"Gizlimabet Parapsikoloji Platformu"

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Foruma üye olmak tamamen ücretsizdir.

Jiddu Krishnamurti

HUZURA VE BARIŞA DOĞRU

Düşünce dünyadaki en olağanüstü şeyleri yaratmıştır: sağlık bilgisi, cerrahi, tıp. Aynı zamanda da atom bombasını ve savaş araçlarını yaratmıştır. Düşünce insanları Hıristiyanlar, Hindular, Budistler, Sihler olarak bölmüştür. Sözüm ona kutsal olan kitapların hepsi düşünce ile yazılmıştır. Bu kitaplara dair kutsal olan bir şey yoktur; vahiy yoluyla alındıklarını söyleyebilirsiniz, fakat bu gene de düşüncenin eylemidir. Dolayısıyla düşünmenin, düşüncenin ne olduğunu anlamak zorundayız. Öyleyse düşünce nedir? Düşünme sınırlı değil midir? Tüm bunları, içinde yaşadığımız toplumu, tarihsel idealleri yaratmışken düşüncenin neden sınırlı olduğunu sorabilirsiniz. Sınırlıdır çünkü ister nirvana, ister cennet deneyimi, ister bizzat Tanrı’nın yanında oturma deneyimi ya da herhangi bir başarı deneyimi olsun, tüm deneyimler sınırlıdır. Bilimsel, fiziksel ya da psikolojik olsun fark etmez, hepsi sınırlı deneyimlerdir. Bu sınırlılıktan ötürü, bilgi de her zaman sınırlıdır. Bir bilim adamı hiçbir zaman bilgisinin tam olduğunu söylemez. Eğer tarihsel olarak bakarsanız, bilim süreci en eski zamanlardan modernliğe kadar, deneyim üzerine kurulu bilginin aşamalı olarak birikmesi ile oluşmuştur. Dolayısıyla bilgi ve deneyim sınırlıdır. Bilgi, beyinde hafıza olarak taşınır. Hafıza ise düşünce olarak tepki verir, bu nedenle düşünce sınırlıdır. Bu sınırlılık devamlı olarak çatışma yaratmak durumundadır.

...

Barış içinde yaşamak tamamıyla mümkün müdür? Dünyada barış yoktur. Karmaşa, düzensizlik, büyük tehlikeler, terör ve savaş tehditleri vardır. Tüm bunlar gerçeklerdir. Hayatlarımızın her gününü tam bir kargaşa içinde, insanların yapmak zorunda oldukları işler ve yüzleşmek zorunda olduğumuz sorunlarla yaşıyoruz. Politikacılar barıştan bahsediyorlar, Katolik kilisesi hiyerarşisi barıştan bahsediyor, Hindular, Budistler ve Müslümanlar da barıştan bahsediyor, fakat aslında barış yok. Büyümek, gelişmek, anlamak, etrafımıza bakmak için zaman bulmak, kendimizi keşfetmek ve içimizde ne bulabileceğimizi görmek için barış içinde olmalıyız. Barış, bir şeyden özgürleşmek; iki savaşın, iki kavganın, iki sorunun arasında kalma durumundan özgürleşmek değildir. Bir tür fiziksel rahatlama algısı da barış değildir. Barış çok daha temel bir şeydir; kişinin sahip olduğu ya da sahip olduğunu düşündüğü yüzeysel özgürlükten çok daha derindir.

...

Korkunun doğasını anlamak için zamanı büyük bir dikkatle incelemeliyiz. Zaman korkudur. Yarından korkarım, iki yıl önce olmuş olanlardan korkarım. İki yıl öncesi geçmiştir; geçmiş, zamandır. Yarın ne olacağından korkmak zamanın bir parçasıdır. Bir işim var ama onu kaybedebilirim; bu da zamandır. Dolayısıyla zamanın ne olduğu konusuna çok dikkatlice girmeli ve eğer yapabilirsek onu anlamalıyız. Zaman sadece fiziksel olarak değil aynı zamanda psikolojik olarak da vardır. Fiziksel olarak, bir dili öğrenmek, bir yere gitmek için zaman, saatin gösterdiği zaman, güneşin batış ve doğuşunun, havanın kararması ve aydınlanmasının zamanı vardır. Bir bilgisayarın bile çalışması için zamana ihtiyacı vardır. Dolayısıyla zaman belirli bir alan için gereklidir.

...

Başlangıcımızdan beri insanlar savaşlar yaptı, birbirlerini öldürdüler. Savaş üstüne savaş ve binlerce insanı öldürmek varoluşsal kalıbımız oldu. İnsanlık acı çekti ve biz de hala insanlığa son derece büyük acıları getirmiş olan savaş yolunun peşinden gidiyoruz. Bir de kendi kişisel acılarımız vardır. Acı, ister sizin ister benim olsun aynıdır. Ben kendi acımla özdeşleşmeyi severim, siz de kendi acınızla özdeşleşmeyi seversiniz. Ne var ki sizin acınızla benim acım aynıdır. Acının konuları çeşitlilik gösterebilir, fakat acı, acıdır. Dolayısıyla da kişisel değildir. Bunun hakikatini görmek zordur. Ben acı çekiyorsam ve siz de acı çekiyorsanız, sebepleri başkadır ve ikimiz de kendi acımızla özdeşleşiriz. Kendimizi böler, sonra da bunu bastırmak, bunun adına bahaneler bulmak adına yollar, vesileler ararız. Fakat eğer bu acının tüm insanlığın acısı olduğunu ve bizim de insanlığın geri kalanı olduğumuzu, çünkü bizim de onlar gibi korkularımızın, acımızın, hazlarımızın ve endişelerimizin olduğunu fark edersek, acının benim acım olmadığını fark edersem, bu çok ufak bir mesele halini alır. Biz insanlığın tümüyüz ve bir acı olduğunda bu acı tüm insanlığın acısıdır. O zaman bu soruna dair bambaşka bir yaklaşımınız olur. Eğer ‘benim acım’ ise, şöyle dua ederim: ‘Tanrım lütfen bunun üstesinden gelmeme, bunu anlamama yardım et.’ Durum tamamıyla kişisel, değersiz ufak bir mesele halini alır. Acı çekmiş olan tüm insanlığın geri kalanı olduğunda ise bu acı çekme kişinin son derece dikkatle bakması gereken olağanüstü bir şey haline gelir. Eğer bir insan acı çekmenin doğasını anlar ve onun ötesine geçerse, o zaman insanlığın tüm geri kalanına yardım eder.

Jiddu Krishnamurti
 
Krishnamurti/özgürlük üzerine...

"Özgürlük bir tepki değildir, özgürlük bir seçim değildir. Seçebildiği için özgür olduğunu düşünmek sadece iddiadır. Özgürlük, içinde ceza korkusu ve ödül beklentisi olmayan yönsüz saf bir gözlem halidir. Özgürlük, insan gelişiminin sonunda değil varoluşunun ilk adımında yatar. Gözlem halindeyken kişi özgür olmadığını görmeye başlar. Özgürlük, bizim günlük varoluşumuzu ve aktivitelerimizi yaşarken seçmesiz farkındalığımızda bulunur.

Düşünce zamandır. Düşünce deneyim ve bilgiden doğar geçmişten ve zamandan koparılamaz. Zaman insanın psikolojik düşmanıdır. Eylemlerimiz bilgi ve zaman üzerine kurulu olduğu için insan zamanın kölesidir. Düşünce sürekli sınırlıdır bu nedenle biz çatışma ve mücadele içinde yaşarız. Psikolojik evrim yoktur.

İnsan kendi düşüncelerinin farkında olduğu zaman görecektir ki düşünen ve düşünce şeklinde bir bölünme vardır. Gözlemleyen ve gözlemlediği, deneyimleyen ve deneyimlediği. Sonunda bunun bir ilüzyondan ibaret olduğunu keşfedecektir. Sonra sadece saf bir gözlem kalacaktır, geçmişin ve zamanın gölgesini içermeyen bir kavrayış.

Bu zamansız kavrayış zihine derin, köklü bir mutasyon getirir. Bütünsel , toptan olumsuzlama asıl, en olumlu harekettir. Psikolojik açıdan düşüncenin getirdiği herşey toptan olumsuzlandığında, yalnız ondan sonra orada aşk vardır, aynı zamanda merhamet ve zeka olan. "
J.Krishnamurti
 
Evet özgür insan yoktur.Özgürlüklerimiz başkalarının özgürlükleri ile ve fiziksel bedenimizin yaşamla mücadelesi ile kısıtlıdır.Ben özgürlüğün tadına fiziksel bedenimin nefes almayı bırakması ile tadacağımı düşünüyorum.Malesef nefes almaya muhtaç maddesel dünyaya bağımlı olan varlıklar olduğumuz sürece nefsimizde bizimle beraber olacak, köreltmeyi hedeflediğimiz egolarımız sinsice bir yerde saklanıp zamanı geldiği yerde asıl benin bütünle birliğine sekte vurmak için tetikte bekliyecek."İnsanoğlu aciz varlıklarız" bu söz boşuna söylenmemiş.Ve son söz;
Ulaşamayacağını bile bile neden O'nu arıyorsun? derler..Bende derim ki; Öleceğimi bile bile neden yaşıyorsam o yüzden.
 
Hiç düşündünüz mü biz niçin disiplin altındayız, ya da niçin kendimizi disiplin altına koyuyoruz. Dünyanın her yanında siyasi partiler, parti disiplininden sapılmamasından dertlidirler. Ananız babanız öğretmenleriniz çevreniz sizin kendinizi disiplin altına almanızı kendinizi denetlemenizi isterler. Niçin böyle söylerler? Gerçekten disipline gerek var mı? Disiplinin gerekli olduğu düşüncesine koşullandırıldığımızı biliyorum. Toplumun zorladığı disiplin ya da dinsel bir öğretinin gereği olan yahut özel bir ahlak öğretisinin ya da yaşam deneyimlerimizden gelen bir disiplinanlayışı olabilir bu. Tutkulu hırslı insanlar başarı kazanmak, çok para kazanmak önde gelen bir politikacı olmak isterler. İşte onların tutkuları hırsları kendilerini disiplin altına almalarının nedeni olur. Bunun için çevrenizle olanların hepsi size disiplinin gerekli olduğunu söyleyeceklerdir. Size belirli saatte yatmanızın belirli saatte kalkmanızın gerekli olduğu söyleyeceklerdir.

Derslerinize çalışmanızın sınavlarda başarılı olmanızın ananızın babanızın sözünü dinlemenizin gerekli olduğunu ve daha bir çok şeyin gerekliliğinden söz edeceklerdir. şimdi niçin kendinizi disiplin altına koymanız gerektiğini disiplinin ne demek olduğunu tartışalım. Disiplinin anlamını kendinizi belirli bir duruma uymaya zorlamak olduğunu kabul edeceksiniz sanırım. Düşüncelerinizi başkalarının söylediklerine uyumlu duruma getirmek, bazı isteklere direnç göstermek, bazı isteklere karşı çıkmamak, şu uygulamaları kabullenmek buna karşın bazı uygulamalara karşı çıkmak uyum sağlamak bastırmak, bunu yalnız zihnin yüzeysel katmanlarında değil en derin katmanlarında da yapmak. İşte disiplin dediğimiz zaman bunları anlıyoruz. Yüzlerce yıldan beri çağlar boyunca önderler gurular din adamları krallar yaşadığımız toplumda disipline gerek olduğunu söyleyip durmuşlardır.

Şimdi ben kendi kendime soruyorum siz de kendinize sormalısınız “Gerçekten disiplin gerekli mi? Acaba bu soruna bütünüyle farklı bir çözüm bulunamaz mı?” Sanıyorum bu konuya değişik bir yönden yaklaşmak da mümkün , ve bu konu yalnız okulları değil bütün dünyayı ilgilendiren bir konu. Genellikle etkin ve başarılı olabileniz için disiplinli olmanız gerektiği inancı yaygındır. Bu disiplinin belirli bir ahlak yasasına belirli politikalara ya da bir fabrikada bir makine gibi çalışmaya eğitilmiş olmaktan kaynaklanabilir. Ama böyle disiplinli olmak zihni donuklaştırır, uyum zihnin yaratıcılığını yok eder.

Şimdi disiplinin sizi özgürleştirip özgürleştirmediğini araştıralım. Özgürleştiriyor mu yoksa ister komünizm ister ideolojik başka bir model olsun ister belirli bir ahlak ya da dinsel olsun bu modele uymaya mı zorluyor? Sizi özgür mü yapıyor yaksa sizi iyice bağlayıp bir mahpus mu yapıyor? Her türlü disiplin bunu yapıyor. Öyleyse disiplini bırakabilir miyiz? Nasıl böyle bir şey olabilir? Disiplin konusuna bütünüyle değişik derin bir içgörüyü uyandıran bir yaklaşık olabilir mi? Evet olabilir. Eğer çeşitli çelişkili istekleriniz yoksa tek bir isteğiniz varsa olabilir. Bilmem ne demek istediğimi anlatabildim mi? Eğer iki üç ya da on ayrı isteğiniz varsa o zaman disiplin sorunu işin içine giriyor. Bir yandan zengin olmak istiyorsunuz arabanız olsun güzel eleriniz olsun istiyorsunuz bir yandan da zenginliğin mal mülk sahibi olmanın ahlaksal ve dinsel açıdan sakıncalı olduğuna inandığınız için zenginliğe karşı çıkıyor, azla yetinmeyi ya da lokma bir hırkayla yaşamayı istiyorsunuz. acaba insanın bu bölünmüşlükten kurtulacak bir bütün olacak ve böylelikle disipline gerek duymayacak biçimde eğitilmesine olanak var mı? İnsanın kendini çelişkilerden kurtarmış olması çeşitli ilişkilere bölünmemiş bir bütün olması için öncelikle özgür olması gerekli. Kuşkusuz insan bölünmüşlükten kurtulunca disipline de gerek kalmayacaktır.

Bütünleşmişlik insanın her düzeyde bir ve aynı şey olması demektir.


İşte çocukluktan başlayarak doğru bir eğitim görürse insan iç ya da dış çelişkilerle boğuşmak zorunda kalmayacağı bir ruhsal durum elde edebilir. Bu durumda disipline herhangi bir zora gerek olmadan özürlük içinde bütün varlığıyla zaten yapmak istediği şeyi yapabilir. Disiplin bir şeyi yapıp yapmama konusunda ikirciklenme, olduğu zaman gereklidir. Politikacılar hükümet kurumlaşmış din sisin belirli bir biçimde düşünmenizi istiyor. Öyle düşünmelisiniz ki sizi tam bir Katolik ya da tam bir komünist ya da bilmem herhangi bir başka bir şey yapabilsin. o zaman bir sorun kalmıyor. Siz size öğretilenlere inanıyorsunuz, sanki bir makineymişsiniz gibi size söyleneni öğretileni yapıyorsunuz. O zaman ortada bir çelişki de kalmıyor. Ama bir şeyin körü körüne ardından gitmek yakıcıdır, çünkü insanı makineleştirir yaratıcılığı alıp götürür.

İşte bunun için insan daha henüz gençken bir güvenlik duygusu kazanmalı kendini tam olarak rahat hissetmeli ki insanda şunu olmak ya da bunu olmak olduğundan başka bir kimse olmak için zorlu bir çabaya gerek olmasın. çünkü bir çaba olduğu zaman iki ayrı istek çatışıyor demektir. Bu çatışmayla baş edebilmek için disipline gerek vardır. Ama siz doğru eğitim görmüşseniz her hareketiniz içtenliklidir. Yaptığınız şeylerde çelişkiyle baş edebilmek için bir zorlamaya gerek yoktur. Oysa bütünleşme olmadıkça disiplin gereklidir. Disiplinse yıkıcıdır çünkü özgürlüğe izin vermez.

İnsanın kendini çelişkilerden kurtarıp bir bütün durumuna getirmesi için de disiplin gerekmez. Eğer iyi olanı doğru olanı gerçekten güzel olanı yapıyorsam ve bunu ikirciklenmeden bir takım kurallara uymak için değil de tüm varlığımla içimden öyle geldiği için yapıyorsam kendimi bütünleştirdim çelişkilerden arındırdım demektir. Eğer yaptığım şey doğru olan şeye Hindu dinine ya da komünist kuramlarına göre değil de her koşulda her zaman için doğru olan şeyse, ben çelişkilerden arınmış bir insanın, benim disipline gereksinimin yok demektir. İşte doğru eğitim size doğru kararlar aldığınız konusunda bir güven duygusu da yaratmalıdır, yaptığınız eylemler yalnızca yapmak istediğiniz eylemler olmakla kalmamalı, bir yandan da tam anlamıyla doğru iyi ve her zaman için doğru olan eylemler olmalıdır.

Eğer yaptığınız işi seviyorsanız disiplin gereksizdir. Sevgi insana yaratıcı bir anlayış kazandırır. O zaman da direnç kalmaz çelişki kalmaz. Ama böyle sevebilmek için çelişkili ikircikli duyguların olmaması gerekir bu da ancak insanın kendini güven içinde ve tam olarak rahat ve huzur içinde hissetmesi durumunda olabilir. Böyle bir şey de öncelikle gençlik de olabilir. Bunun anlamı öğrencisiyle öğretmeni atasında tam bir güven ortamının kurulmuş olmasıdır. Bu böyle olmadıkça yaratacağımız toplum günümüzün toplumu kadar çirkin ve yıkıcı olmaktan kendini kurtarmayacaktır. Eğer biz tam olarak çelişkilerin aşılamamasından gelen bir rahatlık ve kendiliğinden gelen ve yapılan eylemlerin ve davranışların anlamlarını anlarsak disipline gerek kalmayacak ve sanıyorum ki bütünüyle farklı bir kültür ve yeni bir uygarlık yaratılabilecektir. Ama biz iç dürtülerimizi bastırır ya da onlara direnmeye çalışırsak, o zaman bastırılan dürtüler kaçınılmaz olarak başka yönlere doğru geri tepecek ve çeşitli kötü eylem ve davranışlara yıkıcı olaylara neden olacaktır.

Bu disiplin konusunu iyice anlamak gerçekten çok önemlidir. Benim gözümde disiplin çirkin bir şeydir. Yaratıcılı önleyen yıkıcı bir şeydir disiplin. Ama bu sözlerimden benim aklınıza gelen her şeyi yapabileceğinizi savunduğumu sanabilirsiniz. Oysa bunun tam tersini söylüyorum. Seven insan sevgi dolu insan her istediğini yapmaz. Bizi doğru olanı yapamaya yönelten şey sevgidir. Dünyaya uyum ve düzen getiren şey sevgidir. Bırakın sevgi ne isterse onu yapsın.

Soru: Yoksulları niçin sevmiyoruz?

