İtiraf etmek dini açıdan da yüzyıllardan beri uygulanan bir ritüel.
İlk İtiraf Hristiyan teolog St. Augustine'den gelir, Roussae ve ardından Tolstoy...
Bir genç tarafından kurulan itiraf.com gibi bir sitede de itiraf etmek cinsel suçların itirafına dönüşüyor günümüzde.
Tolstoy'un İtirafları bu anlamda epey farklı. Tolstoy yaşamı sorguladığı eserinde, neden yaşıyoruz"a bir yanıt aramış.
Teistler neden yaşadıklarının yanıtını kolayca bulurlar, özgür olmayan bir yeryüzünde özgür bir ahiret inancına ulaşmak için verilen mücade olarak tanımlarlar yaşamın anlamını.
Oysa inançsızlar için hal bambaşka. Bilime inananlar "yaşamanın anlamı" nedir sorusunu sorarlar acı ve ıstırapla...
Ben böyle bir soru sormayacağım çünkü ne fenni ne de beşeri bilimlerin veremediği ve asla da veremeyeceği yanıtı aramıyorum.
"Farkındalık" ile ilgili benim meselem.
Farkındalık kavramını Tolstoy küçük bir doğu masalıyla örnekliyor:
Bir gezginle, çölde karşı karşıya geldiği yırtıcı hayvanları anlatan o şark masalını bilmeyen var mı?... Gezgin, yırtıcı bir hayvandan kurtulmak amacıyla susuz, kör bir kuyuya atar kendini...Kuyunun dibinde bir ejderha görür, ejderha adamı yutmak için ağzını açmıştır. Yırtıcı bir hayvan tarafından parçalanmamak için yukarı çıkmaya cesaret edemeyen ama ejderha tarafından da yutulmamak için aşağıya atlayamayan bu zavallı, kuyunun duvar taşları arasında yetişen bir dalı yakalar ve ona tüm gücüyle tutunur. Az sonra elleri uyuşur ve kendini her iki tarafta bekleyen felaketin kucağına düşeceğini hisseder fakat hala sımsıkı yapışmış halde dalda durmaktadır. O esnada biri beyaz biri siyah iki farenin, zavallının tutunduğu dalın çevresinde dolaşıp, dalı kemirmekte olduklarını görür. Artık yalnızca birkaç dakikası kalmıştır, dal kopacak ve o da ejderhanın ağzının içine düşecektir...Gezgin bunu görür ve kurtulma şansı olmadığını bilir. Ama havada debelendiği sürece, çevresine bakınmaktadır. Çalının yapraklarında bal damlaları görür, dilini uzatıp bunları yalamaya koyulur."[/COLOR]
İster inanan isterse inanmayanlar olsun, ejderhaların (ölümün) kaçınılmazlığını hepimiz biliyoruz. Üstelik fareler de, bal da var, mutluluk ve keder diyelim...
Buna rağmen neden yaşıyoruz?
Yaşamın anlık kırılmaları, dönemeçleri bizi bir anda eskisinden farklı yapıyor, bu fark müsbet de değil üstelik...Kimi kuluçkaya yatmış bir düşüncenin bir anda yanardağ gibi patlaması, kimi de gerçekten kalın bir kabuğun sıkı bir balyoz darbesiyle paramparça edilmesiyle katmanların bir bir öze doğru dağılması olabilir...
Bir masalcık daha; balıkla bilgenin anlatısı...Balık karada yaşamayı öğrenmek için bilgeye yakarır; bilge 'karada yaşamayı öğretirsem bizim gibi olursun ve artık asla yüzemezsin' der, balık diretir ve illa da karada yaşamak ister...Bilge balığa bildiklerini öğretir ve tıpkı bir insan gibi balık artık karada yaşamaya başlar, bir gün öyle çok yağmur yağar, öyle çok yağmur yağar ki, heryer suyla dolar; balık bu kez düştüğü suda boğulur!
