aris
Kayıtlı Üye
Egoizmin Gerekliliği
Gazeteci Anchorman Vladimir Molchanov’un
Kabalist Micheal Laitman ile Röportajı
5 Nisan, 2007
V. Molchanov: Ben, bir Rus gazeteciyim. Bugün, İsrail’de; doktoralı bir biyo-sibernetik uzmanı, ontoloji ve bilgi teorisi profesörü ve ünlü bir Kabalist olan, Micheal Laitman’a konuk oldum.
Mesleğim olan gazeteciliği pek saygın bulduğumu söyleyemem. Ama, en azından bana dünyayı dolaşma ve günlük yaşamımda tanıma fırsatı bulamayacağım, çok ilginç insanlarla karşılaşma fırsatı veriyor.
Müziğe olan ilgisi sebebiyle çok tanınmış bir yer olan, Moskova’ya 100 km uzaklıktaki ‘‘Eski Ruza’’ kasabasında büyüdüm. Bu kasabada Ruslar, Yahudiler, Ermeniler, Gürcüler ve Türkler yaşardı. Çocuklar, hep birlikteydiler. Hangi milliyetten olduğumuz hiç konu edilmezdi. Ne zaman ve hangi vesileyle, ilk defa Rus olduğumu hissettiğimi hatırlamıyorum. Maalesef, bir şeyler bu duyguyu harekete geçirdi.Size, ilk defa ne zaman ve hangi vesileyle Yahudi olduğunuzu hissettiğinizi sorabilir miyim?
M. Laitman: Büyük ihtimalle üniversitedeki çalışmalarımı bitirmek üzere olduğum ve geleceğimi düşünmeye başladığım dönemdedir. Canlı organizmaların işleyişini ve içsel programını yani nasıl düzenlendiklerini ve ne şekilde işlediklerini araştıran bir bilim dalı olan medikal sibernetik ile ilgileniyordum.
Bunun, Rusya’da gizli tutulan bir konu olduğunu sonradan farkettim. Bu alanda çalışan insanların arasına girmem çok zordu. Bir kan nakli enstitüsünde çalıştığım dönemde, St. Petersburg Askeri Tıp Akademisi’nde bu konuda çalışan bazı araştırmacılarla iletişimim oldu. Sonunda, orada, benim ilgimi çeken sorulara cevap aranmadığını anladım. Yaşamın anlamı gibi bir kavramın derinlemesine incelenip anlaşılmasına, bu klasik, temel bilimlerdeki gelişmeler bile olanak vermiyordu.
Çalışmalar, canlı organizmaların nasıl işlediğinden ibaret. Daha fazlası yok. Bir organizmanın, neden belli bir şekilde düzenlenmiş olduğunu, yaradılırken bilhassa o şekilde programlanmış oluşunun altındaki sebebi öğrenmiyorlar. Halbuki ben, herşeyden çok bunu anlamak istiyordum. Başka fırsatlar aramam gerektiğini anladım ve göç ettim.
Bugün bile, kendimi özellikle ya da sadece Yahudi gibi hissettiğimi söyleyemem. Üst Dünyalar’ı ve dünyamızı yöneten güçleri inceleyen bir bilim olan Kabala’yı çalışıyorum. Kabala, tüm insanlığın gelişimini ve varoluşunun amacını öğretir. Dolayısıyla, İsrail’de yaşıyor, çalışıyor ve derslerimizi tüm dünyaya buradan yayımlıyor olduğum halde, bu bilim, kendimi, dar bir milli çıkarlar çemberi ile sınırlamama izin vermiyor.
V. Molchanov: Kabala çalışmalarınıza, burada, İsrail’de mi başladınız, yoksa St. Petersburg’da zaten çalışıyor muydunuz?
M. Laitman: Hayır. St. Petersburg’da iken Kabala hakkında hiçbir şey bilmiyordum.
Molchanov: Yaklaşık yedi yılımı, Nazi suçlularını araştırmakla geçirdim. Bir tanesi onbeş sene hapis yatmıştı ve bir diğeri New Jersey’de, bir Yahudi savunucuları cemiyeti tarafından havaya uçuruldu. Sonra araştırmalarıma ara verdim. Son iki senedir, eşimle birlikte, Yahudiler’le ilgili çok ciddi projelerde yer aldık. Biri, ‘‘Riga Gettosu Melodileri’’ isimli bir sinema filmi. Diğer proje, Babi Yar olaylarının 65. yıldönümü vesilesiyle, Kiev’de sahnelenen bir tiyatro oyunu.
Gettodan sağ kurtulmuş altı esir, halen Riga’da yaşıyor. Beş tanesini filme aldık. Altıncısı, artık yataktan çıkamıyordu. Esirlerden biri olan Mendel Bash, önemli bir bando şefi ve bir konservatuarda profesör imiş. Tüm ailesini gettoda kaybetmiş olan Bash, bir röportaj esnasında, şu sözleri defalarca tekrarladı: ‘‘Tanrı, nerdesin?’’ Dindar insanların duygularına saygı duyuyor, ama kendisi artık Yaratan’a dua edemiyor.
Sizin bakış açısına göre, Yaratan, o korkunç zamanlarda O’na yalvaranların dualarına niçin cevap vermedi?
M. Laitman: Tarihte, Yaratan’ın, insanların dualarına karşılık verdiğine dair tek bir örnek bile yok. İnsanlık tarihini iyice inceleyecek olursanız, acıdan kaçmanın tarihi olduğunu görürsünüz. Ve bu kaçış bugün de devam ediyor. Ve neden yalnızca Yahudiler için böyle olsun ki. Bütün milletlerin durumu budur.
Doğanın planını, yani Yaratan’ın planını çok iyi anlamamız gerekiyor. O zaman belki, olup bitenlere ve gelecekte bizi nelerin beklediğine dair sorularımıza cevap bulabiliriz. Ancak, ben tarihte hiç ‘‘aydınlık (ışıklı)’’ bir dönem göremiyorum. Sadece, insanların acı çekmediği, dinlenmede olduğu birkaç kısacık dönem var o kadar. Bize merhametli davranan bir Yaratan göremiyorum. Yalnızca Yahudiler’den de bahsetmiyorum. Genel olarak tüm insanlığın durumu bu.
Olup bitenlerden anladıklarımızı Yaratan’a yüklemeyi bırakmamız geektiğini düşünüyorum. O’nun eylemlerinin kendine has bir program var. Yaratan; bütün evreni kaplayan, herşeyin hakimi olan ve evreni belli bir düzenle yöneten Doğa ya da Üst Güç’tür. Biz, bu düzeni bilmiyoruz. Ne başını, ne ortasını ne de sonunu bilmiyoruz. Biz, bu dünyada irademiz dışında bulunuyoruz. Ancak, Doğa’nın bizden ne istediğini öğrenmiş olsaydık, mutlu ve ahenk dolu hissedebilmek için tamamen farklı şekilde davranmamız gerektiğini anlardık
V. Molchanov: Ama insanların, özellikle, acı çektikleri trajik anlarda, Yaratan’a yalvarmaları tipik bir davranış değil midir?
Laitman: Beni Kabala’ya getiren, bunun gibi sorulardı. Canlı organizmaların işleyişini incelediğimizde, her hücrenin ve organizmanın bütününün yaradılışındaki bilgeliği görüyoruz. Bir taraftan, Doğa, bütün birimlerinin iyi, rahat ve düzgün bir şekilde işlemesi ve birbirlerini desteklemesi için çeşitli sistemler devreye sokmuş. Diğer yanda, her birimin, sürekli olarak acı çektiğini ve hayatta kalmak için mücadele ettiğini görüyoruz. Ve sonunda, ölüm var. Yani, canlılar aleminin varlığı, tamamen mantık dışı gibi görünüyor.
Bu soruların cevaplarını Kabala’da buldum. Evrenin varoluşunun temelindeki formülü buldum. Kabalistler, bu kanunları, çok eskiden, Antik Babil zamanlarında açıklamışlar. Doğa’yı ya da Yaratan’ı, bir kanun gibi algılamalıyız. Bir kişi, çatıdan kayıp düşerse, yere çakılacağı kesindir ve hiçbir dua onu bu düşüşten kurtaramaz. Bu kişinin akıbeti, evrensel yerçekimi kanununa uygun olarak gelişecektir. Tüm insanlığa olan da budur. Dünyamızı yöneten kanunları bilseydik, onları doğru kullanarak, çok daha rahat yaşayabilirdik.
V Molchanov: Katliam konusuna dönersek, Yahudiler’in boyun eğişi için bir açıklamanız var mı? Lvov’daki Yanovsky Kampı, Riga gettosu ve Baby Yar hikayelerini çok iyi biliyorum. Bana, Yahudiler’in neden itaatkar bir şekilde katledilmeye gittiklerini açıklayabilir misiniz? Neden, kendilerini çukurlara dolduran Naziler’in boğazına sarılmadılar?
M. Laitman: Kabala açıklamalarına göre, bu çok doğal. Bu felaketin başlamasından yaklaşık yirmi yıl önce, zamanımızın büyük Kabalistler’inden biri olan Rav Yehuda Aşlag (Baal HaSulam) olacakları tahmin etmişti. İnsanları uyarmış ve Yahudiler’in üzerlerine düşen görevi yerine getirmelerinin gerektiğini yazmıştır. Kaynaşıp bütünleşmiş mutlu bir toplum olmanın, insanlığı mutlak kaderine yakınlaştırmanın ve doğayla uyumlu hale getirmenin yolunu gösteren bilimi, önce anlamaları sonra da tüm dünyaya anlatmaları gerekiyordu.
Onu dinleyen olmadı. Ve maalesef, üzülerek (Baal HaSulam, doğum yeri olan Polonya’yı yirmili yıllarda terk etti) ve açıkça ortaya koyduğu tahmini, gerçek oldu. Doğanın kanunu bir kez yürürlüğe girdiyse, artık yapacak hiçbir şey kalmaz.
V. Molchanov: ‘‘Riga Gettosu’’ filmini çektiğimizde; Yahudiler’le ilgili on ciltlik bir ansiklopedi hazırlamış ünlü bir tarihçi olan Simon Dubnov’un son sözleri beni hayrete düşürmüştü. Ölüm döşeğinde, baş ucundaki Yahudiler’e şöyle dedi: ‘‘Shrayden Iden, Shrayden! (Yazın Yahudiler, yazın!)’’. Yahudiler yazmak zorunda, ama giderek daha az yazıyorlar…
M. Laitman: Maalesef, Yahudiler arasında, geçmiş nesillerin yaptığı gibi insanlığa ilim verebilecek yüksek maneviyat sahibi insanlar kalmadı. Bu durum, Yahudi milletinin, ikibin yıldır yaşadığı ve günümüzde de devam eden, manevi dünyadan sürgününün bir sonucudur. Tapınağın yıkılmasından önce, tüm ulus belli bir manevi seviyeydi. İnsanlar, Üst Güçler’i algılar vaziyetteydi. Şimdi ‘‘Tevrat’’ ya da ‘‘Eski Ahit’’ adıyla işaret ettiğimiz kitaptaki talimatları, hemen hemen herkes anlayabiliyordu. Hem kitabı hem de dünyayı, peygamberlik seviyesinde bir anlayışla idrak etmişlerdi.
Sonraları, bir dönüm noktasına geldiler. Kişiyi; tüm birimleri arasında karşılıklı bir sevgi bağı ve denge duygusu bulunan doğayla, uyumlu hale getiren komşu sevgisi, yerini, insanlar arasında gereksiz bir nefret duygusuna bıraktı. Egoizmin alevlenmesi, Yahudiler’in topraklarından sürülmesine sebep oldu. Önce, maneviyattan bedenselliğe bir sürgün gerçekleşti. Bunun sonucu olarak, bu ülke topraklarından dışarı sürüldüler.