Krishnamurti: Gerçekten yoksulları sevmiyor musunuz? Sizi suçlamıyorum. Yalnızca soruyorum. Gerçekten yoksulları sevmiyor musunuz? Eğer sevmiyorsanız niçin sevmiyorsunuz? Çünkü bir sizin de yoksul olabileceğiniz aklınıza geliyor, içine düşeceğiniz acıklı durumu gözlerinizin önünde canlandırıyorsunuz ve yoksulları görmek istemiyorsunuz. Yoksa yoksulların o sefil pis ve pasaklı durumları mı sizi tiksindiriyor? Bakımsızlığı düzensizliği sefilliği, pisliği sevmediğiniz için “yoksullarla hiçbir ilişkim olsun istemem” diye mi düşünüyorsunuz? Neden bu mu? Tamam yalnız bu dünyadaki yoksullu fakirliği düzensizliği kim yarattı? Bunu yapan sizsiniz sizin ananız babanız hükümetiniz ve bütün toplum yarattı bunları. Çünkü yüreğinizde sevgi yok. Çünkü biz ne çocuklarımızı seviyor, ne komşularımızı ne yaşayanları seviyoruz, ne de ölüleri. Aslında hiçbir şeyi sevmiyoruz. Politikacılar dinsel düzeltimciler de dünyadan bütün sefaleti bu çirkinlikleri silip yok etmek için ihç bir şey yapmıyorlar. Onarlın tel ilgilendikleri şuraya buraya ufak tefek yamalar yapmak. Ama sevgi olursa bütün bu çirkinlikler hemen ayrın yok olur gider.

Sevdiğiniz bir şey var mı? Acaba sevmenin nasıl bir şey olduğunu biliyor musunuz? Tam olarak tüm varlığınızla sevdiğiniz zaman sevginin duygusal bir şey olmadığını hele hiçbir şekilde bir görev olmadığını sevginin tanrısal sevgi, cinsel sevgi diye ikiye bölünmeyeceğini anlıyorsunuz. Hiç bütün varlığınızla bir şeyi diyelim ananızı babanızı bir arkadaşınızı bir köpeği ya da bir ağacı sevdiniz mi? korkarım ki olumlu yanıt veremeyeceksiniz bu soruya işte bunun için içinizde çirkinliklerle kıskançlıklarla nefretle dolu büyük alanlar var. Seven insanın içinde başka hiçbir duyguya yer yoktur. Zihnimizin huzurunu bozdukları için içimizde sevginin yeşermesine izin vermeyen şeyleri kafamızdan nasıl çıkartacağımızı düşünmek ve kendimizle tartışmak için zaman ayırmalıyız. Çünkü özgür ve mutlu olmanın tek yolu sevmektir. Ancak sevgi dolu canlı mutlu insanlar yeni bir dünya yaratabilirler. Bunu politikacılardan düzeltimcilerden ya da birkaç hayalci idealistten beklemeyin.

Soru: Niçin ünlü olmak istiyoruz?

Krishnamurti: Niçin istediğimizi hiç düşündünüz mü? Ünlü bir yazar olmak istiyoruz ünlü bir şair, ünlü bir ressam, bir politikacı bir şarkıcı olmak istiyoruz ya da başka bir şey. Niçin? Çünkü yaptığımız içi gerçek bir sevgi ile sevmiyoruz. Eğer şarkı söylemeyi resim yapmayı gerçekten sevseydiniz bu konuda in yapmış olup olmamanıza aldırmayacaktınız. Ünlü olmak istemek değersiz ama şatafatlı önemsiz ve aptalca bir istektir. Anlamsız bir şey istemektir. Yaptığınız işi gerçek bir sevgi ile sevmediğiniz için kendimizi ünlü olmakla zenginleştirmek istiyoruz. Büze verilen eğitim kötü bir eğitimdir. Çükü bize verilen eğitimde yaptığımız işi sevmekten çok başarılı olayı başarı kazanmayı sevdirmektedir. Bize verilen eğitim alınan sonucu yapılan işten daha üstün tutmaya yönlendirir bizi.

Biliyorsunuz öyle kendini göstermeye çalışan bir kimse olmaktansa yaptığı işle övünmeyen adını gizli tutmakla meziyetlerini saklamaya çalışan bir kimse olmak kadar güzel bir şey. Böyle olunca ünlü olmazsınız resminiz gazetelerde çıkmaz, politikacılar kapınıza gelmez. Siz yanlıca adı olmayan yaratıcı bir insan olursunuz. Ne kadar büyük bir zenginlik ne olağanüstü bir güzellik var bunda.

--------------------------------------------------------------

Yaşamımız çelişki içinde, bilincimiz çelişki içinde, karmaşa ve zıtlıklarla dolu. Bilincimiz düşüncenin ürünü. Düşüncemiz nedenlere endekslenmiş olduğundan bilincimiz de nedenlere endekslenmiş. Yaşamımızdaki çelişkiler, sınırlılıklar, şekilcilikler kendi içindeki zıtlıklarla ortaya çıkan çeşitli sonuçlar; bunların hepsi nedenin hareketidir. Kişi nedeni iradesi ile düzenli hayat yaşama arzusu ile sona erdirebilir mi? Kişinin hayatının düzensizliğini fark ederek düzenli hayat yaşama arzusu nedensellik zincirinin bir parçası olduğu için bu mümkün değildir.

Düzen nedir? “Yanlış” yapanları engellemek amacıyla çeşitli deneyimlere,yargılara, gereksinmelere dayalı bir yasa düzenlemesi vardır. Toplumsal düzen, etik düzen, politik düzen bir nedenden kaynaklanır. Yaşamımızın düzensiz olmasının şekilcilikten, körü körüne kabul etmekten ve körü körüne takip etmekten, kendi isteklerimizi reddederek, başkalarının isteklerini kabullenmekten kaynaklandığını görebiliyor muyuz? Zıtlar arasındaki çelişkiler düzensizlik yaratır. çünkü bir düşünce şeklini düzen olarak kabul ettiğimizde zıddını da düzensizlik olarak kabul ederiz. Zıtların nedeni yine kendi zıddındadır. Nefret etmemek isteyen ama nefret eden kişinin nefret etmeme isteği de nefretinin sonucudur. Kişi de nefret olmasaydı zıddı da olmayacaktı. Düşünce karmaşa yaratır.

Farkındalığın Işığı

İnsanın dünyada yarattığı karmaşaya, savaşlara ve tüm korkunç şeylere bakın. Bu, ne karamsar ne de iyimser bakış açısı. Yalnızca olan gerçeklere bakın. Görünen şu ki, bu dünyada barış, dostluk ve şefkat içinde yaşamak mümkün değil. Kişinin kendisiyle ve dünyayla barış içinde yaşaması için büyük bir zekaya gereksinmesi var. Burada yalnızca barış kavramına sahip olmaktan ve daha barışçıl bir dünyaya özlem duymaktan söz etmiyoruz, ki bu rahatlıkla ot bir yaşam anlamına da gelebilir. Böylesine karmaşanın ve haksızlıkların hakim olduğu bir dünyada kişinin zihninde ve kalbinde kendisiyle barışık yaşaması münıkün mü? Sürekli bir şeylere özlem duyulan, çelişkiler, rekabet, taklit ve uyum sağlama çabasıyla dolu bir yaşam değil; nispeten doyuma ulaşmış bir yaşam değil; biraz şan, biraz şöhret, biraz maddi zenginliğe ulaşılmış bir yaşam değil ama barışın olduğu bir yaşam. Dinginliğin, canlılığın onurla var olduğu bir yaşam. Böyle bir yaşam olabilir mi?

Karmaşanın göbeğinde yaşayan bir insan böyle bir soru sorabilir mi? Dışarıda görünen dünyadaki karmaşayı gözlemlemede berrak olmalıyız. Her sabah gazetelerde korkunç şeyler okuyoruz. Uçaklar dünyanın bir ucundan diğer ucuna olağanüstü hızla -tekrar yakıt almaya gereksinim duymaksızın- gidebiliyor, insanlığı birkaç saniyede yok edebilecek bombaları ve gazları taşıyabiliyorlar. Kişi, insanlığın geldiği bu noktayı gözlediğinde, böyle bir soru sormanın gereksiz olduğunu bile hissedebilir. Hiç sorunsuz, hiçbir bencillik olmadan, içsel dinginlikle bu dünyada yaşamak nasıl mümkün olabilir? Bu konuda yalnızca sözcüklere dayanarak konuşmak bir anlam taşımaz. Ama tam bir dinginlik boyutunda birbirimizle iletişim kurmak zekayı gerektiriyor.

Zeka nedir? Zeka, illüzyon olanı, sahte olanı, gerçek olmayanı gördüğü halde aynı şeylere devam etmek değildir. Zeka, bunları tümüyle yaşamımızdan çıkarmaktır. Zeka zıt düşünceleri “zekice” maniple etmek değildir. Zeka düşüncenin ötesindedir.

Barışçıl bir yaşam için kişi, düzensizliğin nedenini araştırmak zorundadır. Düzensizliğin, karmaşanın birçok nedeni var:

Doyuma ulaşma arzusu, doyuma ulaşamama endişesi, kişinin söyledikleriyle yaptıklarının tutarsızlığı, bir şeyleri bastırma ve bir şeyleri başarma çabaları. Bu sonu gelmeyen çabaların kökeninde tek bir neden var. Bu neden, “ben” dediğimiz, “ego” dediğimiz düşüncenin oluşturduğu kişiliğimiziri ayrılık ve yalıtılmışlık duygusudur. Hatta kişiliğin kişilik değiştirme çabası bile kişiliğin ürünüdür. Kişilik kendisini ülkesiyle özdeşleştirebilir, Bu özdeşleştirme, kişiliğin kendisini yüceleştirmesinden başka bir şey değildir. Her birimiz bu yüceleştirmeyi farklı şekillerde yaparız, sonra da karmaşayı doğalolarak kabul ederiz.

Tüm aktiviteleriniz düşünceden kaynaklanır, düşünce de bilgi ve deneyim birikimi olan belleğin tepkisinden başka bir şey değildir. Tüm ilişkiler, tüm keşifler, tüm teknolojik başarılar, ticaret, sanat, politika düşünce aktiviteleridir. Yarattığımız tanrılar ve törenler de düşüncenin ürünüdür. Peki bilginin ve düşüncenin insanlığın yozlaşmasıyla bağlantısı nedir?

İnsan, bilim, psikoloji, biyoloji, matematik vb. dünyasında müthiş bir bilgi birikimine sahip ve bilgi aracılığıyla yükseleceğimizi, özgürleşeceğimizi, kendimizi dönüştüreceğimizi düşünüyoruz. Şimdi bilginin yaşamımızdaki yerini sorgulayalım. Bilgi bizi dönüştürdü mü? Daha iyiye götürdü mü? Bizi daha erdemli yaptı mı? Adalet verdi mi? Özgürlük verdi mi? Bilgi seyahat ve iletişim konusunda bize özgürlük verdi. Daha iyi öğrenme sistemlerine sahip olduk. Daha gelişkin bilgisayarlar ve atom bombaları yapabiliyoruz. Ama bilgi bize adil, özgür ve özünde iyi bir yaşam verdi mi?

Özgürlük, adalet ve iyilik; bu üç şey, insanlığın uygarlık tarihi boyunca peşinden koştuğu ama çözümünü bulamadığı üç soru özellikle adalet. Ama bu dünyada adalet yok. Kimi zeki kimi değil; kimi güçlü kimi değil; kimi dünyayı dolaşarak önemli insanlarla tanışıyor, kimi küçük bir kasabanın küçük bir odasında ömür boyu çalışıyor. Adalet nerede? Dış aktivitelerde mi? kimi başbakan, kimi uluslararasıbir şirketin başı oluyor, kimi ömür boyu bir işçi olarak kalıyor. Dünyadaki dışsal eşitlik çabaları adaleti getirebilecek mi? Yoksa adalet bunlardan başka bir yerde mi?

Adalet bütün olmak, entegre olmak, parçalanmamış olmak, onurlu olınak anlamına gelir. Bu da ancak kıyaslamanın olmadığı yerde mümkündür. Ama daima kıyaslıyoruz. Daha iyi ev, daha iyi araba, daha iyi konum, daha fazla güç vb. Kıyas, bir ölçüm. Ölçümün olduğu yerde adalet olamaz. Taklidin, biçimciliğin olduğu yerde, çoğunluğun doğru düşündüğü varsayılan yerde adalet olamaz. Birilerinin peşinden giderek, onların söylediklerini dinleyerek, güzelliği, kaliteyi, derinliği algılayamayız. Başkalarıyla yüzeyselolarak hemfikir olabiliriz ama bu bizim onlardan uzaklaşmamızı engellemez. Adaletin tohumu anlayışımızın derinliğinde yani içimizdedir.

Oldukça tanınmış bir psikologla konuşurken iyilik sözcüğünü kullandığımda dehşete düştü. Dedi ki; “Bu çok eski bir sözcük, artık bu sözcüğü kullanmıyoruz.” Ama iyilik güzel bir sözcük. Peki iyilik ne? İyilik kötünün zıddı değildir. Eğer kötünün zıddı olsaydı, o zaman iyiliğin köklerinin kötülüğe dayanması gerekirdi. Zıddı olan her şeyin kökü zıddındadır. İyilik, kötü dediğimiz şeyle bağlantılı değildir. Ondan tümüyle ayrı olan bir şeydir. İyiliğe kötülüğün zıddı olarak değil, olduğu gibi bakmak gerekir. İyilik erdemli bir yaşam yolu demektir. Bununla dinsel, ahlaksal ve etik gibi erdem kavramlarını kastetmiyoruz. Doğruyu yanlışı gören, duyarlılığını koruyan ve bunları anında gören ve davranan bir erdemden söz ediyoruz.

“Özgürlük” sözcüğü karmaşık anlamlar taşıyor, Özgürlüğün olduğu yerde adalet vardır, iyilik vardır. Özgürlük seçme kapasitesi olaraktarif ediliyor. Kişi istediği yere gidebildiği, istediği işi seçebildiği ve istediğini yapabildiği için özgür olduğunu düşünüyor. Ama seçim nerede, özgürlük nerede? Kim seçiyor? Ve niye kişi seçmek zorunda? Psikolojik özgürlüğün olduğu yerde, duygusal olmayan, objektif, kesin ve net düşünebilme kapasitesinin olduğu yerde seçime gereksinim yoktur. Karmaşanın olmadığı yerde seçim de yoktur.

Özgürlük nedir? Özgürlükkoşullanmanın zıddı değildir. Öyle olsaydı yalnızca bir çeşit kaçış biçimi olacaktı. Özgürlük bir şeylerden kaçmak değildir. Bilgiyle koşullanmış bir beyin daima sınırlıdır. Daima cehaletin alanında düşünce mekanikliği içinde yaşadığı için özgürlük olamaz. Hepimiz çeşit çeşit korkular içinde yaşıyoruz: yarın korkusu, geçmişte olanların korkusu.


-------------------------------------------------------

“İnsan duygusal belleğinde kayda geçmiş “anı”ları tekrar tekrar hatırlayarak acı çeker. Bu yüzden de geçmişte yaşar. Geçmiş ve Gelecekte yaşayan kişi de an’a dikkatini veremez. An’da kendisini, “şimdi ve burada” yaşayamaz. Farkındalık ışığını an’a yöneltemeyen kişi, bir an sonra geçmiş olacak anların karanlığında kalmaya kendisini mahkûm eder. İşte bu karanlık, Cehaleti, bencilliği, bağımlılığı doğurur. An’da tüm farkındalığımızla dolu dolu yaşadığımızda hiçbir eksiklik kalmayacağı için bir an sonra “geçmiş” olacak bu an, eksikliği tamamlamak için bizi kendisine (geçmişe) doğru çekmez. Ve biz yeni bir An’ı deneyimlemek üzere tümüyle Özgür oluruz…”

Farkındalığın Işığı

Soru: Bir Tanrı' nın var olup olmadığını gerçekten bilmek isterdim. Eğer yoksa, hayatın hiçbir anlamı yok. İnsan, Tanrı' yı bilmeden, binlerce inanç ve görüntü içinde Tanrı' yı bulmuş. Bütün bu inançların doğurduğu bölünme ve korku inşanı kendi türünden ayırmış. Bu bölünmenin acı ve zararından kaçmak için daha da çok inançlar yaratıyor; çoğalan acı ve zihin karışıklığı insanı bir girdabın içine çekip yutmuş. Bilmeden inanıyoruz. Tanrı' yı bilebilir miyim? Hem Hindistan' da hem de buradaki birçok ermişe bu soruyu sordum ve hepsi de inanç üzerinde ısrarla durdular: "İnan, o zaman bileceksin; inanmadan hiç bir zaman bilemezsin." dediler. Siz ne düşünürsünüz?

Krishnamurti: Anlamak için inanç gerekli mi? Öğrenmek, bilmekten çok daha önemli... İnancı öğrenmek, inancın sonudur. Zihin inançtan kurtulduğu zaman bakabilir. Bağlayıcı olan, inanç ya da inançsızlıktır; çünkü inançsızlık ve inanç aynıdır: Aynı paranın ters yüzleridir bunlar. Böylece olumlu ve olumsuz inancı bütünüyle bir yana koyabiliriz; inançlı ve inançsız, aynıdır. Bu gerçekleştiği zaman, "Bir Tanrı var mıdır?" sorusu oldukça değişik bir anlam kazanır. Bütün gelenek, bellek, akılsal ve duygusal anlatımlarıyla "Tanrı" kelimesi; bütün bunlar, Tanrı değildir. Kelime, gerçek değildir. Demek ki, zihin kelimeden kurtulabilir mi?

Soru: Bunun ne demek olduğunu bilmiyorum.

Krishnamurti: Kelime, gelenektir; umut, mutlağı bulma isteği, en yüce olan için savaşmak, varoluşa canlılık veren harekettir. Demek ki, kelime kendisi en yüce olan oluyor, ama aynı zamanda kelimenin, "şey" olmadığını da örebiliyoruz. Zihin, kelimedir ve kelime düşüncedir.

Soru: ve kendimi kelimeden soymamı istiyorsunuz. Bunu nasıl yapabilirim?

Krishnamurti: Kelime, "geçmiş zaman"dır; bellektir. "Eş" kelimedir, "ev" kelimedir. Başlangıçta kelime vardı. Aynı zamanda, kelime iletişim (haberleşme), özdeşleşme (hüviyet) demektir, isminiz, siz değilsiniz, ama isminiz olmadan sizi soruşturamam. Ve bana, zihnin kelimeden kurtulup kurtulamayacağını soruyorsunuz. Yani, zihin, kendi etkinliğinden (faaliyetinden) kurtulabilir mi?

