ya da bir başkasının inancı, kişisel görüşü ya da vardığı sonuçla hiç bir ilgisi yoktur.
Bilmeden inanıyorsunuz, ama 'bilmek', bilmemektir. Zamanın ve 'biliyorum' diyen zihnin küçücük alanı içinde bilmek, zamanla kısıtlıdır ve bu yüzden, 'olan'ı olasılıkla anlayamazsınız. Her şeyin sonunda, "Karımı ve arkadaşımı biliyorum" dediğiniz zaman, yalnızca imgeyi ya da anıyı biliyorsunuz, bu ise 'geçmiş zaman'dır. Bu yüzden, herhangi bir kişiyi ya da herhangi bir şeyi, hiç bir zaman gerçekten bilemezsiniz. Yaşayan bir şeyi bilemezsiniz, yalnız ölmüş bir şeyi bilebilirsiniz. Bunu gördüğünüz zaman, ilişkileri "bilmek" terimi içinde düşünmezsiniz artık.
Bu yüzden, kişi hiç bir zaman, "Tanrı yoktur", ya da "Ben Tanrı'yı biliyorum" diyemez. Bunların her ikisi de küfürdür. Olanı anlamak için özgürlük olmalıdır; bilinenden kurtulmuş olmak değil sadece, bilinenin korkusundan da, bilinmeyenin korkusundan da kurtulmuş olmak...
Soru: 'Olanı' anlamaktan söz ediyorsunuz, ama bilmenin geçerliliğini yadsıyorsunuz. Eğer bilmek değilse, bu 'anlamak' nedir?
Krishnamurti: İkisi oldukça değişik. Bilmek, hep 'geçmiş zaman'la ilişkilidir ve bu yüzden sizi geçmişe bağlar. Anlamak, bilmeye benzemez; bir sonuç, bir birikim değildir. Eğer dinlediyseniz, anlamışsınızdır. Anlamak, dikkattir. Bütünüyle dikkat ettiğiniz zaman anlarsınız. Bu yüzden, korkunun anlaşılması, korkunun sona ermesidir. Böylece, inancınız, önde gelen etken olmaz artık; korkunun 'anlaşılması' önde gelmektedir. Korku olmadığı zaman özgürlük vardır. Kişi, sadece o zaman gerçek olanı bulabilir. 'Olan', korkuyla çarpıtılmadığı zaman, 'olan' gerçektir. Kelime değildir o. Hakikati, kelimelerle ölçemezsiniz. Aşk, bir kelime değildir; ne bir inanç, ne de yakalayıp "Bu benimdir" diyebileceğiniz bir şeydir. Aşk ve güzellik olmaksızın. Tanrı diye adlandırdığınız, pek bir şey değildir.
--------------------------------------
İnsanın dramı sanki başka türlüsü de olabilirmiş gibi görünmesine rağmen, yaşamın tadına varamaması, yaşamın keyfini gereği gibi çıkaramamasıdır. Karmaşık çelişkili düşünceler ve duygular arasında; korkular ve kaygılar içinde bocalayan, ne istediğini ne istemediği tam olarak bilemeden tatsız bir yaşamı sürükleyip duran insanın bu durumu gerçekten acıklı. Ya da şöyle söyleyelim: İnsan kendi kendinden habersiz koşar adım ölümüne yol alıyor.
---------------------------------------
Bu dünyada hırs olmadan, yalnızca kendiniz olarak yaşamak mümkün mü ?
Eğer ne olduğunuzu, bunu değiştirmeye çalışmadan anlamaya başlarsanız, ne olduğunuz dönüşüm geçirir. İnsanın bu dünyada isimsiz, hiç tanınmadan, ünlü , hırslı , gaddar olmadan yaşayabileceğini düşünüyorum. Kişi benliğe önem vermeden çok mutlu yaşayabilir ; bu doğru eğitimin parçasıdır.
Tüm dünya başarıya tapıyor. Yoksul çocuğun nasıl geceleri çalışıp sonunda yargıç olduğu veya nasıl gazete satarak başlayıp sonra multi-milyoner olduğu öykülerini işitiyorsunuz. Başarının yüceltilmesi ile besleniyorsunuz. Büyük başarı ile büyük keder de var ; ama çoğumuz bu başarma arzusuna yakalanmışız ve bizim için başarı , kederin anlaşılması ve yok edilmesinden daha önemli oluyor..
------------------------------------------
Zevk toplumun yapısıdır. Beşikten mezara kadar gizlice, kurnazca ya da açıkça zevki ararız. Onun için aradığımız zevkin türü konusunda bence çok net olmalıyız, çünkü o tür ne olursa olsun, hayatlarımızın yönünü belirleyecek ve onu şekillendirecektir.
Zevk dört aşamadan oluşur: Algı, hissetme, temas ve arzu. Diyelim güzel bir araba gördüm; ona bakmak içimde bir his, bir tepki oluşturur; sonra ona dokunurum ya da dokunduğumu hayal ederim, o zaman da ona sâhip olma ve onunla hava atma arzusu kendini gösterir.
Düşünce hiçbir zaman yeni değildir, çünkü düşünce hafızanın, deneyimlerin ve bilginin verdiği tepkidir. Düşünce, eski olduğu için, sevinçle izlediğiniz ve bir an için iliklerinize kadar hissettiğiniz bu şeyi eskitir. Daima eski olandan zevk alırsınız, yeni olandan değil. Yeni olanda zaman diye bir şey yoktur.
Birazcık zevkten mahrum bırakılınca neler olduğunu hiç gözlemlediniz mi? İstediğinizi elde edemeyince telaşlanır, kıskançlaşır, kindarlaşırsınız. İçki veya sigara içme, seks yapma veya istediğiniz her neyse onu yapma zevki sizden esirgendiğinde içten içe ne mücadeleler verdiğinizi fark ettiniz mi?
Ama eğer zevke son vermek istiyorsanız, ki bu aynı zamanda acıya son vermektir, zevkin yapısına tüm dikkatinizi vermelisiniz; keşişlerin ve sannyasilerin yaptığı gibi günah olduğunu düşündükleri için hiçbir kadına bakmayarak ve bu şekilde kavrama kabiliyetlerini yok ederek zevki kesip atmamalı; zevkin bütün anlamını ve önemini görmelisiniz. O zaman hayatınız büyük bir sevinçle dolar. Sevinç, üzerinde düşünülebilecek bir şey değildir. Sevinç anlık bir şeydir, üzerine düşünürseniz, zevke dönüşür.
Jiddu Krishnamurti - Bilinenden Kurtulmak