Şimdi, binlerce yıldan sonra, buraya geri dönmemize fırsat verildi. Bu bizim, kaybettiğimiz o manevi seviyeye tekrar yükselme şansımızdır. İnsanlar bunu anlamıyorlar ve anlamak da istemiyorlar. Yahudiler de, diğer tüm milletler gibi, bedensel, egoist seviyede var olmak istiyorlar. Yahudiler’in yaşadıkları, üzerlerine düşen görevi yerine getirmeyişlerinin bir sonucudur.
V. Molchanov: Bazı kitaplarınızı (sanırım otuz tanesini) okudum. Her kitapta, egoizmden kanser diye bahsediyorsunuz. Bu arada, acaba siz bir egoist misiniz?
M. Laitman: Hepimiz öyleyiz!
V. Molchanov: Herkes?! Ve siz de?!
M. Laitman. Evet, ben de. Hepimiz, doğuştan egoistiz. Dünyamızın doğası böyle.
Egoizm, ilk olarak, antik Babil’de ortaya çıktı. Kabala bilimi de arkasından geldi. Bilim dünyası, bu nesilden nesile sürekli olarak büyüyen egoizmin, doğa tarafından, istem dışı bir şekilde, yalnızca insanoğluna verildiğini; cansız, bitkisel ve hayvansal birimlerde var olmadığını söylüyor. Bu, sürekli büyüyen egoizm, bir insanın, diğer varlıkların üzerinde bir seviyeye gelmesi ve kendisine benzer olanlarla, yeniden (geçmişte tüm insanlık tek bir adam gibiydi) bir bağ kurması için gereklidir. Böylece, herkes, bir ailedeki kardeşler gibi olacaktır.
Bunun gerekliliğinin, antik çağda dahi bilincinde olan Kabalistler, Mezopotamya’da o dönemde yaşayan insanlara, yol göstermeye çalışmışlardır. Ancak, sadece küçük bir grup insan, onların yolundan gitmiş ve sonradan da Yahudi milletini oluşturmuşlardır. Geri kalan herkes, egoizm yolunu seçmiştir
Yahudiler, egoizmin pençesine düşmeden önce, binbeşyüz sene kadar, maneviyat seviyesinde kaldılar. Ve şimdi, tersine bir hareket başlamak zorunda. Kabala ilmini, mümkün olduğu ölçüde, geri getirmeliyiz. Bunun, öncelikle, Üst Dünyalar’ı ve maneviyatı (diğer bir deyişle, özgecil seviyeyi) edinmeye geçmişten gelen bir yatkınlığı olan İsrail toplumunda gerçekleşmesi gerekiyor. Sonra da, bu öğretiyi tüm insanlığa ulaştırmaya çalışmamız lazım.
Özel bir zamanda yaşıyoruz. Krizlerle dolu bir zamanda… Krizleri her alanda yaşıyoruz: küresel, ekolojik, siyasi, kültürel, bilimsel vs… Toplumsal düzeydeki krize bir bakın! Tüm bunların tek amacı, kişiye, varoluşunun özünü değiştirme ihtiyacını hissettirmek ve onu, egoizmin kötülüğünü farkedip değişmeye zorlamaktır.
Bütün sorun, insanlığın bunu nasıl yapacağını göremiyor olması. Birçok, uluslararası toplantıya katılıyorum. Görüyorum ki, herkes, yanlış gidişimizin farkında. Fakat, insanlığın; doğasını, nasıl ve hangi araç ya da gücü kullanarak değiştirebileceğini bilmiyorlar.
Hepimiz egoistiz. Ancak, Kabala çalışarak bunu değiştirebiliriz. İnsanlığı değiştirebilecek olan; üzerimizde tasarruf sahibi, sevgiden mütevellit gücü, yalnızca Kabala bize anlatıyor. Biz, egoist olduğumuz için; zıt özellikte olduğumuz bu gücü, zalim buluyoruz. Bu yüzden, Yaratan bize acımasız görünüyor. Çünkü biz, değişmek istemiyoruz. Yaratan, bize istediğimiz gibi davransın; O’nu egoist emellerimize alet edelim istiyoruz.
V. Molchanov: Olacakları önceden görebilme yetisine yalnızca Kabalistler’in sahip olduğunu söylediniz. Bu iddianız çok ilgimi çekti. Az önce Yahudi Katliamı’ndan bahsettik. Ancak, dehşet verici terör eylemleri, İsrail, Rusya ve A.B.D.’de bugün de hala meydana gelmekte... Siz bir Rav, bir öğreticisiniz. Bir dizi komşu müslüman ülkeden gelen nefret ortamı içinde yer alan İsrail’i, sizce gelecekte neler bekliyor?
M. Laitman: Bu tip tahminlerde bulunmak, aynen, insanlık tarafından bilinen kanunlara tabi diğer olayları tahmin etmek gibidir. Doğa kanunları, mutlak ve değişmezdir. Kutsal kitapların beyanları, hepimiz tarafından, yaşamın esası kabul edilmelidir. İsrail’in insanları, önümüzdeki sekiz-on sene içinde, içsel özelliklerini; egoizmden, ihsan etmeye, nefretten, sevgiye dönüştürmezlerse, Yahudiler’in bu topraklar üzerinde yeri olmayacaktır. Aynen geçmişte olduğu gibi, bu topraklar bizi ‘‘sürecek’’ ve biz burayı terk etmek zorunda kalacağız. Tabi gitmek için çok geç kalmadıysak…
V. Molchanov: “Terk etmek zorunda kalacağız. Tabi çok geç kalmadıysak…” Bu çok korkutucu bir yorum.
M. Laitman: Evet. Bunları ben uydurmuyorum, Kabala söylüyor. Bu topraklar, Araplar’la dolacak. Herşey, binlerce yıl önceki haline gelecek. Sonuçta, güçler dengesine bağlı olarak, dünya da, üçüncü hatta dördüncü dünya savaşlarını yaşayacak.
İnsanlığın, değişme ihtiyacının farkına varması, bunu hayati bir zaruriyet olarak görmesi gerekecek. Ya bunun farkına varacaklar, ya da acı çekecekler. Eğer, doğamızı değiştirmemiz gerektiğini anlamazsak, çok tatsız olaylarla karşılacağımız kesindir.
Yakın gelecekte, Nazi rejimleri, tüm ülkelerde yeniden canlanacak. İnsanlar, ister istemez, Yahudiler’in; dünyanın acıyla ya da mutlulukla yaşamasında belirleyici rolünü hissettiklerinden, doğal olarak, Yahudi düşmanlığı yaşanıyor. Yahudiler de bu durumu derinlerde bir yerde hissediyorlar. Yahudiler’in ölüme neden baş eğdiklerini sormuştunuz. Yaptıkları bir şey yüzünden acı çekmek durumunda kaldıklarını anlıyorlar. Ama, Kabala’yı anlamadıkları için, sebebi de anlayamıyorlar. Bu duyguları, bir çeşit önseziden öteye gitmiyor
Diğer bütün milletlere, ülkelere bakın! Dünyanın neresine giderseniz gidin, Yahudiler’e karşı belli bir negatif tutum görüyorsunuz. Daha önce hiçbir Yahudi ile iletişimi olmamış insanlarda bile, bilinçaltında; Yahudiler’in, ihtiyaç duyduğu bir şeye ulaşmasını engellediği hissi var.
V. Molchanov: Herşeyden çok, Nazi rejimlerinin hemen her ülkede yeniden ortaya çıkacağını açıklamanız beni korkuttu.
M. Laitman: Bu, şimdilerde giderek şiddetlenen krizleri takiben, olacak. Bize, bu krizleri atlatmanın bir yolunu bulacağız gibi geliyor ama içinden çıkamayacağız. İsrailliler’in, diğer dünya milletlerine karıştığı ikibin yıllık sürgün bitti. Şimdi, hem bizim için hem de tüm insanlık için, doğayla denge seviyesine yükselme zamanıdır.
V. Molchanov: ‘‘Yükselmek’’ diyorsunuz, ama yeryüzündeki müslümanların sayısı, liderlerin ‘‘imansız’’dediği insanlara oranla hızla artıyor. ‘‘İmansız’’ ile, seninle ve benimle savaş, Yaratan’ı memnun mu edecek? Buna bir cevap verebilir misiniz?
M. Laitman: Bu, üzerimizde hüküm sahibi olan doğal güçlerin eseri. Hiçbir milleti, hiçbir şekilde suçlamıyorum. Hepsi, yukarıdan idare ediliyor. Dünyamız, Üst Güç’ün idaresinin bir sonucundan başka bir şey değil. Güçler, insanlığı, kötüyü ve egoizmi farketmeye itecek şekilde etkiliyor. Bu sayede insanlar, kendi rızaları ile, değişmeyi istiyorlar.
Bu mekanizma içinde, diğer milletler gibi müslümanlar da rollerini yerine getiriyorlar. Hiç kimseyi suçlamamalıyız. Sonuçta insanlar, doğa kanunlarının gerektirdiği neyse onu yapıyorlar. Ben kimseye nefret duymuyorum. Herşeyin, Yukarıdan, Tek bir güç tarafından idare edildiğini açıkça görebiliyorum.
Yalnızca, dünyayla ya da yakın çevremizle denge içinde olduğumuzda rahat edebiliriz. Zihinsel, ahlaki ve psikolojik olarak doğayla zıt yaratıklarız. Doğa özgecildir. Sürekli ihsan eden bir anne gibidir; bizler ise egoistiz.
Doğayla aynı seviyeye ulaşıp, dengeye gelene kadar, üzerimizde bu etkilerini sürekli olarak hissetmeye devam edeceğiz. Buna, Araplar, Alman faşistleri ya da başkaları vesile olabilir. Bu süreçte, kimlerin ne rol oynacağı önemli değil. Her şekilde, acı çekeceğiz. Doğanın baskısını her daim üzerimizde hissedeceğiz.
V. Molchanov: Az önce, kimseden nefret etmediğinizi söylediniz. Siz böyle olabilirsiniz. Belki, birçok insan da aynı duygular içindedir. Ancak, herkes öyle değil. Gerçekten aklımı karıştıran bir açıklamanız daha var. ‘‘Yaratan’ı seven kişi, şüphesiz, egoizmden tiksinir.’’, demiştiniz. Bu sözünüz, yalnızca kendi dinlerinin doğru olduğunu iddia eden dini liderler için de geçerli mi?
M. Laitman: Dinler, insanoğlunun icadıdır. Bir çeşit psikolojik rahatlama sağlamaktan öteye gitmezler. İnsanlara, acıyla dolu bu dünyada varoluşlarının sebepsiz olmadığına inandırırlar. Hiçbir dayanakları olmadığı halde, gelecek bir dünya için ümitlendirirler.
Ben, dinlere, toplumların icatları şeklinde bakıyorum. İnsan kültüründen başka bir şey değiller. İnsanoğlu tarafından düşünülmüşler ve hiçbir temelleri yok. Kabala ile ya da dünyamızın hakimi olan gerçek Üst Dünya ile de bir alakaları yok. Kabala, bütün dinlerden bağımsızdır.
V. Molchanov: Üçüncü ve hatta dördüncü dünya savaşları ihtimalinden bahsettiniz. Sizce bu savaşların sebebi, inanç farklılığından kaynaklanan nefret mi olacak?
M. Laitman: Hayır. İnanç farklılığından kaynaklanan bir nefret söz konusu değil. İslam da bize gerçek şekliyle gösterilmiyor. Bir takım siyasi ve ekonomik amaçlara alet ediliyor. Bu savaşlar dini değil. Tüm bu savaşlar, içimizde patlak vermiş, son evresini yaşayan devasa egoizmin ürünüdür.
