"Gizlimabet Parapsikoloji Platformu"

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Foruma üye olmak tamamen ücretsizdir.

Jiddu Krishnamurti

Mefetseger

Elit Üye
“Sizi hiç kimse tuzağınızdan çekip çıkaramaz. Hiçbir guru, hiçbir ilaç, hiçbir mantra. Hiç kimse. Ben dahil hiç kimse. Bütün yapmanız gereken, başlangıcından sonuna kadar farkında olmak ve arada dikkati yitirmemek. Farkındalığın bu yeni niteliği dikkattir. Bu dikkatin içinde ben tarafından çekilmiş hiçbir sınır yoktur. Bu dikkat erdemin en yüce biçimidir. Bu yüzden aşktır. Bu en yüksek derecedeki zekadır. Eğer insan elinden çıkmış tuzakların yapısına ve doğasına duyarlı değilseniz, bu dikkat var olamaz.”

20.Yüzyılın başlarında henüz mucizeler çağı kapanmamış, üzerinde güneş batmayan uygarlıklar şaşaalı İmparatorluklarını sürdürürlerken, Britanya İmparatorluğu’nun Lordlarının ve Ladylerinin gizeme olan açlığını doyurmak için Theosophy Derneği (Theosophical Society) kurulmuştu. Bu derneğin yönetim kanatlarında kulaktan kulağa fısıldanan büyük bir sır, çağın en büyük hazine avcılıklarından birini başlattı. “Yeni bir kurtarıcı gelecek. Yeni bir Dünya Öğretmeni”



Dünyanın her yerinde uzmanlar çocukları incelediler, dinlediler ve müjdeli haber Hindistan’dan Annie Besant’ten geldi. Çocuğu bulmuştu. Bir kumsalda yürürlerken yanında bulunan durugörü yetenekleri olan arkadaşı C.W. Leadbeater hayretle çocuğa bakmış ve “Bu çocuğun Aurasında (bedeni saran ve duyguları, sağlığı yansıttığı düşünülen ruhsal enerji alanı) bencillikten iz yok. Bu o çocuk olabilir “ demişti.
Bir Brahman ailesinin sekizinci çocuğu olarak dünyaya gelen Krishnamurti’de yaşının çok üstünde bir diğerkamlık ve bilgelik vardı. Kardeşi ile birlikte apartopar İngiltere’ye getirilen “çocuk öğretmen” henüz 13 yaşlarındayken devasa büyüklükte bir kalabalığın önünde eğildiği bir yarı-Tanrı insana dönüştürüldü. Alcyone dediler çocuğa. Ve kimliği uzun süre bir sır gibi saklanan bilge bir ustanın gözetiminde meditasyon ve felsefe dersleri başladı. Genç bir İngiliz Lordu gibi yetiştirilen çocuk 14 yaşındayken “Usta’nın Dizinin Dibinde” yi yazdı.
15 yaşında “Doğu Yıldızı” gizemci örgütünün başkanı olacaktı. 16 yaşında “Eğitimin Hizmetinde” romanını yazdı. Çocuk büyüdükçe derneğin beklentilerini aşan genç bir isyancının , bilimsel gözleriyle eleştiriyor, karşı koyuyor, sözleriyle binlerce insanı etkiliyordu.
Üniversiteyi Paris Sorbonne’da okudu. Kardeşi Nityananda’yı genç yaşta kaybetmesi Krishnamurti ‘yi derinden sarstı.


Amerika ve Hindistan arasındaki gezilerinin birinden, bambaşka , keskin bir hakikati görmüş biri olarak döndü. Kimse nedenini anlamasa da derneği 1929 Ağustos’unda toplantıya çağırdı ve tarihe geçen konuşmasını yaparak, 100 bin civarında üyesiyle, çok büyük ticari servetlerin döndüğü Doğu Yıldızı gizemci örgütünü feshetti.
“Gerçek ; yolu da sınırları da koşulları da olmayan bir ülkedir. Gerçeğe götüren hiçbir yol hiçbir din, hiçbir mezhep yoktur. Benim düşüncem budur ve bunda ısrarlıyım.Gerçek bazen insana kendiliğinden gelir. Gerçek örgütlenemez ve örgütlenmemelidir de. Sizler on sekiz yıldan beri dünyayı kurtaracak , sizin yüreklerinizi şenlendirecek, sizi de tutsaklıktan kurtaracak bir öğretmen bekliyordunuz. Bunun için örgütlendiniz. Böyle bir inanç sizin yaşamınızdaki yararsız şeyleri silip götürdü mü ? Sizi daha ergin ve daha özgür kıldı mı? Şimdi başka bir örgüt kurup bir başkasının gelip sizi kurtarmasını bekleyebilirsiniz. Kendinizi içine kapatmak için yeni kafesler örmeniz beni ilgilendirmez. Benim tek istediğim insanların mutlak ve koşulsuz bir özgürlüğe ulaşmalarına yardımcı olmaktır.” diyordu konuşmasında.

1930 yılından, öldüğü 1986 yılına dek Avrupa , Amerika, Hindistan arasında yolculuklar yaptı. Sayısı binlere varan konuşma , tartışma, TV programı, ses kaydı ve kitapla karşısına gelenlerle bir arkadaşın bir arkadaşla konuşması gibi doğrudan , felsefelere dalmadan, yönlendirmeden konuştu. Elbetteki yaktığı ateş elden ele yayıldı. Çünkü o diğer mistik öğretmenler, gurular, dini liderler gibi korkutarak, inandırarak paralar toplayarak ya da sadakat isteyerek kendine bir paye çıkarmıyordu. Tek istediği insanların kendi keşfedecekleri özgür ve sınırsız boyut, gerçek özgürlüktü.
1960 öğrenci hareketleri, müzik grupları , felsefeciler, çiçek çocukları ve hatta Quantum Fizikçileri kendisinden etkilendi ve yeni bir dünyaya gözlerini açtılar. Henry Miller, G.B. Shaw, Aldous Huxley, Halil Cibran, Anne Morrow Lindbergh, Francis Hackett, Dr. David Bohm , Charlie Chaplin bunlardan sadece bir kaçı.
Amerika’da eğitim için yazdığı mektuplar ciddiye alındı. Önerdiği yeni bakış açısını temel alan okullar açıldı.
1895 yılında gözlerini açtığı dünyaya 1986 yılında gözlerini yumdu. Ölmeden önce yıllardır anlattığım şeylerin özüdür diyerek ardından öğretilerinin çekirdeğini bıraktı. (The Core of Teaching)


“Özgürlük bir tepki değildir, özgürlük bir seçim değildir. Seçebildiği için özgür olduğunu düşünmek sadece iddiadır. Özgürlük, içinde ceza korkusu ve ödül beklentisi olmayan yönsüz saf bir gözlem halidir. Özgürlük, insan gelişiminin sonunda değil varoluşunun ilk adımında yatar. Gözlem halindeyken kişi özgür olmadığını görmeye başlar. Özgürlük, bizim günlük varoluşumuzu ve aktivitelerimizi yaşarken seçmesiz farkındalığımızda bulunur.
Düşünce zamandır. Düşünce deneyim ve bilgiden doğar geçmişten ve zamandan koparılamaz. Zaman insanın psikolojik düşmanıdır. Eylemlerimiz bilgi ve zaman üzerine kurulu olduğu için insan zamanın kölesidir. Düşünce sürekli sınırlıdır bu nedenle biz çatışma ve mücadele içinde yaşarız. Psikolojik evrim yoktur.
İnsan kendi düşüncelerinin farkında olduğu zaman görecektir ki düşünen ve düşünce şeklinde bir bölünme vardır. Gözlemleyen ve gözlemlediği, deneyimleyen ve deneyimlediği. Sonunda bunun bir ilüzyondan ibaret olduğunu keşfedecektir. Sonra sadece saf bir gözlem kalacaktır, geçmişin ve zamanın gölgesini içermeyen bir kavrayış.
Bu zamansız kavrayış zihine derin, köklü bir mutasyon getirir. Bütünsel , toptan olumsuzlama asıl, en olumlu harekettir. Psikolojik açıdan düşüncenin getirdiği herşey toptan olumsuzlandığında, yalnız ondan sonra orada aşk vardır, aynı zamanda merhamet ve zeka olan. ”


“Sevgili ile ne demek istediğimi soruyorlar. Açıklayayım, siz istediğiniz gibi anlayın. Benim için O Krishna, Kuthumi, Maitreya, Buda–bunların hepsi, ama hepsinin biçiminin ötesinde. Ne ad verdiğiniz ne fark eder ki?…
Benim Sevgilim gökler, çiçekler, her bir insan. Ben Sevgilimle birleştim… ve siz Onu her bir hayvanda, her bitkide, acı çeken her insanda göremedikçe anlayamayacaksınız.”
Krishnamurti (12 Mayıs 1895- 17 Şubat 1986)






Nefret, kıskançlık, öfke hissetmeden, ne yaptığına veya ne düşündüğüne karışmak istemeden, kınamadan, kıyaslamadan sevmek ne demek bilmiyor musunuz? Sevginin olduğu yerde kıyaslama olur mu?
Birisini bütün kalbinizle, bütün zihninizle, bütün vücudunuzla, bütün varlığınızla sevdiğiniz zaman karşılaştırma söz konusu olur mu? Kendinizi o sevgiye tamamen teslim ettiğinizde başkaları yoktur artık.

Sevginin sorumluluğu ve vazifesi var mıdır, ayrıca bu kelimeleri kullanır mı? Bir şeyi görev gereği yaptığınızda bunda sevgiye yer var mıdır? Görev sevgi içermez. Görevin insanı esir alan yapısı insanı mahvetmektedir. Bir şeyi göreviniz olduğu için yapma gereği hissediyorsanız yaptığınız şeyi sevmiyorsunuz demektir. Sevginin olduğu yerde görev ve sorumluluk yoktur.

____Jiddu Krishnamurti______

Alıntıdır.
 
Bir şeyi görev gereği yaptığınızda bunda sevgiye yer var mıdır? Görev sevgi içermez. Görevin insanı esir alan yapısı insanı mahvetmektedir.

Evet görev varsa sevgi yoktur bunu hayatımda defaIarca tecrübe etmişimdir.Bu ancak peygamberIer ve erenIerde mevcuttur.
 
Bir şeyi görev gereği yaptığınızda bunda sevgiye yer var mıdır? Görev sevgi içermez. Görevin insanı esir alan yapısı insanı mahvetmektedir.

Evet görev varsa sevgi yoktur bunu hayatımda defaIarca tecrübe etmişimdir.Bu ancak peygamberIer ve erenIerde mevcuttur.

Bir de annelerde
 
Günlük hayatınızda olup biten her şeyi, günlük hareketlerinizi gözlemlediğinizde -bir kalemi yerinden alırken, konuşurken, arabanızla dolaşırken veya ormanda tek başınıza yürürken- bir solukta, bakışla, kendinizi gayet basitçe , gerçekte olduğunuz gibi tanıyabilir misiniz?Kendinizi olduğunuz gibi tanıyınca insanın çabasının, hilelerinin, ikiyüzlülüklerinin, arayışının tüm yapısını anlarsınız. Bunu yapabilmek için varlığınızın her zerresinde kendinize karşı dürüst olmalısınız.

---------------------------------------------

"Şarkı dinlemek için burada değilsiniz. Bizim yapmaya çalıştığımız şey kendi kalbimizdeki şarkıyı bulmak. Başkasının şarkısını dinlemek değil. Birçok insan başkasının şarkısını dinlemeye alışmış, dolayısıyla kalpleri boş, her zaman da boş olacak.

Sizin şarkınız değil, demek ki siz yalnızca bir gramofonsunuz. Psişik durumunuza göre plak değiştiriyorsunuz; siz müzisyen değilsiniz. Oysa özellikle işlerin zor ve dertlerin ağır olduğu zamanlarda her birimiz müzisyen olmak zorundayız, şarkıyla kendimizi yeniden yaratmak zorundayız. Bunun anlamı kalbimizi zihnin doldurmuş olduğu şeylerden özgürleştirmek ve boşaltmaktır. Dolayısıyla zihnin yarattıklarını anlamak ve bu yaratılanların hakiki olmadığını görmek zorundayız. Kalp boş olduğu zaman, küllerle dolu olmadığı zaman, zihin sessizdir. O sessizlikte zihnin ürünü olmayan, yok edilemez ve çarpıtılamaz bir şarkı vardır."

Jiddu Krishnamurti
 
İnsanlar hızla akan yaşam nehrinin yanında kendilerine küçük bir havuz kazarlar, iste o havuzda kokuşur, o havuzda ölüp giderler.j.KRİSHNAMURTİ
 
Her şeye başkaldırıyorum. Başka insanların kendilerini üzerimde yetke saymalarına, başkaları tarafından eğitilmeye, başkalarının bildiklerini bana kabul ettirmeye çalışmalarına başkaldırıyorum. Kendim bulmadıkça hiçbir şeyi doğru kabul etmiyorum. Başkalarının benden farklı düşünmesine karşı değilim, ama onların bana düşüncelerini, yaşamla ilgili görüşlerini zorla kabul ettirmeye çalışmalarına katlanamıyorum. Daha küçük bir çocukken de başkaldırıyordum. Dinliyor, izliyor, ama bir yandan da sözlerin yanılsamasının ardındaki hakikati arıyordum.

Hakikat uzakta değil, yakında; hakikat her yaprağın altında, her gülüşte, her göz yaşında, kişinin sözcüklerinde, duygularında, düşüncelerinde. Ama öylesine gizlenmiş ki, onu görmek için örtüsünü kaldırmak zorundayız. Örtüyü kaldırmak sahte olanı keşfetmektir; sahte olanı tanıdığınız an o ortadan kalkar, hakikat açığa çıkar.

-------------------------------------------------
Kinizmin çok yaygın olduğu bir dünya burası ve kinizm duygusal yakınlık, ilgi ve sevgiyi tolere edemez. Sanırım şu özelliğimizi kaybettik – şefkat özelliğimizi. Şefkatin ne olduğunu analiz etmeyin – o kolaylıkla analiz edilebilir. Sevgiyi analiz edemezsiniz; sevgi beynin sınırları dışındadır; çünkü beyin bir algılama aracıdır; tüm reaksiyon ve aksiyonun merkezidir ve biz bu sınırlı alanda barışı ve sevgiyi bulmaya çalışıyoruz. Yani, düşünce sevgi değildir; çünkü düşünce ister şu anda isterse de gelecekte olsun sınırlı olan deneyime ve yine her zaman sınırlı olan bilgiye dayanır. Yani bilgi her zaman sınırlıdır. Ve beyinde hafıza olarak bulunan bilgiye sahip oluruz ve bu bilgiden düşünce fışkırır. Eğer bir kişi kendini incelerse, kendi düşünce, deneyim ve bilgi aktivitesine bakarsa, bu çok basit ve kolay bir şekilde gözlemlenebilir. Bunu anlamak için kitap okumanıza ya da uzman olmanıza gerek yoktur.

Yani, ister şu anda isterse de gelecekte olsun düşünce her zaman sınırlıdır. Ve biz tüm problemlerimizi, teknolojik, dinsel ve kişisel problemlerimizi düşünce aktivitesi ile çözmeye çalışıyoruz. Açıktır ki düşünce sevgi değildir; sevgi bir duyumsama ya da zevk değildir; o arzunun bir sonucu da değildir. O tamamen farklı bir şeydir. Konu aslında şefkat olan ve kendine özgü bir zekası bulunan sevgiye geldiğinde kişinin kendisini, ne olduğumuzu anlaması gerekmektedir – analiz uzmanları yoluyla değil; kendi üzüntülerimizi, kendi zevklerimizi ve kendi inançlarımızı anlayarak.

Biliyorsunuz ki, dünyanın neresine giderseniz gidin, insanlık, insanlar çeşitli nedenlerden dolayı acı çekiyorlar; acıya, üzüntüye yol açan olay önemsiz olabileceği gibi çok çok derin etkilere yol açan bir olay da olabilir. Ve dünyadaki her insan bunu ister küçük ölçekte isterse de ölüm gibi çok feci bir olay şeklinde olsun mutlaka yaşıyor. Ve üzüntü tüm insanlık tarafından paylaşılmaktadır; bu yalnızca sizin ya da benim üzüntüm değildir; bu tüm insanlığın üzüntüsü, tüm insanlığın tedirginliği, acısı, yalnızlığı, çaresizliği ve saldırganlığıdır. Yani, siz ve ben insanlığın bir kısmını oluşturuyoruz; bizler psikolojik olarak insanlardan ayrı değiliz. Kadın olabilirsiniz ya da bir erkek olabilirsiniz; uzun boylu, siyah, kısa boylu vb. olabilirsiniz; fakat içsel olarak, psikolojik olarak ki bu çok daha önemlidir, biz insanlığın bir kısmını oluşturuyoruz. Sizler insanlığın bir parçasısınız ve eğer birbirinizi öldürürseniz, birbirinizle çatışma içine girerseniz, kendinizi yok ediyorsunuz demektir. Eğer herhangi bir çarpıtma olmadan çok çok dikkatli bir şekilde kendinize bakarsanız bunu gözlemleyebilirsiniz.

Dolayısıyla barış yalnızca, insanlıkta, sizin ve benim içimde herhangi bir çatışma olmadığında ortaya çıkabilir. “Eğer birisi kendi içindeki tüm çatışmaları sonlandırabilirse, böyle bir düzeye ulaşırsa, bu insanlığın geriye kalanını nasıl etkileyecek?” diye sorabilirsiniz. Bu çok çok eski bir sorudur. Bu soru – eğer varolduysa – İsa’dan binlerce yıl önce ortaya atılmıştır. Ve kendimize şu soruyu sormamız gerekir: içimizdeki üzüntü, acı ve tedirginlik, tüm bunlar sonlanabilir mi? Eğer büyük bir dikkatle bakar ve gözlerseniz, tıpkı saçınızı tararken ya da traş olurken yaptığınız gibi, böyle yüksek bir dikkatle kendinizi gözlemleyebilirsiniz – tüm küçük ayrıntıları ve gözden kaçan noktaları. Ve insanlarla olan ilişkiniz bir aynadır; bu aynada kendinizi tam olarak olduğunuz gibi görürsünüz. Fakat çoğumuz olduğumuz şeyi görmekten korkarız; bu nedenle yavaş yavaş direnç, suçluluk ve diğer duyguları geliştiririz. Böylece asla gerçek bir özgürlüğü istemeyiz – istediğimiz şeyi yapmak değil; seçimden özgür olmak. Birden fazla seçimin olduğu yerde kafa karışıklığı var demektir.

Böylece bu dünyada insanlıkla ilgili gerçek bir kavrayış neticesinde ‘pacem in terris’i (dünya barışı) yaşayabiliriz; bu kavrayış insanın kendisini derinlemesine anlaması demektir; bazı psikologlar ve analiz uzmanlarına göre değil; onların da analiz edilmesi gerekiyor. Böylece bizler, profesyonellere avuç açmadan sıradan insanlar olarak kendi sıradışılıklarımızı ve eğilimlerimizi gözlemleyebiliriz. Beynimiz – konuşmacı beyin maddesi konusunda uzman değildir -, beynimiz savaş, nefret ve çatışmaya şartlanmış. Uzun bir evrim süreci sonucunda bu şekilde şartlanmış ve tüm anıları içeren hücrelere sahip bu beyin, kendisini kendi şartlanmasından kurtarabilir mi? Bu tip bir sorunun çok basit bir cevabı olduğunu biliyorsunuz. Tıpkı insanoğlunun sonu çatışmaya çıkan belirli bir yönde sürekli olarak ilerlemesi gibi, eğer yaşamınız boyunca kuzeye gitmişseniz, bir gün birisi gelir ve “bu yol hiçbir yere çıkmıyor” der. Bu kişi samimidir; belki siz de samimisiniz. Daha sonra bu kişi şöyle der: “Güneye gidin; doğuya gidin; bu yön olmasın da nereye giderseniz gidin.” Ve gittiğiniz doğrultudan saptığınız zaman beyin hücrelerinin kendisinde bir mutasyon meydana geldi demektir; çünkü siz paterni kırmış olursunuz. Ve bu patern şu anda kırılmalıdır; bundan kırk ya da yüz sene sonra değil… Ve insanlar, kendilerini birbirlerini öldürmeyen medeni insanlara dönüştürecek canlılık ve enerjiye sahip olabilirler mi?

Jiddu Krishnamurti
 
Kendini güvende hissetme isteği ilişkilerde kaçınılmaz olarak kedere ve korkuya sebep olur. Bu güvence arayışı güvensizliğe davetiye çıkarır. Bugüne kadar herhangi bir ilişkinizde güveni bulabildiniz mi? Bulabildiniz mi? Çoğumuz sevmenin ve sevilmenin verdiği güvenceyi isteriz ama her birimiz kendi güvenliğinin, kendi hayat yolunun peşindeyken sevgi diye bir şey söz konusu olabilir mi? Sevilmiyoruz çünkü sevmeyi bilmiyoruz.