Krishnamurti: Ağaç durumunda, nesne, gözlerimin önünde ve evrensel sözleşme ile kelime, ağaca yükleniyor. Ama 'Tanrı" kelimesi söz konusu olduğu zaman kelimenin yükleneceği herhangi bir şey yok; hiç bir referans olmadığı için de her insan ona ait kendi görüntüsünü yaratabiliyor. Din bilimci bir biçimde, entelektüel başka bir biçimde, inançlı ve inançsız da, kendi yollarında yapıyorlar bunu. Umut, sonra da arayış ortaya çıkarıyor bu inancı. Bu umut, umutsuzluğun sonucu; dünyada, çevremizde gördüğümüz her şeyin umutsuzluğu. Umutsuzluktan umut doğuyor; bunlar da aynı paranın iki yüzü. Umut olmadığı zaman cehennem var ve bu cehennem korkusu bize umudun canlılığını veriyor. Sonra da yanılsama başlıyor. Demek ki kelime bizi yanılsamaya götürmüş durumda, hiç de Tanrı' ya değil. Tanrı, tapındığımız yanılsamadır; inançsız kişi de taptığı başka bir Tanrı' nın yanılsamasını yaratıyor -devlet, bir ütopya, ya da bütün hakikati içerdiğini düşündüğü bir kitap. Böylece, yanılsamasıyla birlikte kelimeden kurtulup kurtulamayacağınızı soruyoruz size.

Soru: Bunun üzerinde derince düşünmeliyim.

Krishnamurti: Eğer yanılsama yoksa geriye ne kalır?

Soru: Sadece, olan.

Krishnamurti: O "olan" en kutsal olandır.

Soru: Eğer "olan" en kutsalsa o zaman savaş, nefret, kargaşa, acı, hırs, yağma en kutsal. O zaman hiç bir değişmeden söz etmemeliyiz. Eğer "olan" kutsalsa, o zaman her katil, yağmacı ve fırsatçı, "Bana dokunma, yaptığım kutsaldır." diyebilir.

Krishnamurti: "Olan, en kutsal olandır." cümlesinin basitliğinin ta kendisi büyük yanlış anlamaya götürüyor, çünkü ondaki hakikati görmüyoruz. "0lan" ın kutsallığını görürseniz, adam öldürmezsiniz, savaşmazsınız, umut etmezsiniz, sömürmezsiniz. Bu şeyleri yapmış olduktan sonra, uymadığınız bir hakikatten ayrıcalığınız olduğunu öne süremezsiniz. Siyah göstericiye, "Olan kutsaldır, karışma, yakma..." diyen beyaz adam bir şey görmemiştir, çünkü eğer görseydi, zenci onun için kutsal olacaktı ve yakıp yıkmaya da gerek kalmayacaktı. Demek ki, eğer her birimiz bu hakikati görürse, değişmenin olması gerekir. Hakikati böyle görmek, değişmedir.

Soru: Buraya Tanrı' nın var olup olmadığıNI öğrenmeye geldim, ama siz tamamen aklımı karıştırdınız.

Krishnamurti: Tanrı' nın var olup olmadığını sormaya geldiniz. Biz de dedik ki. "kelime", bizi taptığımız yanılsamaya götürür ve bu yanılsama için birbirimizi isteyerek yok ediyoruz. Yanılsama yokken "olan" en kutsaldır. Şimdi "olan" ın gerçekte ne olduğuna bakalım. Belirli bir anda. "olan", korku olabilir, derin umutsuzluk, ya da kabına sığmaz neşe olabilir. Bu şeyler sürekli olarak değişiyor. Ama aynı zamanda, "Çevremde bütün bunlar değişiyor, ama ben değişmeden kalıyorum." diyen bir de gözlemci var. Bu bir hakikat mi, gerçekte "olan" o mu? O da değişmiyor mu, kendisine bir şeyler ekleyip kendisinden bir şeyler çıkartmıyor mu; değişiyor, kendini uyduruyor, oluyor ve yok olmuyor mu? Demek ki hem gözlemci hem de gözlenen sürekli olarak değişiyor. "Olan" değişmedir. Bu bir hakikattir. "Olan" budur.

Soru: O zaman aşk değişebilir mi? Eğer her şey bir değişme hareketiyse, aşk da o hareketin bir parçası değil mi? Ve aşk değişebilirse, o zaman ben bir kadını bu gün sevebilirim ve yarın da bir başkasıyla yatarım.

Krishnamurti: Aşk mı o? Yoksa aşkın, aşkın dile getirilmesinden değişik olduğunu mu söylüyorsunuz? Yoksa anlatıma aşktan daha büyük bir önem veriyor da böylece bir çatışma, çelişki mi yaratıyorsunuz? Aşk, değişim çarkının içinde yakalanabilir mi hiç? Eğer öyleyse, o zaman nefret de olabilir; o zaman aşk, nefrettir. Sadece hiçbir yanılsama olmadığı zaman, "olan" en kutsaldır. Hiç bir yanılsama olmadığı zaman "olan" Tanrı' dır, ya da başka bir ad kullanılabilir. Demek ki Tanrı, ya da ona hangi adı verirseniz verin, SİZ olmadığınız zaman vardır. Siz varken, o yoktur. Siz yokken, aşk vardır. Siz varken, aşk yoktur.

-----------------------------------------------------------------------

Soru: Bize üzüntü bir sıkıntı, tedirginlik veren koşulları değiştirmek elimizde değilse de bu sıkıntılardan üzüntülerden tedirginliklerden kendimizi nasıl kurtarabiliriz?


Krishnamurti: o zaman onları göğüslemeniz gerekir. Sıkıntılardan üzüntülerden kurtulmak için genellikle size sıkıntı üzüntü veren sorunlardan kaçmaya çalışırsınız. Tapınağa ya da sinemaya gidersiniz. Bir derginin yapraklarını çevirir, ya da radyoyu açarsınız, veya vakit geçirecek başka bir yol ararsınız. Ama kaçmak sorunu çözmez. Çünkü dönüşünüzde sorun orada yerli yerindedir. Onun için daha en baştan sorunu göğüslemek daha iyi değil mi?

Şimdi üzüntü sıkıntı tedirginlik dediğimiz şeyin nasıl bir şey olduğunu araştıralım. Sınavda başarısızlığa uğrarsam diye üzülüyorsunuz, bu yüzden soğuk terler döküyorsunuz, geceleri uykularınızı kaçırıyorsunuz. Eğer sınavda başarısız olursanız ananızın babanızın düş kırklığına uğrayacağını biliyorsunuz. Sizde bak nasıl başardım demek istiyorsunuz. Bu yüzden de sınav günü gelene dek sınav sonucunu alana dek üzülüp duruyorsunuz. Bu durumdan kurtulma olanağınız var mı? Öyleyse yapılacak şey bu durumu göğüslemektir. Bu yüzden üzüm üzüm üzülmenin yararı ne? Siz derslerinizi çalıştınız, elinizden gelenin en iyisini yaptınız. Şimdi sınavda ya başarılı olacaksınız ya başarısız. Ne kadar çok üzülürseniz o kadar çok korku içinizi kaplıyor, o kadar sinirleriniz bozuluyor ve düşünme yeteneğinizi yitiriyorsunuz. Günü gelip de sınava girince bir satır bile yazamıyorsunuz. Durmadan saate bakıp kendi kendinize bana ne oldu diyorsunuz. Kafamıza bir sorunu takıp kafamızda o sorunu yoğurduğumuz zaman, üzüntü, sıkıntı, tedirginlik dediğimiz şeyler ortaya çıkıyor.

Şimdi insan, üzüntüden, sıkıntıdan, tedirginlikten kendini kurtarabilir mi? Diye soruyoruz. Her şeyden önce sorunların kafamızda kök salmasına izin vermemeliyiz. Bir kere zihnin ne olduğunu biliyor muyuz? Filozofların en büyükleri zihnin yapısını araştırmak için nice yıllar harcamışlar, ne kadar çok kitap yazılmış bu konuda. İnsan, tüm dikkatiyle zihni izlerse, zihnin ne olduğunu keşfetmesi oldukça kolaylaşır. Hiç kendi zihninizi izlediniz mi? Şimdiye dek tek öğrendiğiniz, belleğinizdeki küçük yaşantılarınızın anıları, ananızdan, babanızdan, öğretmenlerinizden duyduklarınız, kitaplarda okuduklarınız ya da çevrenizdeki dünyada görüp gözlemledikleriniz. Gözlemleyen, öğrenen, ayırt eden, erdem adını verdiğimiz şeyleri geliştiren, korku ve istek içeren düşünceleri üreten şey işte bu zihin adını verdiğimiz şey. Yalnız yüzeyde görüp izledikleriniz değil, aynı zamanda bilinç dışının derin katmanlarında saklanmış ırkçı emeller, amaçlar, dürtüler, çelişkiler, iç çatışmalar.

Bunların hepsi bilinç adını da verdiğimiz zihin denen şey. Zihin bir şeylerle didişmek istiyor. Örneğin bir anne çocuğu için üzülüyor, bir kadın mutfakla ilgili konuları kendine dert ediniyor. Politikacıysa seçmenlerinin beğenisi korumak ya da millet meclisindeki durumuyla ilgili sorunlarla dertleniyor. Zihin sorunlarla didişip boğuştuğu sürece hiçbir sorunu çözecek gücü olmaz. Ancak zihin sakinse, alınacak sonuçlarla didişmiyorsa, bir sorunu çözebilecek bir rahatlık içindeyse üzüntülerle sıkıntılarla yıpranmamış yorgun düşmemişse o zaman bir sorunu anlayabilir.

Şöyle bir zihninizi izleyin ne kadar huzursuz, ne kadar kıpır kıpır olduğunu göreceksiniz. Nasıl durmadan bir şeylerle didişip durduğunu görecekseniz. Dün birinin söylemiş olduğu bir şey, şimdi duyduğunuz bir şey, yarın yapacağınız bir şey ve daha bunun gibi sayısız şeyi zihin durmadan evirip çevirmektedir. Hiçbir zaman boş kalmaz. Boş kalmak dediğim zaman söylemek istediğim şey öyle etkisiz tembel bir zihin ya da bilincin bütünüyle yok olduğu mutlak bir boşluk değil elbette. Zihin bir şeylerle uğraştığı birtakım düşünceleri evirip çevirdiği sürece, zihindeki düşünceler çok yüksek seviyede de olsa sıradan şeyler ya da aşağılık düşünceler de olsa, hiç fark etmez. Zihin küçük ve değersiz bir şeydir. Böyle değersiz küçük bir zihin sorunları çözemez, olsa olsa onlarla didişir. Sorun çok büyük ve önemli bir sorunda olsa zihin onu çözerken değersizleştirir.

Ancak zihin, düşüncelerle dolu değilse ve bunun için de rahat ve taze yıpranmamış durumdaysa sorunlarla baş edebilir, sorunları çözebilir.
Ama düşüncelerin işgali altında olmayan bir zihin bulmak son derece güçtür. Bazen ırmağın kenarında ya da odanızda yalnız başınıza sakin sakin otururken kendi kendinizi izlediğiniz zaman şu zihin adını verdiğimiz ve bilincinde olduğumuz küçücük alanı ne kadar ısrarlı bir biçimde art arda gelen düşüncelerin saldırısı altında olduğunu görürsünüz. İnsanın kafası düşüncelerle dolu olduğu zaman, ister bir ev kadının kafası olsun, büyük bir bilim adamının, arada hiç fark yoktur. Küçük ve değersizdir. Çözmek istediği sorun ne olursa olsun, düşüncelerle dolu bir zihin sorunları çözemez. Buna karşın düşüncelerin işgali altında olmayan zihnin, içinde sorunlarla baş edebileceği bir alan vardır. Ancak böyle bir zihin sorunları çözebilir. Çünkü böyle bir zihin taptazedir, sorunlara karşı yepyeni bir bakış açısıyla yaklaşabilir, belleğinde kazılı önceki düşünce ve kararlarının anılarının ve geleneğin miraslarının etkisinden kurtarabilir.

Jiddu Krishnamurti
 
O zaman aşk değişebilir mi? Eğer her şey bir değişme hareketiyse, aşk da o hareketin bir parçası değil mi? Ve aşk değişebilirse, o zaman ben bir kadını bu gün sevebilirim ve yarın da bir başkasıyla yatarım...????

Ben bir kadını bu gün sevmişsem yarın da severim diğer günler de hatta ömür boyu da... Bu gün bu kadını sevip diğer gün başkasıyla yatarsam ona aşk denmez çok daha değişik şeyler denilir. Elde etme hırsı başka şeydir, aşk çook daha başka şeydir. Burada anlatılana bakılırsa buradaki aşk filan değil sadece bir çeşit elde etme hırsıdır. Bu da benim mantığıma uymayan şeyler arasındadır.
 
Bir tanrının ya da hakikatin ya da gerçekliğin -ya da her ne derseniz- olup olmadığı sorusu kitaplar, rahipler, filozoflar ya da kurtarıcılar tarafından asla cevaplanamaz. Sizden başka hiç kimse ve hiçbir şey bu soruyu cevaplayamaz, işte bu yüzden kendinizi tanımanız gereklidir. Toyluk ancak kendinden tamamen bihaber olmaktan doğar. Kendini anlamak bilgeliğin başlangıcıdır.

“Değişmek istemiyorum” diyebilirsiniz. Çoğu insan değişmek istemez, özellikle sosyal ve ekonomik açıdan güvende olanlar ya da dogmatik inançlara sahip olup kendilerini ve olayları olduğu gibi ya da biraz değiştirilmiş haliyle kabul etmekten hoşnut olanlar.

Ya da, “Kendimde köklü bir iç değişikliğin gerekli olduğunu görüyorum ama bunu nasıl yapabilirim? Lütfen bana yol gösterin, o yola koyulmama yardımcı olun.” diyebilirsiniz. Bunu söylüyorsanız, sizi ilgilendiren değişimin kendisi değildir; aslında ilginizi çeken köklü bir devrim değildir: Sadece değişimi gerçekleştirebilmek için bir yöntem, bir sistem arıyorsunuz demektir.

“Değişmek istiyorum, bana bunu nasıl yapacağımı söyleyin.” diyen kişi çok samimi, çok ciddiymiş gibi görünür ama değildir. İstediği, iç dünyasına çeki düzen vereceğini umduğu bir otoritedir. Ama otoritenin iç dünyaya düzen getirmesi mümkün müdür? Dışarıdan zorla kabul ettirilen bir düzen, daima düzensizlik yaratmaya mahkumdur.

--------------------------------------------------------------

"Kendini dev bir anı deposu olarak hayal etmeye çalış; o depoda senden başka birisi duygular, görüşler, zihinsel konuşmalar ve davranış biçimleri depoladı. Bu senin depon olduğu için, oraya istediğin zaman gidip alt üst edip, araştırabilir ve orada bulduklarını kullanabilirsin. Sorun senin envarter defterinde kesinlikle hiç bir denetiminin olmamasıdır, çünkü defter sen depoya sahip olmadan çok önce tutulmuştur. Böylelikle eşya seçiminde son derece sınırlanmışsındır."( Büyü geçişleri T.Abelar)


Burada hafıza silmekten çok , hafızamızın sınırlandırılmışlandığından (bu da zihinle oluyor) söz edilmekte olduğunu sanıyorum. Yani hafızamızı silmek ya da sıfırlamak değil amaç. Sadece tek yanlı çalışan ve bizi sürekliliğe bağlamak suretiyle (geçmiş, gelecek, arasında köprü kurarak) , andan ve akışkanlıktan uzaklaştırarak bir duygu ve farkındalık düzeneği olmak yerine karmakarışık hastalıklı zihinimizin işe karışarak, herşeyi karışık duygusallıklar yumağı haline getirdiği, anılar depomuzu düzenlemekten sözediliyor. Deponun düzenlenmesi girişimi bugüne kadar üzerinde hiç durmadığımız kıyıda köşede kalmış, kullanılmamaktan paslanmış eşyalarımızın yeniden yaşamımızda bir yer edinmesine yol açabilir.

Bunlar hakkında bir fikri olan var mı?


Bu düzenleme, korku ve kaygıyla dolu olduğu için, olguları kendini haklı çıkartmak ve bu haklılığını ölümsüzlüğüne temel alan, kibirin ihtişamlı görüntülerine taparak kendine ön sıralarda bir yer arayan zihnimizin, sarsılmasına yol açabilir. Bu da büyücülerin özetleme dedikleri çalışmadır. Ne kadar kişiselleştirilirse kişileştirilsin bütün olayların,(özellikle en özel sandıklarımızın) birbirlerine ne kadar benzediğini düşündüğümüzde, aslında yaşayanın biz olmadığını çok kolay anlarız. Farklılıktan ölesiye korktuğumuz içinde, zaman zaman tin vasıtasıyla bulduğumuz , yakaladığımız, (tin kapıyı kırınca) farklı olanıysa, çok sevdiğimiz kıyas yöntemiyle derhal farksızlaştırırız. Tinsel olanın peşine düşüp, tüm çabalarımızı coşku üreterek , kaynağı belirsiz sevinçleri içselleştirmek(olayların tinsel olup olmadığını anlamanın yöntemlerinden biri sanırım budur) yerine, erksizliğimizin tuzağına düşeriz. Yaşamsal olandan, ölümcül olana doğru hızla uzaklaşırız.


Farklı duyumsadığımız herşeyin sorumluluğunu almalıyız. Çoğunlukla zor ve yıpratıcı gözüksede. Farksız olduğunuda bilmeliyiz ama...


"İçimizde bir gökyüzü ağlar usulca
el sallar bazı bulutlar, oyunlar kurduğumuz gövdelerimiz
unutur önce,
dibe itilir, bütün cesaretler,
cenaze törenlerine katılır gözlerimiz
içimizde bir gökyüzü unutulur, bir köşede
bir avuç toprak atarlar günlerimize
taşlarla oyalanırız.
Ta ki girene dek tüm kumlar gözlerimize..."(A.Dones)



Depolarımızı temizlemeliyiz, kendimiz temizleyemiyorsak; Niyet Temizlik A.Ş ye başvurmalıyız, biraz pahalı ve can yakıcıdır ancak sonuç kesindir, elbet siz açıksanız. Ancak o zamanın zarfında(sonsuza kadar yani) hiç değilse, bir kefesinde her zaman kendimiz olduğumuz terazileri, esnaflara verelimki, depolarımıza hava girsin. Hiç değilse tozlar uçuşsun.


Hafıza Üzerine

Yalnızca insan evrenin düzenini bozar. İnsan, acımasız ve son derece şiddet yüklüdür. Nerede olursa olsun kendisinde, dünyada sefalete ve karışıklığa neden olur. Yakıp yıkar, yok eder, şefkati yoktur. Kendi içinde düzeni yoktur, dokunduğu şey kirlenir ve karmaşıklaşır... İktidara, hileye dayanan, kişisel ve milliyetçi, grupları birbirine düşüren, çetelere özgü bir politikası vardır. Ekonomisi sınırlıdır, dolayısıyla evrensel değildir. Toplumu özgür de olsa, zulüm altında da olsa ahlaksızdır. İnanmasına, tapınmasına ve bitmek tükenmek bilmeyen anlamsız ritüeller gerçekleştirmesine rağmen dindar değildir.

