Gayb

gümüş

Kayıtlı Üye
Katılım
11 Kas 2010
Mesajlar
1,683
Tepkime puanı
252
Gayb, bilinmeyen demektir. Allah’tan başka kimse bilmez mealindeki ayet bu hakikati ihtar etmektedir.

Cin suresi 26. ayette Gaybı ancak Allah’ın bileceği ifade edilir. Ancak devamındaki ayette ise, razı olduğu kullarına gelecek ve geçmişten bilgiler vereceği haber verilir. Demek ki, Allah bildirirse Allahın sevgili kulları da bilebilir.

Öyleyse "Gaybı ancak Allah bilir" sözünü Allah bildirmezse kimse gaybı bilemez diye anlamak gerekir. Nitekim peygamberimiz kendinden sonra olacak ve önceden olmuş bazı olayları Allah’ın izniyle haber vermiştir.

Evet Allah kendi iradesi gereği bir sevgili kuluna ( Peygamber veya evliyaya ) gaybı bildirebilir. Bu zat-ı muhteremler de kablel-vuku bir hadiseyi haber verebilir. Yani bir hadise daha vuku bulmadan önce Allah başkalarına da bildirebilir. Bu durum Allah’ın hür iradesinin de delilidir. Şayet Allah’tan başka kimse bilmez, deyip peygamber ve evliyalarında gaybı bilemediğini iddia etsek o zaman hem ayetin sıhhatine de zarar vermiş hem de Allah’ın iradesinin de kayıtlanması anlamında bir fikri peşinen kabullenmiş olacağız. Bu ise, bizim itikatımıza terstir.

Vahiy sadece peygamberlere gelir. İlham ise Allah'ın veli ve sevgili kullarından herkese gelebilir.

GAYB, duygu ve ilimde veya varlık âleminde hazır olmayan demektir. Birçok şey hadd-i zatında, varlık âleminde, görünen âlemde hazır olduğu halde birbirlerine göre gaip olur. Mesela bir kimsenin kalbindeki kendisine göre hazır olduğu halde başkasına göre gayp olur ve o kalp onun, başkasına göre gaybıdır. Yani mutlak mânâda gayb değil, başkasına göre gaybtır. Aslında mevcut ve hazır olduğu için doğrudan doğruya veya işaret ve izlerinden bilinmek şanıdır. Allah, henüz varlık âlemine gelmeyen, işaret ve izleri de bulunmayan ve bazılarına göre gayp olan şeyleri bildiği gibi, henüz vücuda gelmemiş olanları da bilir. Ona göre gayp yoktur. Fakat o kendi gaybını, -yani bütün varlıklara göre mutlak gayp olan ve Bâtın (yani gizlilikleri bilen) isminin ortaya çıktığı yer olan kendi ilmini- kimseye açmaz. Açık ve kesin şekilde gösterecek kesin bir keşf ile gaybını kimseye açmaz. Onun için ne insan, ne cin, ne melek ne de bir başka varlık mutlak gaybı yakînen bilmez. Böyle olması izafi gayb (göreli gayb)a dair bazı bilgiler edinilebilmesine aykırı olamayacağı gibi, rüya, ilham, keramet veya gizli bazı sebeplerle mutlak gayba dair bazı şeyler sezilebilmesine de aykırı değildir. Bununla beraber bunların hiçbiri zan ve kuruntudan arınmış tam bir keşf ve ortaya çıkarma mânâsına kesin bir ilim olamaz. Bundan dolayıdır ki olaylar üzerinde cereyan eden bilimsel araştırma ve buluşların, delile dayanarak mantıkî neticeler çıkarmanın bile yarın için hükmü bir kıyastan öte geçemez. Matematiksel bir kesinlik ifade etmez. Dış görünüşe göre düşünüp fikir yürütmek başka; meydanda, açık olmak yine başkadır. Yüce Allah henüz vücuda çıkarmamış olduğu gaybını kimseye açmaz, açığa çıkarmaz.