Bir dakika önce en büyük hakikatmiş gibi gelen her şey, bir dakika sonra dünyanın en büyük safsatası haline gelebilir! Alıştığımız her şey bir an gelir ki, tüm bildiklerimizi yok eder!
Nietzsche derinlikli bunalımlara düşen insanlar hakkında saptamalarda bulunurken: bebeklik-çocukluk dönemlerinde onlara öğretilen; örf, adet ve yaşam normlarıyla, ergenlik ve geç-ergenlik dönemlerinde felsefî düşüne bulaşan insan aklının, iki dönemi arasındaki uçurumu ne denli dipsiz ve genişse, artık kişinin yaşamının o denli acılı ve hüzünlü olacağından söz eder.
Gerçekten de yaşam da bu dönemeçlerdeki safsatalarla çarpar suratımıza acımadan!
Kimi için bir aşktır o dönemeç: Salome'ye aşkı Nietzsche'yi hastalıklı denecek kadar tiksindirmiştir kadın(lar)dan, ardından da tüm insanlardan ve nihayet yaşamdan...Kimi için yaşadığı kirli, yapışkan yığınların üzerine yüklediği taşınamaz sorumluluktur : Cesur ve korkusuz Hz.Ali'nin, Muhammed'siz kalakaldığı o boşlukta; cesaretsiz, soluksuz kalıp kör kuyulara içini döktüğü gibi...
Kimi için en sevdiğini ölümle kaybetmektir: Tolstoy'un soluk benizli, ahlaklı ve masum ağabeyini kaybetmesi gibi...
Dışsal ve içsel dünyanın, terazinin iki kefesinde salındığını hayal edersek, bir diğeri "genişledikçe" ötekinin hafiflediğini görürüz! Hafiflemek önemini kaybetmektir. Dışsal dünya, yaşamsal lükslerimizse; içsel dünya manevi farkındalıklarımızdır. Lükslerimiz arttıkça farkındalığımız önemini kaybeder, keskinleşemez. Her ikisi de tehlikelidir aslında, Tolstoy'un dediği gibi "doğmamış olmak ne büyük ödül"!
İlk İtiraf Hristiyan teolog St. Augustine'den gelir, Roussae ve ardından Tolstoy...
Bir genç tarafından kurulan itiraf.com gibi bir sitede de itiraf etmek cinsel suçların itirafına dönüşüyor günümüzde.
Tolstoy'un İtirafları bu anlamda epey farklı. Tolstoy yaşamı sorguladığı eserinde, neden yaşıyoruz"a bir yanıt aramış.
Teistler neden yaşadıklarının yanıtını kolayca bulurlar, özgür olmayan bir yeryüzünde özgür bir ahiret inancına ulaşmak için verilen mücade olarak tanımlarlar yaşamın anlamını.
Oysa inançsızlar için hal bambaşka. Bilime inananlar "yaşamanın anlamı" nedir sorusunu sorarlar acı ve ıstırapla...
Ben böyle bir soru sormayacağım çünkü ne fenni ne de beşeri bilimlerin veremediği ve asla da veremeyeceği yanıtı aramıyorum.
"Farkındalık" ile ilgili benim meselem.
Farkındalık kavramını Tolstoy küçük bir doğu masalıyla örnekliyor:
Bir gezginle, çölde karşı karşıya geldiği yırtıcı hayvanları anlatan o şark masalını bilmeyen var mı?... Gezgin, yırtıcı bir hayvandan kurtulmak amacıyla susuz, kör bir kuyuya atar kendini...Kuyunun dibinde bir ejderha görür, ejderha adamı yutmak için ağzını açmıştır. Yırtıcı bir hayvan tarafından parçalanmamak için yukarı çıkmaya cesaret edemeyen ama ejderha tarafından da yutulmamak için aşağıya atlayamayan bu zavallı, kuyunun duvar taşları arasında yetişen bir dalı yakalar ve ona tüm gücüyle tutunur. Az sonra elleri uyuşur ve kendini her iki tarafta bekleyen felaketin kucağına düşeceğini hisseder fakat hala sımsıkı yapışmış halde dalda durmaktadır. O esnada biri beyaz biri siyah iki farenin, zavallının tutunduğu dalın çevresinde dolaşıp, dalı kemirmekte olduklarını görür. Artık yalnızca birkaç dakikası kalmıştır, dal kopacak ve o da ejderhanın ağzının içine düşecektir...Gezgin bunu görür ve kurtulma şansı olmadığını bilir. Ama havada debelendiği sürece, çevresine bakınmaktadır. Çalının yapraklarında bal damlaları görür, dilini uzatıp bunları yalamaya koyulur."[/COLOR]
İster inanan isterse inanmayanlar olsun, ejderhaların (ölümün) kaçınılmazlığını hepimiz biliyoruz. Üstelik fareler de, bal da var, mutluluk ve keder diyelim...