Sosyo-ekonomik yapılanmaların, Rönesans Devri’nin, teknolojik ve kültürel devrimlerin belirleyicisi olan egoizmin, toplam beş gelişimsel evresi var. Son evreye ulaşmış durumdayız. Hiçbir şekilde tatmin olamayacağımızın bilincindeyiz. Dolayısıyla, bir çıkmaza girdik. Artık insanlık, hangi yönde ilerlemeyi seçerse seçsin, parlak ve hoş bir gelecek ümidi taşımıyor.
Ebeveynlerimizden farklı olarak, bizler, çocuklarımızın durumunun bizden daha iyi olacağı inancında değiliz. Hatta, onları daha kötü günlerin beklediğini hissediyoruz. Bu dünyanın bir sona geldiği hissi içindeyiz. Bu, yarı şuurlu yarı şuursuz ümitsizlik hissi, dehşete ve bir çeşit patlama duygusuna yol açıyor. Neticede de savaşa sürüklüyor.
V. Molchanov: Evet, bir nefret patlaması. Profesör, hepimiz insanız ve insanlar için sevgi de nefret de doğal. İsrail’de yaşayan yurttaşlarınız, Itzhak Rabin’i öldürdüklerinde ve Ariel Sharon’un öldürülmesini desteklediklerinde, ne hissettiğinizi çok merak ediyorum. Bu harika küçük ülkede yaşayan bir Yahudi olarak, bu olaylara bir açıklama getirebilir misiniz?
M. Laitman: Buradaki insanlar felaket bir durumda. Bu ülkeye yerleşmeye zorlandılar. Toplumun büyük bölümü, başka bir yerde daha iyi yaşama fırsatları olsa, memnuniyetle gider, diyebilirim. İnsanlar, neden burada olduklarının farkında değiller. Ve, burada yaşamayı seçenler de, yapay, uydurma bir takım ideallerin güdümündeler. Silah zoruyla ya da bir takım yapay manevi değerler sayesinde, bu toprakları ve kendilerini kurtarabileceklerini zannediyorlar.
İnsanlarımız, maneviyatı edinmeleri gerektiğini; kendilerini düzeltip, düzelmenin metodunu tüm insanlığa öğretmek zorunda olduklarını görmekten acizler. Bunu anlamıyorlar.
Dinlerin ortaya çıkış sebebini anlıyor musunuz? Bu, İsrail toplumunun, manevi seviyesinden, bedensel ya da egoist seviyeye düşmesiyle oldu. Yahudiler; doğayla bir oldukları, Üst güçleri ve Üst Dünya’yı algıladıkları manevi bir varoluş metodu yerine, bu dünyayı edinmek istemeye başladılar. Sonuç olarak, bugünün dinlerinden museviliği icat ettiler. Musevilik de hristiyanlık ve müslümanlığa temel oldu. Bugün insan kültüründe mevcut olan herşey, maneviyattan, bedensel seviyede varoluşa düşüşün bir sonucudur. oluşturdular.
Eğer şimdi, İsrail toplumu, bedensellikten maneviyata yükselmede örnek olmaya başlayabilseydi, dini cemaatler ve uluslar arasındaki tüm problemler ortadan kaybolurdu. Neticede, Kabala, günümüzün büyük medeniyetinin kökeni olan, antik Babil’deki o küçük uygarlıkta ortaya çıktı ve hepimizi yeniden, tek bir millet haline getirecek güç de yine Kabala’dır.
V. Molchanov: Sizce, Kabala, ulusal bir mefhuma dönüşebilir mi? Yoksa, milliyet kavramının üzerinde mi?
M. Laitman: Kabala’nın milliyetle bir ilgisi yok. Yahudi ulusu kavramı, ideolojik nitelikte bir kavramdır. Antik Babil’de oluşmuş ve Babil’den çıkıp manevi ilkeler doğrultusunda varlıklarını sürdürmeye devam etmiş olan bir grup insan, zamanla, ‘‘İsrail milleti’’ adını almıştır. Bu grup, maneviyat seviyesinden düştükten sonra da, isimleri aynı kalmış. Ama, bu sadece bir isim.
V. Molchanov: İsrail’deki din adamları sizi nasıl görüyor?
M. Laitman: Bir uzaylı gibi…
V. Molchanov: Gerçekten mi?
M. Laitman: Tabi ki…
V. Molchanov: Peki siz bu ülkede kendinizi bir uzaylı gibi hissediyor musunuz?
M. Laitman: Hayır, bu ülkede değil… Bu onların görüşü. Kabalistler her zaman farklı hissettiler. Tarih boyunca, Kabala, dine parallel olarak, hiçbir şekilde karşı karşıya gelmeden gelişimini sürdürdü. Kabala, dünyayı edinmeye yönelik içsel çalışmalarla; dünyamızın hakimi Üst sistemi algılamak ve edinmekle (imanla değil, marifet kazanmak yoluyla) ilgilendi. Bu, dine aykırı, zıt bir durum.
V. Molchanov: Koyu dindar bir çevrede oturduğunuzu duydum. Bu sizi rahatsız ediyor mu?
M. Laitman: Hayır, sadece birbirimizle hiç muhatap olmuyoruz. Kabala yolu ile dindar insanların (Musevi ya da diğer, farketmez) seçtiği yollar birbirine zıt.
V. Molchanov: Toplumun değişmez kanunları var ve hiç kimse, Bush bile bu konuda bir şey yapamaz, dediniz. Bu kanunlar nelerdir? Stalin ve Hitler tarafından katledilen milyonlarca insan, bu değişmez kanunların sonucunda mı yok oldular? Olanlar, bu kanunların gereği miydi?
M. Laitman: Maalesef evet. Bu kanunlardan bahsedeceksek, duygularımızdan arınmamız gerekir. Dünyamıza etki eden güçlerin nasıl çalıştığını öğrenmemiz gerekir.
Şöyle düşünün: herşeyi kuşatan ve tek olan, tamamen özgecil bir güç, insanlığı, kendisiyle eşitliğe doğru yönlendirmek arzusunda… Her fiziksel kuvvet gibi, bizim duygularımızı önemsemeden, eylemlerini yerine getiriyor. İçinde bulunduğumuz durum işte budur.
İyi kalpli bir Tanrı’dan, duygulardan ve O’nun, yarattıklarının her istediğini verdiğinden bahsediyorsunuz. Öyle bir şey yok. Doğanın değişmez kanunları, Kabala kaynaklarında ve bu eski kitapların tekrarı olan benim kitaplarımda anlatılıyor. Bu bilginin bilimsel açıklaması, ilk olarak, Yaradılış Kitabı’nın yazıldığı antik Babil döneminde yapılmıştı. Bu anlayış ve Üst hakimiyet, orada tam anlamıyla açıklanmıştı.
Yaşadıklarımıza dışarıdan bakabilsek, çeşitli duygular ve acılardan arınabilsek, herşeye etki eden güçleri görebiliriz. Ve aynen bu şekilde bizi yönlendirmeye devam edecekler… Eğer bu güçleri anlamayı öğrenip, tam olarak nasıl davranmamız gerektiğini göremezsek; aynen fizikte ve kimyada yaptığımız gibi, bu kanunları da yararımıza kullanmayı beceremezsek, acı çekmeye devam edeceğiz.
V Molchanov: Umarım sorularım size rahatsız etmiyordur. Ben meraklı bir adamım ve bunu gerçekten anlamak istiyorum.
Ben, hayatım boyunca, kendimi, belli bir seviyenin altında hissetmek istemem. Bildklerimden, öğrendiklerimden geride kalmak istemem. Bunun için yaşamadım. İyi bir ailede büyüdüm. O kadar kitabı bunun için okumadım. Sizin şu sözleriniz beni şaşkına çevirdi: ‘‘Bir insan kendisini ne kadar bayağı hissederse, gerçek kimliğine ve Yaratan’a o kadar yakındır.’’ Size göre, ‘‘bayağı’’ ne demek?
M. Laitman: Büyük insanlarla konuşurken, birden, bildiklerine güvenmediklerini hissederiz. Kişi, eğer, gerçekten büyük bir araştırıcı ise, bildiklerinin, sonsuz bir kaynağın sadece başı olduğunun farkındadır. Bu duruma gelmemiz gerekiyor. Dünyamızı tanımamızın zorunlu olduğunu, çünkü aslında onunla ilgili hiçbir şey bilmediğimizi anlamamız gerekiyor.
Bilimin içinde bulunduğu krize bakarsak, varoluşun Üst seviyesini insanoğluna açıklamakta aciz kaldıklarını görüyoruz. Bu bilimler, bizim doğamızın ürünü. Onları biz keşfettik. Dünyayı, beş duyumuzla algılıyoruz ve bu algılayış doğrultusunda bir dünya tanımlıyoruz. Başka bir gözlemcinin algılayışı tamamen farklı olabilir. Sanki herşeyi biliyor, anlıyor ve doğru yapıyormuşuz gibi kibirlenmeyi bırakıp, doğru davranabilseydik; dünyamızı idare eden muazzam üst katmanların sırlarına erebilirdik. Bu, bizim için bir zorunluluktur.
Doğadan, darbe üstüne darbe alıyoruz. Bunun ardındaki maksadı niçin sorgulamıyoruz? Neticede, herşey bir amaç uğruna olmuyor mu? Tüm bunlar; insanlar, bütün bu belaların ve genel olarak, tüm varoluşun amacını araştırmaya başlasınlar diye yaşanıyor. Hiçbir şey iz bırakmadan kaybolmaz ve hiçbir şey boşuna yaratılmamıştır. İnsanoğlu, herşeyi yapma hakkına ve gücüne sahip olduğunu zannediyor. Bunun sonucunda, böyle bir krize girdik.
V. Molchanov: Kitaplarınızı okurken, pozitif bilimlere karşı olduğunuz izlenimine kapıldım. Daha çok psikoloğa ihtiyacımız olduğunu ve bilime yalnızca bu konuda ihtiyaç duyduğumuzu vurguluyorsunuz. Peki, hasta bir insan ne yapmalı? Doktora gitmeli mi? Ya da, deprem bölgelerinde yaşayanlar ne yapsın? Sismologlara başvurmasınlar mı? Beni çok şaşırtıyorsunuz. Siz de bilim dünyasından değil misiniz?
M. Laitman: Hayır, hayır! Hiçbir şekilde, insanlığın keşfi olan bilimlerin ya da dünyamızın, birbiriyle bağlantılı sistemlerinin açığa çıkarılmasının önemini inkar etmiyorum. Benim ilk uzmanlık alanım biyosibernetik, sonra felsefe, sonra da ontoloji idi. Tüm bilimsel yeniliklerle ilgileniyorum ve ‘‘Dünya Bilgelik Konseyi’’ üyesiyim. Bilimi kesinlikle gözardı etmiyorum. Sizin bahsettiğiniz, hatalı bir çeviri ya da kontekstinden koparılmış bir cümle olabilir.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta, modern bilimlerin; dünyamızı yöneten güçlerden ziyade, maddesel özellikleri açıklığa kavuşturmakla uğraştığıdır. Bilim dalları, dünyamızı tamamlayıcı özelliktedirler ve yaşamımızda, gereksinim duyduğumuz esaslı değişimi gerçekleştiremezler.
İnsanlığın, sürekli olarak, yeni ilaçlar bulmak, yaşadığımız çevreyi ve günlük yaşantımızı daha konforlu bir hale getirmek için uğraştığını görüyoruz. Fakat halen, bize göre değişip gelişen doğanın, üzerimizdeki etkisini aşabilmiş değiliz. Aksine, geri kaldığımız söylenebilir. Doğa, üzerimizdeki baskısını, durmadan artırmaya devam ediyor.