Neden böylesine zalim, sorumsuz ve bütünüyle ben merkezli bir hale gelmiştir? Neden? Bunun yüzlerce açıklaması vardır, kitaplardan ve hayvanlar üzerinde yapılan deneylerden elde edilen bilgilerle kurnazca açıklama yapanlar, beşeri kedere, tutkuya, gurura ve ihtirasa kapılırlar. Tanım tanımlanan değildir; söz şey değildir. Dış nedenler aradığı için mi, çevre insanı biçimlendirdiği için mi, dış dünyada yaşadığı değişimlerin kendi içindeki insanı dönüştüreceğini umduğu için mi? Duygularına bağımlı olduğu, anlık gereksinimlerine yenik düştüğü için mi? Bütünüyle düşünce ve bilgi aktarımı içinde yaşadığı için mi? Yoksa çok romantik, duygusal olduğu için mi idealleri, düşleri, büyüklenmeleri söz konusu olduğunda bu derece zalimleşebilir? Birileri ona sürekli önderlik ettiği için, kendisi bir takipçi olduğu için mi yoksa bir lidere, bir guruya dönüştüğü için mi?

Bu iç ve dış ayrımı, çatışmalarının ve sefilliğinin başlangıcıdır. Bu çelişkiye, bir ezeli gelenek ağına yakalanır. İnsan, bu anlamsız ayrıma yakalanınca, yiter ve başkalarının esiri haline gelir. Dış ve iç, düşüncenin imgelemi ve uydurmasıdır; düşünce bölük pörçük olduğu için düzensizlik ve çatışma yaratır, bu bölünmedir. Düşünce, düzeni, erdemin zahmetsiz bir biçimde akışını sağlayamaz. Erdem bellekteki şeylerin, tapınımın sürekli yinelenmesi değildir. Düşüncenin bilgisi zamanı bağlar. Düşünce doğası ve yapısı gereği yaşamın tüm akışını tam bir hareket olarak yakalayamaz. Düşüncenin bilgisinin bu bütünlük karşısında içgörüsü yoktur; algılayan konumunda, dışarıdan içeri bakan konumunda olduğu sürece, seçim yapmadan bu bütünlüğün farkında olamaz. Düşüncenin bilgisinin algılamada bir yeri yoktur. Düşünen düşüncedir; algılayan algılanandır. Ancak böyle olduğunda günlük yaşamımızda çabasız bir hareket söz konusu olabilir...

Doğayla bağınızı kaybederseniz, insanlıkla da bağınızı kaybedersiniz. Doğayla hiçbir ilişkiniz yoksa, zamanla katile dönüşürsünüz; yavru fokları, balinaları, yunusları, insanları çıkar için, "spor" olsun diye, yiyecek için ya da bilgi için öldürürsünüz. O zaman doğa sizden korkar, güzelliklerini geri çeker. Ağaçlar arasında uzun yürüyüşlere çıkabilir, hoş mekanlarda kamp yapabilirsiniz, ama yine de bir katilsinizdir, dolayısıyla o güzelliklerle dostluğunuzu kaybedersiniz. Büyük bir olasılıkla hiçbir şeyle, karınızla ya da kocanızla ilişkide değilsiniz; hep kendi özel düşüncelerinizle, zevklerinizle, acılarınızla uğraşırsınız. Kendi karanlık, soyut dünyanızda yaşarsınız, buradan kaçış yolunuz daha da koyu karanlıktır. İlgi alanınız umursamaz, kolaycı ya da şiddet dolu kısa bir yaşam sürmektir.

Sizin sorumsuzluğunuz nedeniyle binlerce insan açlıktan ölür ya da kıyıma uğrar. Dünyanın düzenini yalancı, ahlaktan yoksun siyasetçilere, entelektüellere, uzmanlara bırakırsınız. Kendi içinizde bütünlüğünüz olmadığı için ahlaktan ve dürüstlükten yoksun, yalnızca bencillik üzerine temellenen bir toplum kurarsınız. Sonra da yalnızca sizin sorumlu olduğunuz bütün bu şeylerden deniz kıyısına ya da ormana kaçar ya da "spor" yapmak için silah taşırsınız. Bütün bunları biliyor olabilirsiniz, ama bilgi dönüşüm yaşamamızı sağlamaz. Ancak bütünlük duygusuna sahip olduğunuzda evrenle ilişkide olabilirsiniz.

-----------------------------------------------------------------------------------

İçinizde sevgi yoksa -sadece birkaç damlalık değil, bolluk derecesinde- içiniz onunla dolup taşmıyorsa dünya felakete sürüklenecektir. İnsanlığın bir bütün olması gerektiğini ve sevginin tek çıkar yol olduğunu zekânız biliyor ama size sevme
yi kim öğretecek? Herhangi bir otorite, yöntem veya sistem size nasıl sevmeniz gerektiğini söyleyebilir mi? Eğer bunu size birileri söylüyorsa, o sevgi değildir... “Sevgiyi tatbik edeceğim. Günlerce oturup onu düşüneceğim. Şefkatli ve nazik olmayı tatbik edip kendimi başkalarını düşünmeye zorlayacağım,” diyebilir misiniz? Kendinizi, sevmek için disipline edebileceğinizi, sevmek için iradenizi kullanabileceğinizi mi söylüyorsunuz yani? Sevmek için disipline ve iradeye başvurursanız, sevgi elinizden uçup gider. Bir sevme yöntemi veya sistemi uygulayarak çok akıllı ya da şefkatli bir insan olabilir veya şiddetten kaçınma haline erişebilirsiniz ama bunun sevgiyle hiçbir ilgisi yoktur.

Bu paramparça çorak dünyada sevgi yok çünkü en önemli rolü zevk ve arzu oynuyor, oysa sevgi olmadan günlük hayatınızın da bir anlamı yoktur. Sevgi de güzellik olmadan olmaz. Güzellik gördüğünüz bir şey değildir; güzel bir ağaç, güzel bir tablo, güzel bir bina ya da güzel bir kadın değildir. Ancak kalbiniz ve zihniniz sevginin ne olduğunu bildiği zaman güzellik vardır. Sevgi ve bu güzellik anlayışı olmadan erdem olmaz ve ne yaparsanız yapın, ister toplumu ıslah edin, ister yoksulları doyurun, sadece daha fazla huzursuzluk yaratmış olacağınızı çok iyi bilirsiniz, çünkü sevgi yoksa kendi kalbinizde ve zihninizde de yalnızca çirkinlik ve yoksulluk vardır. Ama sevgi ve güzellik varsa, ne yaparsanız doğrudur, ne yaparsanız ahenklidir. Sevmeyi bilirseniz istediğinizi yapabilirsiniz çünkü o diğer bütün sorunları çözer.

Hiç ırmak kıyısında yürürken ırmağın kenarındaki göllenmiş su birikintisi gözünüze takıldı mı? Herhalde balıkçılar kazmış olmalı bu çukuru. Ama ırmakla olan bağlantısı kapanmış. Irmak durmadan aynı kararda derinlemesine ve genişlemesine akıyor. Irmağın kıyısında göllenmiş su birikintisiyse ırmağın yaşamıyla ilintisi kesilmiş olduğundan üzeri pislikten bir kabukla örtülmüş olarak öyle durgun ve ölü durup duruyor. İçinde balık da yok. Buna karşın ırmak yaşam ve canlılık dolu, hızla akıp gidiyor.

İnsanlar da tıpkı böyledir. Hızla akan yaşamın yanında kendilerine küçük bir havuz kazarlar. işte o havuzda kokuşur ve ölüp giderler. İşte biz bu durgunluktan gelen kokuşmuşluğa böyle bir yozlaşmaya var oluş adını veriyoruz. Şöyle söyleyeyim: bizim istediğimiz bası şeylerin hep aynı kalması bazı isteklerimizin hiç değişmemesi zevkli olan haz veren şeylerin hep sürüp gitmesi özetle sevdiğimiz beğendiğimiz şeylerin hiç değişmeden öyle kalmasını istiyoruz. Küçük bir çukur kazıyoruz yaşam selinden korunmak için çevresinde barikatlar kuruyoruz. O çukurun içinde kendimizi ailemizle tutkularımızla ve tanrılara çeşitli tapınma yöntemlerimizle kapatıyoruz ve o çukurda ölüp gidiyoruz. Yaşamın yanımızdan akıp gitmesine seyirci kalıyoruz. Yaşam ırmağına yaşam seline gelince hiç durmadan akar öylesine hızlı akar öylesine derinlikleri öylesine olağanüstü bir canlılığı ve güzelliği vardır ki anlatmaya söz yetmez.

Irmağın kıyısında hiç kımıldamadan sakin sakin oturduğunuz zaman onun şarkısını kıyıları yalayan durmadan akıp giden suyunun sesini duyarsınız. Her zaman suda bir kımıltı vardır. Her zaman daha genişe daha derin doğru bir kımıltı vardır suda. Ama suyun içinde göllendiği o kazdığınız çukurda hiçbir kımıltı yoktur su bütünüyle durgundur. Çoğumuzun isteği de bundan başka bir şey değildir. Yaşam ırmağından kopuk durgun havuzcuklar… Diyoruz ki bizim küçük havuzumuzdaki varlığımız iyidir, ve bu inancımızı pekiştirmek için de bir felsefe uydurmuşuz, bu görüşü desteklemek için toplumsal siyasal ve dinsel kuramlar uydurmuşuz ve kimsenin keyfimizi bozmasını istemiyoruz, çünkü bizim istediğimiz şey hiçbir şeyin değişmeden hep olduğu gibi kalmasıdır.
Hiçbir şeyin değişmemesini istemenin anlamı nedir? Bunun anlamı bize sevk veren keyif veren şeylerin hiç değişmeden olduğu gibi kalmasını ve bize zevk vermeyen şeylerin bir an önce sona ermesini istemektir. Soyadımızın soyumuz aracılığıyla malımızın mülkümüz aracılığıyla, bilinmesini ve unutulmadan kalmasını istemektir. İlişkilerimizde de etkinliklerimizde de bir süreklilik istiyoruz. İstiyoruz ki durgun bir havuzda sonsuza dek mutlu yaşayalım. Hiç bir şeyin değişmesini istemiyoruz onun için de malımızın mülkümüzün ünümüzü soyadımızı güven altında tutan bir toplum yaratmaya çalışıyoruz.

Ama yaşam hiç de böyle değil. Yaşam durağan değil ağacın döktüğü yapraklar gibi hiçbiri sürekli değil, sonsuza kadar değişmeden kalan hiç bir şey yok. Her şey değişiyor ve ölüp gidiyor. Hiç gölgesi havaya düşen yaprak dökmüş bir ağacı seyretmişliğiniz oldu mu? Ne kadar güzel bir görüntüdür bu. Bütün dallarının çizgileri belirginleşmiştir, o yaprak dökmüş, soyunmuşluğu, çıplaklığı içinde ağaç bir şiir gibidir. Bütün yapraklarından soyunmuş baharı bekler durumdadır. Bahar gelince gene ağaç binlerce yeşil yaprağın müziğiyle dolacaktır. Sonra gene mevsimi gelince gene yapraklarını döküp gene baharı bekleyecektir. İşte yaşam böyledir.

Ama biz böyle olmasını istiyoruz. Çocuklarımıza sıkı sıkı yapışıyoruz geleneklerimize, toplumumuza adlarımıza, o küçük erdemlerimize sıkı sıkı sarılıyoruz. Çünkü her şey olduğu gibi kalsın istiyoruz. İşte bunun için ölmekten korkuyoruz. Tanıdığımız şeyleri yitirmekten korkuyoruz. Ama yaşam bizim gönlümüzün isteklerine uyabilecek bir şey değil ki. Yaşam değişmeden kalabilen bir şey değil. Kuşlar ölüyor karlar eriyor, ağaçları kesiyorlar ya da fırtınalar onları deviriyorlar. Ama biz hoşumuza giden sevdiğimiz her şey olduğu gibi kalsın istiyoruz. Mevkimizi başkaları üzerindeki otoritemizi sonsuza kadar sürdürmek istiyoruz. Yaşamı her nasılsa öyle olduğu gibi kabul edemiyoruz.
Gerçek şu: yaşam tıpkı ırmağa benziyor. Durmadan akıyor durmadan kıyılarına ulaşmak onları keşfetmek sürüklemek taşımak için her oyuğa gitmek için durmadan devinip duruyor.

Ama biliyorsunuz zihnimiz yaşamın bizde de aynı şeyleri yapmasına izin vermiyor. Zihin durmadan değişen bir ortamda yaşamanın sakıncalı olduğunu görüyor. Onun için de hemen çevresine bir duvar örüyor. Geleneğin duvarıyla örgütlenmiş dinin duvarıyla kendisini güvenceye almaya çalışıyor. Aile, ad, küçük erdemler, bütün bunlar bu duvarın içinde olan yaşamdan kopuk şeyledir. Yaşam dışarıda sürekli akıyor sürekli değişimi de birlikte sürüklüyor ve o içerisinde mutsuzluktan ve tedirginlikten başka bir şey olmayan duvarları yıkıp içeri sızmak için saldırısını sürdürüyor. Duvarın içindeki tanrıların hepsi gerçek dışı yapma putlardır. Onların kutsal yazılarının onların felsefelerinin bir anlamı yoktur çünkü yaşam hepsinin ötesindedir.

Çevresine duvar örmemiş kazandıklarıyla biriktirdikleriyle öğrendikleriyle kendini yük altına sokmayan zamanın dışında zamanın ötesinde güven aramadan güven peşinde koşmadan yaşayan bir zihin.. işte böyle bir zihin yaşam olağanüstü güzel bir şeydir. Böyle bir zihin başlı başına yaşam yaşamın ta kendisidir. Ama çoğumuzun istediği sığınacak yaşamdan saklanacak bir yer bulmaktır. Küçük bir ev istiyoruz bir adımız bir mevkiimiz olsun istiyoruz ve böyle şeylerin çok önemli olduğunu savunuyoruz. Biz her şeyin olduğu gibi kalmasını istiyoruz ve u istekten yola çıkan bir kültür yaratıyoruz. Aslında tanrı olmayan bizim isteklerimizin bir yansısından başka bir şey olmayan tanrılar yaratıyoruz.

Hiçbir şeyin değişmeden olduğu gibi kalmasını isteyen bir zihin sonunda şu ırmağın kıyısındaki su birikintisi gibi durgunlaşıyor, az zamanda kokuşuyor üzeri pislikten bir kabuk bağlıyor. Ancak çevresine duvar örmeyen bir zihin sınır engel tanımayan sığınak aramayan bir zihin ancak böyle bir zihin tam anlamıyla yaşamla birlikte akabilir, zamansızlık boyutunda ileriye doğru yol alabilir, yeni bir şeyler keşfedebilir, bir bomba gibi patlayabilir. Ancak böyle bir zihin mutluluğu tadabilir, her zaman yenidir çünkü kendi yapısından gelen bir yaratıcılığı vardır.

Bilmem bu anlattıklarımı anlıyor musunuz? Anlamalısınız, çünkü bütün bu konu gerçek eğitimin bir parçasıdır. Siz bu konuyu anladığını zaman tüm yaşamınız bir anda değişecek dünyayla komşularınızla kocanızla olan ilişkileriniz bütünüyle değişik bir anlam kazanacaktır. O zaman bir şeylerin peşinden giderek kendinizi doyurmaya çalışmayacaksınız. O zaman anlayacaksınız ki elde edeceğim diye bir şeylerin peşinden koşmak üzüntü ve mutsuzluktan başka bir şey getirmez. Bunun için öğretmenlerinizle bu konuyu konuşmalı ve kendi kendinize tartışmalısınız. Eğer anlarsanız yaşamın olağanüstü gerçeğini de anlamış olacaksınız bu anlayışta büyük bir güzellik iyilik dolu bir sevgi vardır. Ama güvenli bir durgun su arayışı içinde olan her şeyin olduğu gibi kalmasına çalışan bir zihnin bu çabası ancak insanı karanlığa ve yozlaşmaya götürebilir. Bir kez zihin bu durgun suyun içine kendini iyice yerleştirdi mi dışa açılmaya araştırmaya yeni bir şeyler bulmaya korkacaktır. Ama adına ister gerçek deyin ister tanrı deyin ne derseniz deyin işte o, bu su birikintisinin dışındadır.

-İç Özgürlük

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

“Doğa yaşamımızın bir parçasıdır. Hepimiz tohumdan, topraktan yetiştik, hepimiz onun bir parçasıyız, ama bizim de ötekiler gibi birer hayvân olduğumuz duygusunu hızla kaybediyoruz.
Şu ağaca bakın, onun güzelliğini görün, çıkardığı sesi dinleyin; şu küçük bitkiye, küçük ota, duvara tırmanan şu sarmaşığa,
yaprakların üstündeki ışığa, gölgelere karşı duyarlı olun. Bütün bunların farkına varmak ve doğa ile bağ kurmak zorundasınız. Belki bir şehirde yaşıyorsunuz, ama yine de çevrenizde birkaç ağaç vardır. Yan bahçedeki gülağacı kötü durumda olabilir, belki her yanını ot bürümüştür, ama ona bakın, bütün bunların, bütün canlıların bir parçası olduğunuzu duyumsayın. Doğaya zarar vermek, kendinize zarar vermek demektir.”

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Önemli olan insanın bir başkasıyla ilişkisinde kendini anlayışıdır. O zaman ilişki; bir soyutlanış süreci olmaktan çıkar, kendi güdülerinizi, düşüncelerinizi, arayışlarınızı keşfettiğiniz bir harekete dönüşür; bu keşif de özgürlüğün, dönüşümün başlangıcıdır. Dünya için şart olan temel, kökten bir devrimi gerçekleştirebilecek olan da bu ani dönüşümdür. Soyutlanış duvarları içindeki devrim, devrim değildir. Devrim, yalnızca soyutlanış duvarları yıkıldığında ortaya çıkar ve ancak siz artık güç peşinde koşmadığınızda gerçekleşebilir.

Tüm dünya çapında çok büyük bir devrim’e gereksinim var; büyük bir değişim zorunlu. Ama bununla dışımızdaki bir devrimden değil, içimizde psişik düzeyde gerçekleşecek ve insan için kesinlikle tek umut, deyim yerindeyse tek kurtuluş olan bir devrimden söz ediyoruz.