Ancak elçileri içinde seçip dilediği bir elçi hariç. Dilerse ona gaybından bazı şeyleri açar. Henüz varlık âlemine gelmeyen şeyleri açıkça bildirir. Bunlar onun ya elçiliğinin ilkeleri ve delilleri olan mucizeleri veya yükümlülükleri, hükümleri ve yaptırımları gibi elçiliğin temelleri ve gayeleriyle ilgili bilgiler olur. Bu durumda da yine o elçi gaybı bilmiş olmaz. Kendisine haber verilmiş, bildirilmiş olanı bilir. Onun için o kıyametin kesinlikle olacağı bildirilmemiş, "De ki, onun ilmi ancak Allah katındadır."(Ahkaf, 46/23) buyurulmuştur. Fakat o elçi kendisine gayptan gösterilen şeylerin, cin ve şeytan işi kuruntu ve hayaller olmayıp da Allah tarafından bir gerçek olduğunu nasıl bilir? Bunu açıklamak için buyruluyor ki, Çünkü Allah o gaybı gösterirken O elçinin önünden ve arkasından, her tarafından gözetecek bir takım gözetleyici melekler dizer. Onlar, o ilâhî sözler indirilip açıklanırken ona gizli bir şey karıştırılmaması; cin ve şeytan gibi sokulup aldatabilecek diğer yaratıklar tarafından bir müdahale ve karışma olmaması için gözetir, sokulmak isteyenleri yukarda açıklandığı üzere ateşi andırır kıvılcımlarla yakarlar. Onun için Allah kelâmı, gizli bir noktası kalmaksızın elçiye açık bir biçimde, korunmuş olarak gelir. Bu nedenle o sırada cinler, şeytanlar ona bir şey karıştıramaz. Ancak o gözetleyicilerin dizilişinden uzaktan uzağa sezer, kulak hırsızlığı türünden bir şey çalmak ve bununla kahinlik yapmak için sokulmaya çalışırlar. Lakin yanaşıverenler, onları yakacak bir alev, apaçık bir kıvılcım ve delip geçen parlak ışık ile taşlanıp uzaklaştırılırlar ki, bu özellik, Hz. Muhammed (s.a.v)'in peygamberliğine mahsus olan şihâb (parlak alev) mucizesidir. (Hak Dini Kur’an Dili, Cin Suresi 26 ve 27 ayetlerin tefsiri)

İbadet, hayatın gayesidir. İbadetten maksat Allah’ın rızasını ve sevgisini kazanmaktır. Ancak ibadet bir kalıplar ve şekiller bütünü değildir. O şekil ve kalıpların ardındaki mana, ibadetin özünü teşkil eder. “Kulun Rabb’ine en yakın olduğu an secde anıdır.” hadisi bu hakikati anlatır. İbadet sadece ödenmesi gereken bir borç da değildir. O, minnet, şükür, sevgi ve vefanın sembollerle ifade edilişinin adıdır. Bu sebeple ibadette kul ile Ma’bud arasında yoğun bir alışveriş söz konusudur. “Bana dua edin, ben de duanıza karşılık vereyim.” (Gâfir, 40/60) ayet-i celilesi bunu anlatmaktadır. Kul isteyecek, Allah verecek, kul O’na bir karış yaklaşacak, O buna daha büyük bir adımla karşılık verecek, kul O’na yürüyecek, O buna koşarak mukabele edecektir. Bu alışverişlerin sonunda bir yaklaşma ve yakınlaşma meydana gelecektir. Yakınlaşma kulun, kendi eksiğinin, kusurunun ve ihtiyacının farkına vararak Rabb’inin büyüklüğünü, kudretini ve kusur ve noksandan münezzehiyetini idrak ederek O’nu tanıma noktasına ulaşacaktır. Kul o zaman Rabb’inden başka sığınacağı bir melce, derdini açacağı bir makam ve hemhal olacağı bir dostun olmadığını anlar. Bu seviyeyi yakalayabilen kul, “Allah dostu” veya “velî” olarak ifade edilir. Halk arasında “evliya” olarak bilinen kelime “veli” kelimesinin çoğuludur. Allah’a dost olma makamına da “velâyet” denir.

Bu seviyeyi elde edebilen insanlar hem Kur’an’da hem hadis-i şeriflerde övülmüştür. “Allah’ın velî kulları için korku ve tasalanma söz konusu değildir. Velîler o kimselerdir ki O’na iman edip, emirlerine aykırı hareketlerden sakınırlar.” (Yunus, 10/62-63) ayet-i kerimesi ve “Her kim benim bir dostuma düşmanlık ederse, ben de ona karşı harp ilan ederim...” (Buhari, Rekaik, 38) kudsi hadisi bunun öne çıkan örnekleridir. Elmalılı Hamdi Yazır, söz konusu ayetin tefsirinde “Evliyaullah” kelimesini, “Allah’a dost olanlar, Allah için dost olanlar ve Allah için birbirine destek olanlar” şeklinde tarif eder. Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine “Evliyaullah”ı soran birisine şöyle cevap vermişlerdir: “Onlar öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah’ı hatırlatırlar.” (İbn Mace, Zühd, 4)

Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte ise Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Allah’ın kullarından birtakım insanlar vardır ki, enbiya değiller, şehit de değiller; ama kıyamet gününde Allah katındaki makamlarından dolayı nebiler ve şehitler kendilerine imrenerek bakacaklardır. Bunun üzerine oradakiler, “Bunlar kimlerdir ve ne gibi ameller yapmışlardır, bize bildir de biz de onlara sevgi ve yakınlık gösterelim.” dediler. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Bunlar öyle bir topluluktur ki aralarında ne akrabalık, ne ticaret ne de başka bir dünya menfaati olmaksızın birbirlerini sadece Allah için severler. Vallahi yüzlerinde bir nur vardır, kendileri de nurdan minberler üzeredirler. İnsanlar korktukları zaman bunlar korkmazlar, insanlar mahzun oldukları zaman bunlar hüzünlenmezler.” buyurdu ve ardından Yunus Suresi’ndeki 62-63. ayeti okudu. (Hâkim, Müstedrek, IV, 170)

Bu manâda veli olabilmenin bazı şartları vardır. Bu şartların başında hiç şüphesiz İslam’ın vazgeçilmez emirlerini yerine getirmek ve yasak olan şeylerden kaçınmak gelir. Bunu “Allah’ın kulları için belirlediği hudutlara saygılı olmak” şeklinde de ifade edebiliriz. Bu hudutlara saygıyı bazıları çile çekerek, bazıları zikir ve ibadette derinleşmekle süslemiş, böylece bedene ait uzaklığı aşarak “Kalp ve ruhun hayat derecesine yükselmişlerdir”. Bu insanlar, kulluk yolunda sürekli farklı şeyler duymuş, farklı şeyler hissetmiş, farklı bir mertebede yaşamış ama bunların hiçbirini bir fevkalâdelik saymamışlardır. Onlar bu farklılıklara Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine birer lütfu ya da imtihanı olabileceği nazarıyla bakmışlardır. Bu örnek insanlar, Allah’a ulaşma ve O’na dost olma gayretlerinde hiçbir beklenti içine girmemiş, ibadetlerindeki derinleşmelerini havada uçmaya, suda yürümeye bina etmemişlerdir. “Dini yalnız O’na has kılarak Allah’a kulluk et.” (Zümer, 39/2) emri gereği dini de, diyaneti de halisane yalnız O’na tahsis ederek ömürlerini Allah’a kullukla geçirmişlerdir.

Bu yol, sadece velilerin değil, Allah’a kul olma şerefini yaşamak arzusundaki herkesin izlemesi gereken bir yoldur. Bize düşen, kulluk adına vazifemizi eksiksiz yapmaktır.
llah dostları gaybı bilmezler…

Bazı veliler, kendilerinin veli olduklarını bilmezler. Bediüzzaman, bu durumu “Evliyâullah Allah’ın bildirdiği şeyleri bilirler. Allah bildirmezse bilmediklerine delil, Ashab-ı Kiram arasındaki kavgalardır.” diyerek açıklıyor. Demek ki bir insan “veli” bile olsa Allah bildirmeyince bilmez. Öyleyse, her devirde fertler içinde çok büyük veliler olabilir. Allah bildirmezse o kişiler veliliklerini bilmezler. Gaybı bilen sadece Allah’tır. Allah dostlarının gayb gibi görünen bazı bilgileri vermeleri, kendilerinden değil tamamen Allah’ın onlara bildirmesiyle olmaktadır. Bu hassas noktayı göz önüne almadan o insanların gaybı bildiklerini zan ve iddia etmek, herhalde en çok Allah dostlarını üzecek bir şirk ifadesidir. Bu durum onlar hakkında Allah’ın ayrı bir lütfu ve ihsanıdır.

Allah dostlarını sevmek, bir Müslüman için özgüven kaybına yol açmaz. Aksine, onları gören ve tanıyan insan, kendisinin de onlar gibi olması gerektiği düşüncesiyle kulluk yolunda daha çok gayret eder. Eğer öyle bir özgüven kaybı söz konusu olsaydı, Cenab-ı Hak, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e ve diğer bütün peygamberlere yüzlerce mucize ihsan etmezdi.