Sevgi nedir? Bu kelime o kadar farklı anlamlar yüklü ve yozlaştırılmış ki kullanmak bile istemiyorum. Herkes sevgiden bahsediyor. Ülkemi seviyorum, kralımı seviyorum, bir kitabı seviyorum, şu dağı seviyorum, zevki seviyorum, karımı seviyorum, Tanrı’yı seviyorum. Sevgi bir fikir midir? Eğer öyleyse, terbiye edilebilir, büyütülebilir, el üstünde tutulabilir, itilip kakılabilir, istediğiniz şekle sokulabilir. Tanrı’yı sevdiğinizi söylediğinizde bunun anlamı nedir? Kendi hayal gücünüzün dışa vurumunu, kendinizin, neyin asil ve kutsal olduğunu düşünüyorsanız ona uygun şekilde belli saygınlık kalıplarıyla süslenmiş bir dışa vurumunu sevdiğiniz anlamına gelir; o yüzden “Tanrı’yı seviyorum,” demek tamamen saçmalıktır. Tanrı’ya tapındığınızda aslında kendinize tapınıyorsunuzdur ve bu sevgi değildir.

Sevgi denen bu insani şeyi çözemediğimiz için kaçıp soyut kavramlara sığınırız. Sevgi insanın bütün dertlerinin, sorunlarının ve çektiği bütün zahmetlerin çaresi olabilir, öyleyse sevginin ne olduğunu nasıl öğreneceğiz? Sadece onu tanımlayarak mı? Kilise onu başka bir şekilde tanımlıyor, toplum başka bir şekilde ve her tür çarpıtma ve sapkınlık mevcut. Birisine düşkün olmak, birisiyle birlikte olmak, o duygusal alışveriş, o dostluk… Sevgi kelimesinden kastımız bu mu? Standart veya kalıp şimdiye dek hep bu oldu ve o kadar kişisel, tensel ve sınırlı bir hal aldı ki, dinler, sevginin bundan çok daha öte bir şey olduğunu açıkladılar. İnsani sevgi dedikleri şeyin zevk, rekabet, kıskançlık, sahip olma, elde tutma, kontrol etme ve bir başkasının düşüncelerine karışma arzularını içerdiğini görüyor ve bütün bunların yarattığı karmaşayı bildiklerinden başka tür bir sevgi olması gerektiğini söylüyorlar; ilahi, güzel, el değmemiş, bozulmamış bir sevgi.

Dünyanın dört bir yanında din adamları denen kişiler eskiden beri bir kadına bakmanın tamamen yanlış bir şey olduğunu iddia eder: Kendinizi seksle şımartırsanız Tanrıyla yakınlaşamayacağınızı söylerler, bu yüzden de içlerini yiyip bitirse de bu konuyu bir kenara iterler. Ama cinselliği yok saymakla kendi gözlerini kör etmiş, kendi dillerini kesip atmış oluyorlar çünkü dünyanın bütün güzelliğini yok sayıyorlar. Kalplerini ve zihinlerini yoksun bırakıyorlar; onlar aslında susuzluk çeken insanlar; güzellik kadınla ilişkilendirilmiş olduğu için güzelliği hayatlarından kovuyorlar.

Sevgi kutsal ve bayağı, insanı ve ilahi diye ayrılabilir mi, yoksa yalnızca sevgi mi vardır? Sevgi çok’a değil, bire mi dairdir? “Seni seviyorum,” dersem, bu başkalarını sevmeyi dışlar mı? Sevgi kişisel midir, kişisel olmayan bir şey midir? Ahlaki midir, ahlaksız mıdır? Aileyle mi ilgilidir, ailenin dışında bir şey midir? Bütün insanlığı severseniz belli bir kişiyi sevebilir misiniz? Sevgi bir his midir? Sevgi bir duygu mudur? Sevgi zevk ve arzu mudur? Bütün bu sorular, sevgi hakkında, sevginin ne olup ne olmaması gerektiği konusunda fikirlerimiz, içinde yaşadığımız kültürün geliştirdiği bir kalıp veya düsturumuz olduğuna işaret ediyor, değil mi?

O zaman sevginin ne olduğu sorusunu irdelemek için önce onu yüzlerce yıllık kabuğundan çıkarmalı ve ne olup ne olmaması gerektiğine dair bütün idealleri ve ideolojileri bir kenara bırakmalıyız. Bir şeyi “olması gereken” ve “olan” diye ikiye bölmek hayatla başa çıkmanın en yanıltıcı yoludur.

Sevgi dediğimiz bu alevin ne olduğunu nasıl öğreneceğim peki, onu başkasına nasıl ifade edeceğimi değil, sevginin kendi başına ne ifade ettiğini? Öncelikle kilisenin, toplumun, anne babamın ve arkadaşlarımın, bütün insanların ve kitapların onun hakkında söylediklerini reddedeceğim çünkü ne olduğunu tek başıma öğrenmek istiyorum. Burada söz konusu olan bütün insanlığı ilgilendiren çok büyük bir problem… Sevgi şimdiye dek binlerce şekilde tanımlanmış, ben de o anda neyi sevdiğime ya da neden keyif aldığıma göre belirlenen şu ya da bu kalıba takılıp kalmış bulunuyorum. Öyleyse onu anlayabilmek için ilk önce kendimi eğilimlerimden ve önyargılarımdan kurtarmam gerekmez mi? Kafam karışık, kendi arzularım beni hırpalıyor, ben de kendi kendime şöyle diyorum: “Önce kendi kafandaki karışıklığı çöz. Belki sevginin ne olduğunu, ne olmadığından yola çıkarak bulabilirsin.”

Hükümet, “Git ve ülkene duyduğun sevgi adına adam öldür,” der. Bu sevgi midir? Din, “Tanrıya duyduğun sevgi adına seksten vazgeç,” der. Bu sevgi midir? Sevgi arzu mudur? Hayır demeyin. Çoğumuz için öyle – arzu ve zevkten; duyular yoluyla, cinsel anlamda bağlanma ve tatmin olma yoluyla alınan zevkten ibaret. Sekse karşı değilim ama seksin neleri içerdiğini görmelisiniz. Seksin size bir anlığına verdiği şey, kendini tamamen bırakma hissidir, sonra telaşınıza geri dönersiniz, bu yüzden de hiçbir endişenin, hiçbir sorunun, hiçbir benliğin olmadığı o halin bir daha bir daha tekrarlanmasını istersiniz. Karınızı sevdiğinizi söylersiniz. O sevgi cinsel zevkle, evde çocuklarınıza bakacak, yemek pişirecek birisinin olmasının verdiği zevkle alakalıdır. Ona ihtiyaç duyarsınız; size bedenini, duygularını, desteğini vermiştir, belli bir güven ve iyi olma hissi de vermişti. Sonra size sırtını döner, sıkılır veya başka birisiyle gider ve duygularınızın bütün dengesi bozulur; bu hoşlanmadığınız rahatsızlığın adı ise kıskançlıktır. İçinde acı, endişe, nefret ve şiddet vardır. Dolayısıyla aslında söylediğiniz şudur: “Bana ait olduğun sürece seni seviyorum ama olmadığın an senden nefret etmeye başlıyorum. İsteklerimi -cinsel olsun, başka türlü olsun- tatmin edeceğine güvenebildiğim sürece seni seviyorum ama istediğimi vermemeye başladığın an senden hoşlanmıyorum.” Yani aranızda düşmanlık ve ayrılık vardır, kendinizi karşınızdakinden ayrı hissettiğiniz sürece ortada sevgi diye bir şey yoktur. Ama bütün bu çelişen halleri, içinizdeki bu bitmek bilmez kavgaları yaratmadan karınızla birlikte yaşayabilirseniz, o zaman belki -belki- sevginin ne olduğunu bilebilirsiniz. O zaman ikiniz de tamamen özgür olursunuz ama bütün zevkleriniz için ona ihtiyaç duyarsanız onun kölesi olursunuz. Demek ki insan sevdiği zaman özgür olmalıdır; yalnız karşısındakinden değil kendisinden de kurtulmalıdır.

Bu bir başkasına ait olma, psikolojik anlamda bir başkasından beslenme, bir başkasına ihtiyaç duyma, bütün bu haller hep bir endişe, korku, kıskançlık, suçluluk içerse gerek. Korku olduğu sürece de sevgi var olamaz; kederin hüküm sürdüğü bir zihin sevginin ne olduğunu asla bilemez; aşırı duygusallığın ve çabuk heyecana kapılmanın sevgiyle hiçbir alakası yoktur. Dolayısıyla sevginin zevk ve arzuyla alakası yoktur.

Sevgi düşüncenin ürünü değildir. Düşüncenin sevgiyi üretmesi mümkün değildir, düşünce geçmişe aittir. Sevgi kıskançlıkla örülü ve ona takılıp kalmış bir şey değildir çünkü kıskançlık geçmişe aittir. Sevgi daima şimdiki zamandadır. “Seveceğim” ya da “sevdim” demeyiz. Sevmesini biliyorsanız kimsenin peşinden gitmezsiniz. Sevgi itaat etmez. Sevdiğiniz zaman ne saygı vardır ne saygısızlık.

Bir insanı gerçekten sevmek ne demektir bilmiyor musunuz; nefret, kıskançlık, öfke hissetmeden, ne yaptığına veya ne düşündüğüne karışmak istemeden, kınamadan, kıyaslamadan sevmek ne demek bilmiyor musunuz? Sevginin olduğu yerde kıyaslama olur mu? Birisini bütün kalbinizle, bütün zihninizle, bütün vücudunuzla, bütün varlığınızla sevdiğiniz zaman karşılaştırma söz konusu olur mu? Kendinizi o sevgiye tamamen teslim ettiğinizde başkaları yoktur artık.

Sevginin sorumluluğu ve vazifesi var mıdır, ayrıca bu kelimeleri kullanır mı? Bir şeyi görev gereği yaptığınızda bunda sevgiye yer var mıdır? Görev sevgi içermez. Görevin insanı esir alan yapısı insanı mahvetmektedir. Bir şeyi göreviniz olduğu için yapma gereği hissediyorsanız yaptığınız şeyi sevmiyorsunuz demektir. Sevginin olduğu yerde görev ve sorumluluk yoktur.

Çoğu ebeveyn ne yazık ki çocuklarından sorumlu olduklarını düşünür ve sorumluluk anlayışları, çocuklarına neyi yapmaları neyi yapmamaları, büyüyünce ne olmaları ne olmamalarını söyleme şeklinde kendini gösterir. Anne babalar çocuklarının toplumda güçlü bir yere sahip olmalarını isterler. Sorumluluk dedikleri şey, o taptıkları saygınlığın bir parçasıdır ve bana kalırsa saygınlığın olduğu yerde düzen yoktur; bütün dertleri mükemmel bir burjuva olmaktır. Çocuklarını topluma uyum sağlamaya hazırlarken savaşı, çatışmayı ve vahşeti devam ettirmiş olurlar. Sizce bu ilgi ve sevgi midir?

Gerçekten ilgi göstermek bir ağaca veya bitkiye gösterdiğiniz gibi ilgi göstermektir, ona su vererek, ihtiyaçlarını ve en iyi hangi toprakta yetiştiğini inceleyerek, ona şefkat ve özenle bakarak. Çocuklarınızı topluma uyum sağlamaya hazırlarken onları aslında ölmeye hazırlıyorsunuz. Çocuklarınızı sevseydiniz savaş olmazdı.

Sevdiğiniz birini kaybedince ağlarsınız – gözyaşlarınız kendiniz için mi yoksa ölen kişi için midir? Kendiniz için mi bir başkası için mi ağlarsınız o anda? Bir başkası için ağladınız mı hiç? Savaş meydanında ölen oğlunuz için ağladınız mı hiç? Ağladınız ama o gözyaşları kendine acımadan dolayı mıdır yoksa bir insan öldüğü için midir? Kendinize acıdığınız için ağlıyorsanız gözyaşlarınız bir manası yoktur çünkü kendinizi düşünüyorsunuzdur. Eğer büyük bir sevgi yatırımı yaptığınız birisinden mahrum kaldığınız için ağlıyorsanız, o hissetmiş olduğunuz şey sevgi değildir. Ölen kardeşinize ağlıyorsanız onun için ağlayın. Kendiniz için ağlamak çok kolay çünkü o artık yoktur. Görünüşte bir şeyler yüreğinize dokunduğu için ağlıyorsunuzdur ama yüreğinize dokunan onun acısı değil, sadece kendine acıma duygusudur, kendine acımak da insanı acımasız, içe kapanık, hissiz ve aptal yapar.

Kendinize ağlamanız sevgi midir -yalnız olduğunuz, mahrum kaldığınız, artık güçlü olmadığınız için ağlamak- kaderinizden, çevrenizden şikâyet etmek- ağlayan da hep sizseniz? Bunu anlarsanız ki bu konuya bir ağaca, bir sütuna veya bir ele dokunur gibi doğrudan temas etmek demektir, kederin kendi yarattığımız bir şey olduğunu, düşünce tarafından yaratıldığını, zamanın ürünü olduğunu görürsünüz. Üç yıl önce ağabeyim vardı, şimdi o yok, şimdi yalnızım, içim acıyor, ne teselli ne arkadaşlık için yüzümü dönebileceğim kimse var ve bu gözümü yaşartıyor.

Dikkatle izlerseniz bütün bunların içinizde olup bittiğini görebilirsiniz. Bunu tam anlamıyla, bütünüyle tek bakışta görebilirsiniz, analiz yapmaya zaman harcayarak değil. Bir anda “ben” denen bu sıradan küçük şeyin bütün yapısını ve doğasını görebilirsiniz: Gözyaşlarım, ulusum, inancım, dinim… Bütün bu çirkinlik içinizdedir. Bunu aklınızla değil, kalbinizle gördüğünüz zaman, tüm içtenliğinizle gördüğünüz zaman kedere son verecek anahtar elinizdedir.

Keder ile sevgi bir arada olamaz ama Hıristiyan dünyasında acı çekmek idealleştirilip bir çarmıha gerilmiş bulunuyor ve ona tapılıyor. Bununla acı çekmekten bir tek o kapıdan geçilerek kaçılabileceği ima edilmekte, insanı sömüren dindar bir toplumun bütün yapısı da bundan ibaret zaten.

O yüzden, sevginin ne olduğunu sorduğunuzda, cevabı göremeyecek kadar çok korkuyor olabilirsiniz. Bu, hayatınızın tamamen altüst olmasına neden olabilir, ailenizi parçalayabilir; karınızı veya kocanızı veya çocuklarınızı sevmediğinizi -seviyor musunuz gerçekten?- fark edebilirsiniz; kurduğunuz evi yıkmanız gerekebilir; tapınağa bir daha hiç dönmeyebilirsiniz. Ama hâlâ öğrenmek istiyorsanız, korkunun sevgi olmadığını, bağımlılığın, kıskançlığın ve hükmetmenin sevgi olmadığını, sorumluluğun ve görev duygusunun sevgi olmadığını, kendine acımanın, sevilmemenin acısının sevgi olmadığını, alçakgönüllülük nasıl kibrin zıddı değilse sevginin de nefretin zıddı olmadığını göreceksinizdir. Demek ki bütün bunları zorla değil, yağmurun günlerin tozunu bir yapraktan sıyırıp atışı gibi içinizi yıkayıp onu atarak ortadan kaldırırsanız, belki o zaman insanın hep açlık duyduğu bu çiçeğe rastlarsınız.

İçinizde sevgi yoksa -sadece birkaç damlalık değil, bolluk derecesinde- içiniz onunla dolup taşmıyorsa dünya felakete sürüklenecektir. İnsanlığın bir bütün olması gerektiğini ve sevginin tek çıkar yol olduğunu zekânız biliyor ama size sevmeyi kim öğretecek? Herhangi bir otorite, yöntem veya sistem size nasıl sevmeniz gerektiğini söyleyebilir mi? Eğer bunu size birileri söylüyorsa, o sevgi değildir. “Sevgiyi tatbik edeceğim. Günlerce oturup onu düşüneceğim. Şefkatli ve nazik olmayı tatbik edip kendimi başkalarını düşünmeye zorlayacağım,” diyebilir misiniz? Kendinizi, sevmek için disipline edebileceğinizi, sevmek için iradenizi kullanabileceğinizi mi söylüyorsunuz yani? Sevmek için disipline ve iradeye başvurursanız, sevgi elinizden uçup gider. Bir sevme yöntemi veya sistemi uygulayarak çok akıllı ya da şefkatli bir insan olabilir veya şiddetten kaçınma haline erişebilirsiniz ama bunun sevgiyle hiçbir ilgisi yoktur.

Bu paramparça çorak dünyada sevgi yok çünkü en önemli rolü zevk ve arzu oynuyor, oysa sevgi olmadan günlük hayatınızın da bir anlamı yoktur. Sevgi de güzellik olmadan olmaz. Güzellik gördüğünüz bir şey değildir; güzel bir ağaç, güzel bir tablo, güzel bir bina ya da güzel bir kadın değildir. Ancak kalbiniz ve zihniniz sevginin ne olduğunu bildiği zaman güzellik vardır. Sevgi ve bu güzellik anlayışı olmadan erdem olmaz ve ne yaparsanız yapın, ister toplumu ıslah edin, ister yoksulları doyurun, sadece daha fazla huzursuzluk yaratmış olacağınızı çok iyi bilirsiniz, çünkü sevgi yoksa kendi kalbinizde ve zihninizde de yalnızca çirkinlik ve yoksulluk vardır. Ama sevgi ve güzellik varsa, ne yaparsanız doğrudur, ne yaparsanız ahenklidir. Sevmeyi bilirseniz istediğinizi yapabilirsiniz çünkü o diğer bütün sorunları çözer.

O zaman şu noktaya varıyoruz: Zihin disiplin, düşünce, zorlama, herhangi bir kitap, öğretmen veya lider olmadan güzel bir günbatımına rast gelir gibi sevgiye rast gelir mi?
Bence bir şey kesinlikle şart, o da amacı olmayan bir tutku – bir adanmanın veya bağlılığın sonucu olmayan, şehvetten ibaret olmayan bir tutku. Tutkunun ne olduğunu bilmeyen bir insan asla sevgiyi tadamaz çünkü sevgi ancak kendinden tamamen vazgeçme söz konusu olduğunda var olabilir.


_Jiddu Krishnamurti_
 
Bir şeyi görev gereği yaptığınızda bunda sevgiye yer var mıdır? Görev sevgi içermez. Görevin insanı esir alan yapısı insanı mahvetmektedir.

Evet görev varsa sevgi yoktur bunu hayatımda defaIarca tecrübe etmişimdir.Bu ancak peygamberIer ve erenIerde mevcuttur.

Birşeyi görev gereği yapıyorsanız bunu hertürlü yaparsınız.

Yani şöyle düşübiliriz.
Kimi insan işini çok sever, tam bir işkoliktir.
Kimi insan işini hiç sevmez, ama bu işe mecburdur.
Yani paraya ihtiyacı vardır.

İş hertürlü yapılır yani.
Bunun karşısında ne hissettiğimiz çok da önemli değildir.
 
İnsan, kendi düşüncelerinin farkında olduğu zaman görecektir ki; düşünen ve düşünce şeklinde bir bölünme vardır. Gözlemleyen ve gözlemlediği, deneyimleyen ve deneyimlediği. Sonunda bunun bir illüzyondan ibaret olduğunu keşfedecektir. Sonra sadece saf bir gözlem kalacaktır, geçmişin ve zamanın gölgesini içermeyen bir kavrayış. Bu zamansız kavrayışı zihine derin, köklü bir mutasyon getirir. Bütünsel, toptan omuzlama asıl en önemli harekettir. Psikolojik açıdan düşüncenin getirdiği herşey toptan omuzlandığında, yalnız ondan sonra orada aşk vardır, aynı zamanda merhamet ve zeka olan….”

“Peki ya, bir kimseyi sevmenin ne demek olduğunu biliyor musunuz? Bir ağacı, bir kuşu ya da bakıp gözettiğiniz bir hayvanı sevebilir misiniz? Size hiçbir karşılık vermese, gölgesinden de yararlanamasanız, arkanızdan da gelmese, size bağımlılık duymasa gene de sevebilir misiniz?…

“Dünyayı ve dünyadaki şeyleri sevmediğimiz, onlardan yalnızca yararlandığımız için… yaşamla bağımızı yitirdik… Şefkat duydugumuzu, duyarlığımızı, güzel şeylere tepkimizi yitirdik; doğru ilişkinin ne olduğunu ancak bu duyarlılığın yeniden kazanılmasıyla anlayabiliriz.”

-----------------------------------------------------------

Doğayla bağınızı kaybederseniz, insanlıkla da bağınızı kaybedersiniz. Doğayla hiçbir ilişkiniz yoksa, zamanla katile dönüşürsünüz; yavru fokları, balinaları, yunusları, insanları çıkar için, "spor" olsun diye, yiyecek için ya da bilgi için öldürürsünüz. O zaman doğa sizden korkar, güzelliklerini geri çeker. Ağaçlar arasında uzun yürüyüşlere çıkabilir, hoş mekanlarda kamp yapabilirsiniz, ama yine de bir katilsinizdir, dolayısıyla o güzelliklerle dostluğunuzu kaybedersiniz. Büyük bir olasılıkla hiçbir şeyle, karınızla ya da kocanızla ilişkide değilsiniz; hep kendi özel düşüncelerinizle, zevklerinizle, acılarınızla uğraşırsınız.