Depresyonun ne kadar yaygın olduğuna bir bakın.. Stres, günümüzün bir numaralı hastalığı.. Kanserleşmenin sebebi, çok açıktır ki, saf egoizmden başka birşey değil… Bir hücre, çevresini işgal etmek istediğinde, vücudumuzda kanser oluşuyor. Bu, tamamen, mevcut ruhsal halimizin bir sonucudur! Aile içi anlaşmazlıklar, azalan doğum oranı, boşanmalar, uyuşturucu… Bunlar, daha önce hiç yaşanmadı. İnsanlar, bu yaşamı ve dünyayı terk etmeye; herşeyi unutup, kendilerini bir şekilde dünyadan soyutlamaya, hiç bu kadar istekli olmamışlardı.
Varlığımızı korumamıza yardım edecek güçleri nerede aramalıyız? Dünyevi bilimler, bu tür sorularımıza cevap veremeyecektir. Onlar, saf faydacıl bilimler. Elektronların yapısını araştırarak (bu araştırmaları yapmak ne kadar doğru ve gerekli olursa olsun), acılarımızı dindiremeyiz. Aksine, her yeni nesil, bir öncekini arayacak hale gelecektir. Bugün, bilim adamları, bu krizi, bilimsel konferaslarda açıkça tartışmaya başlamıştır. Ben, onbeş yıl önce söylediğimde, insanlar gülüyorlardı. Yaklaşık altı-yedi yıl önce, Amerika’da, bir Amerikalı filozofla kitap yazmaya başladığımızda, ilk söylediği şey şuydu: ‘‘Filozoflar camiasında, krizden bahsetmek yasaktır.’’ Oysa günümüzde, herkes bu konuda konuşmakta ve yazmakta…
V. Molchanov: Az önce uyuşturuculardan bahsettiniz. Ben uyuşturucu bağımlılığını, çok büyük bir kötülük ve bir kötü alışkanlık olarak nitelendiriyorum. Sizin bir yazınızda ise (belki bu da başka bir yanlış tercümedir), ‘‘Uyuşturucu bağımlıları; toplumla alakadar olmayan ve kendi içsel zevklerine dalmış insanlardır. O halde niçin bu insanların topluma zarar vermeden, kendi zevkleri peşinde koşmalarına izin vermiyoruz?’’, diyordu. Bununla da kalmayıp, bu insanlara, işsizlik sigortasıyla beraber bedava uyuşturucu madde vermeyi öneriyordunuz.
M. Laitman: O yazımda, çok başka birşey ifade etmek istiyordum! Söylemeye çalıştığım, uyuşturucunun, görünürde, topluma belirgin bir zararı olmadığıydı. Kullanan kişi için bir miktar zevk ve gerçeklerden kaçış sağlaması dışında, toplum için görünür bir tehdit oluşturmadığını düşünecek olursak; uyuşturucuya karşı olmamızın sebebinin ne olduğunu soruyordum. ‘‘Neden herkese uyuşturucu vermiyoruz?’’ diye sormamın sebebi, bu uyuşturucu karşıtı tavrımızın gerçek sebebini düşündürmeye yönlendirmekten başka birşey değildi. Bunu bir öneri olarak ortaya atmak niyetinde değildim. Sadece düşündürmek ve uyuşturucunun kötü bir alışkanlık addetilmesinin ardındaki hissin farkına varılmasını sağlamaktı.
Uyuşturucular, kişiyi, gerçeklerden ve yaşamın anlamını aramaktan uzaklaştırıyor. Uyuşturucu konusundaki negatif tutumumuz, doğanın programı tarafından aşılanıyor. Çünkü; kişinin, toplumdan soyutlanması demek, giderek varoluşunun amacından uzaklaşması demektir. Herşeye rağmen, insanlık; yaratmaya, acı çekmeye, bir şekilde varoluşunun gereğini yerine getirmeye devam ediyor. Gelişim, insanlığı, öyle ya da böyle ilerlemeye yönlendiriyor. Uyuşturucular ise, insanı bütün bunlardan tamamen uzaklaştırıyor. İşte bu sebepledir ki insanlık, uyuşturucu kulanımına karşı…
Toplumun, insanlara, bu dünyanın üzerine çıkabilme ve varlığının sebebini keşfetme fırsatını sunması gerekiyor. Neticede, uyuşturucuya yöneliş; amaçsızlık, anlamsızlık hissinin bir sonucudur.
V. Molchanov: İnsanlar, çocuklarını uyuşturucuya alıştırıyorlar ve bunu bilinçli olarak yapıyolar…
M. Laitman: Evet. Zaten, uyuşturucu kullanımının bir sonraki aşaması bu olacak.
V. Molchanov: Eğer doğru anladıysam, siz de bunu kötü bir alışkanlık ya da kötü bir şey olarak görüyorsunuz değil mi?
M. Laitman: Evet. Tabi ki!..
V. Molchanov: Şunlar sizin sözleriniz: ‘‘Kötülüğün farkına varmak demek, kişinin, arzusunun bozukluğunu farketmesi demektir.’’ Size göre, bozukluk nedir?
M. Laitman: Doğa, bizi tek bir organizma olarak yarattı. Bu artık klasikleşmiş bir cümle gibi görünebilir, ama gerçek bu. Vücudumuza bir bakın.. Tüm organlar, hücreler ve sistemler, mükemmel bir etkileşim ve ilahi bir uyum içindeler. Her hücre, organizmayı bir bütün olarak algılayabilmekte ve bütünün yararına çalışmaktadır. Bir hücre, yalnızca ihtiyacı kadar tüketir ve tüm organizmayı desteklemek için çalışır. Bu şekilde bir etkileşim, varlığın bütünlüğünü korur. Herhangi bir hücre, vermek yerine tüketmeye başladığında, bir kanser hücresi haline gelmiş olur.
Doğa; hareketsiz, bitkisel, hayvansal ve insani özellikteki seviyelerden oluşur. ‘‘İnsani’’ kelimesi, bilincimizi ya da dünyaya karşı tavrımızı belirtmek için kullanılır. Bizim insani olarak nitelendirilen yanımız budur. Vücudumuz hayvansal seviyededir. Hepimiz; insanlar ve doğanın diğer seviyelerdeki tüm parçaları, aynı olmak durumundadır. Tam bir bütünlük içinde, birbirimizle bağlantılı yaşamak zorundayız. Doğadaki herşey (içimizdeki insani seviye, yani bilincimiz ve birbirimize ve dünyaya karşı tavrımız hariç herşey), halihazırda zaten bu durumdadır. Yani, tam bir bütünlük içindedir.
Bedenlerimiz, hayvansal seviyeye aittir. Kişiyi, doğanın ayrılmaz bir parçası olduğu anlayışına getirmek zaruridir. Bu şekilde, kişi, sonsuz uyumun farkına varır. Mükemmelliği yaşar ve tek bir organizma olarak, muazzam bir uyum içinde olmanın tadına varır. İnsanlık, bu seviyeye yükselmeye mecburdur.
Doğanın planı gereği edinmek zorunda olduğumuz bu sonsuzluk ve mükemmelliğe ulaşmanın iki yolu var. Birinci yol, insanların milyarlarca yıldır yürüdüğü uzun ve zorlu yol olan, acı çekerek gelişme yoludur. Diğeri, kişiyi; Üst Sistem ya da Üst Dünya’yı edinmeye götüren ve nasıl yaradıldığını, önündeki Işık’ı gösteren; harika, sonsuz ve mükemmel bir duruma getiren yoldur.
Kabala’nın tek amacı, insana, dünyanın ötesini görebilmeyi öğretmektir. Dünya, şeffaf bir şekilde gözlerimizin önüne serildiğinde, ötesinde gördüğümüz resme dahil olma zorunluluğunu hissederiz. Eğer insanlık bu avantajı kullanarak yükselmezse, çok daha yavaş bir şekilde ve felaketler eşliğinde olgunlaşmak durumunda kalır. Öyle ya da böyle, değişmesi gerektiğinin farkındalığına ulaşacaktır. Günümüzün en büyük sorunu, insanlığa, gelişimin bilimsel metodunu sunmakta, muvaffak olup olamayacağımızdır. Görüyorsunuz ki Kabala bir bilim. Sadece, kullandığımız grafik ve çizimlerin miktarına bakarak anlayabilirsiniz bunu… Üst Dünya’nın fizik bilimi… Bu metodu tüm insanlığa ulaştırmayı başarabilecek miyiz?! Güzel olan yolu mu seçeceğiz?! Bunu başaramazsak, felaketlerin ardı arkası kesilmeyecek.
Doğanın üzerimizdeki etkisi değişmezdir. Gelişim tamamen bize bağlı… Kabala avantajından yararlanırsak, ilerleyişimiz rahat olacaktır. Eğer, bu avantajı kullanmazsak; akılsız çocuklar gibi, başımız dertten kurtulmayacaktır. Felaketlerden kaçmak suretiyle, gelişim kanununun itmesiyle, yine aynı yönde ilerleyeceğiz. Varolan tek bozukluk, doğayla bir olmayışımızdır. Egoist yapımızdır… Günlük, küçük egoist davranışlardan bahsetmiyorum. Egoizmi, küresel seviyede, tüm insanlık seviyesinde algılamalıyız.
Bu durum, kutsal kitaplarda çok iyi anlatılmış. Antik Babil’de kurulmuş bir medeniyet, gökyüzüne uzanan bir ‘‘gurur’’ kulesi inşa etmek istedi. İnsanlar ‘‘ortak dillerini’’ unuttular; birbirlerini anlayamaz hale geldiler ve sonra da, tabiri caizse, ‘‘karışmış diller’’ peydahlandı. Bu antik topluluk, dünyanın dört bir yanına dağıldı, çünkü artık birarada yaşamaları imkansız olmuştu. İşte, bu bir bozulmadır. Bu; varolan tek bozukluktur.
Anlamalıyız ki, bizleri birbirimize yabancılaştırıp düşman eden egoizm, aslında; tüm insanlığın bir olması yolunda kullanacağımız bir araç olarak yaratıldı. Egoizmden kaçmak ya da onu bastırmaya çalışmak yerine; aşmak ve üzerine çıkmak suretiyle, tüm insanlığın tek bir aile haline gelmesi için çalışmalıyız. Her bireyin, diğerlerinin zayıflıklarını ve problemlerini anlayabildiği bir aile… Ancak bu şekilde, aralarında bir bağ ve sevgi oluşabilir.
Bu bağı kurmak için uğraştığımızda, çevremizle uyum içinde hissetmeye başlar; çevremizi saran ebedi ve sınırsız dünyanın farkına varırız. Hayvansal bedenden soyutlanırız. ‘‘İnsan’’ seviyesi denilen bambaşka bir seviyede, yaşamın ebedi akışı seviyesinde bulunduğumuz duygusuna geliriz. Bu dünyadaki yaşamla ilgili hiçbir problemimiz olmaz. Benlik duygumuz (hareket, yer, mekan gibi kavramların olduğu dünyamızda yaklaşık yetmiş yıllık bir varoluş dışında) yok olur. Birbirimize, kendimize ve tüm evrene yaklaşımımız tamamen değişir.
V. Molchanov: Teşekkürler. Profesör, ben muhtemelen hayatımda bir sürü hata yaptım. Ama bir tanesi var ki, hiç aklımdan çıkmıyor. Seksenli yılların sonlarında yaptığım bir televizyon programı, ülkede, o dönemin en popular programı idi. Bir keresinde, bu programda, Vissarion denilen ve yeni İsa peygamber olduğunu iddia eden kişiyle ilgili bir bölüm gösterdim. Konuyu ben seçmemiştim ve röportajı yapan da ben değildim, fakat yine de çok büyük bir hata yaptığımı düşünüyorum. Çok sayıda insanın, Vissarion ile ilgilenmeye başlamasına sebep oldum ve feci insanlık dramları yaşandı. Size sormak istiyorum; mezhepçilik hakkında ve Vissarion, Sai Baba gibi kişilerle ilgili ne düşünüyorsunuz?