-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Şiddet hakkında iki düşünce ekolü vardır: Biri ''Şiddet insanda doğuştan vardır,'' diğeri ''Şiddet insanın içinde yaşadığı sosyal ve kültürel mirasın bir sonucudur.'' der. Hangi ekolden olduğumuz bizi ilgilendirmiyor, bunun bir önemi yok. Ö
nemli olan şiddet yanlısı olduğumuz gerçeği, bunun nedeni değil.

Şimdi şiddete meyili bir insan olduğum benim için aşikar olmalı. Şiddeti tecrübe ettim. Öfkedeki, cinsel arzularımdaki, nefretteki, düşmanlık yaratırkenki, kıskançlıktaki vb. şiddeti tecrübe ettim, tanıdım ve kendime şunları söylüyorum: ''Bu problemi bütünüyle anlamak istiyorum. Sadece savaşta kendini gösteren kısmını değil; insandaki -hayvanlarda da bulunan- benim de bir parçası olduğum bu saldırganlığı anlamak istiyorum.''

Şiddet yalnız bir başkasını öldürmek değildir. Sivri bir söz söylememiz, birisini geçiştirmek için bir el hareketi yapmamız, korku yüzünden itaat etmemiz de şiddettir. Yani şiddet; tanrı, toplum ya da ülke adına yapılan organize katliamdan ibaret değildir. Şiddet çok daha zor anlaşılır, çok daha derin bir şeydir. Biz de şiddetin en derinine inmeye çalışıyoruz.

Kendimizi Hintli, Müslüman, Hıristiyan, Avrupalı ya da başka bir şey olarak adlandırdığımızda şiddet uygulamış oluruz. Bunun neden şiddet uygulamak olduğunu görebiliyor musunuz? Çünkü kendinizi insanlığın geri kalanından ayırmış oluyorsunuz. Kendinizi inanç, milliyet veya geleneğe göre diğerlerinden ayırdığınızda bu şiddet doğurur.

Onun için şiddeti anlamaya çalışan bir kişi hiçbir ülkeye, hiçbir dine, hiçbir partiye ya da taraflı bir sisteme ait değildir; insan bütünüyle anlamakla meşguldür.

-Bilinenden Kurtulmak

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

İnsanın dramı; sanki başka türlüsü de olabilirmiş gibi görünmesine rağmen, yaşamın tadına varamaması, yaşamın keyfini gereği gibi çıkaramamasıdır. Karmaşık, çelişkili düşünceler ve duygular arasında korkular ve kaygılar içinde bocalayan, ne istediğini ne istemediğini tam olarak bilemeden, tatsız bir yaşamı sürükleyip duran insanın bu durumu, gerçekten çok acıklı… Ya da şöyle söyleyelim: İnsan, kendi kendinden habersiz koşar adım ölümüne yol alıyor.

--------------------------------------------------------------------

Hiç niçin insanlar yaşlanınca yaşama sevincini yaşamdan zevk alabilme yeteneğini yitiriyorlar diye düşündünüz mü? Şimdiki durumda hepiniz gençsiniz ve çoğunuz oldukça mutlu sayılabilirsiniz. Sizin de ufak tefek sorunlarınız var, üzüntü konusu yaptığınız sınavlarınız var ama bu sorunlara rağmen yaşamdan tad alıyor yaşamaktan bir oranda kıvanç duyuyorsunuz. Yaşamı olduğu gibi kolaylıkla içinize sindiriyor olayı hafife almaya mutlu olmaya çalışıyorsunuz. Ama niçin biz yaşlanınca yaşamsal olan bu coşkulu ilişkilerimizi yitiriyoruz. Pek çoğumuz o sözüm ona olgunluk çağına gelince kafası donuklaşmış sevinç duyma haz alma yeteneğini yitirmiş güzelliklere, uçsuz bucaksız gökyüzünü ve o harika yeryüzüne karşı duyarsız oluyoruz.

İnsan kendisine bu soruyu sorunca aklına bunun birçok açıklaması geliyor. Bir açıklama yalnızca kendimizle ilgilenip kendimizle uğraşmamız. Önemli bir kimse olmaya çalışıyor, önemli bir mevki sahibi olmak ve bu mevkiiyi korumaya çalışıyoruz. Çoluk çocuğumuz var birçok sorumluluklarımız var, bir yandan para kazanmamız da gerekli. Bütün bunların yükü bizi sonunda yere seriyor. Bunun sonucunda da yaşama sevincini yitiriyoruz. Çevrenizdeki yaşlı yüzlere bakınız çoğunun yüzünün ne kadar kederli, ne kadar çevrelerinden kopuk ve nevrozlu olduklarını yüzlerinde hiçbir zaman gülümsemeye yer olmadığını göreceksiniz. Niçin böyle olduğunu hiç kendinize soruyor musunuz? Nedenini araştırdığınız zaman bir açıklama bulmak size yeterli görünüyor mu?

Dün akşam sütü batı yelini arkasına almış pupa yelken giden bir yelkenli gördüm. Ağzına kadar yakacak odunla yüklü büyük bir tekneydi. Güneş batıyordu ve arkasındaki plandaki gökle yelkenli olağanüstü güzel bir manzara yapıyordu. Gemici yalnızca dümenini tutuyordu teknenin. Hiçbir çaba harcamıyordu bunun için. Bütün işi yapan rüzgardı. Bunun gibi bizler de didişme ve çekişme olayını anlayabilsek kendimizi zora koşmadan çabasız yaşamayı yüzümüzde bir gülümsemeyle mutlu yaşamayı başarabileceğiz.

Sanıyorum bizi bitiren bu didişme ve çekişme. Ömrümüzün bütünün alan şu itiş kakış ortamı bizi mahvediyor. Şu çevrenizdeki yaşlılar bir bakın onların çoğu yaşamlarını kendileriyle karılarıyla ya da kocalarıyla komşularıyla ya da toplumla bir dizi savaş vererek harcamışlardır. Böyle durmadan savaşmak enerjimizi tüketiyor. neşeli olan gerçekten mutlu olan kimse kendisini zora koşmaz. Kendisini zora koşmamak hareketsiz ve tembel olmak donuk zekalı budalanın biri olmak demek değildir. Tam tersine ancak olağanüstü akıllı ve zeki olanlar kendilerini zora sokmadan didişip çekişmeden yaşamayı becerirler.

Böyle zorlamasız bir yaşam biçimi olduğunu duyunca biz de öyle yaşamak istiyoruz. Didişmeye çekişmeye yer bırakmayan bir ruh durumuna özlem duyuyoruz. Bunu kendimize bir amaç yapıyoruz. Bunu bir ideal olarak benimsiyoruz. Bunu böyle yapınca da gene yaşama sevincini yitiriyoruz. O zaman gene bir şey başarmak için çaba harcamaya, gene kendimizi zora koşmaya başlıyoruz. Elde etmek için çaba harcadığınız şeyler farklı şeyler olabilir, ama çaba, kendini zora koşmak hep aynıdır. Birisi tutar toplumu düzeltmek için çaba harcar. Öteki tanrıyı bulmak için ya da karısıyla ya da kocasıyla yahut komşusuyla daha iyi geçinmek için. Bir başkası bir gurunun ayaklarının dibinde Ganj nehrinin kıyısında oturup ibadet eder. Hepsinde çaba vardır, zorlama vardır. Onun için önemli olan ne için çaba harcadığınız değildir, önemli olan çabanın didişmenin nasıl bir şey olduğunu öğrenmektir.

Şimdi acaba zihin bir rastlantı olarak didişmediği bir anı yakalamak değil de bütünüyle didişkenlikten kendini kurtardığı, üstünlük ve aşağılık gibi değer yargılarının olmadığı, insanın içini neşeyle ve yaşama kıvancıyla dolduran bir zihinsel durumu keşfetmek mümkün mü? Bunu araştıralım.

Önümüzdeki zorluk şu:
Zihin kendini küçük görüyor, onun için de önemli birisi olmak için savaşıyor, ya da çelişkili istekleri arasında bir köprü kurmaya çabalıyor. Size durup da niçin zihninizin içinde çelişki var, çekişme var diye uzun boylu açıklamalar yapmam gereksiz. Biraz kafasının içinde olup bitenleri izleyen herkes için hem kafanızın içinde hem de dışında çekişme didişme olduğunu bilir. Bizim kıskançlıklarımız başkalarına gıpta etmemiz, tutkularımız üstünlük hayallerimiz, sonunda acımasız bir iktidar savaşına dönüşen rekabet duygusu, bütün bunlar ister bu dünya ister öldükten sonra gideceğimizi umduğumuz öbür dünya için durmadan bizi didişmeye iten etkenlerdir. Onun için bizim neden böylesine didiştiğimizi öğrenmek için ruh bilim kitaplarını incelememiz gerekmiyor. Tek önemli olan konu zihnimizi bu çekişme didişme olayından kurtarıp kurtaramayacağımızdır.

Aslında bütün çabalarımızın didişmelerimizin ardında yatan gerçek, olduğumuzla olmamız gereken ya da olmak istediğimiz kimse arasındaki uzlaşmazlıktır. İnsan bütün bu çabalama didilme olayını iyice anlayabilirse, bu didişmelere çabalamalara gerek kalmaz mı? Tıpkı rüzgarın alıp götürdüğü yelkenli gibi zihnimizin engellemeleri olmazsa yaşam da bizi alıp götürür mü? İşte sorun bu: soru didişme ve çabalamaya gerek kalmayacak ruhsal ortamın nasıl yaratılabileceği. Böyle bir ruhsal durum yaratmaya çalışmak, çabalamak didişme olayının ta kendisidir. Onun için de bu ruhsal durumu elde etmeye çalışarak buraya varılamaz.

Yapabileceğiniz şey, zihninizin an be an nasıl bu sonu gelmez didişmelere çabalamalara takıldığını izlemek, gözlemlemektir. Düzeltmeye çalışmadan yalnızca gözlemlemekle yetinirse, o dinginlik ya da huzurluluk dediğiniz ruhsal durumu zihninize zorla yerleştirmeye çalışmazsanız bir bakacaksınız zihniniz kendiliğinden çabalamayı didişmeyi bırakmış ve bu ruhsal durum son derece öğreticidir. Öğrenme dediğim şey bilgi toplamak bilgi biriktirmek anlamında değildir. Burada anlatmak istediğim şey böyle yaparak zihnimizdeki uçsuz bucaksız zenginliklerin kapısını açabileceğimiz, bütün güzellik ve zenginlikleri keşfedebileceğimiz anlamındır. Ve işte bu yolla kendi zenginliklerini keşfedince insanın içi neşeyle sevinçle dolar.

Kendinizi izleyin bakında sabahtan akşama kadar nasıl didiştiğinizi nasıl bu yüzden enerjinizi boşuna harcadığınızı göreceksiniz. Yalnızca didişmelerinizi açıklamaya ya da gerekçe bulmaya çalışırsanız açıklamalar arasında kaybolup gideceksiniz. Ama bir yandan da didişme çabalama sürüp gidecek. Hiçbir açıklama aramadan yalnızca zihninizi izlemekle yetinirseniz, yalnızca zihninize kendi didişmelerini çabalamalarının farkında olma olanağı tanırsanız, biraz sonra içinde didişme çabalama olmayan bir ruhsal durumun oluştuğunu izleyeceksiniz. Bu ruhsal durumun özelliği olağanüstü bir farkındalık, şaşırtıcı derecede bir keskin gözlemciliktir. İşte hepsi bu kadar. Bu farkındalık durumunda, bu üstündür bu aşağıdır diye hiçbir değer yargısı yoktur. Ne büyük adam vardır ne de küçük adam. Bir guru da yoktur bir ruhsal durumda. Bütün bu saçmalıklar yok olmuştur, çünkü zihin bütünüyle uyanık ve alıcıdır. Uyanık bir zihinse neşe ve sevinç kaynağıdır.

Soru: Bir şey yapmak istiyorum. Birçok defa deniyorum ama başaramıyorum. Başarmak için çaba harcamaktan vaz mı geçeyim, ya da başarmak için çaba mı harcayayım?

Krishnamurti: Başarılı olmak bir şey olmak bir yere varmaktır. Biz de başarıya bir tanrıya tapar gibi tapıyoruz. Yoksul bir çocuk büyüdüğü zaman milyarlarca lirası olan bir zengin olursa, ya da sıradan bir öğrenci bir başbakan oluverirse, onlara alkış tutup göklere çıkarıyoruz. Bunun için her oğlan ya da kız çocuğu şu ya da bu yolda başarılı olmak istiyor.

Şimdi bu konuyu biraz inceleyelim. Başarı diye bir şey var mıdır yoksa başarı insanların peşinden gittikleri bir düşünceden mi ibarettir? Çünkü her başarıya ulaştığımızda karşımıza yeni bir hedef peşinden gideceğimiz yeni bir başarı yolu çıkıyor. Hangi doğrultuda olursa olsun başarının peşinden gittiğiniz sürece didişmekten çabalamaktan çatışmaktan kendinizi kurtaramıyorsunuz. Bir yere eriştiğiniz zaman bile çabalamaktan geri durmuyorsunuz. Her zaman ulaşılacak daha yüksek bir yer çıkıyor karşınıza. Çünkü siz daha ileri gitmek istiyorsunuz daha fazlasına sahip olmak istiyorsunuz. Başarının peşinden koşmak durmadan daha çoğunu istemektir. Durmadan daha çoğu isteyen bir kafaya da akıllı diyemezsiniz. Tam tersine böyle bir kafa değersiz aptal bir kafadır. Çünkü böyle bir kafa toplumun koyduğu modele göre daha çoğu daha çoğu isteyerek kendisini sonu gelmeyecek bir didişmeye bir çabalamaya bitmez tükenmez bir kavgaya kaptırmış mahkum etmiştir.

Durumundan memnun olmamak nedir? Durumundan memnun olmamak, daha çoğu daha çoğu istemektir. Durumundan memnun olması, kavgayı didişmeyi bırakmaktır. Ama siz, bu olayı tam olarak anlamadıkça, zihnimizin niçin daha çoğun peşinden koştuğunu iyice kavramadıkça durumunuzdan memnun olmazsınız.

Örneğin bir sınavı başarmazsanız o sınava yeniden girebilirsiniz. Öyle değil mi? Sınavlar aslında son derece rastlantıya bağlı ayırım yapmakta yetersiz bir kurumdur. Bunun için de sınavda başarılı ya da başarısız olmanın büyük bir anlamı yoktur. Sizin zekanızın gerçek değeri konusunda hiçbir açıklama getiremez. Bir sınavdan başarılı olmaya bir bellek becerisi ya da bir şans olayıdır. Ama siz sınavda başarılı olmak için çaba harcıyorsunuz, eğer başarılı olmazsanız çaba harcamayı sürdürüyorsunuz. Hepinizin günlük yaşamda da yaptınız şey budur. Hep bir şey başarmak bir şeyi elde etmek için didişir dururuz, hiç öyle durup bu didiştiğimiz konu kendimizi harcamaya değer mi diye düşünmek aklımıza gelmez. Şimdiye kadar ananızın babanızın toplumun ustalarınızın gurularınızın değer yargılarına karşı çıkmak aklınsa gelmemiştir. Ancak biz bu daha çok tutkusunun anlamını anladığımız zaman başarı ve başarısızlık diye olayları değerlendirip soru yapmaktan vaz geçeceğiz.

Sizin anlayacağınız yalnız sınavlarda değil yaşamda da başarmamaktan yanlış yapmaktan ödümüz kopuyor. Çünkü bu yüzden eleştirilebiliriz, birisi bizi azarlayabilir. Ama niçin siz de yanlış bir şey yapmayacaksınız. Dünyada yaşayan herkes yanlışlar yapıp durmuyor mu? Acaba siz hiç yanlış yapmazsanız dünya bu içinde bulunduğu rezil durumdan kurtulmuş mu olacak? Eğer yanlış yapmaktan korlarsanız hiçbir şey öğrenemeyeceksiniz bu yaşamda. Büyüklerimiz durumdan yanlış yapıyorlar ama sizin yanlış yapmanızı istemiyorlar. Böyle yaparak da sizin bir başınıza karar alabilmek yeteneğinizi yok etmeye çalışıyorlar. Niçin çünkü onlar sizin gözlemleyerek araştırarak soru sorarak deneyerek yanlışlar yaparak kendi başınıza bir şeyler bulmanızdan bir şeyler keşfetmenizden, ve böyle yaparak ananızın babanızın toplumun, geleneğin otoritesinin boyunduruğundan kendinizi kurtarmanızdan korkuyorlar. İşte bunun için başarı idealinin peşinden gitmeniz isteniyor sizden. Sizin de gözlememiş olacağınız gibi başarı her zaman saygınlığı yanında getirir. Şu güya sözün ona ermiş kişiler bile manevi başarılarıyla saygınlık kazanma peşindedirler. Çünkü bu saygınlığı kazanmadıkça ne yandaş ne de ün kazanabilirler.

İşte bunun için size de hep başarılı olmak ve “daha çoğa” sahip olmak koşulları içinde düşünüyorsunuz. Çünkü saygın bir toplumun değer yargıları “daha çok” üzerine kurulmuştur ya da başka türlü söylersek toplum son derece özenli bir model yaratmıştır. Bu modelde sizin için iki olasılık vardır: başarılı olmak ya da başarısız olmak. Ama siz bütün yüreğinizi ortaya koyarak tüm varlığınızla bir şey yapmak istiyorsanız o zaman başarı ya da başarısızlık sizin için önemli konular olmaktan çıkarlar. Aklı başında hiç kimse başarı ya da başarısızlığa büyük önem vermez. Ne yazık ki aklı başında insanları sayısı çok az. Bunun böyle olduğunu da kimse size söylemez. Aklı başında zeki bir insanın ilgisini çeken tek konu gerçekleri görmek ve sorunları anlamaktır. Başarı ya da başarısızlık konusu ilgisini çekmez. İnsan ancak yaptığı işi sevmeyince başarı ya da başarısızlık koşulları içinde düşünmeye başlar

Soru: İnsanlar nasıl oluyor da böylesine duygusuz ve duyarsız olabiliyorlar?

Krishnamurti: Bunun cevabı çok basit. Eğitimin tek amacı öğrencilere bilgi aktarıp onları bir iş sahibi olacak biçimde yetiştirmek onlara başarı idealini aşılayıp yalnız kendi başarılarıyla ilgilenecek biçimde eğitmek. Kuşkusuz bunun böyle olması insanları duygusuz ve duyarsız yapıyor. Görüyorsunuz çoğunuzun yüreğinde sevginin izi bile yok. Şöyle bir başınızı kaldırıp yıldızlara bakmıyor akarsuyun sesine kulak vermiyoruz. Hiçbir zaman ay ışığının akarsuyla nasıl oynaştığını ya da uçan kuşa alıcı gözüyle bakmıyoruz. Yüreğimizde hiçbir şarkı yok. Kafamız her zaman bir şeylerle uğralıyor. Kafamızda insanlığı kurtarmak için çeşit çeşit planlar ve idealler var. Kardeşlikten söz ediyoruz ama davranışlarımız görünüşümüz bizim bu sözlerimizi yalanlıyor. İşte bunun için henüz daha gençken doğru ve gerçek bir eğitim görmeniz bu kadar önemlidir.