Kendi karanlık, soyut dünyanızda yaşarsınız, buradan kaçış yolunuz daha da koyu karanlıktır. İlgi alanınız umursamaz, kolaycı ya da şiddet dolu kısa bir yaşam sürmektir. Sizin sorumsuzluğunuz nedeniyle binlerce insan açlıktan ölür ya da kıyıma uğrar. Dünyanın düzenini yalancı, ahlaktan yoksun siyasetçilere, entelektüellere, uzmanlara bırakırsınız. Kendi içinizde bütünlüğünüz olmadığı için ahlaktan ve dürüstlükten yoksun, yalnızca bencillik üzerine temellenen bir toplum kurarsınız. Sonra da yalnızca sizin sorumlu olduğunuz bütün bu şeylerden deniz kıyısına ya da ormana kaçar ya da "spor" yapmak için silah taşırsınız.

Bütün bunları biliyor olabilirsiniz, ama bilgi dönüşüm yaşamamızı sağlamaz. Ancak bütünlük duygusuna sahip olduğunuzda evrenle ilişkide olab ilirsiniz.

-----------------------------------------------------------

Bilim insanları ve onları dikkatle izleyen bir avuç basiret sahibi kişi, yaşam anlayışımızı derhal değiştirmezsek, dünya üzerindeki canlı yaşamın önümüzdeki 40 yıl içinde %90 oranında ortadan kalkacağını her fırsatta her araçla insanlığa anlatmaya çalışıyor. Ne var ki insanlığın bu konudaki duyarsızlığı inanılamayacak bir boyutta.

Kapitalizmin iplerini ellerinde tutan bir küçük grup insanlığa öyle bir konfor ve seçkinlik hırsı aşıladı ve onları öylesine bir doyumsuz hazlar tuzağına düşürdü ki bilim insanlarının feryatları asla duyulmuyor. Hırs ve haz insanlığı komaya sokmuş durumda. İnsanlığın doğayla yollarının ne zaman ve neden ayrıldığı ve bizim kişisel olarak hangi yolu izlediğimiz, hepimizin üzerinde düşünmesi gereken bir konudur. Çünkü doğa ile yolumuzu ayırmak, yaşamla ve kendi varlığımızla da yolumuzu ayırmaktır..

_Jiddu Krishnamurti_
 
Doğayla bağınızı kaybederseniz, insanlıkla da bağınızı kaybedersiniz. Doğayla hiçbir ilişkiniz yoksa, zamanla katile dönüşürsünüz; yavru fokları, balinaları, yunusları, insanları çıkar için, "spor" olsun diye, yiyecek için ya da bilgi için öldürürsünüz. O zaman doğa sizden korkar, güzelliklerini geri çeker. Ağaçlar arasında uzun yürüyüşlere çıkabilir, hoş mekanlarda kamp yapabilirsiniz, ama yine de bir katilsinizdir, dolayısıyla o güzelliklerle dostluğunuzu kaybedersiniz. Büyük bir olasılıkla hiçbir şeyle, karınızla ya da kocanızla ilişkide değilsiniz; hep kendi özel düşüncelerinizle, zevklerinizle, acılarınızla uğraşırsınız.

Kendi karanlık, soyut dünyanızda yaşarsınız, buradan kaçış yolunuz daha da koyu karanlıktır. İlgi alanınız umursamaz, kolaycı ya da şiddet dolu kısa bir yaşam sürmektir. Sizin sorumsuzluğunuz nedeniyle binlerce insan açlıktan ölür ya da kıyıma uğrar. Dünyanın düzenini yalancı, ahlaktan yoksun siyasetçilere, entelektüellere, uzmanlara bırakırsınız. Kendi içinizde bütünlüğünüz olmadığı için ahlaktan ve dürüstlükten yoksun, yalnızca bencillik üzerine temellenen bir toplum kurarsınız. Sonra da yalnızca sizin sorumlu olduğunuz bütün bu şeylerden deniz kıyısına ya da ormana kaçar ya da "spor" yapmak için silah taşırsınız.

Bütün bunları biliyor olabilirsiniz, ama bilgi dönüşüm yaşamamızı sağlamaz. Ancak bütünlük duygusuna sahip olduğunuzda evrenle ilişkide olab ilirsiniz.

Jiddu Krishnamurti

Olay tamamen budur!!!
 
Hepimiz bir şeyden korkarız; korku soyutlanmış halde var olamaz, hep bir şeyle ilintilidir. Kendi korkularınızı biliyor musunuz? İşinizi kaybetmekten, yeterince yiyecek veya paraya sahip olamamaktan, komşularınızın veya toplumun hakkınızda ne düşündüğünden ya da başarılı birisi olamamaktan, toplumdaki yerinizi kaybetmekten, küçümsenmekten veya alay konusu olmaktan duyulan korku; acı ve hastalık, hükmedilme, sevginin ne olduğunu asla bilememe, sevilmeme, eşinizi veya çocuklarınızı kaybetme, ölüm, ölüme benzer bir dünyada yaşama, can sıkıntısı, başkalarının zihinlerindeki imgenize layık olamama, inancınızı yitirme korkusu; bütün bunlar ve sayısız başka korkular…Siz kendi korkularınızı biliyor musunuz? Peki bunlarla ilgili genelde ne yapıyorsunuz? Onlardan kaçıyorsunuz, değil mi ya da üstlerini örtmek için fikirler ve imgeler icat ediyorsunuz? Ama korkulardan kaçmak onları büyütmekten başka bir işe yaramaz.

_Jiddu Krishnamurti_
 
Hepimiz bir şeyden korkarız; korku soyutlanmış halde var olamaz, hep bir şeyle ilintilidir. Kendi korkularınızı biliyor musunuz? İşinizi kaybetmekten, yeterince yiyecek veya paraya sahip olamamaktan, komşularınızın veya toplumun hakkınızda ne düşündüğünden ya da başarılı birisi olamamaktan, toplumdaki yerinizi kaybetmekten, küçümsenmekten veya alay konusu olmaktan duyulan korku; acı ve hastalık, hükmedilme, sevginin ne olduğunu asla bilememe, sevilmeme, eşinizi veya çocuklarınızı kaybetme, ölüm, ölüme benzer bir dünyada yaşama, can sıkıntısı, başkalarının zihinlerindeki imgenize layık olamama, inancınızı yitirme korkusu; bütün bunlar ve sayısız başka korkular…Siz kendi korkularınızı biliyor musunuz? Peki bunlarla ilgili genelde ne yapıyorsunuz? Onlardan kaçıyorsunuz, değil mi ya da üstlerini örtmek için fikirler ve imgeler icat ediyorsunuz? Ama korkulardan kaçmak onları büyütmekten başka bir işe yaramaz.


_Jiddu Krishnamurti_

Evet... Korkularımızla yüzleşmemiz, hayata ve akışa güvenip teslim olmayı öğrenmemiz gerekiyor. Bunun için de kendimizi bu bütünün ve "BİR"in parçası olarak görmemiz şart sanırım....
 
Umarım dinlersiniz ama önceden bildiklerinizin anısıyla değil; bunu yapmak (böyle dinlemek) ise çok zor. Bir şeyi dinlerken zihniniz hemen kendi bilgisi, sonuçları, görüşleri, geçmiş anıları ile tepki verir. Gelecekteki bir anlayışı araştırarak dinler.

Kendinizi, dinlerken gözlemleyin, bunun doğru olduğunu göreceksiniz…. Ya bir sonuçla, bilgiyle, bazı anılarla ve deneyimlerle dinliyorsunuz ya da sabırsızsınız ve bir yanıt istiyorsunuz. Yaşamın anlamını, yaşamın olağanüstü karmaşıklığını bilmek istiyorsunuz.

Aslında hiç dinlemiyorsunuz.

Yalnızca zihniniz sessiz olduğu, hemen tepki göstermediği, söylenen ile tepkiniz arasında bir boşluk olduğu zaman dinleyebilirsiniz.

İşte o boşluk içinde bir sessizlik, bir sakinlik vardır ve ancak o zaman, zihinsel anlayış dışında bir kavrama olabilir.

Söylenen ile tepkiniz arasındaki boşluğu sonsuza dek veya uzun bir süre veya birkaç saniye uzatabilirseniz- bu boşlukta berraklığın oluştuğunu göreceksiniz.

Bu, yeni beynin boşluğudur. Anında tepki eski beyindir. Ve eski beyin, kendi geleneksel, kabul edilmiş, tepkisel, hayvani duyuları ile çalışır. Tepki askıya alınırsa, boşluk olursa yeni beynin devreye girdiğini göreceksiniz ve yalnızca yeni beyin anlayabilir, eski beyin değil.”

---------------------------------------------------------------------------------------------

Sadece sessizce dinleyin… Neden oynamak zorunda olduğunuzu, neden yemek yemek zorunda olduğunuzu, neden nehre bakmak zorunda olduğunuzu, neden zalim olduğunuzu sormuyorsunuz, değil mi? Bir şeyi yapmak istemediğinizde başkaldırıyor, neden yapmak zorunda olduğunuzu soruyorsunuz.
Ama okumak, oynamak, gülmek, zalim olmak, iyi olmak, nehri, bulutları görmek, tüm bunlar hayatın parçalarıdır; ve okumayı bilmezseniz, yürümeyi bilmezseniz, bir yaprağın güzelliğini takdir edemezseniz, yaşamıyorsunuz demektir. Yaşamın bütününü anlamanız gerek, sadece küçük bir parçasını değil. îşte bu yüzden okumak zorundasınız, işte bu yüzden gökyüzüne bakmak zorundasınız, bu yüzden şarkı söylemek, dans etmek, şiirler yazmak, acı çekmek ve anlamak zorundasınız; çünkü tüm bunlar hayattır…

------------------------------------------------------------------------------------------------

Mutluluğa mücadele ederek ulaşabilir misiniz? Dile kolay gelmese de en …büyük sır budur. Mutluluğu birkaç basit sözcüğe sığdırabilirim ama sadece beni dinleyip , duygularınızı tekrar etmekle mutlu olamazsınız. Mutluluk tuhaftır; onu aramadığınızda gelir.

Mutlu olmak için çaba harcamadığınızda, saflıktan ve yaşamın güzelliğinden doğan mutluluk beklenmedik ve gizemli bir biçimde birden beliriverir. Ama bu bir topluluğa katılmayı ya da biri olmaya çalışmayı değil, yüksek düzeyde bir kavrayışı gerektirir. Hakikat, kalbiniz ve zihniniz tüm uğraşlardan temizlendiğinde ve artık biri olmaya çalışmadığınızda ortaya çıkar. Zihniniz sakin olduğunda, gerçekleşen her şeye kulak verdiğinizde meydana çıkar. Bu sözcükleri dinleyebilirsiniz fakat mutluluğun gerçekleşmesi için öğrenmeniz gereken, zihninizi tüm korkulardan arındırmaktır.

Bir şeyden ya da birilerinden korktuğunuz sürece mutlu olamazsınız. Anne babanızdan, öğretmenlerinizden, sınavları geçmekten, ilerlemekten, Efendinize, hakikate yaklaşamamaktan, onaylanmamaktan, sırtınızın sıvazlanmamasından korktuğunuz sürece mutlu olamazsınız.

Hiçbir şeyden korkmazsanız, bir sabah uyandığınızda ya da yalnız başınıza yürürken, birden tuhaf bir şeyler olduğunu görürsünüz; aşk, hakikat, mutluluk denen şey davet edilmeden,i çağrılmadan, aranmadan birden karşınıza çıkar.

Gençken doğru biçimde eğitilmeniz bunun için çok önemlidir. Şu an eğitim dediğimiz şey, eğitim falan değildir, çünkü kimse size bunlardan bahsetmez. Öğretmenleriniz sizi sınavları geçmeniz için hazırlar fakat size en önemli şeyden, yaşamdan bahsetmezler; çünkü çok az kimse nasıl yaşayacağını bilir.

Çoğumuz yalnızca hayatta kalır, bir biçimde sürükleniriz. Bu yüzden de yaşam korkunç bir şey haline gelir. Gerçekten yaşamak, büyük bir sevgi, derin bir sessizlik ve saflığın yanı sıra deneyim zenginliği de gerektirir. Açık bir biçimde düşünebilen, önyargılar, hurafeler, umut ya da korkularla sınırlandırılmamış bir zihin gerektirir. Tüm bunlar yaşamın kendisidir ve yaşamak için eğitilmiyorsanız, eğitimin hiçbir anlamı yoktur.

Düzenli, terbiyeli olmayı öğrenebilir ve tüm sınavlarınızı geçebilirsiniz; fakat toplum yapısal anlamda parçalanırken bu yüzeysel şeylere birincil önem atfetmek, tıpkı ev yaparken tırnaklarınızı temizleyip cilalamaya benzer. Görüyorsunuz, hiç kimse sizinle tüm bunlar hakkında konuşmuyor, hiç kimse sizinle bunların üstüne gitmiyor. Matematik, tarih, coğrafya gibi belli konuları çalışmak için günlerinizi harcarken, bu derin konuları konuşmak için de zaman ayırmanız gerekir. Bu, yaşamı zengin kılmak için gereklidir..

_Jiddu Krishnamurti_
 
Sadece sessizce dinleyin… Neden oynamak zorunda olduğunuzu, neden yemek yemek zorunda olduğunuzu, neden nehre bakmak zorunda olduğunuzu, neden zalim olduğunuzu sormuyorsunuz, değil mi? Bir şeyi yapmak istemediğinizde başkaldırıyor, neden yapmak zorunda olduğunuzu soruyorsunuz.
Ama okumak, oynamak, gülmek, zalim olmak, iyi olmak, nehri, bulutları görmek, tüm bunlar hayatın parçalarıdır; ve okumayı bilmezseniz, yürümeyi bilmezseniz, bir yaprağın güzelliğini takdir edemezseniz, yaşamıyorsunuz demektir. Yaşamın bütününü anlamanız gerek, sadece küçük bir parçasını değil. îşte bu yüzden okumak zorundasınız, işte bu yüzden gökyüzüne bakmak zorundasınız, bu yüzden şarkı söylemek, dans etmek, şiirler yazmak, acı çekmek ve anlamak zorundasınız; çünkü tüm bunlar hayattır…

_Jiddu Krishnamurti_

Krishnamurti'nin ellerini öpmek istiyorum :)

Olumlu, olumsuz herşey var hayatta. Biraz kabullenmeyi ve anlamayı becerebilsek. Hatta önce kendi eksi ve artılarımızı görüp kabullenebilsek daha kolay yaşayacağız...
 
Hollanda da bir keresinde cadde üzerinde,hint kıyafetli 3-5 çukolata renkli delikanlı,ellerindeki çanları çalıp bir taraftan" hale krisna,krişnamurti " ve başka ilahiler söylüyorlardı.Çanlarını çalarken gülerek bana bakıyorlardı.Merak edip yanlarına vardım...İngilizceleri iyi değildi.Dilleri döndüğünce beni kazanmaya çalıştılar.Hatta hintli kadın figürlü kurabiye ve çukolata hediye ettiler.İnanmayacaksınız ama verdiklerini yedim..İçinde sağlığıma zararlı bir madde var mı,yada büyü var mı hiç aklıma gelmedi.Sonra fotoğraflarını çektim.Onlar da bana minik bir kartvizit verdiler..Krişnamurtinin ismini ilk o gün duydum..Aslında donanımlı gitseydim,o delikanlılar biraz ingilizce bilselerdi,onlara MEVLANA YI,Hacı Bayram Veli hazretlerini,Anadolu da yaşamış,dünyaya en büyük sevgiyi,huzuru getirmeye çalışan Allah dostlarını,büyük keramet sahibi gönül sultanı ANADOLU ERENLERİNİ anlatırdım..Belki bundan sonraki sefere inşallah...(çukolataların tatları tuhaftı.Çukolatadan ziyade bitkisel bir karışıma benziyordu,tavsiye etmem,günlerce mide kramplarım oldu)
 
Hollanda da bir keresinde cadde üzerinde,hint kıyafetli 3-5 çukolata renkli delikanlı,ellerindeki çanları çalıp bir taraftan" hale krisna,krişnamurti " ve başka ilahiler söylüyorlardı.Çanlarını çalarken gülerek bana bakıyorlardı.Merak edip yanlarına vardım...İngilizceleri iyi değildi.Dilleri döndüğünce beni kazanmaya çalıştılar.Hatta hintli kadın figürlü kurabiye ve çukolata hediye ettiler.İnanmayacaksınız ama verdiklerini yedim..İçinde sağlığıma zararlı bir madde var mı,yada büyü var mı hiç aklıma gelmedi.Sonra fotoğraflarını çektim.Onlar da bana minik bir kartvizit verdiler..Krişnamurtinin ismini ilk o gün duydum..Aslında donanımlı gitseydim,o delikanlılar biraz ingilizce bilselerdi,onlara MEVLANA YI,Hacı Bayram Veli hazretlerini,Anadolu da yaşamış,dünyaya en büyük sevgiyi,huzuru getirmeye çalışan Allah dostlarını,büyük keramet sahibi gönül sultanı ANADOLU ERENLERİNİ anlatırdım..Belki bundan sonraki sefere inşallah...(çukolataların tatları tuhaftı.Çukolatadan ziyade bitkisel bir karışıma benziyordu,tavsiye etmem,günlerce mide kramplarım oldu)

Konuşabilseniz güzel bir sohbet olurdu eminim ama inanın bütün yollar aynı yere çıkıyor, hepsi aynı güzel şeyleri anlatmaya çalışıyor yüzyıllardır...
 
Direk konunun özüne ait olmayan tartışmalar silinmiştir. Farklı konularda farklı başlıklar açılmalı, bilgiler orada ait olduğu yerde verilmeli, bu konunun özü saptırılmamalıdır.
 
"Eminim şöyle bir şey yaşamışsınızdır: Bir sorununuz var ve bunun hakkında düşünüyorsunuz, bunu tartışıyor, bunun hakkında kaygılanıyorsunuz. Bunu anlamak için düşünce sınırlarınızın içinde her türlü olasılığa başvuruyorsunuz. Sonunda 'artık yapamıyorum' diyorsunuz. Bunu anlamanıza yardım edebilecek hiç kimse yok, hiç bir guru, hiç bir kitap yok. Sorunla baş başa kaldınız ve hiç bir çıkış yolu yok.

Sorunu bütün gücünüzü kullanarak sorgular, nihayetinde onu bir yana bırakırsınız. Zihniniz artık bu sorundan dolayı kaygılı ve hırpalanmış değildir. Artık 'bir yanıt bulmalıyım' demeyi kesmiştir ve böylece sessizleşmiştir. İşte bu sessizlik içinde yanıtı bulursunuz.

Bu olağanüstü bir şey değildir. Büyük matematikçiler, bilim adamları bunu yaşarlar. Sizler de bunu arada sırada günlük yaşamınızda deneyimlersiniz.

Bu ne anlama gelir? Zihin düşünce gücünü son noktasına kadar işletmiş ve bir yanıt bulamadan bütün düşüncelerin sonuna gelmiştir; dolayısıyla sessizleşmiştir. Bıkkınlıktan yorgunluktan dolayı değil, 'sessiz olacağım ve böylece yanıtı bulacağım' dediği için değil. Yanıtı bulmak için olası her şeyi yaptığından, zihin kendiliğinden sessizleşir. Bu sessizlikte bütün sorunlarımızı çözecek bir algılama hali gizlidir."

----------------------------------------------------

Gerçek devrim ideallerinizi bir kenara koyabildiğiniz zaman başlar ve bu ne kadar da zordur! İdeallerle yetiştirildiniz. Bütün kitaplar, azizler, profesörler, bilgili insanlar, herkes ideallerinizin olması gerektiğini söylediler ve bu düşünce alışkanlığa dönüştü. Bu düşünce tam anlamıyla bir alışkanlık. O kadar çok hoş ideallere tutunuyorsunuz ki, biri gelip de size bu ideallerin çok saçma olduğunu, hiçbir gerçekliklerinin olmadığını söylediğinde, zihnin söylenenin gerçekten doğru olduğunu görmesi hakikati bilmesidir. Hakikat tepelerin, dağların ötesinde, uzakta bir şey değildir. Basit şeylerde hakiki olanın algılanmasıdır; eğer şu an söylediğimiz şeylerin hakikatini görürseniz, ideallerin alışkanlığından kurtulursunuz.

Ama yüzyıllardır ideallere göre yetiştirildiniz bir şey olmanız, yönetici ya da başkan olmanız gerektiği idealine göre; eğer bunlardan biri olamazsanız bu kez de aziz olmaya yönelirsiniz. Bu dünyada ya da sözde tinsel dünyada her zaman bir şey olmayı istiyorsunuz. Dolayısıyla burası ve orası için idealleriniz var. Bu nedenle büyük bir çatışma alanı kurmuşsunuz, ki bu da alışkanlıktır. Öylesine güçlü, zaptedilemez bir alışkanlığa dönüşmüştür, ama siz bunu düşünmemişsinizdir.

Alışkanlıktan kurtulmak çok zordur, çünkü olacaklardan korkarsınız. İnsanlarla ilişkiniz değişir; başkalarının dediklerini artık hemen kabul etmezsiniz. Sorgulamaya başlarsınız. İşinizi kaybedebilirsiniz. Dolayısıyla korku araya girer ve emreder. Korku şöyle der: “Bütün bunları bırakma, yoksa sonra ne olur?” Karınız ideallere inanıyorsa ve siz idealleri bırakırsanız, evde sürekli tartışma çıkacaktır. Siz kimsiniz ki yerleşmiş bütün yetkeye karşı geleceksiniz? Bunu yapmaya ne hakkınız var? Dolayısıyla toplum sizi bastırır. Bilinç altında korkarsınız ve “Lütfen; bu idealleri, hiçbir anlamı olmadığını bilerek, yalnızca sözel olarak kabul edeceğim,” dersiniz. Ama çatışma sorununu böyle çözemezsiniz.