Buna rağmen neden yaşıyoruz?
Yaşamın anlık kırılmaları, dönemeçleri bizi bir anda eskisinden farklı yapıyor, bu fark müsbet de değil üstelik...Kimi kuluçkaya yatmış bir düşüncenin bir anda yanardağ gibi patlaması, kimi de gerçekten kalın bir kabuğun sıkı bir balyoz darbesiyle paramparça edilmesiyle katmanların bir bir öze doğru dağılması olabilir...
Bir masalcık daha; balıkla bilgenin anlatısı...Balık karada yaşamayı öğrenmek için bilgeye yakarır; bilge 'karada yaşamayı öğretirsem bizim gibi olursun ve artık asla yüzemezsin' der, balık diretir ve illa da karada yaşamak ister...Bilge balığa bildiklerini öğretir ve tıpkı bir insan gibi balık artık karada yaşamaya başlar, bir gün öyle çok yağmur yağar, öyle çok yağmur yağar ki, heryer suyla dolar; balık bu kez düştüğü suda boğulur!
Bir dakika önce en büyük hakikatmiş gibi gelen her şey, bir dakika sonra dünyanın en büyük safsatası haline gelebilir! Alıştığımız her şey bir an gelir ki, tüm bildiklerimizi yok eder!
Nietzsche derinlikli bunalımlara düşen insanlar hakkında saptamalarda bulunurken: bebeklik-çocukluk dönemlerinde onlara öğretilen; örf, adet ve yaşam normlarıyla, ergenlik ve geç-ergenlik dönemlerinde felsefî düşüne bulaşan insan aklının, iki dönemi arasındaki uçurumu ne denli dipsiz ve genişse, artık kişinin yaşamının o denli acılı ve hüzünlü olacağından söz eder.
Gerçekten de yaşam da bu dönemeçlerdeki safsatalarla çarpar suratımıza acımadan!
Kimi için bir aşktır o dönemeç: Salome'ye aşkı Nietzsche'yi hastalıklı denecek kadar tiksindirmiştir kadın(lar)dan, ardından da tüm insanlardan ve nihayet yaşamdan...Kimi için yaşadığı kirli, yapışkan yığınların üzerine yüklediği taşınamaz sorumluluktur : Cesur ve korkusuz Hz.Ali'nin, Muhammed'siz kalakaldığı o boşlukta; cesaretsiz, soluksuz kalıp kör kuyulara içini döktüğü gibi...
Kimi için en sevdiğini ölümle kaybetmektir: Tolstoy'un soluk benizli, ahlaklı ve masum ağabeyini kaybetmesi gibi...
Dışsal ve içsel dünyanın, terazinin iki kefesinde salındığını hayal edersek, bir diğeri "genişledikçe" ötekinin hafiflediğini görürüz! Hafiflemek önemini kaybetmektir. Dışsal dünya, yaşamsal lükslerimizse; içsel dünya manevi farkındalıklarımızdır. Lükslerimiz arttıkça farkındalığımız önemini kaybeder, keskinleşemez. Her ikisi de tehlikelidir aslında, Tolstoy'un dediği gibi "doğmamış olmak ne büyük ödül"!