Öyle bir eğitim ki bize zihnimizi de yüreğimizi de açık tutmayı öğretsin. Bu öğrenme fark etme istekliliği duyarlılığı eğer biz korkuyorsak yok olur, çoğumuz da korkuyoruz. Anamızdan babamızdan öğretmenlerimizden din adamlarından, hükümetten patronumuzdan korkuyoruz. Kendi kendimizden korkuyoruz. Yaşam da böylelikle korkularla dolu kapkaranlık bir şey oluyor. İşte bunun için insanlar böylesine duygusuz ve duyarsız.

İç Özgürlük-

Başlangıcımızdan beri insanlar savaşlar yaptı, birbirlerini öldürdüler. Savaş üstüne savaş ve binlerce insanı öldürmek varoluşsal kalıbımız oldu. İnsanlık acı çekti ve biz de hala insanlığa son derece büyük acıları getirmiş olan savaş yolunun peşinden gidiyoruz. Bir de kendi kişisel acılarımız vardır. Acı, ister sizin ister benim olsun aynıdır. Ben kendi acımla özdeşleşmeyi severim, siz de kendi acınızla özdeşleşmeyi seversiniz. Ne var ki sizin acınızla benim acım aynıdır. Acının konuları çeşitlilik gösterebilir, fakat acı, acıdır. Dolayısıyla da kişisel değildir. Bunun hakikatini görmek zordur. Ben acı çekiyorsam ve siz de acı çekiyorsanız, sebepleri başkadır ve ikimiz de kendi acımızla özdeşleşiriz. Kendimizi böler, sonra da bunu bastırmak, bunun adına bahaneler bulmak adına yollar, vesileler ararız.

Fakat eğer bu acının tüm insanlığın acısı olduğunu ve bizim de insanlığın geri kalanı olduğumuzu, çünkü bizim de onlar gibi korkularımızın, acımızın, hazlarımızın ve endişelerimizin olduğunu fark edersek, acının benim acım olmadığını fark edersem, bu çok ufak bir mesele halini alır. Biz insanlığın tümüyüz ve bir acı olduğunda bu acı tüm insanlığın acısıdır. O zaman bu soruna dair bambaşka bir yaklaşımınız olur. Eğer ‘benim acım’ ise, şöyle dua ederim: ‘Tanrım lütfen bunun üstesinden gelmeme, bunu anlamama yardım et.’ Durum tamamıyla kişisel, değersiz ufak bir mesele halini alır. Acı çekmiş olan tüm insanlığın geri kalanı olduğunda ise bu acı çekme kişinin son derece dikkatle bakması gereken olağanüstü bir şey haline gelir. Eğer bir insan acı çekmenin doğasını anlar ve onun ötesine geçerse, o zaman insanlığın tüm geri kalanına yardım eder.

---------------------------------------------------------------

Çevre, toplum, kültür böylesine bozuk, böylesine parçalayıcı iken insanın kendini değiştirmesinin hayati önemini ele almak zorundayız. Çevreyi - yani toplumu, dini, kültürü vs. değiştirmenin gerekli olduğunu apaçık görüyoruz. Tüm sosyal yapı, toplum, çevremizi saran dünya tek bir birey tarafından değiştirilebilr mi? Çevresinde onca kaos, sefalet, karmaşa, delilik varken bu gün gibi açıktır- bir bireyin, bir insanın kendini dönüştürmesinin ne anlamı olabilir? Bu sorunun yanlış olduğunu düşünüyorum, çünkü insan içinde yaşadığı kültürün sonucudur. İnsan kültürü, toplumu, çevreyi inşa etti ve kendini değiştirirken aslında çevresini değiştirmektedir, çünkü insan dünyadır ve çevresindeki dünya da insanın ta kendisidir. Dolayısıyla insan ile çevresi arasında bir bölünme söz konusu değildir.

En başta insan ile toplum arasında bir bölünmenin söz konusu olmadığını dosdoğru anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Birey sözcüğü bölünmez, bölünemeyen, parçalanamayan varlık demektir. Oysa çoğu insan kısmen içinde yaşadığı toplum, kültür tarafından bölünmüş, parçalanmıştır.

İçsel Devrim

Zihin bir şey ile meşgul değilken dikkat söz konusu olabilir mi ?

Bir konu üzerine yoğunlaşma olmaksızın dikkat gerekleşebilir mi ?

Herhangi bir amaç,etki,baskı,dürtü içermeyen dikkat olabilir mi ?

Ayırım yapmadan zihin tam dikkatini verebilir mi ?

Tabii ki bunların hepsi olabilir ve bu da tek dikkat halidir;diğerleri yalnızca boyun eğme,teslim olma veya zihin oyunlarıdır. Eğer bir şeye kendinizi kaptırmadan , bir şeyi dışlamadan tam anlamıyla dikkat edebilirseniz o zaman meditasyon nedir bileceksiniz , çünkü o dikkatte çaba yoktur. Demek ki meditasyon , zihni sistemlerden kurtarma ve kendini kaptırmadan veya yoğunlaşmak için çaba göstermeden dikkati verme sürecidir.

Çabasız Dikkat

Zihin bir saniye için bile, sessiz olduğunda anlayışın geldiğini fark ettiniz mi, bilmiyorum; düşüncenin sözlere dökülmediği anda anlayışın ani ışığı parlar. Bunu deneyin ve zihnin çok sakin olduğu,düşüncenin olmadığı , zihnin kendi gürültüsünün yükünü taşımadığı anlarda anlayışın ani ışığını, sezginin olağanüstü hızını kendiniz göreceksiniz demek ki herhangi bir şeyin anlayışı , bir modern resmin bir çocuğun , eşinizin,komşunuzun veya her şeyde var olan doğruluğun anlayışı- yalnızca zihin çok sakin olduğu zaman gelir. Ama sakinlik geliştirilemez çünkü sakin bir zihni işlerseniz o artık sakin bir zihin değildir, o ölü bir zihindir.

Bir şeyle ne denli ilgilenirseniz, ne denli anlamaya niyetli olursanız zihniniz de o denli sade,berrak , özgür olur.

O zaman sözle aktarma sona erer ne de olsa düşünce sözdür ve araya giren sözcüğün kendisidir. Sorun ile yanıtı arasına giren de sözcüklerden oluşan bir paravandır ki ,bu da bellektir. Karşılaşılan soruna yanıt veren, sözlerdir ve biz buna akıl yürütme deriz. Böylece, laklak yapan,sözcükleri kullanan zihin, hakikati anlayamaz – ilişkide gerçeği anlayamaz , soyut gerçeği değil. Soyut gerçek yoktur. Ama gerçek çok inceliklidir, zihinle hemen görünmez..

O , gece dolaşan hırsız gibi karanlıkta, siz onu kabul etmeye hazır olmadığınız anda gelir.

''Anlayışın ani ışığı''

Soru: Tanrı'ya gerçekten inanan insanlardan birisiyim. Hindistan'da, Tanrı'ya inandığı için orada büyük siyasal değişiklikler oluşturan büyük modern ermişlerden birisini izledim. Hindistan'da, bütün ülkenin kalbi, Tanrı'yla birlikte çarpar. İnanca karşı olan sözlerinizi dinledim sizin; olasılıkla Tanrı'ya inanmıyorsunuz. Ama dindar bir kişisiniz ve bu yüzden, 'Yüce' olana ait bir çeşit duygunun sizde olması gerekli. Manastırları, kiliseleri ve mescitleri ziyaret ederek bütün Hindistan'ı, Avrupa'nın birçok yerlerini gezdim ve her yerde de kişinin, hayatım biçimlendirmesini umut ettiği, Tanrı'ya olan bu çok güçlü, zorlayıcı inancı buldum.


Şimdi, mademki Tanrı'ya inanmıyorsunuz, şu soruya göre sizin tam yeriniz nedir? Niçin inanmıyorsunuz? Bir Tanrı tanımaz mısınız? Bildiğiniz gibi, Hinduizm'de, bir Tanrı tanımaz ya da Tanrı tanır olup eşit biçimde bir Hindu olabilirsiniz. Kuşkusuz, Hıristiyanlar'da değişik bu. Eğer Tanrı'ya inanmıyorsanız, Hıristiyan olamazsınız. Ama asıl sorun bu değil. Durumunuzu açıklamanızı ve geçerliliğini bana göstermenizi istemeye geldim sizden; sorun bu. Sizi insanlar izliyor, bu yüzden bir sorumluluğa sahipsiniz; bu yüzden karşınıza çıkıyorum bu biçimde.


Krishnamurti: Her şeyden önce bu son noktayı açıklığa kavuşturalım. İzleyici yoktur Ve size ya da konuşmalarımı dinleyen kişilere karşı sorumlu değilim. Bir Hindu, ya da başka bir şey de değilim, çünkü herhangi bir dinsel ya da başka bir çeşit gruba ait değilim. Herkes, kendisine ışık tutmalıdır. Bu yüzden, ne öğretmen vardır ne de öğrenci vardır. En başta bunun açıkça anlaşılması gerekir, yoksa kişi etki altında kalır, propaganda ve inandırmanın bir kölesi olur. Bu yüzden, şimdi burada söylenen herhangi bir şey, bir dogma, iman tazeleme, ya da inandırma değildir: Ya anlaşırız, ya da anlaşmayız.


Şimdi, üzerine son derece basarak Tanrı'ya inandığınızı söylediniz ve olasılıkla, o inanç yoluyla 'Tanrılık' diyebileceğimiz şeyi yaşamak istiyorsunuz. İnancın içine birçok şey girer. New York'un, ya da Eiffel Kulesi'nin varoluşu gibi, görmemiş olabileceğiniz, ama doğruluğunu gerçekleyebileceğiniz olgulara olan inanç vardır. Sonra, gerçekten bilmemenize karşın karınızın size bağlı olduğuna inanabilirsiniz. Düşüncesinde sizi aldatabilir, ama yine de gerçekte onu bir başkasıyla giderken görmediğiniz için, onun size bağlı olduğuna inanabilirsiniz; günlük düşüncesi içinde sizi aldatabilir ve kuşkusuz siz de aynısını yapmışsınızdır.


Her ne kadar öyle bir şeyin olduğuna ait bir kesinlik yoksa da, ölümden sonra yeniden doğuşa inanıyorsunuz, değil mi? Ama, hayatınızda o inancın hiç bir geçerliliği yok, değil mi? Bütün Hıristiyanlar, sevmeleri gerektiğine inanıyorlar, ama sevmiyorlar; herkes gibi onlar da, bedensel ya da ruhbilimsel olarak, cinayet işleyip duruyorlar. Tanrı'ya inanmayanlar, ama yine de iyilik yapanlar var. Tanrı'ya inananlar ve o inanç için öldürenler var; barış istediklerini iddia ettikleri için savaşa hazırlananlar vb...


Her ne kadar bu, hayatın olağanüstü gizini yadsımıyorsa da, o zaman kişi, "Herhangi bir şeye inanmanın ne gereği var?" diye kendisine sormak zorunda. Ama inanç başka, 'olan' başka şeydir. 'İnanç', bir kelime, bir düşüncedir ve bu da 'şey' değildir, 'adınızın' gerçekte 'siz' olduğundan daha çok bir şey değildir.


Deney yoluyla, inancınızın doğruluğuna dokunmayı, onu kendinize kanıtlamayı umut ediyorsunuz, ama bu inanç, deneyiminizi koşullandırır. Deneyim, inancı kanıtlamak için gelmez, daha çok, inanç deneyimi doğurur.


Sizin Tanrı'ya olan inancınız, Tanrı diye adlandırdığınız şeyin deneyimini verecektir size. Sürekli olarak, inandığınızı yaşayacaksınız; başka bir şey değil. Bu ise, sizin deneyiminizi geçersiz kılıyor. Hıristiyan bakireler, melekler ve Mesih'i görecek, Hindu ise birçok benzer tanrılar görecek. Müslüman, Budist, Yahudi ve Paylaşımcı aynıdırlar.


İnanç, kendi var sayılmış kanıtını koşullandırır. Önemli olan neye inandığınız değil, niçin inandığınızdır sadece. Siz niçin inanıyorsunuz? Bir şeye, ya da bir başkasına inanmanız, gerçekte 'olan' için ne değişiklik yapıyor? Gerçekler, inanç ya da inançsızlıktan etkilenmez. Bu yüzden, kişi, herhangi bir şeye niçin inandığını sormalıdır; inancın temeli nedir? Korku mu, hayatın belirsizliği mi, bilinmeyenin korkusu mu, sürekli değişen bu dünyadaki güvenlik yokluğu mu? İlişkinin güvensizliği mi bu, yoksa hayatın kocamanlığıyla yüz yüze gelip onu anlamayarak, kişi kendisini inanç sığınağına mı kapatıyor? Bu yüzden, eğer sormama izin verirseniz, eğer hiç bir korkunuz olmasaydı, herhangi bir inanca sahip olacak mıydınız?


Soru: Korktuğumdan emin değilim, ama Tanrı'yı seviyorum ve beni Tanrı'ya inandıran da bu aşk.


Krishnamurti: Korkusuz mu olduğunuzu söylüyorsunuz? Bu yüzden, aşkın ne olduğunu biliyor musunuz?


Soru: Korkunun yerine aşkı koydum, bu yüzden benim için korku yok, inancım korkuya dayanmıyor.


Krishnamurti: Korkunun yerine aşkı koyabilir misiniz? 'Aşk' denen kelimeyle korkuyu örten, korkmuş olan bir düşüncenin eylemi değil mi o, yine bir inanç değil mi? Bir kelimeyle, korkuyu örtmüşsünüz ve korkuyu dağıtmayı umarak kelimeye tutunuyorsunuz.


Soru: Söyledikleriniz beni çok rahatsız ediyor. Bu konuşmayı sürdürmek isteyip istemediğimden emin değilim, çünkü inancım ve sevgim bana destek oldu ve temiz bir hayat yaşamama yardım etti. İnancımın bu biçimde soruşturulması, dürüstçe söyleyeyim, korktuğum bir düzensizlik duyusu yaratıyor.


Krishnamurti: Demek ki, kendi kendinize keşfetmeye başladığınız korku, var... Bu sizi rahatsız ediyor. İnanç, korkudan ileri gelir ve en yıkıcı şeydir. Kişinin, korku ve inançtan kurtulması gerekir. İnanç, insanları böler, insanları katı yapar, birbirlerinden nefret ettirir ve savaşı besler. Dolaylı bir biçimde, istemeyerek, korkunun inancı doğurduğunu evetliyorsunuz. Korku olgusuyla yüz yüze gelmek için, inançtan kurtulmuş olmak gerekir. Diğer herhangi bir ülkü gibi, inanç, 'olan'dan bir kaçıştır. Hiç bir korku olmadığı zaman, zihin oldukça değişik bir boyuttadır. Ancak o zaman, bir Tanrı'nın var olup olmadığı sorusunu sorabilirsiniz. Korku ya da inançla bulutlanmış bir zihin, herhangi bir anlayışa, hakikatin ne olduğunun algılanması yeteneğine sahip değildir. Öyle bir zihin yanılsama içinde yaşar ve çok açık ki, Yüce olanla karşılaşamaz. Yüce olanın, sizin ya da bir başkasının inancı, kişisel görüşü ya da vardığı sonuçla hiç bir ilgisi yoktur.


Bilmeden inanıyorsunuz, ama 'bilmek', bilmemektir. Zamanın ve 'biliyorum' diyen zihnin küçücük alanı içinde bilmek, zamanla kısıtlıdır ve bu yüzden, 'olan'ı olasılıkla anlayamazsınız. Her şeyin sonunda, "Karımı ve arkadaşımı biliyorum" dediğiniz zaman, yalnızca imgeyi ya da anıyı biliyorsunuz, bu ise 'geçmiş zaman'dır. Bu yüzden, herhangi bir kişiyi ya da herhangi bir şeyi, hiç bir zaman gerçekten bilemezsiniz. Yaşayan bir şeyi bilemezsiniz, yalnız ölmüş bir şeyi bilebilirsiniz. Bunu gördüğünüz zaman, ilişkileri "bilmek" terimi içinde düşünmezsiniz artık.


Bu yüzden, kişi hiç bir zaman, "Tanrı yoktur", ya da "Ben Tanrı'yı biliyorum" diyemez. Bunların her ikisi de küfürdür. Olanı anlamak için özgürlük olmalıdır; bilinenden kurtulmuş olmak değil sadece, bilinenin korkusundan da, bilinmeyenin korkusundan da kurtulmuş olmak...


Soru: 'Olanı' anlamaktan söz ediyorsunuz, ama bilmenin geçerliliğini yadsıyorsunuz. Eğer bilmek değilse, bu 'anlamak' nedir?


Krishnamurti: İkisi oldukça değişik. Bilmek, hep 'geçmiş zaman'la ilişkilidir ve bu yüzden sizi geçmişe bağlar. Anlamak, bilmeye benzemez; bir sonuç, bir birikim değildir. Eğer dinlediyseniz, anlamışsınızdır. Anlamak, dikkattir. Bütünüyle dikkat ettiğiniz zaman anlarsınız. Bu yüzden, korkunun anlaşılması, korkunun sona ermesidir. Böylece, inancınız, önde gelen etken olmaz artık; korkunun 'anlaşılması' önde gelmektedir. Korku olmadığı zaman özgürlük vardır. Kişi, sadece o zaman gerçek olanı bulabilir. 'Olan', korkuyla çarpıtılmadığı zaman, 'olan' gerçektir. Kelime değildir o. Hakikati, kelimelerle ölçemezsiniz. Aşk, bir kelime değildir; ne bir inanç, ne de yakalayıp "Bu benimdir" diyebileceğiniz bir şeydir. Aşk ve güzellik olmaksızın. Tanrı diye adlandırdığınız, pek bir şey değildir.

--------------------------------------
İnsanın dramı sanki başka türlüsü de olabilirmiş gibi görünmesine rağmen, yaşamın tadına varamaması, yaşamın keyfini gereği gibi çıkaramamasıdır. Karmaşık çelişkili düşünceler ve duygular arasında; korkular ve kaygılar içinde bocalayan, ne istediğini ne istemediği tam olarak bilemeden tatsız bir yaşamı sürükleyip duran insanın bu durumu gerçekten acıklı. Ya da şöyle söyleyelim: İnsan kendi kendinden habersiz koşar adım ölümüne yol alıyor.

---------------------------------------

Bu dünyada hırs olmadan, yalnızca kendiniz olarak yaşamak mümkün mü ?