...

Çoğu insan çelişkide ne kadar gerilim varsa o kadar etkindir. Çelişkide gerilim vardır. Şiddet yüklüyüm ama şiddet yüklü olmamam gerekir; bu karşıtlık gerilim yaratır, siz de bu gerilimle hareket edersiniz, kitap yazarsınız ya da bu gerilimle ilgili bir şey yapmaya çalışırsınız. Şu anki bütün etkinliğimiz bu. Hindistan’da şiddet yüklü olmayan bir ırk olduğunuzu söylüyorsunuz. Tanrı bilir bu ne demek! Çünkü bana söylendiğine göre, bir ordu kuruyorsunuz ve paranızın yüzde 37’sini ona harcıyorsunuz. Bunun size ne yaptığına, yalnızca yoksul insanlara değil tüm ırka ne yaptığına bir bakın. Bir şey söylüyorsunuz, ama tam tersini yapıyorsunuz. Neden? Çünkü “Ordumuz olmazsa Pakistan saldırır” diyorsunuz, Pakistan da aynı saçmalığı söylüyor ve bu oyunu karşılıklı sürdürüyorsunuz. Yalnızca Hindistan değil bütün dünya aynı çelişki içinde çok kibarız, insanları seviyoruz ve savaşa hazırlanıyoruz! Dolayısıyla bu ulus, bu ırk, grup, toplum, aile, birey çelişki halinde. Çelişki ne kadar yoğunsa, gerginlik o kadar büyük olur ve gerilim ne kadar büyükse etkinlik de o kadar büyük olur. Etkinlik bir kitap yazmaktan bir münzevi olmaya kadar çeşitli biçimler alır. Dolayısıyla her birimiz biraz şizofreni içindeyiz, çelişkili bir haldeyiz. Ve bundan nasıl kurtulacağımızı bilmediğimiz için dine yöneliriz, uyuşturucu alırız, kadınların peşinden koşarız ya da tapınağa gideriz bu tür etkinlikler bizi olandan uzaklaştırır. Köyleri geliştiriyoruz, ama bu temel şeyi çözmeye çalışmıyoruz.

---------------------------------------------

Tarihten örnekler vererek bu konumu savunurlar. İnsanın sürekli mücadele etmek zorunda olduğunu, bu koşullanmadan kurtuluş olmadığını söylerler.
Bizim söylediğimiz oldukça farkı. Bu koşullanmanın tümüyle yok edilebileceğini ve insanın özgürleşebileceğini söylüyoruz.

Öncelikle bireysel bilinç dediğimiz şey gerçekten bireysel mi yoksa insanlığın ortak bilinci mi? Bu konuda bana katılmayabilirsiniz. Reddetmeyin, gözlemleyin. Sizden tolerans da beklemiyorum, tolerans sevginin düşmanıdır. İnsanlık bilinci, acılar, anılar, milliyetçi tutumlar, inançlar, tapınmalar, umutsuzluklar, çelişkiler, mücadeleler, her türlü mantıksız batıl inançlarla dolu. Bu, tüm insanlığın ortak noktası; ister Asya’da ister Batı’ da olsun.

Kendinizi “bireysel” bilincinizle özdeşleştirmeniz bir illüzyondur. Bu, insanlığın paylaştığı bilinçtir. Siz yaşamınız boyunca bir birey olarak kendinizi tüm diğer insanlardan ayrı görerek mücadele ettiniz. Kendi bilincinizin insanlık bilinci olduğunun farkına vardığınızda bu, sizin birey değil insanlık olduğunuz anlamına gelir. Kendi özel yetenekleriniz, eğilimleriniz, takıntılarınız olabilir ama siz tüm insanlarla aynı bilinci paylaşıyorsunuz. Bilinciniz binlerce yıllık düşüncenin ürünü. Düşünce yaşamınızda daima çok önemli oldu. Düşünce modern teknoloji ya****rattı, savaşları yarattı, düşünce insanları milliyetlere ayırdı, farklı dinler yarattı, düşünce olağanüstü güzellikte katedraller, tapınaklar, camiler vb .. mimari eserler yarattı. Din adı altında ayinler, ritüeller ve dualarla oluşan sirki düşünce yarattı.

Bilinç düşüncenin aktivitesidir. Dünyadaki olağanüstü karmaşayı yaratan düşüncedir. Yakın ya da resmi ilişkilerimizde düşünce rol oynar. Korkunun kaynağı düşüncedir.

Düşüncenin hareketlerini gözlernek medİtasyonun bir parçasıdır. Meditasyon, bir takım sözcüklerin sabah, öğle, akşam tekrarlanması değildir. Meditasyon yaşamın bir parçasıdır. Meditasyon düşünce ile sessizliğin ilişkisinin keşfidir; düşüncenin zamansızIa olan ilişkisidir. Meditasyon, ölümün olduğu gibi, sevginin olduğu gibi yaşamınızın bir parçasıdır.

Size bildik bir soru sorulduğunda hemen yanıtlarsınız. Adınız sorulduğunda anında yanıt verirsiniz çünkü adınızı çok tekrarlamışsınızdır ama karmaşık bir soru sorulduğunda soruyla yanıtarasında bir ara vardır. Bu arada düşünce araştırır ve sonunda bir yanıt bulur. Fakat size sorulan -karmaşık- soruyu “bilmiyorum” diye yanıtladığınızda düşünce sona erer. Çok az kişi “bilmiyorum” deme cesaretine sahiptir. Çoğu biliyormuş gibi davranır. Büyük olasılıkla çoğunuz tanrıya inanıyorsunuz. O sizin son umudunuz, son doyumunuz, en uç noktadaki güvenceniz. Kendinize ciddi bir şekilde ve dürüstçe sorun: Tanrıyı gerçekten biliyor musunuz, yoksa gerçekten inanıyor musunuz? Eğer dürüstseniz bu soruyu, “Gerçekten bilmiyorum”, diye yanıtlarsınız. İşte o zaman zihniniz gözlemlemeye başlar. Beyinde bellek olarak depolanan deneyim birikimi bilgidir. Düşünce bu bilginin reaksiyonudur. Düşünce maddesel bir süreçtir yani düşüncede kutsalolan bir şey yoktur. Kutsal olarak tapındığımız imajlar da düşüncenin bir parçasıdır. Düşünce daima bölücü, ayırıcıdır, parça halindedir. Ve bilgi hiçbir şey hakkında asla tam değildir. Düşüncenin daima bölücü olması bellekten kaynaklanmasındandır.

Tüm hareketlerimiz düşünceden kaynaklanır, bu yüzden tüm hareketlerimiz sınırlı, bölünmüş, eksiktir. Asla bütünselolamaz. İster en büyük dahinin, ressamın, müzisyenin, bilim insanının düşüncesi olsun, ister günlük yaşamımızdaki küçük düşüncelerimiz, daima sınırlı ve bölünmüştür. Düşünceden doğan her türlü hareket çatışma getirir. Düşünce güven arayışı içinde milletler, mezhepler ayrımını yaratır. Savaşları yaratan bu güven arayışıdır. Güven arayışı düşüncenin aktivitesi olduğu için düşüncede güven yoktur. Bilincimizin içeriği düşüncedir. Düşünce bilincin yapılanmasında korkuyu ve inancı yaratmıştır. Bilincimizin içeriğini tümüyle sildiğimizde yepyeni bir boyut ortaya çıkar. Yalnızca bu boyutta yaratıcılık olabilir. Yaratıcılık bilincin içeriğinde yer almaz.

Bilincin Krizi

Bizim dışımızda olan bitenler içimizde olup bitenleri anlamak için bir ölçüdür. Amerikalı, Arjantinli, İngiliz, Rus ya da Asyalı olmadığı dünyayı gözlemlemeye çalışalım. Kişi dünyayı dolaştığında her yerde ayrımcılık, uyuşmazlık, karmaşa, güvensizlik görüyor. Her yanda bir çeşit savaş var, savaşa hazırlık var, silahlanma üzerine sınırsız harcama var. Bir ülke diğer bir ülkeyle arasındaki savaş olasılığı nedeniyle sürekli savaş hazırlığı içinde. Dünya uluslara ayrılmış. Ulusal şeref madalyası uğruna milyonlarca insan gönüllü bir şekilde başka uluslardan insanları öldürmekten gurur duyuyor. Diğer tarafta da dinsel ve mezhepsel ayrımlar var: Katolik, Protestan, Hindu, Müslüman, Budist. Bunların yanı sıra guruların ardında geniş tarikatlar var. Katolik ve Protestan dünyasında dinselotorite olarak kilise var, İslam dünyasında da otorite olarak kitap var. Tüm bu ayrımlar içinde kişiler belirli bir ulusa ya da dine bağımlı olarak içsel ve dışsal güveni bulmayı umuyorlar.

Dünyada bu fenomenler olup bitiyor ve biz tüm bunların bir parçasıyız. Yalnızca tek tek insanlar değil, bir ideoloji, bir inanç etrafında toplanan gruplar da yalnızlaşıyor. Bu yalnızlık, totaliter ülkelerde de, kendisini demokratik olarak nitelendiren ülkelerde de aynı. İdealler, inançlar, dogmalar ve ritüeller insanlığı ayırıyor. Dış dünyada bu olup bitenler bizim psikolojik içsel dünyamızın sonucudur. Biz insanlar yalnızlık içindeyiz ve dış dünya her birimiz tarafından yaratılıyor.

Her birimizin kendi işi, kendi inancı, kendi deneyimleri ve sonuçları var. Bunlara sımsıkı sarılıyoruz ve böylece kendi yalnızlığımız içine gömülüyoruz, Bu benmerkezci aktivite dışarıda milliyetçilik ve dinsel sekterlik olarak ifade buluyor. Grup, Katolik dünyası gibi yedi yüz milyon insandan oluşsa bile grup bireylerinin yalnızlığını gidermeye yetmiyor. Milliyetçilik allanıp pullanmış aşiretçilikten başka bir şey değil. Her aşiret bir diğer aşireti inançları, toprağı, ekonomik çıkarları uğruna öldürmeye hevesli ve hazır. Bunları hepimiz biliyoruz, eğer biraz radyo dinliyor, gazete okuyor, biraz televizyon seyrediyorsak.

İnsanların çoğu bunun değişmeyeceğini binlerce yıldır dünyada bunların olup bittiğini ve asla insan rapısının değişmeyeceğini söylüyor. Belki insanın biraz değişebileceğini ama temel yapının asla değişmeyeceğini söylüyor. Bu türdüşünceyi kabul eden insanlar, dünyanın dört bir yanında sosyal reformlar yapmaya çalışıyorlar. Ama bu reformlar insan bilincinde derin, temel mutasyonlara yol açmıyor. Dünyanın durumu bu.
Dünyaya nasıl bakıyoruz? İnsan olarak tepkimiz ne? Sadece birbirimizle değil, dış dünyayla gerçek ilişkimiz ne? Sorumluluğumuz ne? Bunu politikacılara mı bırakacağız? Yeni liderler, yeni kurtarıcılar mı arayacağız? Yoksa eski geleneklere mi geri döneceğiz? çünkü insanlar bir sorunu çözmeyi başaramayınca geçmişte alışkın oldukları eski geleneklere geri dönerler. Dünyada karmaşa arttıkça eski illüzyonlara, eski geleneklere, eski liderlere, eski kurtarıcılara geri dönme arzusu ve dürtüsü de artar.

Eğer kişi tüm bunların farkındaysa, ki olmalı, bu dünyada olup bitenlere, parçalara değil de bütüne tepkisi ne olacaktır? Kişi sadece kendi paçasını kurtarmakla mı ilgili yoksa tüm insanlığın varoluşuyla mı? Eğer kişi, ne kadar sıkıntılı, ne kadar sınırlı, ne kadar acı, Üzüntü dolu olursa olsun yalnızca kendi yaşamıyla ilgileniyorsa o kadar bütünün bir parçası olduğunun farkında değildir. Kişi hayata Amerikan ya da Asya yaşam tarzı olarak değil, bir bütün olarak bakmalı. Kişiler yalnızca kendi sorunlarıyla meşgul; para sorunu, işsizlik, doyum peşinde koşma, mutluluk arayışı, korku, yalnızlık depresyon ve acı içinde, bir kurtarıcı arıyor. Bu Batı dünyasında iki bin yıldır sürüyor. Asya dünyasında da aynı şey değişik sözler ve sembollerle kendisini gösteriyor. Ama bireyin kurtuluş, mutluluk sorunlarını çözme anlayışı aynı. çeşit çeşit uzmanlar var. Ama uzmanlar da başarılı değiller.
Bilim insanları teknolojiyi geliştirdiler, hastalıkları azalttılar, telekomünikasyonu yaygınlaştırdılar ama aynı zamanda öldürme teknolojisini de olağanüstü geliştirdiler. Silahların şu anda milyonlarca insanı bir anda öldürme gücü var. Uzmanlar savaş hakkında konuşurken, insanların ölümünden bahsetmiyor, şurayı burayı bombaladık, şu ya da bu askeri hedefi yok ettik diye konuşuyorlar. Dünyaya tam bir karmaşa hakim, Bir süre önce bir arkadaşım bana şöyle dedi: “Hiçbir şey yapamazsın boşuna kafanı duvarlara vurma, böyle gelmiş böyle gider, yaşamını ve zamanını boşa harcama.” Dünyanın geleceği bir delinin düğmeye basmasına bağlı. Bilgisayar insanın kapasitesini elinden alıyor, daha çabuk ve daha doğru düşünüyor. Peki insana ne olacak?

Kişi çocukluktan itibaren okullarda eğitilerek bir çeşit uzmanlık kazanıyor, bir iş sahibi oluyor, ömür boyu bu işte çalışıyor ve ölüyor, Bu karamsar bir görüş değil, olan bu. Peki insan ne yapsın? Manastıra mı kapansın? Bir komün mü oluştursun? Asya’ya gidip Zen meditasyonunun peşinden mi koşsun? Bu kriz bilincin krizi, içimizdeki kriz. Şöyle bir söz vardır: “Düşmanı gördüm; düşman benmişim.”

Kriz, ekonomi, savaş, bomba, politikacı, bilim insanı sorunu değiL. Kriz içimizde, kriz bilincimizde. Bilincimizin doğasını anlayana kadar daha fazla sefalet, daha fazla karmaşa, daha fazla dehşet yaratmaya devam edeceğiz. Sorumluluğumuz, kendimizin dışında, beklentisiz, politik, ekonomik, toplumsal bir davranış geliştirmek değil, varlığımızın doğasını anlamaktan geçiyor; bu güzel gezegende biz insanların nasıl bu hale geldiğini anlamaktan geçiyor. Çocukluğumuzdan beri her birimizin ayrı bir ruha sahip olan bireyler olduğumuza koşullandık. Her birimizin ayrı ad ve şekli olduğu için böyle düşünüyoruz. Tüm dünya bize dinsel ya da başka yollarlaayrı bireyler olduğumuzu öğretiyor. Bu kavramdan, bu illüzyondan yola çıkarak her birimiz kendi beklentilerimizin peşinden koşuyoruz. Bu yüzden birbirimizle rekabet ediyor, birbirimizle savaşıyor ve bu ayrılığı korumak için milliyetçiliğe, aşiretçiliğe sığınıyoruz. Ama biz kendi aşiretirniz içinde güven, doyum, bütünsellik bulmaya çalışırken düşmanımız olan aşiret de aynı duyguları taşıyor. Ve savaş, çatışma ortaya çıkıyor. Bu dünyada yaşamak istiyorsanız, bu dünyanın, senin, benim değil, bizim dünyamız olduğunu anlamalısınız. Bizim dünyamızda, ırkçılık, milliyetçilik, dinsel ayrım olamaz. Bu dünyada sadece insan varoluşu var. Senin ya da benim hayatım değil, tek bir hayat var.

Kişi yaşamı boyunca inancı doğrultusunda bilgi ve deneyim biriktiriyor ve birikim gittikçe önem kazanıyor, birikim önem kazandıkça kişinin ona bağımlılığı artıyor. Kişi inancın insanları ayırdığını, parçaladığını bilse de inancından vazgeçemez. çünkü inancın kendine özgü bir canlılığı vardır. İnançlara sığınmak kişiye belli bir güven verir. Kişi tanrıya inanır ve bu inançta güç bulur ama tanrı insan tarafından yaratılmıştır. Tanrı kendi düşüncelerimizin yansımasıdır.

Kendi umutsuzluğumuzun, kendi çaresizliğimizin, kendi acizliğimizin, zıddının yansımasıdır. İnançlarla dolu bir zihin sağlıksız bir zihindir. İnsan inançlardan özgür olabilir mi? kişi bu inançlardan ikna yoluyla uzmanlar yoluyla özgür olamaz. Zihnin derinliğine kendisinin girmesi gereklidir.

Çocukluğumuzdan itibaren yaşadığımız anne babalarımızdan başlayan psikolojik incinmeleri ele alalım. Bu incinmeler, rekabet ve kıyas sonucu okul yıllarımızda da devam eder. Bu incinmeler yaşam boyu sürer. Kişi bilinçli olarak bilmesede tüm insanların derinden incindiğini bilir. Bu incinmelerden çeşit çeşit nevrotik davranışlar ortaya çıkar. Tüm bu ineinmeler bilinçtedir, kimi gizli olarak kimi farkında olarak. Kişi incindikçe etrafına duvar örer ve daha fazla incinmemek için ilişkilerden kaçınır. Burada korku ve gittikçe artan yalnızlık vardır. Kişinin geçmişteki incinmelerden özgür olması ve asla bir daha incinmeme si mümkün müdür? Ama katılaşma, duyarsızlık, umursamazlık ve ilişkilerden kendisini soyutlama yoluyla değiL.

İncinme nedir? “Ben incindim” denildiğinde “ben” kimdir?
Çocukluğundan itibaren kişi kendisi hakkında bir imaj geliştirmiştir. Kişinin çeşit çeşit imajı vardır. İnsanların kendisi hakkında oluşturduğu imaj ve kendisinin kendisi hakkında oluşturduğu imaj. Amerikalı olmak, Hindu olmak, uzman olmak bir imajdır. “Ben”, kişinin kendisi hakkında oluşturduğu imajdır. “Önemli” ya da “iyi” insan olarak ineinen imajdır. Kişi kendisi hakkında büyük konuşmacı, yazar, ruhsal lider imajına sahip olabilir. Bu imajlar kişiyi oluşturduğu için kişinin incindiğini söylemesi imajın incindiği anlamına gelir. Kişi imajını, aptal olmadığı şeklinde inşa etmişse, birisi kendisine aptal dediğinde “ben” incinir. Kişi, imajı ve incinmeyi ömrü boyunca taşır; daima, incinebileceği endişesiyle insanlarla arasına mesafe koyarak, kendisine aptal denebileceği ya da aptal yerine konulabileceği durumlardan kaçarak.

Kişi bu incinmeden kaçmak için “bir şey” olarak doyuma ulaşmaya çalışır. Ve kişi incinmemek için olmak istediği kişi olmaya çalışarak kendisini kıyaslamaya başlar. Kişinin kendi hakkında bir imajı varsa ve biri ona aptal diyorsa anında reaksiyon gösterir. Ani tepkilerinize dikkat edin. Kişiye aptal denildiğinde söyleneni tüm farkındalıkla dinliyorsa tepki göstermez. İmajı ve tepkiyi harekete geçiren dinlememektir. Diyelim ki benim, kendi hakkımda tüm dünyayı dolaştığım vb. için bir imajım var. Sen geliyorsun ve diyorsun ki; “sen diğer guru, diğer lider, diğer öğretmen kadar iyi değilsin, aptalın tekisin.” Bu söyleneni tüm farkındalığımla dinlerim. Tüm farkındalık verildiğinde tepki oluşmaz. Dikkatsizlik tepki yaratır. Tembel bir zihin, karmaşık, rahatsız, nevrotik, hiçbir şeyle gerçekten yüz yüze gelmemiş, hiçbir şekilde kapasitesini kullanmamış bir beyin, böylesi bir farkındalığı gösterebilir mi? Tüm farkındalığın olduğu yerde aptal sözü önemini tümüyle yitirir. çünkü farkındalığın olduğu yerde tepki olmaz.

Yaratıcı Zeka

Yaşamda yalnızca sonuçlara önem veren bir eğilimimiz var. Psikolojik olarak sürekli sonuçları değiştirmeye ya da uyarlamaya çalışıyoruz. Bu sonuçların nedenlerini derinlemesine araştırmıyoruz. Tüm düşüncelerimizin ve davranışlarımızın bir nedeni, bir kaynağı, bir amacı var. Eğer bu neden ortadan kalkmış olsaydı ne olacaktı?