M. Laitman: İnsanoğlu; mükemmelliğe giden yolun, daha rahat bir yaşamın ve bir manevi seviyeye yükselmenin arayışı içinde… Bedensel bağlarının üzerinde bir hissiyat edinmek istiyor. Bizi çevreleyen zaman, mekan gibi etkilerden kurtulmak istiyoruz. Eski zamanlardan beri, insanların böyle bir eğilimi var. Tabi, bu kavramları başkalarına satmaktan büyük zevk alan kişiler var. Bir de, farkında olmadan ilgi duymaya başlayıp, kendini kaptıranlar var.
Felsefe, şarki metodlar v.s. gibi moda çılgınlıkların, çok kısa zamanda geçip gideceği kanısındayım. Şimdiden bitmeye başladılar bile…
V. Molchanov: Belki burada bitiyorlardır, ama Rusya’da değil…
M. Laitman: Rusya’da bu süreç biraz geri kalmış. Bu, sözde manevi metodlar modası, Rusya’da, diğer ülkelerden daha sonra başladı. Beatles grubu, ellili yıllarda bu işlerle uğraşıyordu. Rusya’da bu çeşit akımlar seksenlere kadar rağbet görmedi. Otuz sene kadar geriden takip ediyorlar yani… Buna rağmen, çok hızlı tükenecekler. İnsanlığın, bu yollardan geçmeye ihtiyacı var. Sai Baba ve diğerleri belli bir görevi yerine getiriyorlar. İnsanoğlu, bu metodlara olan ilgisini kısa zamanda yitirecek ve yetersiz olduklarının farkına varacak. Bu süreci normal buluyorum.
Gözlerinizi belli bir şekilde odakladığınızda gizlenmiş görüntüyü algıladığınız şu meşhur çok boyutlu resimleri bilirsiniz… Önce, anlamsız bir çizgiler topluluğu görüyorsunuz. Ancak, bu çizgiler arasında gizli başka bir resim var.
Kişinin görüşünü, bu dünyanın ötesine, varoluşun bir sonraki boyutunu görecek şekilde odaklayabilirsek; kişi, gerçekte zaten içinde bulunduğu bu boyutu ve şimdiki dünyamızı birlikte yaşar. O zaman tüm bu sözde metodların etkisi de ortadan kalkar… Dengeli ve uyumlu bir yaşama, savaşlarla, nefretle ya da birbirimizi zorlayarak ulaşılamayacağını anlarız. Gerçekte, bu şekilde davranarak, sadece kendimizi cezalandırmış oluyoruz. Neticede, bir birey, millet ya da organizasyon; sevgi ve etkileşim kanunlarına karşı davranışlarla, en başta kendisine zarar vermektedir. Bunu görebilmemiz gerekiyor.
İnsanoğlunun gözleri açıldığında, yanlış davranışlarda bulunmak imkansız olacak… Aynen ateşten elimizi kaçırdığımız gibi, sonuçlarını görebilmeye başladığımız yanlış davranışlardan kaçar olacağız.
V. Molchanov: Size, aptalca ve muhtemelen münasebetsiz bir soru sorabilir miyim?
M. Laitman: Evet.
V. Molchanov: Geçen sene eşimle birlikte çektiğimiz, ‘‘Riga Gettosu Melodileri’’ adlı filmden bahsetmiştim hatırlarsanız. Yahudi Cemiyetleri Federasyonu, bu çalışmamızın ardından, benim gibi tek damla Yahudi kanı taşımayan birini ‘‘Yılın Adamı’’ seçti. Fakat, birlikte çalıştığım eşimin adı bile anılmadı. Ödülü almak için sahneye yalnız çıktım. Benden sonra, harika bir yönetmen olan Mark Rozovsky sahneye davet edildi. Tiyatrosunun müdürü ve aynı zamanda şef piyanisti olan eşi sahnede görünmesin diye, piyanosu perde arkasına yerleştirilmişti. Kadınlara karşı tutumunuz nedir? Onları sevmiyor musunuz?
M. Laitman: Bütün dinler kadını erkeğin gerisinde tutuyor. İnsanlar arasında uyum olmayışı, kadın-erkek ilişkisini de kötü etkiliyor. Yine aynı şeyleri söyleyeceğim… Eğer, uyum içinde insanlık resmini görebilseydik, kadınla erkeğin birbirlerini nasıl tamamladıklarını da görecektik. Ailede, toplumda ve iş ortamında; ilişkilerimizi, doğru şekilde kurabilecektik. Herşey farklı olacaktı.
Amerikalılar’ın eşitlik için verdikleri uğraşa rağmen, insanların hiçbir zaman eşit haklara sahip olacağına inanmıyorum. Eşit haklar kavramını anlamıyoruz bir kere… Eşit haklara sahip olmak, cinsiyet kavramını ortadan kaldırmak ya da tek bir cinsiyet varmışçasına yaşamak değildir. Eşit haklar sağlamak için, öncelikle; kadın ve erkek diye adlandırılan varlıkları tanımak, anlamak gerekir. Organizmanın fizyolojik ihtiyaçlarına takılıp kalmak yerine, içsel anlamda, manevi olarak; ‘‘erkek’’ ya da ‘‘kadın’’ nedir diye düşünmeliyiz. Üst köklerimizi bilmeden, ne erkekler ne de kadınlar için, bu dünyada rahat bir varoluşu sağlamamız mümkün olmayacaktır.
...
Gazeteci Anchorman Vladimir Molchanov’un
Kabalist Micheal Laitman ile Röportajı
5 Nisan, 2007
V. Molchanov: Ben, bir Rus gazeteciyim. Bugün, İsrail’de; doktoralı bir biyo-sibernetik uzmanı, ontoloji ve bilgi teorisi profesörü ve ünlü bir Kabalist olan, Micheal Laitman’a konuk oldum.
Mesleğim olan gazeteciliği pek saygın bulduğumu söyleyemem. Ama, en azından bana dünyayı dolaşma ve günlük yaşamımda tanıma fırsatı bulamayacağım, çok ilginç insanlarla karşılaşma fırsatı veriyor.
Müziğe olan ilgisi sebebiyle çok tanınmış bir yer olan, Moskova’ya 100 km uzaklıktaki ‘‘Eski Ruza’’ kasabasında büyüdüm. Bu kasabada Ruslar, Yahudiler, Ermeniler, Gürcüler ve Türkler yaşardı. Çocuklar, hep birlikteydiler. Hangi milliyetten olduğumuz hiç konu edilmezdi. Ne zaman ve hangi vesileyle, ilk defa Rus olduğumu hissettiğimi hatırlamıyorum. Maalesef, bir şeyler bu duyguyu harekete geçirdi.Size, ilk defa ne zaman ve hangi vesileyle Yahudi olduğunuzu hissettiğinizi sorabilir miyim?
M. Laitman: Büyük ihtimalle üniversitedeki çalışmalarımı bitirmek üzere olduğum ve geleceğimi düşünmeye başladığım dönemdedir. Canlı organizmaların işleyişini ve içsel programını yani nasıl düzenlendiklerini ve ne şekilde işlediklerini araştıran bir bilim dalı olan medikal sibernetik ile ilgileniyordum.
Bunun, Rusya’da gizli tutulan bir konu olduğunu sonradan farkettim. Bu alanda çalışan insanların arasına girmem çok zordu. Bir kan nakli enstitüsünde çalıştığım dönemde, St. Petersburg Askeri Tıp Akademisi’nde bu konuda çalışan bazı araştırmacılarla iletişimim oldu. Sonunda, orada, benim ilgimi çeken sorulara cevap aranmadığını anladım. Yaşamın anlamı gibi bir kavramın derinlemesine incelenip anlaşılmasına, bu klasik, temel bilimlerdeki gelişmeler bile olanak vermiyordu.
Çalışmalar, canlı organizmaların nasıl işlediğinden ibaret. Daha fazlası yok. Bir organizmanın, neden belli bir şekilde düzenlenmiş olduğunu, yaradılırken bilhassa o şekilde programlanmış oluşunun altındaki sebebi öğrenmiyorlar. Halbuki ben, herşeyden çok bunu anlamak istiyordum. Başka fırsatlar aramam gerektiğini anladım ve göç ettim.
Bugün bile, kendimi özellikle ya da sadece Yahudi gibi hissettiğimi söyleyemem. Üst Dünyalar’ı ve dünyamızı yöneten güçleri inceleyen bir bilim olan Kabala’yı çalışıyorum. Kabala, tüm insanlığın gelişimini ve varoluşunun amacını öğretir. Dolayısıyla, İsrail’de yaşıyor, çalışıyor ve derslerimizi tüm dünyaya buradan yayımlıyor olduğum halde, bu bilim, kendimi, dar bir milli çıkarlar çemberi ile sınırlamama izin vermiyor.
V. Molchanov: Kabala çalışmalarınıza, burada, İsrail’de mi başladınız, yoksa St. Petersburg’da zaten çalışıyor muydunuz?
M. Laitman: Hayır. St. Petersburg’da iken Kabala hakkında hiçbir şey bilmiyordum.
Molchanov: Yaklaşık yedi yılımı, Nazi suçlularını araştırmakla geçirdim. Bir tanesi onbeş sene hapis yatmıştı ve bir diğeri New Jersey’de, bir Yahudi savunucuları cemiyeti tarafından havaya uçuruldu. Sonra araştırmalarıma ara verdim. Son iki senedir, eşimle birlikte, Yahudiler’le ilgili çok ciddi projelerde yer aldık. Biri, ‘‘Riga Gettosu Melodileri’’ isimli bir sinema filmi. Diğer proje, Babi Yar olaylarının 65. yıldönümü vesilesiyle, Kiev’de sahnelenen bir tiyatro oyunu.
Gettodan sağ kurtulmuş altı esir, halen Riga’da yaşıyor. Beş tanesini filme aldık. Altıncısı, artık yataktan çıkamıyordu. Esirlerden biri olan Mendel Bash, önemli bir bando şefi ve bir konservatuarda profesör imiş. Tüm ailesini gettoda kaybetmiş olan Bash, bir röportaj esnasında, şu sözleri defalarca tekrarladı: ‘‘Tanrı, nerdesin?’’ Dindar insanların duygularına saygı duyuyor, ama kendisi artık Yaratan’a dua edemiyor.
Sizin bakış açısına göre, Yaratan, o korkunç zamanlarda O’na yalvaranların dualarına niçin cevap vermedi?
M. Laitman: Tarihte, Yaratan’ın, insanların dualarına karşılık verdiğine dair tek bir örnek bile yok. İnsanlık tarihini iyice inceleyecek olursanız, acıdan kaçmanın tarihi olduğunu görürsünüz. Ve bu kaçış bugün de devam ediyor. Ve neden yalnızca Yahudiler için böyle olsun ki. Bütün milletlerin durumu budur.
Doğanın planını, yani Yaratan’ın planını çok iyi anlamamız gerekiyor. O zaman belki, olup bitenlere ve gelecekte bizi nelerin beklediğine dair sorularımıza cevap bulabiliriz. Ancak, ben tarihte hiç ‘‘aydınlık (ışıklı)’’ bir dönem göremiyorum. Sadece, insanların acı çekmediği, dinlenmede olduğu birkaç kısacık dönem var o kadar. Bize merhametli davranan bir Yaratan göremiyorum. Yalnızca Yahudiler’den de bahsetmiyorum. Genel olarak tüm insanlığın durumu bu.