Burada biz Müslümanların dikkat etmesi gereken en önemli husus, şirke düşme tehlikesidir. Çünkü Allah dostları da bizim gibi fani insanlardır. Onlarda görülen bazı özellikler, yukarıda da ifade edildiği gibi, tamamen Yüce Allah’ın bir ihsanıdır. Kendilerinden değildir. Onlarda olanı kendilerinden bilmek ve Allah’tan isteyeceğimiz şeyleri onlardan istemek ve beklemek bizi farkında olmadan şirke götürebilir. Her şeyde olduğu gibi sevgi ve alakada da dengeli olmak ve o insanlardaki güzelliğin asıl sahibine (celle celâluhu) yönelmek, kulluk anlayışımızın temeli olmalıdır.


Süleyman Sargın
 
Ü

Üye silindi 56746

Gayb kelimesini "sadece Allah'ın bildiği şeyler" olarak sınırlamıyorum. bildiğimiz her bilgi bilinmeyen başka bir bilgiye kapı açıyor; gayb bence "bilginin sınırsızlığı" demek.

Allah bize her an gaybtan haber veriyor aslında, en basiti şu forumda vakit geçirdiğimiz her an bilgi ediniyoruz, her an farklı alemlere gidiyoruz. Biz bir gün öleceğiz, Allah'ın bildirdikleri başka insanlar aracılığıyla bilinmeye devam edecek.

Allah bilinmek istiyor, bildirdiklerinin de bilinmesini istiyor. Bilmek konusunda kendimizi sınırladıkça Allah'ın bildirebileceklerini sınırlamış oluyoruz. Bilginin deniz derya olduğu forumdan bildiriyorum. :alien:
 
Ü

Üye silindi 58480

Yeni başlayanlar için gayba inanmak demek: çok biliyorsun ama tamamını bilmeden konuşuyorsun demektir.

Yani gayba inanmak demek; her zaman kişide biraz daha genişleyebilme kapasitesi açmak demektir.

Gayba inanmayan kendi bilgisi üzerinden illa birgun yanılmaya mahkumdur. Hatta gayb payı bırakmayan insan kişisel gelişimine de kota koymuş olur.

Dinde gayba inanmak kişiye sonsuzluk yolunu da açar.
 
Ü

Üye silindi 58480

Asıl hayat yıldızlarda yaşanıyor. Biz yıldızların sinir uçlarıyız.

Ibni Arabi der ki: Bir menzilde yaptığınız birsey 28 menzile yansır. Gayba inanmak demek öğrenme payı bırakmak demektir.
 

Impulse

Kayıtlı Üye
Katılım
25 Tem 2019
Mesajlar
325
Tepkime puanı
340
Gayb, ikiye ayrılır.

Dünyanın öbür ucunda neler olup bittiğini bilmiyorum ve şu an hepsi benim için gaybi bilgi. Bu izafi gaybdır. Kişiden kişiye değişir. Benim bilmedigim bana gaybdır, başkasına degil.

TV, internet gibi iletişim araçları bu minvalde gaybdan haber verirler.

İkincisi hakiki gaybdır ki ; "Gaybı Allah tan başkası bilmez" ayetiyle de geçmiş, gelecek, ahiret yurdu, kalp topyekün her şey kastedilir.
Öyleki gaybın da gaybını Allah bilir.
Ancak;
Allah dilerse bu tür hakiki gayba dair bilgileri kendisini dost edinen kullarıyla paylaşabilir
Çünkü sır ancak dosta açılır. Kime dost olursan onun sırrına malik olursun. Allah a yani malikül mülk olana dost ol ki kainatın sırları sana da açılsın.
***
İslam dan önceki kadim zamanlarda ise durum bir cihetiyle farklılık arzediyordu.

Tefsirlerde anlatıldığına göre, cinler öteden beri göklerde dolaşır, oradaki melek vb. varlıkların konuşmalarını dinlerler, aldıkları bilgilere kendilerinden de yorumlar katarak onlarla irtibat kuran kâhinlere anlatırlardı.

O yüzden dünyadaki kadim öğretiler ve gizli ilimler islam öncesinde daha çok revaçtaydı. Halk bu insanların etrafında pervane idi.

İlk vahiyle birlikte Allah tarafından cinlerin gökleri dinlemesine izin verilmedigi âyetle bizlere bildirilir ve böylece hakiki gayba muttali olabilenler yalnız ve yalnızca
Allah ın dilediği kullarından başkası olmaz.
 
Üst