Sözlerin doğru mu, yanlış mı olduğunu araştırmak zekaya bağlıdır. Zeka, yanlışı ortaya çıkarmayı ve onu tümüyle reddetmeyi amaçlar. çoğumuzun kendimizden bir şekilde üstün gördüğümüz insanların düşüncelerini olduğu gibi kabul etmeye ve izlemeye eğilimi var. Zilınimiz ve beynimiz bir şeylerin peşine takılmaya koşullanmış. Örneğin, üniversitede öğrenci profesörünün uzmanı olduğu konuda söylediklerini peşinen doğru kabul eder. çünkü konusuna bizden daha fazla vakıftır. Ama bizim burada kastettiğimiz böyle bir düşünce takipçiliği değildir. İnsanların karmaşık sorunlarının içine dalmak için kendi gözlemlerinize, kendi enerji ve araştırma yeteneğinize ihtiyacınız var. Eğer bu konuda da (insan sorunları konusunda) bir uzmanın söylediklerini kabullenmekle yetiniyorsanız, aslında peşinden gittiğiniz şey uzman hakkında yarattığınız imajdan ya da sözlerin sembolik anlamlarından başka bir şey değildir.

Birlikte zekanın ne olduğunu araştıralım. Düşünce, düşündüklerimiz, davranış şekillerimiz içinde yaşadığımız toplumsal, ahlaki ya da gayri ahlaki dünya zekanın aktivitesi midir? Zekanın faktörlerinden biri yanlışın doğasını araştırmaktır. çünkü yanlışı anlamak illüzyonun farkına varmaktır. Gerçeğin olduğu yerde zeka vardır.

Zekanın bir nedeni var mıdır? Düşüncenin bir nedeni vardır.
Geçmişteki deneyimler, geçmişteki veri ve bilgi birikimi düşüncenin nedenidir. Bu bilgi asla tam değildir. Cehaletle el ele gezer. Ve cehaletle yapılanmış bu tür bilgi temelinden düşünce doğar. Düşünce daima sınırlı, parçalı ve yanlıdır, çünkü bilginin ürünüdür. Ve bilgi de hiçbir zaman asla tam ve bütün olamaz. Düşünce daima eksik, yetersiz ve sınırlıdır. Sınırlılığın farkında bile olmadan düşünceyi sürekli kullanırız. Sürekli düşünce üreterek yaşar, sonra da düşüncenin yarattıklarına taparız. Düşünce savaşları yarattı, savaş aletlerini yarattı, savaş terörünü yarattı. Düşünce tüm teknolojik dünyayı yarattı. Peki, aktivitesi kıyaslama, tanımlama, özdeşleşrne, doyum ve güvence arama olan düşünce zeka mıdır? Geçmişten bugüne, bugünden yarına süren düşünce hareketi zamanın hareketidir. Kendisini istediği yönde çarpıtarak uyum yeteneğine sahip bu tür düşünceyi insan haricinde hiçbir hayvan kullanmaz.

Görüldüğü gibi düşüncenin nedeni vardır. Ev inşa etmek, arabakullanmak, güçlü olmak, tanınmış olmak vb. istekler düşüncenin nedenleridir. Bu, düşüncenin görünen yanıdır. Görünenin derinine dalmak oldukça zordur. Ama önce görünen konusunda çok net olmalıyız. Daima bir neden ve sonuç vardır.

Sonuç hemen ya da gelecekte görülebilir; Nedenle sonuç arasında zaman vardır. Geçmişte doğru olmayan bir hareketin sonucunu kişi anında da ödeyebilir, beş yıl sonra da. Yani nedeni takip eden sonuç bir saniye sonra da, yıllarca sonra da ortaya çıksa zamanın bir hareketidir. Peki zeka bir zaman hareketi midir? Düşünün, inceleyin. Amacımız sözsel açıklama yapmak değil, gerçeği algılamaktır.

Şimdi bir ütopik kavramı değil, nasıl davranacağımızı belirleyen bir ideolojik yaklaşımı değil, günlük yaşamımızın çeşitli boyutlarını inceleyeceğiz. Yaşamlarımızı incelerken, senin yaşamını, benim yaşamımı değil, insanlığın yaşamını inceleyeceğiz. Yaşam çok büyük bir harekettir. Bu hareketi parçalara ayırarak bireysel kişilikleri ortaya çıkardık.

Sonucu ortadan kaldırmak için nedeni ortadan kaldırmak gerekir. Kişinin öksürmesinin ve kan kaybetmesinin nedeni tüberküloz ise, tüberküloz tedavi” edildiğinde sonuçları da ortadan kalkacaktır. İnsanların yaşamı neden sonuç hareketlerinden ibarettir. Beni översin, bundan hoşlanırım ve ben de seni överim. Bana, hoşuma gitmeyen bir şey söylersin senden nefret ederim.

Peki nedensiz bir yaşam biçimi var mıdır? Ama öncelikle bir şeyi sona erdirirken ortaya çıkacakları anlamamız gerekir. Kişi bir başka şeyi başarmak için kızgınlığına ya da açgözlülüğüne son verebilir. Bu son verme kişiyi başka bir nedene götürür. Son verilen şey ne? Son verme de bir başka şeyin devamı mı? Bir şey sona erdiğinde bir başka şey başlar. Bu da aynı şeyin bir başka formudur. Bu konuya derinlemesine girmek için “zıtların” çelişkisini, “dualitenin” çelişkisini anlamak gerekir. Açgözlü olan biri çeşitli toplumsal ya da ekonomik nedenlerle açgözlülüğüne son vermek zorunda kalabilir. Bu son vermede kişi bir başka şey ister. O zaman bu yeni istediği şey bir neden olur. Bu yeni şey de açgözlülüğünün sonucudur. Açgözlülüğü sona erdirmede kişi sadece onun yerine bir başka şey koymuştur. Kişi, hayvansal doğasından dolayı şiddet dolu olabilir. Ama şiddeti aptalca bulduğu için ona son vermek isteyebilir. Şiddete son vermek çabasıyla içinde şiddetin gölgesi bulunmayan şiddetsizlik alanı bulmaya çalışır. Ama kişi aslında şiddete son vermemiştir. Bir duyguyu bir başka duyguyla değiştirmiştir ama prensip değişmemiştir.

---------------------------------------------

Geçen gün sabah vakti yakılmaya götürülen bir ceset gördüm. Ceset morla kırmızı arası parlak bir kumaşla sarılmıştı ve onu taşıyan dört ölümlünün yürüyüş temposuna uyarak bir o yana bir bu yana salınıyordu. Bir ölü görmek insan üzerinde nasıl bir etki yapıyor? Biliyorsunuz ölüler hemen bozulmaya, kokuşup çürümeye başlıyorlar. Yepyeni bir motor satın alıyorsunuz birkaç yıl sonra bakıyorsunuz motor eskimiş. Bunun gibi zihin de acaba neden eskiyor diye araştırmak istemez miydiniz? Çoğumuzun kafası daha bedenimiz yaşarken şimdiden ölmüştür. Zihnin bozulup kokuşma olayı daha insanın sağlığında başlıyor çok kez. Niçin insanın zihni böylesine yozlaşıyor? Bedenimiz eskiyor çünkü sürekli olarak bedenimizi kullanıyoruz ve bedenimizdeki organlar eskiyor. Hastalıklar, kazalar, yaşlılık, kötü beslenme, kalıtımsal kusurlar, bütün bunlar bedenin yıpranmasına, sağlık koşullarının bozulmasına ve sonuçta ölüme yol açıyor. Ama zihin neden yozlaşıyor? Eskiyip kalınlaşıp ahmaklaşıyor?

Bir ceset gördüğünüz zaman bilmem bu konuları düşündünüz mü? Evet bedenlerimiz ölecektir eninde sonunda, ama zihinlerimizin daha biz ölmeden böylesine yozlaşmasına ne gerek var? Hiç bu konu aklınıza geldi mi? Bu kafanızın eskimesi zihninizin yozlaşması olayı, ihtiyarlarda olan bir şey değildir. Bir bakıyorsunuz genç bir adamın da zihni yozlaşmış. Genç bir insanın da zihninin kalınlaştığını, donuklaştığını, ahmaklaştığını görüyorsunuz. Eğer neden böyle olduğunu keşfedebilirsek, o zaman zihinde hiç eskimeyen, hiç bozulmadan kalan bir şey de olduğunu keşfedeceğiz. O zaman sonsuz yaşamın ne demek olduğunu anlayabileceğiz. Yaşamın öyle senelerle eskiyip, bozulup sonunda yakılmak için odunların üzerinde götürülen ve yakıldıktan sonra kalıntıları nehrin üzerine atılan bedenimize hiç benzemediğini, yaşamın hiç bozulmadan, hiç eskimeden hep taze kaldığını anlayabileceğiz.

Niçin zihnimiz tazeliğini yitirip bozuluyor yaşlanıyor?


Bu konuyu düşündünüz mü? daha henüz gençken, daha henüz toplum, ananız, babanız, çevresel koşullar zihninizdeki parlaklığı donuklaştırmadığı için henüz zihniniz taze öğrenemeye istekli, her şeye açık, her şeyi merakla izleyen bir durumdayken, niçin gökte yıldızlar olduğunu, kuşların niçin uçtuğunu, niçin kuru yaprakların döküldüğünü merak ediyor ve öğrenmek istiyorsunuz. Daha da öğrenmek istediğiniz daha başka çok şey var. Ama bu merak etmek, öğrenmek istemek yaşamsal güdüsü, bir süre sonra küllenecek ve sönmeye yüz tutacaktır. Zamanla korku geleneğin baskısı, yaşam adı verilen o olağanüstü olayı göğüslemekteki yeteneksizliğiniz merakınızı, öğreneme hevesinizi bastıracaktır. Siz de öğrenme hevesinizi bir sert çıkışın, aşağılayıcı bir davranışın sınav korkusunun ya da ananızın babanızın tehditlerinin nasıl körelttiğini fark etmişsinizdir. Bunun anlamı daha şimdiden duyarlılığın, uyanıklığın, zihnimizdeki parıltının donuklaşmaya, kararmaya başladığıdır.

Zekanın donuklaşmasının zihindeki parıltının gitmesinin, bir başka nedeni de başkalarına benzemeye çalışmaktır. Gelenekler sizi öykünmeye zorlar. Zihin zorlamalara boyun eğince kendini daha güvenli görüyor, kendini iyice yağlanmış yivlerden ayırmayınca hiç kuşku duymadan, hiç huzursuzluk duymadan, şöyle adamakıllı yerleşmiş sağlam yerine oturmuş hissediyor kendini. Çevrenizdeki yetişkin insanlara bir bakın, hiç kafalarını yormak düşüncelerinden yeni açılar geliştirerek keyiflerini bozmak istemediklerini göreceksiniz. Onlar durgun olmak istiyorlar, ama bu ölüm durgunluğudur. Gerçek durgunluk dinginlik çok başka bir şeydir.

Zihin bir kez kendini bir raya oturtunca bir modele uydurunca, kendini bunun en başta gelen nedeninin güvenli yaşam olduğu sizin de gözünüzden kaçmamıştır. İşte bunu saplamak için bir ülküye ya da bir guruya bağlanır. İstediği şey güvendir güven içinde başkalarına benzemeye çalışır. Tarih kitaplarınızda büyük önderler büyük ermişler, büyük savaşçıların yaşam öykülerini okuduğunuz zaman siz de onlara benzemek istemiyor musunuz? Dünyadan büyük adamların gelip geçmiş olması elbette kötü bir şeydir. Ama büyük adamlara benzeme isteği onlar gibi olmaya çalışmak insanın zihnindeki özgünlüğü yok ediyor. Zihin yaratıcılığını yitirmeye başlıyor. Çünkü bu duruma zihin kendisini önceden hazırlamış bir kalıba uydurmaya çalışıyor.

Bir de şu var: toplum öyle uyanık keskin zekalı isyancı kimseleri onaylamıyor. Çünkü böyleleri toplumun yerleşik düzenine uyum sağlayamıyorlar ve onlar bu düzeni bozma eğiliminde olabiliyorlar. İşte bu toplum sizin zihninizi kendi modeline göre yoğurmak istiyor ve şu sözüm ona eğitim adı verilen şey de sizi uymaya, belirli yolları izlemeye, başkalarına benzemeye özendiriyor.

Şimdi önümüzdeki soru şu: zihin öykünmekten vazgeçebilir mi? Yani alışkanlıklar edinmeyi bırakabilir mi? Hatta şimdiye kadar edindiği alışkanlıklardan kurtarabilir mi kendisini?

Aslında zihin alışkanlıkların ürünüdür. Geleneğin zamanın ürünüdür. Zaman, geçmişin sürgitinden, geçmişin yinelenmesinden başka nedir ki? Zihin yani zihniniz, geçmişteki olanların ve gelecekte olacak olanların çizgisi üzerinde düşünmekten vazgeçebilir mi? Kuşkusuz gelecekte olacak olanlar da geçmişte olanların bir yansımasından başka bir şey değildir. Zihniniz kendisini alışkanlıklara tutsak olmaktan ve yeni alışkanlıklar edinmekten kurtarabilir mi? Eğer bu konuyu derinlemesine özümserseniz, zihnin bunları başarmaya gücünün yeteceğini anlayacaksınız. Eğer zihin yeni kalıplar yaratmadan kendini yenileyebilirse yeniden iyice yağlanmış yivler üzerinden gitmezse, o zaman taze kalır gençliğini ve saflığını sürdürür, o zaman da her şeyi olabildiğince anlayabilme gücü kazanır.

Böyle bir zihin ölümsüzdür çünkü biriktiren bir araç değildir, çünkü bu biriktirme olayı alışkanlıklara öykünmelere yol açar. Biriktiren zihin eskir, bozulur, ölür. Ama biriktirmeyen zihin her gün her an ölüyor demektir, böyle bir zihin için ölüm yoktur, böyle bir zihin uçsuz bucaksız uzayla birleşmiştir.
İşte bunun için zihin topladığı biriktirdiği her şeyi bütün alışkanlıklarını o öykülenen erdemlerini güven duyulan her şeyi silecek biçimde her an ölmelidir. Ancak o zaman önceki düşüncelerinin bağlayıcı ağından kendini kurtarabilir. Geçmişi silerek hep genç, hep taze kalır, hiçbir zaman eriyip bozulmaz, o zaman karanlık yoz düşüncelere zihinde yer kalmaz.

Soru: Öyle pek parlak bir zekam olmadığını biliyorum, ama çevremdekiler zeki olduğumu söylüyorlar. Hangisine inanayım kendi gözlerime mi yoksa başkalarının sözlerini mi?

Krishnamurti: öncelikle soruyu iyice dinleyelim. Hemen acele bir yanıt bulmaya çalışmadan üzerinde sakin sakin düşünelim. Ben kendimin öyle parlak bir zekam olmadığını bildiğim halde siz benim çok zeki olduğumu söylersiniz sizin sözleriniz beni etkileyecek mi? Eğer ben zeki bir kimse olmaya çalışıyorsam kuşkusuz sizin bu konuda söyleyeceğiniz sözler etkileyecek koltuklarımı kabartacaktır. Ama öyle parlak zekalı olmayan bir kimsenin zeki olmaya çalışarak zeki olmayacağını anlarsam o zaman ne olacak?

Eğer ben geri zekalı biriysem ve zeki olmaya çalışıyorsam, geri zekalı olmaktan kurtulamayacağım. Çünkü bir insanın olmadığı bir şey olmaya çalışması zaten budalalıktan başka bir şey değildir. Geri zekalı bir kimse bir takım kurnazlıklar öğrenebilir birkaç sınavdan başarıyla geçebilir, iyi bir iş bulabilir ama hiçbir zaman geri zekalı olmaktan kurtulamaz. Bilmem ne demek istediğimi anlayabiliyor musunuz? Bu sözlerimde öyle alaylı bir anlam aramayın, ama bir kimse geri zekalı olduğunun, hatta aptalın biri olduğunu anlar da, zeki olmaya zeki görünmeye çalışacak yerde kendi aptallığını inceler ve neden nerelerde aptal olduğunu anlamaya açılırsa, o anda bir aydınlanma olur, zeka kendiliğinden uyanmaya başlar.

Örneğin açgözlülüğü ele alalım. Açgözlülük nedir biliyor musunuz? Gereğinden, midemizin istediğinden ya da kaldırabileceğinden fazla yemek yemek açgözlülüktür. Yaptığınız sporda, oynadığınız oyunlarda, çevrenizdekileri bastırmaya çalışmak, onlara üstün gelmek istemek açgözlülüktür. Başkalarından daha çok parasının olmasını, başkalarının malından daha çok malı olmasını, şusunun busunun olmasını istemek, herkesinkinden daha büyük bir otomobilinin olmasını istemek bütün bunlar açgözlülüktür. Siz açgözlü olmadığınızı söylüyorsunuz ve bir açgözlü gibi davranmamaya çalışıyorsunuz. Bu yaptınız şey aptallıktan başka bir şey değil. Çünkü açgözlü değil gibi davranmakla açgözlülük yok edilmez. Ama siz açgözlülüğü bütün etkileri ve sonuçlarıyla anlayacak olursunuz, bütün kafanızı ve yüreğinizi açgözlülükteki sonuçları bulmak için seferber ederseniz, evet o zaman açgözlülükten de açgözlülüğün tersi olan şeylerden de kendinizi kurtarmış olursunuz. O zaman siz gerçekten zeki bir insan olursunuz, çünkü siz o zaman gerçekten var olan şeylerle uğraşmış oluyorsunuz, öyle olması gerekenlerle değil.

İşte bunun için eğer zeki değilseniz, zeki ya da kurnaz olmaya çalışmayın. Ama niçin zeki olmadığınızı anlamaya çalışın. Başkalarına benzemeye çalışmak korku öykünme, bir örneğin ya bir ülkünün peşinde gitmek bütün bunlar zekayı geriye iten şeylerdir. Ama bir şeylerin peşinden gitmeyi bırakır, korkuyu yener, kendi başlınıza berrak bir biçimde düşünme yeteneğinizi kazanırsanız, o zaman insanların en zeki olanlarından biri olursunuz. Ama zeki olmadığınız halde kurnaz olmaya çalışırsanız, o zaman kurnazlıklarından son derece aptal olanların ön sıralarında yerinizi alırsınız.

Soru: Ben çay tiryakisiyim. Öğretmenlerimden biri çay tiryakiliğinin kötü bir alışkanlık olduğunu söylüyor, başka bir öğretmenin bunun zararlı bir alışkanlık olmadığını söylüyor. Siz ne dersiniz?

Krishnamurti: Siz ne düşünüyorsunuz? Başkalarının söylediklerini bir yana bırakın. Onlar bu konuda önyargılı olabilirler. Ama siz kendi sorunuza iyice kulak verin. Daha şimdiden bir şeye tiryaki olmuş bir delikanlı için ne düşünürsünüz? İster çay olsun, ister içki, ister sigara fark etmez. Eğer yetmiş seksen yaşındaysanız ve bir alışkanlık edinmişseniz bunca yıl boyunca zaten bir ayağınız çukurda olduğuna göre pek fark etmeyebilir. Ama siz henüz yaşamın eşiğindesiniz ve daha şimdiden bir şeyin tiryakisi olmak korkunç bir şey. Önemli olan sorun bu, yoksa çayın zararlı olup olmaması asıl önemli olan sorun değil.
Bir kez bir şeye alıştınız mı zihniniz mezarın yolunu tuttu demektir. Siz bir Hindu bir komünist gibi düşünmeye başladınız mı zihniniz yozlaşmaya bozulmaya gerilemeye başladı demektir. Ama zihniniz uyanıksa niye bir alışkanlığa tutsak olduğunuzu görebiliyorsa, o zaman ikinci önemde olan çay ya da sigara içmeli mi ya da içmemeli mi sorusu kolaylıkla bir yanıt bulabilir.

----------------------------------------------------------

İÇ ÖZGÜRLÜK

Hiç niçin insanlar yaşlanınca yaşama sevincini yaşamdan zevk alabilme yeteneğini yitiriyorlar diye düşündünüz mü? Şimdiki durumda hepiniz gençsiniz ve çoğunuz oldukça mutlu sayılabilirsiniz. Sizin de ufak tefek sorunlarınız var, üzüntü konusu yaptığınız sınavlarınız var ama bu sorunlara rağmen yaşamdan tad alıyor yaşamaktan bir oranda kıvanç duyuyorsunuz. Yaşamı olduğu gibi kolaylıkla içinize sindiriyor olayı hafife almaya mutlu olmaya çalışıyorsunuz. Ama niçin biz yaşlanınca yaşamsal olan bu coşkulu ilişkilerimizi yitiriyoruz. Pek çoğumuz o sözüm ona olgunluk çağına gelince kafası donuklaşmış sevinç duyma haz alma yeteneğini yitirmiş güzelliklere, uçsuz bucaksız gökyüzünü ve o harika yeryüzüne karşı duyarsız oluyoruz.

İnsan kendisine bu soruyu sorunca aklına bunun birçok açıklaması geliyor. Bir açıklama yalnızca kendimizle ilgilenip kendimizle uğraşmamız. Önemli bir kimse olmaya çalışıyor, önemli bir mevki sahibi olmak ve bu mevkiiyi korumaya çalışıyoruz. Çoluk çocuğumuz var birçok sorumluluklarımız var, bir yandan para kazanmamız da gerekli. Bütün bunların yükü bizi sonunda yere seriyor. Bunun sonucunda da yaşama sevincini yitiriyoruz. Çevrenizdeki yaşlı yüzlere bakınız çoğunun yüzünün ne kadar kederli, ne kadar çevrelerinden kopuk ve nevrozlu olduklarını yüzlerinde hiçbir zaman gülümsemeye yer olmadığını göreceksiniz. Niçin böyle olduğunu hiç kendinize soruyor musunuz? Nedenini araştırdığınız zaman bir açıklama bulmak size yeterli görünüyor mu?