Eğer ne olduğunuzu, bunu değiştirmeye çalışmadan anlamaya başlarsanız, ne olduğunuz dönüşüm geçirir. İnsanın bu dünyada isimsiz, hiç tanınmadan, ünlü , hırslı , gaddar olmadan yaşayabileceğini düşünüyorum. Kişi benliğe önem vermeden çok mutlu yaşayabilir ; bu doğru eğitimin parçasıdır.

Tüm dünya başarıya tapıyor. Yoksul çocuğun nasıl geceleri çalışıp sonunda yargıç olduğu veya nasıl gazete satarak başlayıp sonra multi-milyoner olduğu öykülerini işitiyorsunuz. Başarının yüceltilmesi ile besleniyorsunuz. Büyük başarı ile büyük keder de var ; ama çoğumuz bu başarma arzusuna yakalanmışız ve bizim için başarı , kederin anlaşılması ve yok edilmesinden daha önemli oluyor..

------------------------------------------

Zevk toplumun yapısıdır. Beşikten mezara kadar gizlice, kurnazca ya da açıkça zevki ararız. Onun için aradığımız zevkin türü konusunda bence çok net olmalıyız, çünkü o tür ne olursa olsun, hayatlarımızın yönünü belirleyecek ve onu şekillendirecektir.

Zevk dört aşamadan oluşur: Algı, hissetme, temas ve arzu. Diyelim güzel bir araba gördüm; ona bakmak içimde bir his, bir tepki oluşturur; sonra ona dokunurum ya da dokunduğumu hayal ederim, o zaman da ona sâhip olma ve onunla hava atma arzusu kendini gösterir.

Düşünce hiçbir zaman yeni değildir, çünkü düşünce hafızanın, deneyimlerin ve bilginin verdiği tepkidir. Düşünce, eski olduğu için, sevinçle izlediğiniz ve bir an için iliklerinize kadar hissettiğiniz bu şeyi eskitir. Daima eski olandan zevk alırsınız, yeni olandan değil. Yeni olanda zaman diye bir şey yoktur.

Birazcık zevkten mahrum bırakılınca neler olduğunu hiç gözlemlediniz mi? İstediğinizi elde edemeyince telaşlanır, kıskançlaşır, kindarlaşırsınız. İçki veya sigara içme, seks yapma veya istediğiniz her neyse onu yapma zevki sizden esirgendiğinde içten içe ne mücadeleler verdiğinizi fark ettiniz mi?

Ama eğer zevke son vermek istiyorsanız, ki bu aynı zamanda acıya son vermektir, zevkin yapısına tüm dikkatinizi vermelisiniz; keşişlerin ve sannyasilerin yaptığı gibi günah olduğunu düşündükleri için hiçbir kadına bakmayarak ve bu şekilde kavrama kabiliyetlerini yok ederek zevki kesip atmamalı; zevkin bütün anlamını ve önemini görmelisiniz. O zaman hayatınız büyük bir sevinçle dolar. Sevinç, üzerinde düşünülebilecek bir şey değildir. Sevinç anlık bir şeydir, üzerine düşünürseniz, zevke dönüşür.

Jiddu Krishnamurti - Bilinenden Kurtulmak
 
1950 yılında Krishnamurti şöyle demişti: “Eğer biz kendi yaşamlarımızla ilgilenirsek, eğer biz başkaları ile ilişkilerimizi anlarsak, yeni bir toplum yaratabiliriz. Aksi takdirde, var olan kaotik düzensizlik ve kafa karışıklığı sürer gider.''

Bu ünlü öğretmen, kişisel yaşamlarımızda karşılaştığımız krizleri ve ilişki sorunlarımızı ele alış biçimimizin, bizleri herkesin sorunlarıyla ilişkilendirdiğini ve bunun daha geniş ve daha evrensel bir anlam içerdiğini açıkça ortaya koyuyor. Aile içinde birbirimize gerçekten saygı göstermeden ve başkalarına gerçekten saygı göstermeden savaşları sona erdirecek süreç başlatılamaz.

Sorun dünya değil, sizin bir başkasıyla olan ilişkinizdir, sorunu yaratan da budur, kapsamı genişleyen sorun da dünya sorununa dönüşür. (Colombo, 25 Aralık 1949)
 
Hiç ırmak kıyısında yürürken ırmağın kenarındaki göllenmiş su birikintisi gözünüze takıldı mı? Herhalde balıkçılar kazmış olmalı bu çukuru. Ama ırmakla olan bağlantısı kapanmış. Irmak durmadan aynı kararda derinlemesine ve genişlemesine akıyor. Irmağın kıyısında göllenmiş su birikintisiyse ırmağın yaşamıyla ilintisi kesilmiş olduğundan üzeri pislikten bir kabukla örtülmüş olarak öyle durgun ve ölü durup duruyor. İçinde balık da yok. Buna karşın ırmak yaşam ve canlılık dolu, hızla akıp gidiyor.

İnsanlar da tıpkı böyledir. Hızla akan yaşamın yanında kendilerine küçük bir havuz kazarlar. işte o havuzda kokuşur ve ölüp giderler. İşte biz bu durgunluktan gelen kokuşmuşluğa böyle bir yozlaşmaya var oluş adını veriyoruz. Şöyle söyleyeyim: bizim istediğimiz bası şeylerin hep aynı kalması bazı isteklerimizin hiç değişmemesi zevkli olan haz veren şeylerin hep sürüp gitmesi özetle sevdiğimiz beğendiğimiz şeylerin hiç değişmeden öyle kalmasını istiyoruz. Küçük bir çukur kazıyoruz yaşam selinden korunmak için çevresinde barikatlar kuruyoruz. O çukurun içinde kendimizi ailemizle tutkularımızla ve tanrılara çeşitli tapınma yöntemlerimizle kapatıyoruz ve o çukurda ölüp gidiyoruz. Yaşamın yanımızdan akıp gitmesine seyirci kalıyoruz. Yaşam ırmağına yaşam seline gelince hiç durmadan akar öylesine hızlı akar öylesine derinlikleri öylesine olağanüstü bir canlılığı ve güzelliği vardır ki anlatmaya söz yetmez.

Irmağın kıyısında hiç kımıldamadan sakin sakin oturduğunuz zaman onun şarkısını kıyıları yalayan durmadan akıp giden suyunun sesini duyarsınız. Her zaman suda bir kımıltı vardır. Her zaman daha genişe daha derin doğru bir kımıltı vardır suda. Ama suyun içinde göllendiği o kazdığınız çukurda hiçbir kımıltı yoktur su bütünüyle durgundur. Çoğumuzun isteği de bundan başka bir şey değildir. Yaşam ırmağından kopuk durgun havuzcuklar… Diyoruz ki bizim küçük havuzumuzdaki varlığımız iyidir, ve bu inancımızı pekiştirmek için de bir felsefe uydurmuşuz, bu görüşü desteklemek için toplumsal siyasal ve dinsel kuramlar uydurmuşuz ve kimsenin keyfimizi bozmasını istemiyoruz, çünkü bizim istediğimiz şey hiçbir şeyin değişmeden hep olduğu gibi kalmasıdır.
Hiçbir şeyin değişmemesini istemenin anlamı nedir? Bunun anlamı bize sevk veren keyif veren şeylerin hiç değişmeden olduğu gibi kalmasını ve bize zevk vermeyen şeylerin bir an önce sona ermesini istemektir. Soyadımızın soyumuz aracılığıyla malımızın mülkümüz aracılığıyla, bilinmesini ve unutulmadan kalmasını istemektir. İlişkilerimizde de etkinliklerimizde de bir süreklilik istiyoruz. İstiyoruz ki durgun bir havuzda sonsuza dek mutlu yaşayalım. Hiç bir şeyin değişmesini istemiyoruz onun için de malımızın mülkümüzün ünümüzü soyadımızı güven altında tutan bir toplum yaratmaya çalışıyoruz.

Ama yaşam hiç de böyle değil. Yaşam durağan değil ağacın döktüğü yapraklar gibi hiçbiri sürekli değil, sonsuza kadar değişmeden kalan hiç bir şey yok. Her şey değişiyor ve ölüp gidiyor. Hiç gölgesi havaya düşen yaprak dökmüş bir ağacı seyretmişliğiniz oldu mu? Ne kadar güzel bir görüntüdür bu. Bütün dallarının çizgileri belirginleşmiştir, o yaprak dökmüş, soyunmuşluğu, çıplaklığı içinde ağaç bir şiir gibidir. Bütün yapraklarından soyunmuş baharı bekler durumdadır. Bahar gelince gene ağaç binlerce yeşil yaprağın müziğiyle dolacaktır. Sonra gene mevsimi gelince gene yapraklarını döküp gene baharı bekleyecektir. İşte yaşam böyledir.

Ama biz böyle olmasını istiyoruz. Çocuklarımıza sıkı sıkı yapışıyoruz geleneklerimize, toplumumuza adlarımıza, o küçük erdemlerimize sıkı sıkı sarılıyoruz. Çünkü her şey olduğu gibi kalsın istiyoruz. İşte bunun için ölmekten korkuyoruz. Tanıdığımız şeyleri yitirmekten korkuyoruz. Ama yaşam bizim gönlümüzün isteklerine uyabilecek bir şey değil ki. Yaşam değişmeden kalabilen bir şey değil. Kuşlar ölüyor karlar eriyor, ağaçları kesiyorlar ya da fırtınalar onları deviriyorlar. Ama biz hoşumuza giden sevdiğimiz her şey olduğu gibi kalsın istiyoruz. Mevkimizi başkaları üzerindeki otoritemizi sonsuza kadar sürdürmek istiyoruz. Yaşamı her nasılsa öyle olduğu gibi kabul edemiyoruz.
Gerçek şu: yaşam tıpkı ırmağa benziyor. Durmadan akıyor durmadan kıyılarına ulaşmak onları keşfetmek sürüklemek taşımak için her oyuğa gitmek için durmadan devinip duruyor.

Ama biliyorsunuz zihnimiz yaşamın bizde de aynı şeyleri yapmasına izin vermiyor. Zihin durmadan değişen bir ortamda yaşamanın sakıncalı olduğunu görüyor. Onun için de hemen çevresine bir duvar örüyor. Geleneğin duvarıyla örgütlenmiş dinin duvarıyla kendisini güvenceye almaya çalışıyor. Aile, ad, küçük erdemler, bütün bunlar bu duvarın içinde olan yaşamdan kopuk şeyledir. Yaşam dışarıda sürekli akıyor sürekli değişimi de birlikte sürüklüyor ve o içerisinde mutsuzluktan ve tedirginlikten başka bir şey olmayan duvarları yıkıp içeri sızmak için saldırısını sürdürüyor. Duvarın içindeki tanrıların hepsi gerçek dışı yapma putlardır. Onların kutsal yazılarının onların felsefelerinin bir anlamı yoktur çünkü yaşam hepsinin ötesindedir.

Çevresine duvar örmemiş kazandıklarıyla biriktirdikleriyle öğrendikleriyle kendini yük altına sokmayan zamanın dışında zamanın ötesinde güven aramadan güven peşinde koşmadan yaşayan bir zihin.. işte böyle bir zihin yaşam olağanüstü güzel bir şeydir. Böyle bir zihin başlı başına yaşam yaşamın ta kendisidir. Ama çoğumuzun istediği sığınacak yaşamdan saklanacak bir yer bulmaktır. Küçük bir ev istiyoruz bir adımız bir mevkiimiz olsun istiyoruz ve böyle şeylerin çok önemli olduğunu savunuyoruz. Biz her şeyin olduğu gibi kalmasını istiyoruz ve u istekten yola çıkan bir kültür yaratıyoruz. Aslında tanrı olmayan bizim isteklerimizin bir yansısından başka bir şey olmayan tanrılar yaratıyoruz.

Hiçbir şeyin değişmeden olduğu gibi kalmasını isteyen bir zihin sonunda şu ırmağın kıyısındaki su birikintisi gibi durgunlaşıyor, az zamanda kokuşuyor üzeri pislikten bir kabuk bağlıyor. Ancak çevresine duvar örmeyen bir zihin sınır engel tanımayan sığınak aramayan bir zihin ancak böyle bir zihin tam anlamıyla yaşamla birlikte akabilir, zamansızlık boyutunda ileriye doğru yol alabilir, yeni bir şeyler keşfedebilir, bir bomba gibi patlayabilir. Ancak böyle bir zihin mutluluğu tadabilir, her zaman yenidir çünkü kendi yapısından gelen bir yaratıcılığı vardır.

Bilmem bu anlattıklarımı anlıyor musunuz? Anlamalısınız, çünkü bütün bu konu gerçek eğitimin bir parçasıdır. Siz bu konuyu anladığını zaman tüm yaşamınız bir anda değişecek dünyayla komşularınızla kocanızla olan ilişkileriniz bütünüyle değişik bir anlam kazanacaktır. O zaman bir şeylerin peşinden giderek kendinizi doyurmaya çalışmayacaksınız. O zaman anlayacaksınız ki elde edeceğim diye bir şeylerin peşinden koşmak üzüntü ve mutsuzluktan başka bir şey getirmez. Bunun için öğretmenlerinizle bu konuyu konuşmalı ve kendi kendinize tartışmalısınız. Eğer anlarsanız yaşamın olağanüstü gerçeğini de anlamış olacaksınız bu anlayışta büyük bir güzellik iyilik dolu bir sevgi vardır. Ama güvenli bir durgun su arayışı içinde olan her şeyin olduğu gibi kalmasına çalışan bir zihnin bu çabası ancak insanı karanlığa ve yozlaşmaya götürebilir. Bir kez zihin bu durgun suyun içine kendini iyice yerleştirdi mi dışa açılmaya araştırmaya yeni bir şeyler bulmaya korkacaktır. Ama adına ister gerçek deyin ister tanrı deyin ne derseniz deyin işte o, bu su birikintisinin dışındadır.

J.Krishnamurti
 
Kabul etmeden, yadsımadan ya da eleştirmeden önce konuşmacının söyleyeceklerini anlamalısınız. Öncelikle onun ne demek istediğini, niyetinin ne olduğunu bulmalısınız. Konuşmacı abartabilir, vurguyu yanlış yapabilir, ama bütün bunları dinleyerek içeri almalısınız. O zaman siz ve ben doğru bir ilişki kurabiliriz. Söyleyeceklerimin kabul edileni, geleneği, her şeyi alt üst edeceğini düşünüyorum. Söylenenlerin gerçekten ne olduğunu bulmadan önce lütfen savunma duvarları örmeye girişmeyin. Tepkilerinizi söyleyeceğim şeylerin sonuna kadar tutun; eleştirme, yadsıma, kabul etme ya da konunun ayrıntısına girme hakkınız olduğu zaman bunu istediğiniz gibi yaparsınız. Ama o zamana kadar hemen tepki vermemenizi öneririm. Dostça dinleyin, açık bir zihinle; dediklerimi kabul etmeyin, yadsımayın ya da öylece almayın, kimi yetkelerin sözlerini alıntılayarak karşı çıkmadan dinleyin, çünkü ben yetkeye inanmam.

Hakikate yetkeyle varılmaz. Hakikat andan ana keşfedilmelidir. O kalıcı, dayanıklı, sürekli bir şey değildir. Her dakika, her saniye bulunması gerekir. Bu çok büyük bir dikkat ve zihinsel bir çeviklik gerektirir. Eğer yalnızca yetkelerden alıntı yaparsanız, Tanrının olup olmadığı varsayımlarında bulunursanız, hakikati anlayamazsınız, ya da daha doğrusu, gelmesi için ona olanak sağlayamazsınız.

Lütfen bu noktayı iyice anlayalım; hakikate, Tanrıya ya da her ne ad verirseniz o şeye, herhangi bir süreç, disiplin ya da bir tür meditasyonla ulaşamazsınız. O çok büyük bir şeydir, imgelenmesi olanaksızdır; hiçbir tanıma sığmaz, onu hiçbir kitap alıkoyamaz, hiçbir sözcük kapsayamaz. Dolayısıyla ona herhangi bir dolambaçlı yöntemle, adaklarla, disiplin ya da guruyla gidemezsiniz. Beklemek zorundasınız, o size gelecektir, siz ona gidemezsiniz. İnsanın anlaması gereken en temel şey budur: Zihin, elbette, hakikate herhangi bir zihinsel oyunla, denetimle, erdemle, zorlamayla ya da baskıyla gidemez.

Zihnin bütün yapabileceği sessiz olmaktır—ama hakikate ulaşma niyeti olmadan. Bu en zor şeylerden biridir, çünkü hakikatin belirli şeyleri yaparak hemen deneyimlenebileceğini sanırız. Hakikat satın alınamaz, tıpkı sevginin satın alınamayacağı gibi. Eğer bunu en başından çok açık bir biçimde anlarsak, o zaman söylediklerim çok farklı ve kesin bir anlam kazanır. Yoksa kendinizle çelişik bir hal içinde olursunuz. Hakikatin, Tanrının ya da kalıcı bir halin olduğunu düşünüyorsunuz, onu istiyorsunuz, bunun için bir disiplin uyguluyorsunuz, çeşitli alıştırmalar yapıyorsunuz, ama hakikat satın alınamaz. Hiçbir ölçüde bağlılık, kendini adama, bilgi ya da erdem onu yaratamaz. Zihin özgür olmalıdır, hiçbir hattı, sınırı, koşullanması olmamalıdır. Bütün açgözlülük duygusu sona ermelidir, ama hakikati almak için değil.

Eğer insan bunu gerçekten anlamışsa, zihnin yaratıcılığının ne kadar olağanüstü bir şey olduğunu görür. O zaman zihni nasıl özgürleştireceğinizi gerçekten anlarsınız, böylece zihin tetikte seyreder, hiç sormaz, aramaz, hiçbir istemde bulunmaz.

Söylediğim gibi bireye konuşuyorum, çünkü kitle değil ancak birey değişebilir, ancak siz kendinizi dönüştürebilirsiniz; bu nedenle bireyin sonsuz ölçüde önemi vardır. Bireyin hiçbir önemi yokmuş gibi gruplar, kitleler, ırklar hakkında konuşmanın moda olduğunu biliyorum, ama her yaratıcı eylemde önemli olan bireydir. Her doğru eylem, her önemli karar, özgürlük arayışı, hakikat sorgulaması ancak anlayan bireyden çıkar. Yalnızca bireye konuşmamım nedeni bu. “Ben ne yapabilirim, birey ne yapabilir?” diye soracaksınız. Çok büyük karışıklıklar, ulusal ve dinsel bölünmeler, sefalet sorunları, açlık, savaş, işsizlik, hızlı bozulma ve parçalanma, bütün bunlar karşısında birey ne yapabilir? Hiçbir şey.