Olup bitenlerden anladıklarımızı Yaratan’a yüklemeyi bırakmamız geektiğini düşünüyorum. O’nun eylemlerinin kendine has bir program var. Yaratan; bütün evreni kaplayan, herşeyin hakimi olan ve evreni belli bir düzenle yöneten Doğa ya da Üst Güç’tür. Biz, bu düzeni bilmiyoruz. Ne başını, ne ortasını ne de sonunu bilmiyoruz. Biz, bu dünyada irademiz dışında bulunuyoruz. Ancak, Doğa’nın bizden ne istediğini öğrenmiş olsaydık, mutlu ve ahenk dolu hissedebilmek için tamamen farklı şekilde davranmamız gerektiğini anlardık
V. Molchanov: Ama insanların, özellikle, acı çektikleri trajik anlarda, Yaratan’a yalvarmaları tipik bir davranış değil midir?
Laitman: Beni Kabala’ya getiren, bunun gibi sorulardı. Canlı organizmaların işleyişini incelediğimizde, her hücrenin ve organizmanın bütününün yaradılışındaki bilgeliği görüyoruz. Bir taraftan, Doğa, bütün birimlerinin iyi, rahat ve düzgün bir şekilde işlemesi ve birbirlerini desteklemesi için çeşitli sistemler devreye sokmuş. Diğer yanda, her birimin, sürekli olarak acı çektiğini ve hayatta kalmak için mücadele ettiğini görüyoruz. Ve sonunda, ölüm var. Yani, canlılar aleminin varlığı, tamamen mantık dışı gibi görünüyor.
Bu soruların cevaplarını Kabala’da buldum. Evrenin varoluşunun temelindeki formülü buldum. Kabalistler, bu kanunları, çok eskiden, Antik Babil zamanlarında açıklamışlar. Doğa’yı ya da Yaratan’ı, bir kanun gibi algılamalıyız. Bir kişi, çatıdan kayıp düşerse, yere çakılacağı kesindir ve hiçbir dua onu bu düşüşten kurtaramaz. Bu kişinin akıbeti, evrensel yerçekimi kanununa uygun olarak gelişecektir. Tüm insanlığa olan da budur. Dünyamızı yöneten kanunları bilseydik, onları doğru kullanarak, çok daha rahat yaşayabilirdik.
V Molchanov: Katliam konusuna dönersek, Yahudiler’in boyun eğişi için bir açıklamanız var mı? Lvov’daki Yanovsky Kampı, Riga gettosu ve Baby Yar hikayelerini çok iyi biliyorum. Bana, Yahudiler’in neden itaatkar bir şekilde katledilmeye gittiklerini açıklayabilir misiniz? Neden, kendilerini çukurlara dolduran Naziler’in boğazına sarılmadılar?
M. Laitman: Kabala açıklamalarına göre, bu çok doğal. Bu felaketin başlamasından yaklaşık yirmi yıl önce, zamanımızın büyük Kabalistler’inden biri olan Rav Yehuda Aşlag (Baal HaSulam) olacakları tahmin etmişti. İnsanları uyarmış ve Yahudiler’in üzerlerine düşen görevi yerine getirmelerinin gerektiğini yazmıştır. Kaynaşıp bütünleşmiş mutlu bir toplum olmanın, insanlığı mutlak kaderine yakınlaştırmanın ve doğayla uyumlu hale getirmenin yolunu gösteren bilimi, önce anlamaları sonra da tüm dünyaya anlatmaları gerekiyordu.
Onu dinleyen olmadı. Ve maalesef, üzülerek (Baal HaSulam, doğum yeri olan Polonya’yı yirmili yıllarda terk etti) ve açıkça ortaya koyduğu tahmini, gerçek oldu. Doğanın kanunu bir kez yürürlüğe girdiyse, artık yapacak hiçbir şey kalmaz.
V. Molchanov: ‘‘Riga Gettosu’’ filmini çektiğimizde; Yahudiler’le ilgili on ciltlik bir ansiklopedi hazırlamış ünlü bir tarihçi olan Simon Dubnov’un son sözleri beni hayrete düşürmüştü. Ölüm döşeğinde, baş ucundaki Yahudiler’e şöyle dedi: ‘‘Shrayden Iden, Shrayden! (Yazın Yahudiler, yazın!)’’. Yahudiler yazmak zorunda, ama giderek daha az yazıyorlar…
M. Laitman: Maalesef, Yahudiler arasında, geçmiş nesillerin yaptığı gibi insanlığa ilim verebilecek yüksek maneviyat sahibi insanlar kalmadı. Bu durum, Yahudi milletinin, ikibin yıldır yaşadığı ve günümüzde de devam eden, manevi dünyadan sürgününün bir sonucudur. Tapınağın yıkılmasından önce, tüm ulus belli bir manevi seviyeydi. İnsanlar, Üst Güçler’i algılar vaziyetteydi. Şimdi ‘‘Tevrat’’ ya da ‘‘Eski Ahit’’ adıyla işaret ettiğimiz kitaptaki talimatları, hemen hemen herkes anlayabiliyordu. Hem kitabı hem de dünyayı, peygamberlik seviyesinde bir anlayışla idrak etmişlerdi.
Sonraları, bir dönüm noktasına geldiler. Kişiyi; tüm birimleri arasında karşılıklı bir sevgi bağı ve denge duygusu bulunan doğayla, uyumlu hale getiren komşu sevgisi, yerini, insanlar arasında gereksiz bir nefret duygusuna bıraktı. Egoizmin alevlenmesi, Yahudiler’in topraklarından sürülmesine sebep oldu. Önce, maneviyattan bedenselliğe bir sürgün gerçekleşti. Bunun sonucu olarak, bu ülke topraklarından dışarı sürüldüler.
Şimdi, binlerce yıldan sonra, buraya geri dönmemize fırsat verildi. Bu bizim, kaybettiğimiz o manevi seviyeye tekrar yükselme şansımızdır. İnsanlar bunu anlamıyorlar ve anlamak da istemiyorlar. Yahudiler de, diğer tüm milletler gibi, bedensel, egoist seviyede var olmak istiyorlar. Yahudiler’in yaşadıkları, üzerlerine düşen görevi yerine getirmeyişlerinin bir sonucudur.
V. Molchanov: Bazı kitaplarınızı (sanırım otuz tanesini) okudum. Her kitapta, egoizmden kanser diye bahsediyorsunuz. Bu arada, acaba siz bir egoist misiniz?
M. Laitman: Hepimiz öyleyiz!
V. Molchanov: Herkes?! Ve siz de?!
M. Laitman. Evet, ben de. Hepimiz, doğuştan egoistiz. Dünyamızın doğası böyle.
Egoizm, ilk olarak, antik Babil’de ortaya çıktı. Kabala bilimi de arkasından geldi. Bilim dünyası, bu nesilden nesile sürekli olarak büyüyen egoizmin, doğa tarafından, istem dışı bir şekilde, yalnızca insanoğluna verildiğini; cansız, bitkisel ve hayvansal birimlerde var olmadığını söylüyor. Bu, sürekli büyüyen egoizm, bir insanın, diğer varlıkların üzerinde bir seviyeye gelmesi ve kendisine benzer olanlarla, yeniden (geçmişte tüm insanlık tek bir adam gibiydi) bir bağ kurması için gereklidir. Böylece, herkes, bir ailedeki kardeşler gibi olacaktır.
Bunun gerekliliğinin, antik çağda dahi bilincinde olan Kabalistler, Mezopotamya’da o dönemde yaşayan insanlara, yol göstermeye çalışmışlardır. Ancak, sadece küçük bir grup insan, onların yolundan gitmiş ve sonradan da Yahudi milletini oluşturmuşlardır. Geri kalan herkes, egoizm yolunu seçmiştir
Yahudiler, egoizmin pençesine düşmeden önce, binbeşyüz sene kadar, maneviyat seviyesinde kaldılar. Ve şimdi, tersine bir hareket başlamak zorunda. Kabala ilmini, mümkün olduğu ölçüde, geri getirmeliyiz. Bunun, öncelikle, Üst Dünyalar’ı ve maneviyatı (diğer bir deyişle, özgecil seviyeyi) edinmeye geçmişten gelen bir yatkınlığı olan İsrail toplumunda gerçekleşmesi gerekiyor. Sonra da, bu öğretiyi tüm insanlığa ulaştırmaya çalışmamız lazım.
Özel bir zamanda yaşıyoruz. Krizlerle dolu bir zamanda… Krizleri her alanda yaşıyoruz: küresel, ekolojik, siyasi, kültürel, bilimsel vs… Toplumsal düzeydeki krize bir bakın! Tüm bunların tek amacı, kişiye, varoluşunun özünü değiştirme ihtiyacını hissettirmek ve onu, egoizmin kötülüğünü farkedip değişmeye zorlamaktır.
Bütün sorun, insanlığın bunu nasıl yapacağını göremiyor olması. Birçok, uluslararası toplantıya katılıyorum. Görüyorum ki, herkes, yanlış gidişimizin farkında. Fakat, insanlığın; doğasını, nasıl ve hangi araç ya da gücü kullanarak değiştirebileceğini bilmiyorlar.
Hepimiz egoistiz. Ancak, Kabala çalışarak bunu değiştirebiliriz. İnsanlığı değiştirebilecek olan; üzerimizde tasarruf sahibi, sevgiden mütevellit gücü, yalnızca Kabala bize anlatıyor. Biz, egoist olduğumuz için; zıt özellikte olduğumuz bu gücü, zalim buluyoruz. Bu yüzden, Yaratan bize acımasız görünüyor. Çünkü biz, değişmek istemiyoruz. Yaratan, bize istediğimiz gibi davransın; O’nu egoist emellerimize alet edelim istiyoruz.
V. Molchanov: Olacakları önceden görebilme yetisine yalnızca Kabalistler’in sahip olduğunu söylediniz. Bu iddianız çok ilgimi çekti. Az önce Yahudi Katliamı’ndan bahsettik. Ancak, dehşet verici terör eylemleri, İsrail, Rusya ve A.B.D.’de bugün de hala meydana gelmekte... Siz bir Rav, bir öğreticisiniz. Bir dizi komşu müslüman ülkeden gelen nefret ortamı içinde yer alan İsrail’i, sizce gelecekte neler bekliyor?
M. Laitman: Bu tip tahminlerde bulunmak, aynen, insanlık tarafından bilinen kanunlara tabi diğer olayları tahmin etmek gibidir. Doğa kanunları, mutlak ve değişmezdir. Kutsal kitapların beyanları, hepimiz tarafından, yaşamın esası kabul edilmelidir. İsrail’in insanları, önümüzdeki sekiz-on sene içinde, içsel özelliklerini; egoizmden, ihsan etmeye, nefretten, sevgiye dönüştürmezlerse, Yahudiler’in bu topraklar üzerinde yeri olmayacaktır. Aynen geçmişte olduğu gibi, bu topraklar bizi ‘‘sürecek’’ ve biz burayı terk etmek zorunda kalacağız. Tabi gitmek için çok geç kalmadıysak…
V. Molchanov: “Terk etmek zorunda kalacağız. Tabi çok geç kalmadıysak…” Bu çok korkutucu bir yorum.
M. Laitman: Evet. Bunları ben uydurmuyorum, Kabala söylüyor. Bu topraklar, Araplar’la dolacak. Herşey, binlerce yıl önceki haline gelecek. Sonuçta, güçler dengesine bağlı olarak, dünya da, üçüncü hatta dördüncü dünya savaşlarını yaşayacak.