Dün akşam sütü batı yelini arkasına almış pupa yelken giden bir yelkenli gördüm. Ağzına kadar yakacak odunla yüklü büyük bir tekneydi. Güneş batıyordu ve arkasındaki plandaki gökle yelkenli olağanüstü güzel bir manzara yapıyordu. Gemici yalnızca dümenini tutuyordu teknenin. Hiçbir çaba harcamıyordu bunun için. Bütün işi yapan rüzgardı. Bunun gibi bizler de didişme ve çekişme olayını anlayabilsek kendimizi zora koşmadan çabasız yaşamayı yüzümüzde bir gülümsemeyle mutlu yaşamayı başarabileceğiz.

Sanıyorum bizi bitiren bu didişme ve çekişme. Ömrümüzün bütünün alan şu itiş kakış ortamı bizi mahvediyor. Şu çevrenizdeki yaşlılar bir bakın onların çoğu yaşamlarını kendileriyle karılarıyla ya da kocalarıyla komşularıyla ya da toplumla bir dizi savaş vererek harcamışlardır. Böyle durmadan savaşmak enerjimizi tüketiyor. neşeli olan gerçekten mutlu olan kimse kendisini zora koşmaz. Kendisini zora koşmamak hareketsiz ve tembel olmak donuk zekalı budalanın biri olmak demek değildir. Tam tersine ancak olağanüstü akıllı ve zeki olanlar kendilerini zora sokmadan didişip çekişmeden yaşamayı becerirler.

Böyle zorlamasız bir yaşam biçimi olduğunu duyunca biz de öyle yaşamak istiyoruz. Didişmeye çekişmeye yer bırakmayan bir ruh durumuna özlem duyuyoruz. Bunu kendimize bir amaç yapıyoruz. Bunu bir ideal olarak benimsiyoruz. Bunu böyle yapınca da gene yaşama sevincini yitiriyoruz. O zaman gene bir şey başarmak için çaba harcamaya, gene kendimizi zora koşmaya başlıyoruz. Elde etmek için çaba harcadığınız şeyler farklı şeyler olabilir, ama çaba, kendini zora koşmak hep aynıdır. Birisi tutar toplumu düzeltmek için çaba harcar. Öteki tanrıyı bulmak için ya da karısıyla ya da kocasıyla yahut komşusuyla daha iyi geçinmek için. Bir başkası bir gurunun ayaklarının dibinde Ganj nehrinin kıyısında oturup ibadet eder. Hepsinde çaba vardır, zorlama vardır. Onun için önemli olan ne için çaba harcadığınız değildir, önemli olan çabanın didişmenin nasıl bir şey olduğunu öğrenmektir.

Şimdi acaba zihin bir rastlantı olarak didişmediği bir anı yakalamak değil de bütünüyle didişkenlikten kendini kurtardığı, üstünlük ve aşağılık gibi değer yargılarının olmadığı, insanın içini neşeyle ve yaşama kıvancıyla dolduran bir zihinsel durumu keşfetmek mümkün mü? Bunu araştıralım.

Önümüzdeki zorluk şu: zihin kendini küçük görüyor, onun için de önemli birisi olmak için savaşıyor, ya da çelişkili istekleri arasında bir köprü kurmaya çabalıyor. Size durup da niçin zihninizin içinde çelişki var, çekişme var diye uzun boylu açıklamalar yapmam gereksiz. Biraz kafasının içinde olup bitenleri izleyen herkes için hem kafanızın içinde hem de dışında çekişme didişme olduğunu bilir. Bizim kıskançlıklarımız başkalarına gıpta etmemiz, tutkularımız üstünlük hayallerimiz, sonunda acımasız bir iktidar savaşına dönüşen rekabet duygusu, bütün bunlar ister bu dünya ister öldükten sonra gideceğimizi umduğumuz öbür dünya için durmadan bizi didişmeye iten etkenlerdir. Onun için bizim neden böylesine didiştiğimizi öğrenmek için ruh bilim kitaplarını incelememiz gerekmiyor. Tek önemli olan konu zihnimizi bu çekişme didişme olayından kurtarıp kurtaramayacağımızdır.

Aslında bütün çabalarımızın didişmelerimizin ardında yatan gerçek, olduğumuzla olmamız gereken ya da olmak istediğimiz kimse arasındaki uzlaşmazlıktır. İnsan bütün bu çabalama didilme olayını iyice anlayabilirse, bu didişmelere çabalamalara gerek kalmaz mı? Tıpkı rüzgarın alıp götürdüğü yelkenli gibi zihnimizin engellemeleri olmazsa yaşam da bizi alıp götürür mü? İşte sorun bu: soru didişme ve çabalamaya gerek kalmayacak ruhsal ortamın nasıl yaratılabileceği. Böyle bir ruhsal durum yaratmaya çalışmak, çabalamak didişme olayının ta kendisidir. Onun için de bu ruhsal durumu elde etmeye çalışarak buraya varılamaz.

Yapabileceğiniz şey, zihninizin an be an nasıl bu sonu gelmez didişmelere çabalamalara takıldığını izlemek, gözlemlemektir. Düzeltmeye çalışmadan yalnızca gözlemlemekle yetinirse, o dinginlik ya da huzurluluk dediğiniz ruhsal durumu zihninize zorla yerleştirmeye çalışmazsanız bir bakacaksınız zihniniz kendiliğinden çabalamayı didişmeyi bırakmış ve bu ruhsal durum son derece öğreticidir. Öğrenme dediğim şey bilgi toplamak bilgi biriktirmek anlamında değildir. Burada anlatmak istediğim şey böyle yaparak zihnimizdeki uçsuz bucaksız zenginliklerin kapısını açabileceğimiz, bütün güzellik ve zenginlikleri keşfedebileceğimiz anlamındır. Ve işte bu yolla kendi zenginliklerini keşfedince insanın içi neşeyle sevinçle dolar.

Kendinizi izleyin bakında sabahtan akşama kadar nasıl didiştiğinizi nasıl bu yüzden enerjinizi boşuna harcadığınızı göreceksiniz. Yalnızca didişmelerinizi açıklamaya ya da gerekçe bulmaya çalışırsanız açıklamalar arasında kaybolup gideceksiniz. Ama bir yandan da didişme çabalama sürüp gidecek. Hiçbir açıklama aramadan yalnızca zihninizi izlemekle yetinirseniz, yalnızca zihninize kendi didişmelerini çabalamalarının farkında olma olanağı tanırsanız, biraz sonra içinde didişme çabalama olmayan bir ruhsal durumun oluştuğunu izleyeceksiniz. Bu ruhsal durumun özelliği olağanüstü bir farkındalık, şaşırtıcı derecede bir keskin gözlemciliktir. İşte hepsi bu kadar. Bu farkındalık durumunda, bu üstündür bu aşağıdır diye hiçbir değer yargısı yoktur. Ne büyük adam vardır ne de küçük adam. Bir guru da yoktur bir ruhsal durumda. Bütün bu saçmalıklar yok olmuştur, çünkü zihin bütünüyle uyanık ve alıcıdır. Uyanık bir zihinse neşe ve sevinç kaynağıdır.

Soru: Bir şey yapmak istiyorum. Birçok defa deniyorum ama başaramıyorum. Başarmak için çaba harcamaktan vaz mı geçeyim, ya da başarmak için çaba mı harcayayım?

Krishnamurti: Başarılı olmak bir şey olmak bir yere varmaktır. Biz de başarıya bir tanrıya tapar gibi tapıyoruz. Yoksul bir çocuk büyüdüğü zaman milyarlarca lirası olan bir zengin olursa, ya da sıradan bir öğrenci bir başbakan oluverirse, onlara alkış tutup göklere çıkarıyoruz. Bunun için her oğlan ya da kız çocuğu şu ya da bu yolda başarılı olmak istiyor.

Şimdi bu konuyu biraz inceleyelim. Başarı diye bir şey var mıdır yoksa başarı insanların peşinden gittikleri bir düşünceden mi ibarettir? Çünkü her başarıya ulaştığımızda karşımıza yeni bir hedef peşinden gideceğimiz yeni bir başarı yolu çıkıyor. Hangi doğrultuda olursa olsun başarının peşinden gittiğiniz sürece didişmekten çabalamaktan çatışmaktan kendinizi kurtaramıyorsunuz. Bir yere eriştiğiniz zaman bile çabalamaktan geri durmuyorsunuz. Her zaman ulaşılacak daha yüksek bir yer çıkıyor karşınıza. Çünkü siz daha ileri gitmek istiyorsunuz daha fazlasına sahip olmak istiyorsunuz. Başarının peşinden koşmak durmadan daha çoğunu istemektir. Durmadan daha çoğu isteyen bir kafaya da akıllı diyemezsiniz. Tam tersine böyle bir kafa değersiz aptal bir kafadır. Çünkü böyle bir kafa toplumun koyduğu modele göre daha çoğu daha çoğu isteyerek kendisini sonu gelmeyecek bir didişmeye bir çabalamaya bitmez tükenmez bir kavgaya kaptırmış mahkum etmiştir.

Durumundan memnun olmamak nedir? Durumundan memnun olmamak, daha çoğu daha çoğu istemektir. Durumundan memnun olması, kavgayı didişmeyi bırakmaktır. Ama siz, bu olayı tam olarak anlamadıkça, zihnimizin niçin daha çoğun peşinden koştuğunu iyice kavramadıkça durumunuzdan memnun olmazsınız.

Örneğin bir sınavı başarmazsanız o sınava yeniden girebilirsiniz. Öyle değil mi? Sınavlar aslında son derece rastlantıya bağlı ayırım yapmakta yetersiz bir kurumdur. Bunun için de sınavda başarılı ya da başarısız olmanın büyük bir anlamı yoktur. Sizin zekanızın gerçek değeri konusunda hiçbir açıklama getiremez. Bir sınavdan başarılı olmaya bir bellek becerisi ya da bir şans olayıdır. Ama siz sınavda başarılı olmak için çaba harcıyorsunuz, eğer başarılı olmazsanız çaba harcamayı sürdürüyorsunuz. Hepinizin günlük yaşamda da yaptınız şey budur. Hep bir şey başarmak bir şeyi elde etmek için didişir dururuz, hiç öyle durup bu didiştiğimiz konu kendimizi harcamaya değer mi diye düşünmek aklımıza gelmez. Şimdiye kadar ananızın babanızın toplumun ustalarınızın gurularınızın değer yargılarına karşı çıkmak aklınsa gelmemiştir. Ancak biz bu daha çok tutkusunun anlamını anladığımız zaman başarı ve başarısızlık diye olayları değerlendirip soru yapmaktan vaz geçeceğiz.

Sizin anlayacağınız yalnız sınavlarda değil yaşamda da başarmamaktan yanlış yapmaktan ödümüz kopuyor. Çünkü bu yüzden eleştirilebiliriz, birisi bizi azarlayabilir. Ama niçin siz de yanlış bir şey yapmayacaksınız. Dünyada yaşayan herkes yanlışlar yapıp durmuyor mu? Acaba siz hiç yanlış yapmazsanız dünya bu içinde bulunduğu rezil durumdan kurtulmuş mu olacak? Eğer yanlış yapmaktan korlarsanız hiçbir şey öğrenemeyeceksiniz bu yaşamda. Büyüklerimiz durumdan yanlış yapıyorlar ama sizin yanlış yapmanızı istemiyorlar. Böyle yaparak da sizin bir başınıza karar alabilmek yeteneğinizi yok etmeye çalışıyorlar. Niçin çünkü onlar sizin gözlemleyerek araştırarak soru sorarak deneyerek yanlışlar yaparak kendi başınıza bir şeyler bulmanızdan bir şeyler keşfetmenizden, ve böyle yaparak ananızın babanızın toplumun, geleneğin otoritesinin boyunduruğundan kendinizi kurtarmanızdan korkuyorlar. İşte bunun için başarı idealinin peşinden gitmeniz isteniyor sizden. Sizin de gözlememiş olacağınız gibi başarı her zaman saygınlığı yanında getirir. Şu güya sözün ona ermiş kişiler bile manevi başarılarıyla saygınlık kazanma peşindedirler. Çünkü bu saygınlığı kazanmadıkça ne yandaş ne de ün kazanabilirler.

İşte bunun için size de hep başarılı olmak ve “daha çoğa” sahip olmak koşulları içinde düşünüyorsunuz. Çünkü saygın bir toplumun değer yargıları “daha çok” üzerine kurulmuştur ya da başka türlü söylersek toplum son derece özenli bir model yaratmıştır. Bu modelde sizin için iki olasılık vardır: başarılı olmak ya da başarısız olmak. Ama siz bütün yüreğinizi ortaya koyarak tüm varlığınızla bir şey yapmak istiyorsanız o zaman başarı ya da başarısızlık sizin için önemli konular olmaktan çıkarlar. Aklı başında hiç kimse başarı ya da başarısızlığa büyük önem vermez. Ne yazık ki aklı başında insanları sayısı çok az. Bunun böyle olduğunu da kimse size söylemez. Aklı başında zeki bir insanın ilgisini çeken tek konu gerçekleri görmek ve sorunları anlamaktır. Başarı ya da başarısızlık konusu ilgisini çekmez. İnsan ancak yaptığı işi sevmeyince başarı ya da başarısızlık koşulları içinde düşünmeye başlar

Soru: İnsanlar nasıl oluyor da böylesine duygusuz ve duyarsız olabiliyorlar?

Krishnamurti: Bunun cevabı çok basit. Eğitimin tek amacı öğrencilere bilgi aktarıp onları bir iş sahibi olacak biçimde yetiştirmek onlara başarı idealini aşılayıp yalnız kendi başarılarıyla ilgilenecek biçimde eğitmek. Kuşkusuz bunun böyle olması insanları duygusuz ve duyarsız yapıyor. Görüyorsunuz çoğunuzun yüreğinde sevginin izi bile yok. Şöyle bir başınızı kaldırıp yıldızlara bakmıyor akarsuyun sesine kulak vermiyoruz. Hiçbir zaman ay ışığının akarsuyla nasıl oynaştığını ya da uçan kuşa alıcı gözüyle bakmıyoruz. Yüreğimizde hiçbir şarkı yok. Kafamız her zaman bir şeylerle uğralıyor. Kafamızda insanlığı kurtarmak için çeşit çeşit planlar ve idealler var. Kardeşlikten söz ediyoruz ama davranışlarımız görünüşümüz bizim bu sözlerimizi yalanlıyor. İşte bunun için henüz daha gençken doğru ve gerçek bir eğitim görmeniz bu kadar önemlidir.

Öyle bir eğitim ki bize zihnimizi de yüreğimizi de açık tutmayı öğretsin. Bu öğrenme fark etme istekliliği duyarlılığı eğer biz korkuyorsak yok olur, çoğumuz da korkuyoruz. Anamızdan babamızdan öğretmenlerimizden din adamlarından, hükümetten patronumuzdan korkuyoruz. Kendi kendimizden korkuyoruz. Yaşam da böylelikle korkularla dolu kapkaranlık bir şey oluyor. İşte bunun için insanlar böylesine duygusuz ve duyarsız.

--------------------------------------------------------

ÖZGÜRLÜK ÜZERİNE

Bizim yapmaya çalıştığımız araştırmak, birlikte bulmak. Siz yalnızca benim gösterdiğimi dinlemiyorsunuz, aynı zamanda özgürleşmek için kendinizi keşfetmeye çalışıyorsunuz. Konuşan kişinin bir önemi yok, ama söylenenler, açığa çıkarılanlar, sizin kendi kendinize keşfettikleriniz çok önemli. Bir kişiye düşkünlük, onu izlemek ya da yetke durumuna getirmek son derece zarar vericidir. Önemli olan zihni nasıl özgürleştireceğinizi araştırırken keşfettikleriniz, böylece bir insan olarak yaratıcı olabilirsiniz.

Sonuç olarak gerçeklik ya da söze dökülemeyen o şey, engellenen, yüklenen bir zihin tarafından bulunamaz. Bana göre öyle bir hal var ki, ne ad verirseniz verin, o hal hiçbir azizin, bulmaya çalışan hiçbir kişinin deneyimi değil, çünkü bütün deneyimler gerçekte geçmişin devamıdır. Deneyim yalnızca geçmişi güçlendirir; dolayısıyla deneyim zihni özgürleştiremez. Özgürleştirici etken, deneyimleyen varlık olmadan deneyimleme yetisine sahip bir zihnin içinde bulunduğu haldir. Yine bunun da açıklanması gerekli, bu nedenle şimdi bu konuya gireceğiz.

Söylemek istediğim yalnızca bireysel olarak değil, aynı zamanda bütün dünyada büyük ölçüde rahatsızlık, belirsizlik olduğu; bu rahatsızlık, bu belirsizlik nedeniyle her türlü felsefe ortaya çıktı: çaresizlik felsefesi, an'ı yaşama felsefesi, varoluşu olduğu gibi kabul etme felsefesi. Gelenekleri yıkma, kabul etmeme, bir tepki dünyası kurma söz konusu. Bir dini terk edip bir başka dine geçiyorsunuz; bir Katolikseniz, Katoliklikten vazgeçip Hindu oluyorsunuz ya da başka bir gruba katılıyorsunuz. Kuşkusuz bu tepkilerin hiçbiri zihninizi özgürleştirmenize hiçbir biçimde yardım edemez.

Özgürlüğün olması için kendinin bilgisinin olması, düşünme biçiminizi bilmeniz ve bu süreçte zihnin bütün yapısını keşfetmeniz gerekir. Olgu bir şeydir, simge başka bir şey; sözcük bir şeydir, sözcüğün temsil ettiği başka bir şey. Çoğumuz için simge—bayrağın, haçın simgesi—son derece önemli bir duruma gelmiş, bu nedenle simgelerle, sözcüklerle yaşarız. Ama sözcük, simge kesinlikle önemli değildir. Sözcüğü simgeyi kırıp onun ötesine geçmekse şaşırtıcı ölçüde zor bir iştir. Zihni "Sen bir Amerikalısın, Katoliksin, demokratsın, Russun, Hindusun" gibi sözlerden özgürleştirmek çok zordur. Ama biz özgürlüğün ne olduğunu sorgulamak istiyorsak, simgeyi, sözcüğü yıkmalıyız. Zihnin sınırları eğitimle, içinde yetiştirildiğimiz kültürü kabul etmekle, kalıtımızın bir parçası olan teknolojiyle çizilir ve düşünmemizi koşullandıran bütün bu katmanların içine sızmak son derece dikkatli, duyarlı bir zihin gerektirir.

Sanırım en başta bu konuşmaların hiçbir koşulda sizin düşünmenizi yönetmek, denetlemek ya da zihninizi biçimlendirmek amacı taşımadığını anlamak en önemlisi. Bizim sorunumuz belirli bir örgüte üye olarak, bir konuşmacıyı dinleyerek, bir Doğu felsefesini kabul ederek, Zen Budizmine kendinizi kaptırarak, yeni bir meditasyon yöntemi bularak, meskalin ya da benzer bir uyuşturucu alıp yeni düşlere dalmakla çözülemeyecek kadar büyük bir sorun. Bize gereken berrak bir zihin—sorgulamaktan korkmayan, tek başına kalabilen, kendi yalnızlığıyla, boşluğuyla yüzleşebilen, bulmak için kendisini yok edebilen bir zihin.

Dikkatinizi çekmek istediğim nokta gerçekten ciddi olmanın önemi: Buraya eğlenmek için ya da meraktan gelmiyorsunuz. Bütün bunlar zaman kaybı olur. Bundan çok daha derin, çok daha geniş, kendimiz için keşfetmemiz gereken bir şey var: kendi bilincimizin sınırlarının ötesine nasıl gideceğimiz. Çünkü bütün bilinç bir sınırlamadır ve bilinç alanı içindeki hiçbir değişim gerçekte değişim değildir. Bana göre zihnin koyduğu sınırların ötesine—gizemli bir biçimde değil, bir yanılsama haliyle değil, ama gerçekten—geçmek olanaklı. Ama bunu ancak zihnin niteliğini sorguladığınız ve kendinize ilişkin gerçekten kapsamlı bilgi sahibi olduğunuz zaman gerçekleştirebilirsiniz. Kendinizi bilmeden uzağa gidemezsiniz, çünkü yanılsamaya kapılıp kaybolursunuz, düş ürünü sanılara, mezhepçiliğin yeni biçimlerine kaçarsınız.

Konuşmacıya göre, yaşamımızın ve temel sorunumuzun bütün bu yönlerini ele almak özgürlük sorunudur. Çünkü ancak özgürseniz keşfedebilirsiniz; ancak özgürseniz yaratıcı bir zihin olabilir; ancak zihin özgür olduğunda sonsuz enerji vardır—ve gerçekliğin devinimi bu enerjidir.