Birey dışarıda dağ gibi duran bu şeylerle başa çıkamaz, ama farklı bir eylem silsilesi yaratacak yeni bir düşünce akımı oluşturabilir. Dünyanın koşullarıyla ilgili hiçbir şey yapamaz, çünkü tarihsel olaylar yabanıl, acımasız, aldırmaz yerlerini almak zorundadır. Ama eğer sorunun bütünü üzerine gerçek anlamda düşünebilen yarım düzine insan varsa, bunlar birlikte farklı bir tutum ve eylem başlatabilirler; bireyin önemli olmasının nedeni işte budur. Ama eğer birey bu büyük karmaşayı,
önünde duran parçalanmış devasa dağı düzene koymak isterse, elinden çok az şey gelir; gerçekten de görülebileceği gibi bunlara hiçbir etkisi olmaz; ama içimizden herhangi biri tüm zihin sürecini anlama çabası içinde olan gerçek bir bireyse, o zaman yaratıcı bir varlık, özgür bir insan, koşullanmalardan kurtulmuş, hakikati bir sonuç için değil kendisi için aramaya yetkin biri olur.

Dediğim gibi, zihnin kavrayabilmesinin, üzerinde varsayımda bulunabilmesi ya da sözcüklere indirgemesinin pek olanaklı görülmediği o gerçeklik size, bireye gelmelidir. Siz ona gidemezsiniz. Unutulmamalıdır ki, bireysel zihin, bu aynı zamanda kolektif zihindir, çok açıkça söylersek dardır, sınırlıdır, yabanıldır, çirkindir, bencildir, kibirlidir. Böyle bir zihin bilinmeyeni nasıl davet edebilir? Ne düşünürse düşünsün sınırlı, küçük olacaktır—Tanrıları bile öyledir. Tanrınız zihnin buluşudur. Ona elbiseler giydirebilirsiniz, ama o elbiseler sizindir; o sizin Tanrınızdır, ama hakikat, gerçeklik değildir. Ne yaparsanız yapın gerçeklik davet edilemez; o size gelmelidir. Dolayısıyla insan ne yapmalıdır?

Zihin tarafından yaratılmamış bir şeyi zihin nasıl deneyimler? Bu ancak zihin kendi sürecini, kendi yollarını anlamaya başladığı zaman olanaklıdır. Süreç sözcüğünü bir amaç için araç anlamında kullanmıyorum. Süreç sözcüğüyle genellikle belirli bir şey yaparsanız bir sonuç olacağını söylemek isteriz—makineyi yağlarsanız makine olması gerektiği gibi çalışır; eğer belirli disiplinleri izlerseniz, kendinizi adarsanız karşılığında bir şey alırsınız. Sözcüğü bu anlamda kullanmıyorum. Süreç sözcüğünü zihnin çalıştığı biçimde işlemesi anlamında kullanıyorum, bir sonuç araması anlamında değil.

Dolayısıyla zihin bütün çabadan özgür olduğu bu hale gelmelidir. Çaba ve çatışma sorununu, zihnin hakikate ulaşmak için çatışma olmadan ulaşabildiği bir halin olup olmadığını tartışmak istiyorum. Ancak zihin kendisiyle çelişmeyi durdurduğu ve böylece çatışmayı sona erdirdiği zaman bakmaya ve anlamaya yetkindir. Çatışma içinde olan bir zihnin kesinlikle bir şey anlayamayacağı oldukça açıktır, bu nedenle zihnin neden kendisiyle çelişki halinde olduğunu bulmak istiyoruz. Eğer zihnin kendi içindeki çatışmayı anlayabilirsek, kuşkusuz çok daha ileri gideriz; çünkü bu, kişinin kendi içinde neden çelişkinin olduğunu gösterir. Eğer bu soruya yavaş yavaş, adım adım girebilirsek, karşı çıkmadan gerçekten izlerseniz, o zaman belki içinde çatışma olmayan bir zihin haline gelirsiniz. Ama yalnızca sözlerimi kabul etmekle kalamazsınız; bunun anlamı aynı zamanda çalışmanız gerektiğidir, yalnızca dinlemeniz değil, kendi zihninizin işleyişinin farkına varmanız gerektiğidir. Ben yalnızca açıklıyorum, kendi zihninizi işlerken izlemekse sizin işiniz.

Öncelikle, yaşamımızda çatışma neden var? Genellikle çatışmayı olması gerek, kaçınılmaz, insan doğduğundan beri çatışma içindedir diyerek kabul ederiz ve onun üstesinden gelmek için yollar, araçlar bulmaya çalışırız. İlişkilerde, siyasi ya da başka alanlarda çatışma vardır, bu da kendiyle çelişkiyi doğurur; aynı zamanda ne olmamız gerektiğini duyumsadığımız ve ne olduğumuz arasında da dışsal bir çelişki vardır. Çelişkinin neden var olduğunu bulmak istiyorum. Onun doğal bir şey olduğunu, kaçınılmaz olduğunu, hiçbir çözümün olmadığını ve bu nedenle ondan kaçmamız gerektiğini kabul etmiyorum. Bu olgunlaşmamış bir düşünme biçimi. Onu anlamak istiyorum, dolayısıyla bir yana çekilmeyeceğim, ondan kaçıp bir guruya ya da sinemaya gitmeyeceğim. Çatışma içindeyken bir kitaba yönelmek, bir guruya gitmek, derin meditasyon yapmak, bana göre bunların hepsi içki içmekle aynıdır. İnsanın bu içsel çelişkiyi ortadan kaldırıp kaldıramayacağını anlamak istiyorum. Eğer bu açıksa buradan başlayabiliriz, lütfen sonunda “Neden doğum kontrolünden söz etmediniz?” ya da “Ben buraya dinin ne olduğunu, Tanrının var olup olmadığını bulmaya geldim...” demeyin.

Çelişki içindeki bir zihin hakikatle ilgili hiçbir şey bulamaz. Şöyle bir düşünün—çelişki içindeyken çelişkili olmayan bir şeyi nasıl bilebilirsiniz? Hiçbir karşıtı, bölünmesi olmayan, ölçülemez bir hali nasıl bilebilirsiniz? Kendi içinizdeki çelişkiyi ortadan kaldırıp kaldıramayacağınızı bulduğunuz zaman bu soruya kendiniz yanıt verecek, bunun hakikatini bulacaksınız. Bu kesinlikle zorunlu. Şu an aradığınız şey çelişkinin ortadan kaldırılması değil, kendi huzurunuz, zihninizin rahatsız edilmeyeceği bir hal. Bu bir yanardağın üstünde oturup “Huzur istiyorum” demeye benzer. Hiçbir anlamı yoktur. Dolayısıyla şöyle diyorum: “Yanardağın içinde ne olduğunu araştıralım, çirkin, hayvani, güzel ne varsa her şeyi dışarı çıkaralım—çıkaralım ve bakalım, bunun anlamı zihnin hiçbir korkusunun olmaması gerektiğidir.” Birlikte derinlerine inelim.​

Jiddu Krishnamurti
 
“Doğa yaşamımızın bir parçasıdır. Hepimiz tohumdan, topraktan yetiştik, hepimiz onun bir parçasıyız, ama bizim de ötekiler gibi birer hayvan olduğumuz duygusunu hızla kaybediyoruz. Şu ağaca bakın, onun güzelliğini görün, çıkardığı sesi dinleyin; şu küçük bitkiye, küçük ota, duvara tırmanan şu sarmaşığa, yaprakların üstündeki ışığa, gölgelere karşı duyarlı olun. Bütün bunların farkına varmak ve doğa ile bağ kurmak zorundasınız. Belki bir şehirde yaşıyorsunuz, ama yine de çevrenizde birkaç ağaç vardır. Yan bahçedeki gül ağacı kötü durumda olabilir, belki her yanını ot bürümüştür, ama ona bakın, bütün bunların, bütün canlıların bir parçası olduğunuzu duyumsayın. Doğaya zarar vermek, kendinize zarar vermek demektir.”


Jiddu Krishnamurti
 
Soru: Tanrı'ya gerçekten inanan insanlardan birisiyim. Hindistan'da, Tanrı'ya inandığı için orada büyük siyasal değişiklikler oluşturan büyük modern ermişlerden birisini izledim. Hindistan'da, bütün ülkenin kalbi, Tanrı'yla birlikte çarpar. İnanca karşı olan sözlerinizi dinledim sizin; olasılıkla Tanrı'ya inanmıyorsunuz. Ama dindar bir kişisiniz ve bu yüzden, 'Yüce' olana ait bir çeşit duygunun sizde olması gerekli. Manastırları, kiliseleri ve mescitleri ziyaret ederek bütün Hindistan'ı, Avrupa'nın birçok yerlerini gezdim ve her yerde de kişinin, hayatım biçimlendirmesini umut ettiği, Tanrı'ya olan bu çok güçlü, zorlayıcı inancı buldum.


Şimdi, mademki Tanrı'ya inanmıyorsunuz, şu soruya göre sizin tam yeriniz nedir? Niçin inanmıyorsunuz? Bir Tanrı tanımaz mısınız? Bildiğiniz gibi, Hinduizm'de, bir Tanrı tanımaz ya da Tanrı tanır olup eşit biçimde bir Hindu olabilirsiniz. Kuşkusuz, Hıristiyanlar'da değişik bu. Eğer Tanrı'ya inanmıyorsanız, Hıristiyan olamazsınız. Ama asıl sorun bu değil. Durumunuzu açıklamanızı ve geçerliliğini bana göstermenizi istemeye geldim sizden; sorun bu. Sizi insanlar izliyor, bu yüzden bir sorumluluğa sahipsiniz; bu yüzden karşınıza çıkıyorum bu biçimde.


Krishnamurti: Her şeyden önce bu son noktayı açıklığa kavuşturalım. İzleyici yoktur Ve size ya da konuşmalarımı dinleyen kişilere karşı sorumlu değilim. Bir Hindu, ya da başka bir şey de değilim, çünkü herhangi bir dinsel ya da başka bir çeşit gruba ait değilim. Herkes, kendisine ışık tutmalıdır. Bu yüzden, ne öğretmen vardır ne de öğrenci vardır. En başta bunun açıkça anlaşılması gerekir, yoksa kişi etki altında kalır, propaganda ve inandırmanın bir kölesi olur. Bu yüzden, şimdi burada söylenen herhangi bir şey, bir dogma, iman tazeleme, ya da inandırma değildir: Ya anlaşırız, ya da anlaşmayız.


Şimdi, üzerine son derece basarak Tanrı'ya inandığınızı söylediniz ve olasılıkla, o inanç yoluyla 'Tanrılık' diyebileceğimiz şeyi yaşamak istiyorsunuz. İnancın içine birçok şey girer. New York'un, ya da Eiffel Kulesi'nin varoluşu gibi, görmemiş olabileceğiniz, ama doğruluğunu gerçekleyebileceğiniz olgulara olan inanç vardır. Sonra, gerçekten bilmemenize karşın karınızın size bağlı olduğuna inanabilirsiniz. Düşüncesinde sizi aldatabilir, ama yine de gerçekte onu bir başkasıyla giderken görmediğiniz için, onun size bağlı olduğuna inanabilirsiniz; günlük düşüncesi içinde sizi aldatabilir ve kuşkusuz siz de aynısını yapmışsınızdır.


Her ne kadar öyle bir şeyin olduğuna ait bir kesinlik yoksa da, ölümden sonra yeniden doğuşa inanıyorsunuz, değil mi? Ama, hayatınızda o inancın hiç bir geçerliliği yok, değil mi? Bütün Hıristiyanlar, sevmeleri gerektiğine inanıyorlar, ama sevmiyorlar; herkes gibi onlar da, bedensel ya da ruhbilimsel olarak, cinayet işleyip duruyorlar. Tanrı'ya inanmayanlar, ama yine de iyilik yapanlar var. Tanrı'ya inananlar ve o inanç için öldürenler var; barış istediklerini iddia ettikleri için savaşa hazırlananlar vb...


Her ne kadar bu, hayatın olağanüstü gizini yadsımıyorsa da, o zaman kişi, "Herhangi bir şeye inanmanın ne gereği var?" diye kendisine sormak zorunda. Ama inanç başka, 'olan' başka şeydir. 'İnanç', bir kelime, bir düşüncedir ve bu da 'şey' değildir, 'adınızın' gerçekte 'siz' olduğundan daha çok bir şey değildir.


Deney yoluyla, inancınızın doğruluğuna dokunmayı, onu kendinize kanıtlamayı umut ediyorsunuz, ama bu inanç, deneyiminizi koşullandırır. Deneyim, inancı kanıtlamak için gelmez, daha çok, inanç deneyimi doğurur.


Sizin Tanrı'ya olan inancınız, Tanrı diye adlandırdığınız şeyin deneyimini verecektir size. Sürekli olarak, inandığınızı yaşayacaksınız; başka bir şey değil. Bu ise, sizin deneyiminizi geçersiz kılıyor. Hıristiyan bakireler, melekler ve Mesih'i görecek, Hindu ise birçok benzer tanrılar görecek. Müslüman, Budist, Yahudi ve Paylaşımcı aynıdırlar.


İnanç, kendi var sayılmış kanıtını koşullandırır. Önemli olan neye inandığınız değil, niçin inandığınızdır sadece. Siz niçin inanıyorsunuz? Bir şeye, ya da bir başkasına inanmanız, gerçekte 'olan' için ne değişiklik yapıyor? Gerçekler, inanç ya da inançsızlıktan etkilenmez. Bu yüzden, kişi, herhangi bir şeye niçin inandığını sormalıdır; inancın temeli nedir? Korku mu, hayatın belirsizliği mi, bilinmeyenin korkusu mu, sürekli değişen bu dünyadaki güvenlik yokluğu mu? İlişkinin güvensizliği mi bu, yoksa hayatın kocamanlığıyla yüz yüze gelip onu anlamayarak, kişi kendisini inanç sığınağına mı kapatıyor? Bu yüzden, eğer sormama izin verirseniz, eğer hiç bir korkunuz olmasaydı, herhangi bir inanca sahip olacak mıydınız?


Soru: Korktuğumdan emin değilim, ama Tanrı'yı seviyorum ve beni Tanrı'ya inandıran da bu aşk.


Krishnamurti: Korkusuz mu olduğunuzu söylüyorsunuz? Bu yüzden, aşkın ne olduğunu biliyor musunuz?


Soru: Korkunun yerine aşkı koydum, bu yüzden benim için korku yok, inancım korkuya dayanmıyor.


Krishnamurti: Korkunun yerine aşkı koyabilir misiniz? 'Aşk' denen kelimeyle korkuyu örten, korkmuş olan bir düşüncenin eylemi değil mi o, yine bir inanç değil mi? Bir kelimeyle, korkuyu örtmüşsünüz ve korkuyu dağıtmayı umarak kelimeye tutunuyorsunuz.


Soru: Söyledikleriniz beni çok rahatsız ediyor. Bu konuşmayı sürdürmek isteyip istemediğimden emin değilim, çünkü inancım ve sevgim bana destek oldu ve temiz bir hayat yaşamama yardım etti. İnancımın bu biçimde soruşturulması, dürüstçe söyleyeyim, korktuğum bir düzensizlik duyusu yaratıyor.


Krishnamurti: Demek ki, kendi kendinize keşfetmeye başladığınız korku, var... Bu sizi rahatsız ediyor. İnanç, korkudan ileri gelir ve en yıkıcı şeydir. Kişinin, korku ve inançtan kurtulması gerekir. İnanç, insanları böler, insanları katı yapar, birbirlerinden nefret ettirir ve savaşı besler. Dolaylı bir biçimde, istemeyerek, korkunun inancı doğurduğunu evetliyorsunuz. Korku olgusuyla yüz yüze gelmek için, inançtan kurtulmuş olmak gerekir. Diğer herhangi bir ülkü gibi, inanç, 'olan'dan bir kaçıştır. Hiç bir korku olmadığı zaman, zihin oldukça değişik bir boyuttadır. Ancak o zaman, bir Tanrı'nın var olup olmadığı sorusunu sorabilirsiniz. Korku ya da inançla bulutlanmış bir zihin, herhangi bir anlayışa, hakikatin ne olduğunun algılanması yeteneğine sahip değildir. Öyle bir zihin yanılsama içinde yaşar ve çok açık ki, Yüce olanla karşılaşamaz. Yüce olanın, sizin ya da bir başkasının inancı, kişisel görüşü ya da vardığı sonuçla hiç bir ilgisi yoktur.


Bilmeden inanıyorsunuz, ama 'bilmek', bilmemektir. Zamanın ve 'biliyorum' diyen zihnin küçücük alanı içinde bilmek, zamanla kısıtlıdır ve bu yüzden, 'olan'ı olasılıkla anlayamazsınız. Her şeyin sonunda, "Karımı ve arkadaşımı biliyorum" dediğiniz zaman, yalnızca imgeyi ya da anıyı biliyorsunuz, bu ise 'geçmiş zaman'dır. Bu yüzden, herhangi bir kişiyi ya da herhangi bir şeyi, hiç bir zaman gerçekten bilemezsiniz. Yaşayan bir şeyi bilemezsiniz, yalnız ölmüş bir şeyi bilebilirsiniz. Bunu gördüğünüz zaman, ilişkileri "bilmek" terimi içinde düşünmezsiniz artık.


Bu yüzden, kişi hiç bir zaman, "Tanrı yoktur", ya da "Ben Tanrı'yı biliyorum" diyemez. Bunların her ikisi de küfürdür. Olanı anlamak için özgürlük olmalıdır; bilinenden kurtulmuş olmak değil sadece, bilinenin korkusundan da, bilinmeyenin korkusundan da kurtulmuş olmak...


Soru: 'Olanı' anlamaktan söz ediyorsunuz, ama bilmenin geçerliliğini yadsıyorsunuz. Eğer bilmek değilse, bu 'anlamak' nedir?


Krishnamurti: İkisi oldukça değişik. Bilmek, hep 'geçmiş zaman'la ilişkilidir ve bu yüzden sizi geçmişe bağlar. Anlamak, bilmeye benzemez; bir sonuç, bir birikim değildir. Eğer dinlediyseniz, anlamışsınızdır. Anlamak, dikkattir. Bütünüyle dikkat ettiğiniz zaman anlarsınız. Bu yüzden, korkunun anlaşılması, korkunun sona ermesidir. Böylece, inancınız, önde gelen etken olmaz artık; korkunun 'anlaşılması' önde gelmektedir. Korku olmadığı zaman özgürlük vardır. Kişi, sadece o zaman gerçek olanı bulabilir. 'Olan', korkuyla çarpıtılmadığı zaman, 'olan' gerçektir. Kelime değildir o. Hakikati, kelimelerle ölçemezsiniz. Aşk, bir kelime değildir; ne bir inanç, ne de yakalayıp "Bu benimdir" diyebileceğiniz bir şeydir. Aşk ve güzellik olmaksızın. Tanrı diye adlandırdığınız, pek bir şey değildir.
 
Geri
Üst