İnsanlığın, değişme ihtiyacının farkına varması, bunu hayati bir zaruriyet olarak görmesi gerekecek. Ya bunun farkına varacaklar, ya da acı çekecekler. Eğer, doğamızı değiştirmemiz gerektiğini anlamazsak, çok tatsız olaylarla karşılacağımız kesindir.
Yakın gelecekte, Nazi rejimleri, tüm ülkelerde yeniden canlanacak. İnsanlar, ister istemez, Yahudiler’in; dünyanın acıyla ya da mutlulukla yaşamasında belirleyici rolünü hissettiklerinden, doğal olarak, Yahudi düşmanlığı yaşanıyor. Yahudiler de bu durumu derinlerde bir yerde hissediyorlar. Yahudiler’in ölüme neden baş eğdiklerini sormuştunuz. Yaptıkları bir şey yüzünden acı çekmek durumunda kaldıklarını anlıyorlar. Ama, Kabala’yı anlamadıkları için, sebebi de anlayamıyorlar. Bu duyguları, bir çeşit önseziden öteye gitmiyor
Diğer bütün milletlere, ülkelere bakın! Dünyanın neresine giderseniz gidin, Yahudiler’e karşı belli bir negatif tutum görüyorsunuz. Daha önce hiçbir Yahudi ile iletişimi olmamış insanlarda bile, bilinçaltında; Yahudiler’in, ihtiyaç duyduğu bir şeye ulaşmasını engellediği hissi var.
V. Molchanov: Herşeyden çok, Nazi rejimlerinin hemen her ülkede yeniden ortaya çıkacağını açıklamanız beni korkuttu.
M. Laitman: Bu, şimdilerde giderek şiddetlenen krizleri takiben, olacak. Bize, bu krizleri atlatmanın bir yolunu bulacağız gibi geliyor ama içinden çıkamayacağız. İsrailliler’in, diğer dünya milletlerine karıştığı ikibin yıllık sürgün bitti. Şimdi, hem bizim için hem de tüm insanlık için, doğayla denge seviyesine yükselme zamanıdır.
V. Molchanov: ‘‘Yükselmek’’ diyorsunuz, ama yeryüzündeki müslümanların sayısı, liderlerin ‘‘imansız’’dediği insanlara oranla hızla artıyor. ‘‘İmansız’’ ile, seninle ve benimle savaş, Yaratan’ı memnun mu edecek? Buna bir cevap verebilir misiniz?
M. Laitman: Bu, üzerimizde hüküm sahibi olan doğal güçlerin eseri. Hiçbir milleti, hiçbir şekilde suçlamıyorum. Hepsi, yukarıdan idare ediliyor. Dünyamız, Üst Güç’ün idaresinin bir sonucundan başka bir şey değil. Güçler, insanlığı, kötüyü ve egoizmi farketmeye itecek şekilde etkiliyor. Bu sayede insanlar, kendi rızaları ile, değişmeyi istiyorlar.
Bu mekanizma içinde, diğer milletler gibi müslümanlar da rollerini yerine getiriyorlar. Hiç kimseyi suçlamamalıyız. Sonuçta insanlar, doğa kanunlarının gerektirdiği neyse onu yapıyorlar. Ben kimseye nefret duymuyorum. Herşeyin, Yukarıdan, Tek bir güç tarafından idare edildiğini açıkça görebiliyorum.
Yalnızca, dünyayla ya da yakın çevremizle denge içinde olduğumuzda rahat edebiliriz. Zihinsel, ahlaki ve psikolojik olarak doğayla zıt yaratıklarız. Doğa özgecildir. Sürekli ihsan eden bir anne gibidir; bizler ise egoistiz.
Doğayla aynı seviyeye ulaşıp, dengeye gelene kadar, üzerimizde bu etkilerini sürekli olarak hissetmeye devam edeceğiz. Buna, Araplar, Alman faşistleri ya da başkaları vesile olabilir. Bu süreçte, kimlerin ne rol oynacağı önemli değil. Her şekilde, acı çekeceğiz. Doğanın baskısını her daim üzerimizde hissedeceğiz.
V. Molchanov: Az önce, kimseden nefret etmediğinizi söylediniz. Siz böyle olabilirsiniz. Belki, birçok insan da aynı duygular içindedir. Ancak, herkes öyle değil. Gerçekten aklımı karıştıran bir açıklamanız daha var. ‘‘Yaratan’ı seven kişi, şüphesiz, egoizmden tiksinir.’’, demiştiniz. Bu sözünüz, yalnızca kendi dinlerinin doğru olduğunu iddia eden dini liderler için de geçerli mi?
M. Laitman: Dinler, insanoğlunun icadıdır. Bir çeşit psikolojik rahatlama sağlamaktan öteye gitmezler. İnsanlara, acıyla dolu bu dünyada varoluşlarının sebepsiz olmadığına inandırırlar. Hiçbir dayanakları olmadığı halde, gelecek bir dünya için ümitlendirirler.
Ben, dinlere, toplumların icatları şeklinde bakıyorum. İnsan kültüründen başka bir şey değiller. İnsanoğlu tarafından düşünülmüşler ve hiçbir temelleri yok. Kabala ile ya da dünyamızın hakimi olan gerçek Üst Dünya ile de bir alakaları yok. Kabala, bütün dinlerden bağımsızdır.
V. Molchanov: Üçüncü ve hatta dördüncü dünya savaşları ihtimalinden bahsettiniz. Sizce bu savaşların sebebi, inanç farklılığından kaynaklanan nefret mi olacak?
M. Laitman: Hayır. İnanç farklılığından kaynaklanan bir nefret söz konusu değil. İslam da bize gerçek şekliyle gösterilmiyor. Bir takım siyasi ve ekonomik amaçlara alet ediliyor. Bu savaşlar dini değil. Tüm bu savaşlar, içimizde patlak vermiş, son evresini yaşayan devasa egoizmin ürünüdür.
Sosyo-ekonomik yapılanmaların, Rönesans Devri’nin, teknolojik ve kültürel devrimlerin belirleyicisi olan egoizmin, toplam beş gelişimsel evresi var. Son evreye ulaşmış durumdayız. Hiçbir şekilde tatmin olamayacağımızın bilincindeyiz. Dolayısıyla, bir çıkmaza girdik. Artık insanlık, hangi yönde ilerlemeyi seçerse seçsin, parlak ve hoş bir gelecek ümidi taşımıyor.
Ebeveynlerimizden farklı olarak, bizler, çocuklarımızın durumunun bizden daha iyi olacağı inancında değiliz. Hatta, onları daha kötü günlerin beklediğini hissediyoruz. Bu dünyanın bir sona geldiği hissi içindeyiz. Bu, yarı şuurlu yarı şuursuz ümitsizlik hissi, dehşete ve bir çeşit patlama duygusuna yol açıyor. Neticede de savaşa sürüklüyor.
V. Molchanov: Evet, bir nefret patlaması. Profesör, hepimiz insanız ve insanlar için sevgi de nefret de doğal. İsrail’de yaşayan yurttaşlarınız, Itzhak Rabin’i öldürdüklerinde ve Ariel Sharon’un öldürülmesini desteklediklerinde, ne hissettiğinizi çok merak ediyorum. Bu harika küçük ülkede yaşayan bir Yahudi olarak, bu olaylara bir açıklama getirebilir misiniz?
M. Laitman: Buradaki insanlar felaket bir durumda. Bu ülkeye yerleşmeye zorlandılar. Toplumun büyük bölümü, başka bir yerde daha iyi yaşama fırsatları olsa, memnuniyetle gider, diyebilirim. İnsanlar, neden burada olduklarının farkında değiller. Ve, burada yaşamayı seçenler de, yapay, uydurma bir takım ideallerin güdümündeler. Silah zoruyla ya da bir takım yapay manevi değerler sayesinde, bu toprakları ve kendilerini kurtarabileceklerini zannediyorlar.
İnsanlarımız, maneviyatı edinmeleri gerektiğini; kendilerini düzeltip, düzelmenin metodunu tüm insanlığa öğretmek zorunda olduklarını görmekten acizler. Bunu anlamıyorlar.
Dinlerin ortaya çıkış sebebini anlıyor musunuz? Bu, İsrail toplumunun, manevi seviyesinden, bedensel ya da egoist seviyeye düşmesiyle oldu. Yahudiler; doğayla bir oldukları, Üst güçleri ve Üst Dünya’yı algıladıkları manevi bir varoluş metodu yerine, bu dünyayı edinmek istemeye başladılar. Sonuç olarak, bugünün dinlerinden museviliği icat ettiler. Musevilik de hristiyanlık ve müslümanlığa temel oldu. Bugün insan kültüründe mevcut olan herşey, maneviyattan, bedensel seviyede varoluşa düşüşün bir sonucudur. oluşturdular.
Eğer şimdi, İsrail toplumu, bedensellikten maneviyata yükselmede örnek olmaya başlayabilseydi, dini cemaatler ve uluslar arasındaki tüm problemler ortadan kaybolurdu. Neticede, Kabala, günümüzün büyük medeniyetinin kökeni olan, antik Babil’deki o küçük uygarlıkta ortaya çıktı ve hepimizi yeniden, tek bir millet haline getirecek güç de yine Kabala’dır.
V. Molchanov: Sizce, Kabala, ulusal bir mefhuma dönüşebilir mi? Yoksa, milliyet kavramının üzerinde mi?
M. Laitman: Kabala’nın milliyetle bir ilgisi yok. Yahudi ulusu kavramı, ideolojik nitelikte bir kavramdır. Antik Babil’de oluşmuş ve Babil’den çıkıp manevi ilkeler doğrultusunda varlıklarını sürdürmeye devam etmiş olan bir grup insan, zamanla, ‘‘İsrail milleti’’ adını almıştır. Bu grup, maneviyat seviyesinden düştükten sonra da, isimleri aynı kalmış. Ama, bu sadece bir isim.
V. Molchanov: İsrail’deki din adamları sizi nasıl görüyor?
M. Laitman: Bir uzaylı gibi…
V. Molchanov: Gerçekten mi?
M. Laitman: Tabi ki…
V. Molchanov: Peki siz bu ülkede kendinizi bir uzaylı gibi hissediyor musunuz?
M. Laitman: Hayır, bu ülkede değil… Bu onların görüşü. Kabalistler her zaman farklı hissettiler. Tarih boyunca, Kabala, dine parallel olarak, hiçbir şekilde karşı karşıya gelmeden gelişimini sürdürdü. Kabala, dünyayı edinmeye yönelik içsel çalışmalarla; dünyamızın hakimi Üst sistemi algılamak ve edinmekle (imanla değil, marifet kazanmak yoluyla) ilgilendi. Bu, dine aykırı, zıt bir durum.
V. Molchanov: Koyu dindar bir çevrede oturduğunuzu duydum. Bu sizi rahatsız ediyor mu?
M. Laitman: Hayır, sadece birbirimizle hiç muhatap olmuyoruz. Kabala yolu ile dindar insanların (Musevi ya da diğer, farketmez) seçtiği yollar birbirine zıt.
V. Molchanov: Toplumun değişmez kanunları var ve hiç kimse, Bush bile bu konuda bir şey yapamaz, dediniz. Bu kanunlar nelerdir? Stalin ve Hitler tarafından katledilen milyonlarca insan, bu değişmez kanunların sonucunda mı yok oldular? Olanlar, bu kanunların gereği miydi?
M. Laitman: Maalesef evet. Bu kanunlardan bahsedeceksek, duygularımızdan arınmamız gerekir. Dünyamıza etki eden güçlerin nasıl çalıştığını öğrenmemiz gerekir.
Şöyle düşünün: herşeyi kuşatan ve tek olan, tamamen özgecil bir güç, insanlığı, kendisiyle eşitliğe doğru yönlendirmek arzusunda… Her fiziksel kuvvet gibi, bizim duygularımızı önemsemeden, eylemlerini yerine getiriyor. İçinde bulunduğumuz durum işte budur.