Sonuç olarak size zihninizin köle olduğunu düşünmenizi, gözlemlemenizi ve bunun farkına varmanızı öneririm. Bu ana kadar söylenenler yalnızca kitabın içindekilerin bir özeti; eğer özetle, başlıklarla, birkaç görüşle yetiniyorsanız, korkarım pek uzağa gidemezsiniz. Bu bir onaylama ya da yadsıma sorunu değil, daha çok kendinizi sorgulama sorunu—sorgulamak hiçbir yetke gerektirmez. Tersine, hiç kimseyi izlememenizi; kendi üzerinize ışık saçmanızı gerektirir. Saygılı, dindar olmak gibi belirli bir davranış biçimine, etkinliğe bağlanırsanız kendi üzerinize ışık saçamazsınız. İnsan çok uzağa gitmek için çok yakından başlamalı, ama insan kendini bilmezse çok uzağa gidemez. Kendini bilmek hiçbir analiste bağlı değildir. İnsan her tür ilişkide, her gün kendini gözlemleyebilir. Bu anlayış olmadan zihin asla özgür olamaz.

--------------------------------------------------------

ÖZGÜRLÜK ÜZERİNE

Bu dünyada ne kadar çok gelişme gösterirsek gösterelim, gökyüzünde ne kadar uzağa gidersek gidelim, Ay'a, Venüs'e ulaşalım, pek çoğumuzun yaşamı yine de son derece sığ ve yüzeysel; dıştan göründüğü gibi. İçe doğru gitmek çok daha zor; bunun belirli bir tekniği yok, hiçbir profesör bunu öğretemez, içe doğru yolculuk etmeyi öğrenebileceğiniz bir laboratuvar yok. Sizi yönlendirebilecek bir öğretmen yok ve—lütfen buna inanın—zihin denen bu karmaşık varlığı araştırmanıza yardım edebilecek hiçbir tür yetke de yok. Bunu bütünüyle kendiniz hiçbir şeye bağımlı olmadan gerçekleştirmelisiniz. Çağdaş uygarlık her geçen gün daha da karmaşık, dışsal bir duruma geldikçe, ilerledikçe, hepimizin çok daha yüzeysel yaşaması yönünde bir eğilim oluşuyor, öyle değil mi? Konserleri daha sık izliyoruz, zekice yazılmış kitaplar okuyoruz, hiç durmadan sinemaya gidiyoruz, entelektüel tartışmalar yapmak için bir araya geliyoruz, analistlerin yardımıyla kendimizi psişik olarak sorguluyoruz. Ya da son derece yüzeysel yaşamlar sürdüğümüz için, kiliseye yöneliyoruz, zihinlerimizi akla uygun olsun olmasın o çevrenin dogmalarıyla, neredeyse saçma inançlarla dolduruyoruz ya da gizemciliğe kaçıyoruz. Başka bir deyişle, günlük yaşamımızın sığ olduğunu fark edince, ondan kaçmaya çalışıyoruz. Zihinlerimizi kuramsal felsefelerle, meditasyon dediğimiz şeyle, düşüncelerle dolduruyoruz, oysa bütün bunlar kendi kendini uyutmaktır. Ya da entelektüel biriysek, kendimize içinde doyduğumuz, hoşnut yaşadığımız bir düşünce dünyası yaratıyoruz.

Bütün bu süreci görünce, bana öyle geliyor ki, sorun ne yapmak, nasıl yaşamak, dünya üzerinde sürüp giden savaşlarla ve kargaşayla karşılaştığımızda nasıl davranmak gerektiği değil, özgürlüğü nasıl sorgulayacağımızdır. Çünkü özgürlük olmadan yaratma olmaz. Özgürlük derken istediğinizi yapma, arabaya atlayıp gaza sonuna kadar basma, istediğinizi düşünme ya da belirli bir etkinlikle uğraşma özgürlüğünden söz etmiyorum. Bu gibi özgürlükler bana gerçekte hiç de özgürlük gibi gelmiyor. Zihnin özgür olması olanaklı mı? Çoğumuz bu yaratıcı hal içinde yaşamadığımıza göre, bence düşünceli, ciddi her insanın bu soru üzerinde derinlemesine ve çok ciddi bir biçimde düşünmesi zorunlu.

Gözlemlerseniz, özgürlüğün sınırlarının günden güne daraldığını göreceksiniz; siyasi, dinsel, teknolojik açıdan zihinlerimiz biçimlendiriliyor, günlük yaşamımız o özgürlük niteliğinden çok şey eksiltiyor. Uygarlık düzeyi arttıkça özgürlük azalıyor. Uygarlığın bizi yalnızca birer teknisyene dönüştürdüğünü fark ettiniz mi bilmiyorum, bir teknikle donanan zihin özgür bir zihin değildir. Kiliseyle, dogmalarla, kurumsal dinle biçimlendirilen bir zihin de özgür bir zihin değildir. Bilgiyle körleşen bir zihin özgür bir zihin değildir. Kendimizi gözlemlersek, kısa süre sonra zihinlerimizin bilgiyle ne kadar yüklü olduğunu—ne kadar çok bildiğimizi—anlarız. Zihnimiz yeryüzündeki bütün kurumsal dinlerin yüklediği inançlara ve dogmalara bağlı. Aldığımız eğitim geçimimizi daha rahat sağlamak için daha çok teknik öğrenmeye yönelik bir biriktirme süreci. Dolayısıyla çevremizdeki her şey zihinlerimizi biçimlendiriyor, her türlü etki bizi yönlendiriyor, denetliyor. Böylece özgürlüğün sınırları günden güne daralıyor. Sorumluluğun korkunç ağırlığı, toplumun görüşünü kabullenme, kendi korkularımız, kaygılarımız—bütün bunlar, kişi farkındaysa, özgürlüğün niteliğinden kaybettiriyor. Belki de tartışıp anlayabileceğimiz bu: İnsan nasıl hem zihnini özgürleştirip hem de bu dünyada bütün tekniklerle, bilgilerle, deneyimlerle birlikte yaşayabilir? Bence sorun bu, yalnızca bu ülkede değil, Hindistan'da da, Avrupa'da da, dünyanın her yerinde temel sorun bu. Yaratıcı değiliz, gün geçtikçe daha da mekanikleşiyoruz. Yaratıcılıkla yalnızca bir şiir yazmaktan, bir resim çizmekten, yeni bir şey bulmaktan söz etmiyorum. Bunlar yalnızca yetenekli bir zihnin yetileridir. Kendisi yaratma olan bir halden söz ediyorum.

Ama bütün bunlara merkezi sorunu, zihinlerimizin günden güne koşullandığını, özgürlüğün sınırının daraldığını anladığımızda gireceğiz. Bizler bayrağın ardındaki bütün coşkulu, ulusal nitelikleriyle ya Amerikalıyız, ya da Rusuz, Hintliyiz. Bizler sınırlarla, dogmalarla, çelişkili düşünme yollarıyla, farklı dinsel ve kurumsal düşünce biçimleriyle birbirimizden ayrılmışız; siyasi, dinsel, ekonomik, kültürel açıdan ayrılmışız. Çevremizde olup biten bu bütünsel süreci inceleyecek olursanız, birey olarak biz insanların çok az öneminin olduğunu, hemen hemen hiçbir şey olmadığımızı görürsünüz.

Birçok sorunumuz var, hem bireysel hem de toplumsal anlamda. Bireysel olarak belki bunların bazılarını çözebiliriz, toplu olarak da elimizden geleni yapmamız gerekir. Ama kuşkusuz bütün bu sorunlar temel sorun değil. Bana göre temel sorun zihni özgürleştirmek, ve kendisini anlamadığı sürece insan kendisini özgürleştiremez ya da zihin kendisini özgürleştiremez. Bu nedenle kendinin bilgisi gerekir: kendini bilmek. Bu belirli bir farkındalık niteliği gerektirir; çünkü insan kendisini bilmezse uslamlamak, düşünmek için dayanabileceği bir temel olamaz. Ama bilmek ve bilgi iki farklı şeydir. Bilmek sürüp giden bir süreçtir, oysa bilgi her zaman durağandır.

Bu nokta yeterince açık mı bilemiyorum; değilse, belki konuştukça açıklayabilirim. Ama şimdi yapmak istediğim belirli şeylere dikkat çekmek; sonra bunları araştırabiliriz. İşe tablonun bütününü görerek başlamalıyız—belirli bir noktaya, belirli bir soruna ya da eyleme yoğunlaşarak değil, varoluşumuzun bütününe bakarak. Bizim bu olağanüstü tablomuzu bir kez görünce, kendi kitabımızı elimize alıp onu bölüm bölüm, sayfa sayfa inceleyebiliriz.

Bana göre temel sorun özgürlüktür. Özgürlük bir şeyden özgürlük değildir; öyle olursa yalnızca bir tepkidir. Özgürlük bundan bütünüyle farklı bir şeydir. Korkudan özgürsem bu başka bir şeydir. Korkudan özgürlük bir tepkidir ve yalnızca belirli bir yüreklilik göstergesidir. Ben bir şeyden özgürlük olmayan, bir tepki olmayan özgürlükten söz ediyorum ve bu oldukça derin bir anlayış gerektiriyor.

Dinleyenlerin biraz zaman ayırıp bu konuştuğumuz şey üzerine düşünmelerini öneririm. Hiçbir şeyi yadsımıyoruz ya da onaylamıyoruz, çünkü ben hiçbir biçimde sizin için yetke değilim; kendimi sizin karşınıza bir öğretmen olarak koymuyorum. Bana göre ne öğretmen var ne de öğrenci—lütfen buna inanın, çok ciddi söylüyorum. Ben sizin öğretmeniniz değilim, sizler benim izleyicilerim değilsiniz. İzlediğiniz anda bağlanırsınız, özgür olamazsınız. Herhangi bir kuramı kabul ettiğiniz anda o kurama bağlı olursunuz; herhangi bir dizgeye girerseniz, ne kadar karmaşık, eski ya da modern olursa olsun, o dizgenin kölesi haline gelirsiniz.

--------------------------------------------------------

HAKİKAT ÜZERİNE

Değinmek istediğim nokta şu: Bir şeyin hakikatinin bütününü, dolaysızca, bir kobranın zehirli olduğu hakikati gibi göremez miyiz? Eğer çatışmanın sona ermesi gerektiği gerçeğini ve çatışmanın olmam gerektiğini düşündüğüm ve olduğum arasındaki bölünmeden kaynaklandığı gerçeğini görürseniz, o zaman bir şey yapmanıza gerek yoktur. Bilinçli zihniniz, etkisi önceden kestirilemeyen bilinçaltıyla uğraşamaz, ama görmüş olduğunuz hakikat bunu yapar. Bu hiç başınıza geldi mi? Başka bir deyişle, bütün bunların hakikatini görüyor musunuz? Belirtilerini değil, çünkü bu yalnızca keşf ve zaman sorunudur. Eğer bunun hakikatini duyumsuyorsanız, gelin şimdilik bunu bir yana bırakıp ‘olan’ı ele alalım, çünkü tüm gayretimiz kendi içimizdeki çelişkileri çözmek.

Çoğu insan çelişkide ne kadar gerilim varsa o kadar etkindir. Çelişkide gerilim vardır. Şiddet yüklüyüm ama şiddet yüklü olmamam gerekir; bu karşıtlık gerilim yaratır, siz de bu gerilimle hareket edersiniz, kitap yazarsınız ya da bu gerilimle ilgili bir şey yapmaya çalışırsınız. Şu anki bütün etkinliğimiz bu. Hindistan’da şiddet yüklü olmayan bir ırk olduğunuzu söylüyorsunuz. Tanrı bilir bu ne demek! Çünkü bana söylendiğine göre, bir ordu kuruyorsunuz ve paranızın yüzde 37’sini ona harcıyorsunuz. Bunun size ne yaptığına, yalnızca yoksul insanlara değil tüm ırka ne yaptığına bir bakın. Bir şey söylüyorsunuz, ama tam tersini yapıyorsunuz. Neden? Çünkü “Ordumuz olmazsa Pakistan saldırır” diyorsunuz, Pakistan da aynı saçmalığı söylüyor ve bu oyunu karşılıklı sürdürüyorsunuz. Yalnızca Hindistan değil bütün dünya aynı çelişki içinde—çok kibarız, insanları seviyoruz ve savaşa hazırlanıyoruz! Dolayısıyla bu ulus, bu ırk, grup, toplum, aile, birey çelişki halinde. Çelişki ne kadar yoğunsa, gerginlik o kadar büyük olur ve gerilim ne kadar büyükse etkinlik de o kadar büyük olur. Etkinlik bir kitap yazmaktan bir münzevi olmaya kadar çeşitli biçimler alır. Dolayısıyla her birimiz biraz şizofreni içindeyiz, çelişkili bir haldeyiz. Ve bundan nasıl kurtulacağımızı bilmediğimiz için dine yöneliriz, uyuşturucu alırız, kadınların peşinden koşarız ya da tapınağa gideriz—bu tür etkinlikler bizi olandan uzaklaştırır. Köyleri geliştiriyoruz, ama bu temel şeyi çözmeye çalışmıyoruz.

Dolayısıyla ‘olan’la ilgilenmek istiyorum, çünkü aksi durumda hep çelişki içinde olacağımı görüyorum. İçinde huzur dolu bir insanın tanrılara gereksinimi yoktur, çünkü kendi içinde, onaylama sınırlarının tümüyle ortadan kalktığı derinliklere, çok uzaklara gidebilir. Zihnin sonsuz olanı alabilmesinden önce bu sınırların sona ermesi gerekir. Yalnızca kabul etmeyin, çünkü bu yapılacak en zor şeylerden biridir ve kendi üzerinizde olağanüstü bir çalışma gerektirir. Bu çalışma çaba değildir. Çalışma yalnızca siz hâlâ bir şeye dönüşmek istediğiniz zaman çabaya, çatışmaya ve çelişkiye dönüşür.

Dolayısıyla ‘olan’ı, yani açgözlü olduğumu, şiddet yüklü olduğumu incelemek istiyorum. Bunu inceliyorum ve olana yaklaşmak için hiçbir çelişkinin olmaması gerektiğini görüyorum. Kendime bakmalı ve anlamalıyım, ama ne olmam gerektiğine göre değil. Bunu yapabilir miyim? Yine bunun yapılacak en zor şeylerden biri olduğunu göreceksiniz—olanı yargılama, karşılaştırma, kabul etme ve kınama olmadan incelemek; çünkü kınadığınız an çelişkinin alanı içine girersiniz. Öyleyse siz ve ben, çelişkiyi yaratan öğeyi, kabul ya da yadsıma öğelerini araya sokmadan, şiddete bakabilir miyiz? Kendi şiddetime bakabilir miyim? Çelişkiyi ortadan kaldırarak şiddete bakan zihnin hali nedir? Yalnızca gerçekle—şiddet yüklü, açgözlü, şehvetli olduğum olgusuyla—karşı karşıya kalırım, değil mi? Buna bakabilir miyim?

Bir olguya bakan zihnin hali nedir? Hiç bir kadına, bir erkeğe, bir çocuğa, bir çiçeğe, günbatımına baktınız mı? Baktığınızda ne olur? Başka bir şey düşünürsünüz, değil mi? Ne güzel bir erkek, ona bakmamalıyım, ya da ne güzel bir kadın, keşke eşim olsaydı dersiniz. Bir tepki olmaksızın bakamazsınız. Bir günbatımına baktığınızda yalnızca onun ne kadar güzel olduğunu ya da dünkü gibi olmadığını söylersiniz. Dolayısıyla hiç bakmamış olursunuz. Dünkü anınız bugünün algısını yok eder. Bir şeye açık, net ve yalın bir biçimde bakmak bizim için ne kadar da zor! Şimdi başka bir olguya bakalım. Neden beni dinliyorsunuz? Beni dinliyorsunuz, çünkü bir ünüm var. Sizin için bir şey yapabileceğimi düşünüyorsunuz. Entelektüel olarak hoşunuza gittiği için ya da başka nedenlerden dolayı beni dinlemeniz gerektiğini düşünüyorsunuz, dolayısıyla aslında dinlemiyorsunuz. Gerçekte olan şu; düşündüklerinizle söylediklerim çeliştiği sürece dinlemiyorsunuz. Benim hakkımda bildiğinizi düşündüğünüz şeyi dinliyorsunuz—ve gerçekte hiçbir şey bilmiyorsunuz! Önemli olan benimle ilgili bir şeyler bilmek değil, söylenenleri gerçekten izlemek; bunun bir temeli, gerçekliği, anlamı olup olmadığını ya da saçma, yanlış olup olmadığını bulmak. Önemli olan yalnızca bu, kişisel olarak benim hakkımda düşündükleriniz bütünüyle önemsiz.

Dolayısıyla soruyorum, hiç bir olguya baktınız mı? Lütfen eve gittiğinizde bunu yalnızca zevk için, gerçekten deneyin. Eğer odanızda bir çiçek varsa bakın ve zihnin ne yaptığını görün. Zihnin ona bakıp bakamadığını ya da hemen bu bir gül, solmuş bir gül deyip demediğini görün. Belki bir çiçeğe, eşinize, çocuğunuza bakabilirsiniz, ama kendinize bakmak, çelişki ya da kabul etkenlerini araya sokmadan tam olarak bakmak çok zordur. Herhangi bir kabul ya da yadsıma olmaksızın yalnızca şiddetime bakabilir miyim? Eğer denerseniz bunun ne kadar zor olduğunu bulursunuz, çünkü alışkanlık gelip yerleşir ve türlü şeyler söyler. Siyasi ya da dinsel bir olguya, açlık olgusuna bakmak dikkat gerektirir, çelişkili bir hal değil. Eğer çelişki varsa dikkat olamaz.

Dünyanın birçok yerinde açlık var, belki Amerika’da, Avrupa’da ya da Rusya’da değil, ama bütün Asya’da. Herkes bunu konuşuyor, ama ortada hiçbir şey yok. Neden? Komünistler, Sosyalistler, yenilikçiler, büyük siyasetçiler hep bunu konuşuyorlar, bütün dünya bunu konuşuyor, ama yine de yapılan bir şey yok. Açlık bir olgu, diğer bir olgu ise her grubun açlığı kendi dizgesine göre çözmek istemesi ve “benim dizgem seninkinden daha iyi” demesi. Ulusal bölünmeler, siyasi gücün yönlendirmesi olduğu için bu böyle sürüp gidiyor. Bu nedenle kimse açlık sorununu çözmek istemiyor. Yalnızca kendi diledikleri gibi hareket etmek istiyorlar. Bütün bunlar birer olgu. Öyleyse zihnin bir olguya nasıl baktığını bulabilir misiniz? Sizin olguya yaklaşımınız olgunun kendisinden çok daha önemli, çünkü eğer ona doğru yaklaşırsanız olgu olağanüstü bir değişime uğrar.

-----------------------------------------------

HAKİKAT ÜZERİNE

Kabul etmeden, yadsımadan ya da eleştirmeden önce konuşmacının söyleyeceklerini anlamalısınız. Öncelikle onun ne demek istediğini, niyetinin ne olduğunu bulmalısınız. Konuşmacı abartabilir, vurguyu yanlış yapabilir, ama bütün bunları dinleyerek içeri almalısınız. O zaman siz ve ben doğru bir ilişki kurabiliriz. Söyleyeceklerimin kabul edileni, geleneği, her şeyi alt üst edeceğini düşünüyorum. Söylenenlerin gerçekten ne olduğunu bulmadan önce lütfen savunma duvarları örmeye girişmeyin. Tepkilerinizi söyleyeceğim şeylerin sonuna kadar tutun; eleştirme, yadsıma, kabul etme ya da konunun ayrıntısına girme hakkınız olduğu zaman bunu istediğiniz gibi yaparsınız. Ama o zamana kadar hemen tepki vermemenizi öneririm. Dostça dinleyin, açık bir zihinle; dediklerimi kabul etmeyin, yadsımayın ya da öylece almayın, kimi yetkelerin sözlerini alıntılayarak karşı çıkmadan dinleyin, çünkü ben yetkeye inanmam.

Hakikate yetkeyle varılmaz. Hakikat andan ana keşfedilmelidir. O kalıcı, dayanıklı, sürekli bir şey değildir. Her dakika, her saniye bulunması gerekir. Bu çok büyük bir dikkat ve zihinsel bir çeviklik gerektirir. Eğer yalnızca yetkelerden alıntı yaparsanız, Tanrının olup olmadığı varsayımlarında bulunursanız, hakikati anlayamazsınız, ya da daha doğrusu, gelmesi için ona olanak sağlayamazsınız.

Lütfen bu noktayı iyice anlayalım; hakikate, Tanrıya ya da her ne ad verirseniz o şeye, herhangi bir süreç, disiplin ya da bir tür meditasyonla ulaşamazsınız. O çok büyük bir şeydir, imgelenmesi olanaksızdır; hiçbir tanıma sığmaz, onu hiçbir kitap alıkoyamaz, hiçbir sözcük kapsayamaz. Dolayısıyla ona herhangi bir dolambaçlı yöntemle, adaklarla, disiplin ya da guruyla gidemezsiniz. Beklemek zorundasınız, o size gelecektir, siz ona gidemezsiniz. İnsanın anlaması gereken en temel şey budur: Zihin, elbette, hakikate herhangi bir zihinsel oyunla, denetimle, erdemle, zorlamayla ya da baskıyla gidemez.

Zihnin bütün yapabileceği sessiz olmaktır—ama hakikate ulaşma niyeti olmadan. Bu en zor şeylerden biridir, çünkü hakikatin belirli şeyleri yaparak hemen deneyimlenebileceğini sanırız. Hakikat satın alınamaz, tıpkı sevginin satın alınamayacağı gibi. Eğer bunu en başından çok açık bir biçimde anlarsak, o zaman söylediklerim çok farklı ve kesin bir anlam kazanır. Yoksa kendinizle çelişik bir hal içinde olursunuz. Hakikatin, Tanrının ya da kalıcı bir halin olduğunu düşünüyorsunuz, onu istiyorsunuz, bunun için bir disiplin uyguluyorsunuz, çeşitli alıştırmalar yapıyorsunuz, ama hakikat satın alınamaz. Hiçbir ölçüde bağlılık, kendini adama, bilgi ya da erdem onu yaratamaz. Zihin özgür olmalıdır, hiçbir hattı, sınırı, koşullanması olmamalıdır. Bütün açgözlülük duygusu sona ermelidir, ama hakikati almak için değil.

Eğer insan bunu gerçekten anlamışsa, zihnin yaratıcılığının ne kadar olağanüstü bir şey olduğunu görür. O zaman zihni nasıl özgürleştireceğinizi gerçekten anlarsınız, böylece zihin tetikte seyreder, hiç sormaz, aramaz, hiçbir istemde bulunmaz.

Söylediğim gibi bireye konuşuyorum, çünkü kitle değil ancak birey değişebilir, ancak siz kendinizi dönüştürebilirsiniz; bu nedenle bireyin sonsuz ölçüde önemi vardır. Bireyin hiçbir önemi yokmuş gibi gruplar, kitleler, ırklar hakkında konuşmanın moda olduğunu biliyorum, ama her yaratıcı eylemde önemli olan bireydir. Her doğru eylem, her önemli karar, özgürlük arayışı, hakikat sorgulaması ancak anlayan bireyden çıkar. Yalnızca bireye konuşmamım nedeni bu. “Ben ne yapabilirim, birey ne yapabilir?” diye soracaksınız. Çok büyük karışıklıklar, ulusal ve dinsel bölünmeler, sefalet sorunları, açlık, savaş, işsizlik, hızlı bozulma ve parçalanma, bütün bunlar karşısında birey ne yapabilir? Hiçbir şey.

Birey dışarıda dağ gibi duran bu şeylerle başa çıkamaz, ama farklı bir eylem silsilesi yaratacak yeni bir düşünce akımı oluşturabilir. Dünyanın koşullarıyla ilgili hiçbir şey yapamaz, çünkü tarihsel olaylar yabanıl, acımasız, aldırmaz yerlerini almak zorundadır. Ama eğer sorunun bütünü üzerine gerçek anlamda düşünebilen yarım düzine insan varsa, bunlar birlikte farklı bir tutum ve eylem başlatabilirler; bireyin önemli olmasının nedeni işte budur. Ama eğer birey bu büyük karmaşayı, önünde duran parçalanmış devasa dağı düzene koymak isterse, elinden çok az şey gelir; gerçekten de görülebileceği gibi bunlara hiçbir etkisi olmaz; ama içimizden herhangi biri tüm zihin sürecini anlama çabası içinde olan gerçek bir bireyse, o zaman yaratıcı bir varlık, özgür bir insan, koşullanmalardan kurtulmuş, hakikati bir sonuç için değil kendisi için aramaya yetkin biri olur.

Dediğim gibi, zihnin kavrayabilmesinin, üzerinde varsayımda bulunabilmesi ya da sözcüklere indirgemesinin pek olanaklı görülmediği o gerçeklik size, bireye gelmelidir. Siz ona gidemezsiniz. Unutulmamalıdır ki, bireysel zihin, bu aynı zamanda kolektif zihindir, çok açıkça söylersek dardır, sınırlıdır, yabanıldır, çirkindir, bencildir, kibirlidir. Böyle bir zihin bilinmeyeni nasıl davet edebilir? Ne düşünürse düşünsün sınırlı, küçük olacaktır—Tanrıları bile öyledir. Tanrınız zihnin buluşudur. Ona elbiseler giydirebilirsiniz, ama o elbiseler sizindir; o sizin Tanrınızdır, ama hakikat, gerçeklik değildir. Ne yaparsanız yapın gerçeklik davet edilemez; o size gelmelidir. Dolayısıyla insan ne yapmalıdır?

Zihin tarafından yaratılmamış bir şeyi zihin nasıl deneyimler? Bu ancak zihin kendi sürecini, kendi yollarını anlamaya başladığı zaman olanaklıdır. Süreç sözcüğünü bir amaç için araç anlamında kullanmıyorum. Süreç sözcüğüyle genellikle belirli bir şey yaparsanız bir sonuç olacağını söylemek isteriz—makineyi yağlarsanız makine olması gerektiği gibi çalışır; eğer belirli disiplinleri izlerseniz, kendinizi adarsanız karşılığında bir şey alırsınız. Sözcüğü bu anlamda kullanmıyorum. Süreç sözcüğünü zihnin çalıştığı biçimde işlemesi anlamında kullanıyorum, bir sonuç araması anlamında değil.

Dolayısıyla zihin bütün çabadan özgür olduğu bu hale gelmelidir. Çaba ve çatışma sorununu, zihnin hakikate ulaşmak için çatışma olmadan ulaşabildiği bir halin olup olmadığını tartışmak istiyorum. Ancak zihin kendisiyle çelişmeyi durdurduğu ve böylece çatışmayı sona erdirdiği zaman bakmaya ve anlamaya yetkindir. Çatışma içinde olan bir zihnin kesinlikle bir şey anlayamayacağı oldukça açıktır, bu nedenle zihnin neden kendisiyle çelişki halinde olduğunu bulmak istiyoruz. Eğer zihnin kendi içindeki çatışmayı anlayabilirsek, kuşkusuz çok daha ileri gideriz; çünkü bu, kişinin kendi içinde neden çelişkinin olduğunu gösterir. Eğer bu soruya yavaş yavaş, adım adım girebilirsek, karşı çıkmadan gerçekten izlerseniz, o zaman belki içinde çatışma olmayan bir zihin haline gelirsiniz. Ama yalnızca sözlerimi kabul etmekle kalamazsınız; bunun anlamı aynı zamanda çalışmanız gerektiğidir, yalnızca dinlemeniz değil, kendi zihninizin işleyişinin farkına varmanız gerektiğidir. Ben yalnızca açıklıyorum, kendi zihninizi işlerken izlemekse sizin işiniz.

Öncelikle, yaşamımızda çatışma neden var? Genellikle çatışmayı olması gerek, kaçınılmaz, insan doğduğundan beri çatışma içindedir diyerek kabul ederiz ve onun üstesinden gelmek için yollar, araçlar bulmaya çalışırız. İlişkilerde, siyasi ya da başka alanlarda çatışma vardır, bu da kendiyle çelişkiyi doğurur; aynı zamanda ne olmamız gerektiğini duyumsadığımız ve ne olduğumuz arasında da dışsal bir çelişki vardır. Çelişkinin neden var olduğunu bulmak istiyorum. Onun doğal bir şey olduğunu, kaçınılmaz olduğunu, hiçbir çözümün olmadığını ve bu nedenle ondan kaçmamız gerektiğini kabul etmiyorum. Bu olgunlaşmamış bir düşünme biçimi. Onu anlamak istiyorum, dolayısıyla bir yana çekilmeyeceğim, ondan kaçıp bir guruya ya da sinemaya gitmeyeceğim. Çatışma içindeyken bir kitaba yönelmek, bir guruya gitmek, derin meditasyon yapmak, bana göre bunların hepsi içki içmekle aynıdır. İnsanın bu içsel çelişkiyi ortadan kaldırıp kaldıramayacağını anlamak istiyorum. Eğer bu açıksa buradan başlayabiliriz, lütfen sonunda “Neden doğum kontrolünden söz etmediniz?” ya da “Ben buraya dinin ne olduğunu, Tanrının var olup olmadığını bulmaya geldim...” demeyin.

Çelişki içindeki bir zihin hakikatle ilgili hiçbir şey bulamaz. Şöyle bir düşünün—çelişki içindeyken çelişkili olmayan bir şeyi nasıl bilebilirsiniz? Hiçbir karşıtı, bölünmesi olmayan, ölçülemez bir hali nasıl bilebilirsiniz? Kendi içinizdeki çelişkiyi ortadan kaldırıp kaldıramayacağınızı bulduğunuz zaman bu soruya kendiniz yanıt verecek, bunun hakikatini bulacaksınız. Bu kesinlikle zorunlu. Şu an aradığınız şey çelişkinin ortadan kaldırılması değil, kendi huzurunuz, zihninizin rahatsız edilmeyeceği bir hal. Bu bir yanardağın üstünde oturup “Huzur istiyorum” demeye benzer. Hiçbir anlamı yoktur. Dolayısıyla şöyle diyorum: “Yanardağın içinde ne olduğunu araştıralım, çirkin, hayvani, güzel ne varsa her şeyi dışarı çıkaralım—çıkaralım ve bakalım, bunun anlamı zihnin hiçbir korkusunun olmaması gerektiğidir.” Birlikte derinlerine inelim.

----------------------------------------------------

ÇATIŞMA ÜZERİNE

Çatışma içinde olduğumu görüyorum. Şiddet yüklüyüm, bütün azizler ve kitaplar böyle olmamam gerektiğini söylüyor. İçimde iki çelişik şey var, şiddet ve şiddetli olmamam gerektiği. Bu ister benim kendime ister başkalarının bana zorla kabul ettirdikleri bir şey olsun, bir çelişkidir. Bu kendi içimdeki çelişkide çatışma vardır. İster anlamak ister ondan sakınmak için çatışmaya direnirsem, yine çatışmadayım demektir. Direncin kendisi çatışma yaratır. Bu oldukça açık. Çatışmayı anlamak ve ondan özgür olmak için ona direnmenin, ondan kaçmanın olmaması gerekir. Eşimle, çocuklarımla, toplumla, sahip olduğum tüm düşüncelerle çatışmanın bütün içeriğini seyretmeli, dinlemeliyim. Bu yaşamda çatışmadan özgür olunamayacağını söylerseniz, aramızda daha öte bir ilişki olamaz. Ama “Bulmak istiyorum; bu konuya girmek istiyorum; içimde yapılanan, parçası olduğum çatışmayı yerle bir etmek istiyorum,” derseniz, o zaman aramızda bir ilişki var demektir; o zaman birlikte ilerleyebiliriz.

Çatışmaya direnmek, ondan kaçmak, sakınmak yalnızca onu artırmaya yarar ve çatışma karmaşa, acımasızlık, sertlik demektir. Çatışma yaşayan bir zihin şefkatli olamaz, tam şefkat böyle bir zihinde bulunamaz. Dolayısıyla zihin direnç, sakınma, sanı olmaksızın çatışmanın farkında olmalıdır. Bu eylemden disiplin doğar—esnek bir disiplin; herhangi bir formüle, kalıba, baskıya dayanmayan bir disiplin. Bu, içteki çatışmayı bütün içeriğiyle gözlemlemek demektir ve bu gözlem kendisiyle birlikte, doğallıkla, çabasızca bir disiplini de getirir. Sizde bu disiplin olmalı. Disiplin sözcüğünü açıklık anlamında, kesin ve sağlıklı düşünebilen bir zihin anlamında kullanıyorum; çatışma varsa böyle bir zihniniz olamaz.

Dolayısıyla, özsel olan ilkin çatışmayı anlamaktır. Belki “Çatışmadan özgür değilim, bana çatışmadan nasıl kurtulacağımı söyleyin,” diyeceksiniz. Sizin öğrendiğiniz kalıp bu. Size çatışmadan nasıl özgür olabileceğinizin söylenmesini istersiniz ve ondan kurtulmak için bir örneği izlersiniz, bu nedenle de çatışmadan kurtulamazsınız. Bu çok yalın. Öyleyse ‘nasıl’ yok. Lütfen bunu anlayın. Yaşamın yöntemi yoktur. Yaşarsınız. Şiddetten kurtulmak ya da olağandışı bir hal yaşamak için yöntemi olan biri yalnızca bir kalıba sıkışmıştır; ve içinde olduğu o kalıp bir sonuç verir, ama gerçekliğe götürmez. Dolayısıyla “Çatışmadan nasıl özgür olacağım?” diye sorduğunuzda, eski kalıba geri düştünüz demektir—bu da şimdi bile çatışma içinde olduğunuz, anlamadığınız, olguyla açıkça yaşamadığınız anlamına gelir.

Çatışma içindeki bir zihin karışmış bir zihindir, bunu bütün dünyada görebilirsiniz. Dünyadaki her siyasetçinin zihni karışmıştır ve bu kişi dünyaya sefillik katmıştır. Dürüstseniz ve çatışmadan özgür olmak istiyorsanız, içinizdeki bütün yetkelerden kurtulmalısınız, çünkü hakikati bulmak isteyen biri için yetke yoktur—ne Gita, ne azizler, ne de liderler—hiç kimse. Bunun anlamı tek başına durmaktır. Tek başına durmak—zihin, çatışmadan özgür olduğunda tek başınadır.

Gördüğünüz gibi, çoğumuz yaşamdan sakınıyoruz ve bunun için pek çok yol ve yöntem bulduk. Yaşam eksik değil, bütünsel bir şeydir. Yaşamda güzellik, din, siyaset, ekonomi, ilişki, kavga, sefillik, işkence, varoluş acısı, umutsuzluk vardır. Yaşam bütün bunlardır, yalnızca bir bölümü, bir parçası değil; yaşamın bütününü anlamanız gerekir. Bunun için de sağlıklı, mantıklı, açık bir zihin gerekir. Çatışmadan uzak, hiçbir çatışma izi, hiçbir çiziği olmayan bir zihninizin olması bu nedenle gereklidir. Dolayısıyla her tür çatışma ancak farkında olduğunuzda anlaşılabilir.

Farkında olmakla onu gözlemlemek demek istiyorum. Gözlemlemek demek ona hiçbir kanı olmadan bakmak demektir. Ona bakmalısınız, ama görüşlerinizle, yargılarınızla, karşılaştırarak, kınayarak değil. Kınama, direnç varsa gözlemlemeniz olanaklı değildir; dolayısıyla o zaman ilgilendiğiniz çatışma değildir. Hiçbir şeye bir fikriniz olmadan bakamıyorsunuz, bu da sizin için sorun oluyor. Çatışmayı gözlemlemek istiyorsunuz, ama ona ilişkin bir fikir, kanı ya da değerlendirme getirirseniz ya da direnirseniz, çatışmayı gözlemleyemezsiniz. Öyleyse ilgileneceğiniz şey, neden direndiğiniz—çatışmayı nasıl anlayacağınız değil—neden direndiğinizdir. Böylece çatışmadan uzaklaştınız ve farkına vardınız. Neden direniyorsunuz? Nedenini bulabilirsiniz. Çoğumuz için çatışma bir alışkanlığa dönüşmüştür. Bizi öylesine köreltmiştir ki onu ayırt bile edemeyiz. Varoluşun bir parçası olduğunu kabul ederiz. Onunla karşı karşıya geldiğinizde, onu bir olgu olarak algıladığınızda, direnir ya da kaçarsınız, ondan kurtulmanın yolunu ararsınız. Direndiğiniz olgusunu gözlemlemek—ondan nasıl sakındığınızı, bir formül uydurduğunuzu görmek—çatışmayı anlamaktan çok daha önemlidir. Böylece formüllerinizi, görüşlerinizi, direncinizi gözlemlemeye başlarsınız. Bütün bunların farkına vararak koşullanmalarınızı kırar ve çatışmayla yüzleşebilirsiniz.

Öyleyse çatışmayı anlamak ve ondan bir şeyin sonucunda, yaşamınızın sonunda değil, yarından sonra değil ama hemen, bütünüyle özgür olmak—bu başarılabilir—şaşırtıcı bir gözlem yetisi gerektirir ve bu yeti geliştirilemez, çünkü geliştirmeye kalkıştığınız anda, yine çatışmaya düşersiniz. Bütün sürecin, bilincin bütün içeriğinin dolaysızca algılanması—dolaysızca gözlemlenmesi ve hakikatinin görülmesi—gerekir. Hakikatini gördüğünüz anda onun dışına çıkarsınız. Direnmeye, kaçınmaya, öğrendiğiniz çeşitli formülleri uygulamaya çalışırsanız, hiçbir biçimde, hiçbir düzeyde onun hakikatini göremezsiniz.

Bu çok önemli bir sorunu da birlikte getirir: Değişmek için zaman yok. Ya şimdi değişirsiniz ya da asla değişmezsiniz. ‘Asla’ sözcüğünü ortodoks bir anlamda ya da ‘sonsuza dek lanetlenmiş’ gibi Hıristiyanlara özgü bir anlamda kullanmıyorum. Demek istediğim şu: Etkin ‘şimdi’de değişebilirsiniz—bu ‘etkin şimdi’ yarın da olabilir, ama yine de etkin şimdidir ve ancak etkin şimdide başkalaşım vardır, yarından sonrada değil. Bunu anlamak çok önemli. Biz fikirlere çok alışığız, sonra da o fikrimizi eyleme geçirmeye çalışırız. Önce mantıklı ya da mantıksızca—çoğunlukla mantıksızca—bir fikir ya da ideal geliştirir, sonra da onu eyleme geçirmeye çalışırız. Dolayısıyla eylemle fikir arasında bir boşluk, bir çelişki vardır. Fikir değil eylem yaşayan şimdidir. Dolayısıyla “Çatışmadan kurtulmalıyım,” derseniz, bu bir fikre dönüşür. Fikirle eylem arasında bir zaman aralığı vardır ve siz bu zaman aralığı içinde, değişiklik yaratacak ilginç, gizemli bir eylemin gerçekleşeceğini umut edersiniz.

Araya zamanın girmesine göz yumarsanız, dönüşüm olamaz. Anlamak bir anda olur ve ancak bütünsel olarak, bütün varlığınızla gözlemleyebilirseniz anlayabilirsiniz—şu uçağı dinlemek, onun uğultusunu bütün varlığınızla dinlemek, yorum getirmeden, “Bu bir uçak sesi” ya da “Ne kadar rahatsız edici” ya da “Dinlemeye çalışırken bu uçak da nereden çıktı” demeden dinlemek; yoksa yalnızca dikkatiniz dağılır, çelişkiye düşersiniz, kaybolursunuz. Bütün varlığınızla o uçağı dinlemek bütün varlığınızla konuşmacıyı dinlemektir. İkisi arasında ayrılık yoktur. Yalnızca söylenene yoğunlaşmak istediğinizde ayrılık vardır ve bu direnç oluşturur. Eğer bütünüyle dikkatli iseniz, o zaman hem o uçağı hem de konuşmacıyı dinliyorsunuzdur.

Aynı biçimde, eğer çatışmanın bütün yapısının, anatomisinin farkındaysanız, hemen o anda bir değişimin gerçekleştiğini görürsünüz. O zaman çatışmadan bütünüyle kurtulursunuz. Ama eğer “Hep böyle olabilir mi, çatışmadan hep özgür kalabilir miyim?” derseniz, bu aptalca bir soru olur. Bu sizin çatışmadan özgür olmadığınızı, çatışmanın doğasını anlamadığınızı gösterir. Yalnızca onu yenmek ve huzura kavuşmak istiyorsunuzdur.

Çatışmayı anlamayan bir zihin kesinlikle huzurlu olamaz. Bir fikre, barış denen bir sözcüğe kaçabilir, ama bu huzur değildir. Huzur için berraklık gerekir, berraklık hiçbir tür çatışma olmadığında ortaya çıkar—kendini kandırmak değildir bu. Yalnızca bütün şiddeti, bütün saçmalığıyla çatışmayı anlayan bir zihin çok uzağa gidebilir—şiddet karşıtlığı bir tür saçmalıktır, çünkü zihin şiddeti anlamamıştır. Şiddetli olmamaya kendini zorlayan bir zihin şiddet doludur. Sizin azizlerinizin ve öğretmenlerinizin çoğu şiddet dolu; şefkatin berraklığını bilmiyorlar. Ancak şefkatli bir zihin sözcüklerin ötesinde olanı anlayabilir.

-----------------------------------------------

“Özgürlük korku olmadığında, kalbinizde sevgi olduğunda açığa çıkar. Hem sevip hem bir Hindu, bir Hıristiyan, bir Müslüman gibi düşünemezsiniz. Özgürlük ancak zihin artık gelenekte ya da bilgide güven aramadığında açığa çıkar. Bilgiyle yüklenmiş ya da bilgiyle sakatlanmış bir zihin özgür bir zihin değildir. Zihin ancak yaşamla her an yüzleşebildiği, her olayın, her düşüncenin, her deneyimin ortaya çıkardığı gerçeklikle yüzleşebildiği zamân özgürdür.”

“Özgürlük, ‘bir şeyden özgürlük’ değildir, ama zihin kendi içinde özgürdür. Biz tepki olmayan bir özgürlükten söz ediyoruz. Özgür bir zihin hiçbir şeyin, hiçbir koşulun, hiçbir belirli düzenin kölesi değildir; belirli bir işte uzmanlaşmış olsa da o işin kölesi değildir, ona tutsak değildir; toplum içinde yaşıyor olsa da topluma bağlı değildir. Kendinde biriktirdiği her şeyi, günlük tepkileri durmaksızın boşaltan bir zihin-ancak böyle bir zihin özgür bir zihindir.''

Jiddu Krishnamurti
 
Geri
Üst