İyi kalpli bir Tanrı’dan, duygulardan ve O’nun, yarattıklarının her istediğini verdiğinden bahsediyorsunuz. Öyle bir şey yok. Doğanın değişmez kanunları, Kabala kaynaklarında ve bu eski kitapların tekrarı olan benim kitaplarımda anlatılıyor. Bu bilginin bilimsel açıklaması, ilk olarak, Yaradılış Kitabı’nın yazıldığı antik Babil döneminde yapılmıştı. Bu anlayış ve Üst hakimiyet, orada tam anlamıyla açıklanmıştı.
Yaşadıklarımıza dışarıdan bakabilsek, çeşitli duygular ve acılardan arınabilsek, herşeye etki eden güçleri görebiliriz. Ve aynen bu şekilde bizi yönlendirmeye devam edecekler… Eğer bu güçleri anlamayı öğrenip, tam olarak nasıl davranmamız gerektiğini göremezsek; aynen fizikte ve kimyada yaptığımız gibi, bu kanunları da yararımıza kullanmayı beceremezsek, acı çekmeye devam edeceğiz.
V Molchanov: Umarım sorularım size rahatsız etmiyordur. Ben meraklı bir adamım ve bunu gerçekten anlamak istiyorum.
Ben, hayatım boyunca, kendimi, belli bir seviyenin altında hissetmek istemem. Bildklerimden, öğrendiklerimden geride kalmak istemem. Bunun için yaşamadım. İyi bir ailede büyüdüm. O kadar kitabı bunun için okumadım. Sizin şu sözleriniz beni şaşkına çevirdi: ‘‘Bir insan kendisini ne kadar bayağı hissederse, gerçek kimliğine ve Yaratan’a o kadar yakındır.’’ Size göre, ‘‘bayağı’’ ne demek?
M. Laitman: Büyük insanlarla konuşurken, birden, bildiklerine güvenmediklerini hissederiz. Kişi, eğer, gerçekten büyük bir araştırıcı ise, bildiklerinin, sonsuz bir kaynağın sadece başı olduğunun farkındadır. Bu duruma gelmemiz gerekiyor. Dünyamızı tanımamızın zorunlu olduğunu, çünkü aslında onunla ilgili hiçbir şey bilmediğimizi anlamamız gerekiyor.
Bilimin içinde bulunduğu krize bakarsak, varoluşun Üst seviyesini insanoğluna açıklamakta aciz kaldıklarını görüyoruz. Bu bilimler, bizim doğamızın ürünü. Onları biz keşfettik. Dünyayı, beş duyumuzla algılıyoruz ve bu algılayış doğrultusunda bir dünya tanımlıyoruz. Başka bir gözlemcinin algılayışı tamamen farklı olabilir. Sanki herşeyi biliyor, anlıyor ve doğru yapıyormuşuz gibi kibirlenmeyi bırakıp, doğru davranabilseydik; dünyamızı idare eden muazzam üst katmanların sırlarına erebilirdik. Bu, bizim için bir zorunluluktur.
Doğadan, darbe üstüne darbe alıyoruz. Bunun ardındaki maksadı niçin sorgulamıyoruz? Neticede, herşey bir amaç uğruna olmuyor mu? Tüm bunlar; insanlar, bütün bu belaların ve genel olarak, tüm varoluşun amacını araştırmaya başlasınlar diye yaşanıyor. Hiçbir şey iz bırakmadan kaybolmaz ve hiçbir şey boşuna yaratılmamıştır. İnsanoğlu, herşeyi yapma hakkına ve gücüne sahip olduğunu zannediyor. Bunun sonucunda, böyle bir krize girdik.
V. Molchanov: Kitaplarınızı okurken, pozitif bilimlere karşı olduğunuz izlenimine kapıldım. Daha çok psikoloğa ihtiyacımız olduğunu ve bilime yalnızca bu konuda ihtiyaç duyduğumuzu vurguluyorsunuz. Peki, hasta bir insan ne yapmalı? Doktora gitmeli mi? Ya da, deprem bölgelerinde yaşayanlar ne yapsın? Sismologlara başvurmasınlar mı? Beni çok şaşırtıyorsunuz. Siz de bilim dünyasından değil misiniz?
M. Laitman: Hayır, hayır! Hiçbir şekilde, insanlığın keşfi olan bilimlerin ya da dünyamızın, birbiriyle bağlantılı sistemlerinin açığa çıkarılmasının önemini inkar etmiyorum. Benim ilk uzmanlık alanım biyosibernetik, sonra felsefe, sonra da ontoloji idi. Tüm bilimsel yeniliklerle ilgileniyorum ve ‘‘Dünya Bilgelik Konseyi’’ üyesiyim. Bilimi kesinlikle gözardı etmiyorum. Sizin bahsettiğiniz, hatalı bir çeviri ya da kontekstinden koparılmış bir cümle olabilir.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta, modern bilimlerin; dünyamızı yöneten güçlerden ziyade, maddesel özellikleri açıklığa kavuşturmakla uğraştığıdır. Bilim dalları, dünyamızı tamamlayıcı özelliktedirler ve yaşamımızda, gereksinim duyduğumuz esaslı değişimi gerçekleştiremezler.
İnsanlığın, sürekli olarak, yeni ilaçlar bulmak, yaşadığımız çevreyi ve günlük yaşantımızı daha konforlu bir hale getirmek için uğraştığını görüyoruz. Fakat halen, bize göre değişip gelişen doğanın, üzerimizdeki etkisini aşabilmiş değiliz. Aksine, geri kaldığımız söylenebilir. Doğa, üzerimizdeki baskısını, durmadan artırmaya devam ediyor.
Depresyonun ne kadar yaygın olduğuna bir bakın.. Stres, günümüzün bir numaralı hastalığı.. Kanserleşmenin sebebi, çok açıktır ki, saf egoizmden başka birşey değil… Bir hücre, çevresini işgal etmek istediğinde, vücudumuzda kanser oluşuyor. Bu, tamamen, mevcut ruhsal halimizin bir sonucudur! Aile içi anlaşmazlıklar, azalan doğum oranı, boşanmalar, uyuşturucu… Bunlar, daha önce hiç yaşanmadı. İnsanlar, bu yaşamı ve dünyayı terk etmeye; herşeyi unutup, kendilerini bir şekilde dünyadan soyutlamaya, hiç bu kadar istekli olmamışlardı.
Varlığımızı korumamıza yardım edecek güçleri nerede aramalıyız? Dünyevi bilimler, bu tür sorularımıza cevap veremeyecektir. Onlar, saf faydacıl bilimler. Elektronların yapısını araştırarak (bu araştırmaları yapmak ne kadar doğru ve gerekli olursa olsun), acılarımızı dindiremeyiz. Aksine, her yeni nesil, bir öncekini arayacak hale gelecektir. Bugün, bilim adamları, bu krizi, bilimsel konferaslarda açıkça tartışmaya başlamıştır. Ben, onbeş yıl önce söylediğimde, insanlar gülüyorlardı. Yaklaşık altı-yedi yıl önce, Amerika’da, bir Amerikalı filozofla kitap yazmaya başladığımızda, ilk söylediği şey şuydu: ‘‘Filozoflar camiasında, krizden bahsetmek yasaktır.’’ Oysa günümüzde, herkes bu konuda konuşmakta ve yazmakta…
V. Molchanov: Az önce uyuşturuculardan bahsettiniz. Ben uyuşturucu bağımlılığını, çok büyük bir kötülük ve bir kötü alışkanlık olarak nitelendiriyorum. Sizin bir yazınızda ise (belki bu da başka bir yanlış tercümedir), ‘‘Uyuşturucu bağımlıları; toplumla alakadar olmayan ve kendi içsel zevklerine dalmış insanlardır. O halde niçin bu insanların topluma zarar vermeden, kendi zevkleri peşinde koşmalarına izin vermiyoruz?’’, diyordu. Bununla da kalmayıp, bu insanlara, işsizlik sigortasıyla beraber bedava uyuşturucu madde vermeyi öneriyordunuz.
M. Laitman: O yazımda, çok başka birşey ifade etmek istiyordum! Söylemeye çalıştığım, uyuşturucunun, görünürde, topluma belirgin bir zararı olmadığıydı. Kullanan kişi için bir miktar zevk ve gerçeklerden kaçış sağlaması dışında, toplum için görünür bir tehdit oluşturmadığını düşünecek olursak; uyuşturucuya karşı olmamızın sebebinin ne olduğunu soruyordum. ‘‘Neden herkese uyuşturucu vermiyoruz?’’ diye sormamın sebebi, bu uyuşturucu karşıtı tavrımızın gerçek sebebini düşündürmeye yönlendirmekten başka birşey değildi. Bunu bir öneri olarak ortaya atmak niyetinde değildim. Sadece düşündürmek ve uyuşturucunun kötü bir alışkanlık addetilmesinin ardındaki hissin farkına varılmasını sağlamaktı.
Uyuşturucular, kişiyi, gerçeklerden ve yaşamın anlamını aramaktan uzaklaştırıyor. Uyuşturucu konusundaki negatif tutumumuz, doğanın programı tarafından aşılanıyor. Çünkü; kişinin, toplumdan soyutlanması demek, giderek varoluşunun amacından uzaklaşması demektir. Herşeye rağmen, insanlık; yaratmaya, acı çekmeye, bir şekilde varoluşunun gereğini yerine getirmeye devam ediyor. Gelişim, insanlığı, öyle ya da böyle ilerlemeye yönlendiriyor. Uyuşturucular ise, insanı bütün bunlardan tamamen uzaklaştırıyor. İşte bu sebepledir ki insanlık, uyuşturucu kulanımına karşı…
Toplumun, insanlara, bu dünyanın üzerine çıkabilme ve varlığının sebebini keşfetme fırsatını sunması gerekiyor. Neticede, uyuşturucuya yöneliş; amaçsızlık, anlamsızlık hissinin bir sonucudur.
V. Molchanov: İnsanlar, çocuklarını uyuşturucuya alıştırıyorlar ve bunu bilinçli olarak yapıyolar…
M. Laitman: Evet. Zaten, uyuşturucu kullanımının bir sonraki aşaması bu olacak.
V. Molchanov: Eğer doğru anladıysam, siz de bunu kötü bir alışkanlık ya da kötü bir şey olarak görüyorsunuz değil mi?
M. Laitman: Evet. Tabi ki!..
V. Molchanov: Şunlar sizin sözleriniz: ‘‘Kötülüğün farkına varmak demek, kişinin, arzusunun bozukluğunu farketmesi demektir.’’ Size göre, bozukluk nedir?
M. Laitman: Doğa, bizi tek bir organizma olarak yarattı. Bu artık klasikleşmiş bir cümle gibi görünebilir, ama gerçek bu. Vücudumuza bir bakın.. Tüm organlar, hücreler ve sistemler, mükemmel bir etkileşim ve ilahi bir uyum içindeler. Her hücre, organizmayı bir bütün olarak algılayabilmekte ve bütünün yararına çalışmaktadır. Bir hücre, yalnızca ihtiyacı kadar tüketir ve tüm organizmayı desteklemek için çalışır. Bu şekilde bir etkileşim, varlığın bütünlüğünü korur. Herhangi bir hücre, vermek yerine tüketmeye başladığında, bir kanser hücresi haline gelmiş olur.
Doğa; hareketsiz, bitkisel, hayvansal ve insani özellikteki seviyelerden oluşur. ‘‘İnsani’’ kelimesi, bilincimizi ya da dünyaya karşı tavrımızı belirtmek için kullanılır. Bizim insani olarak nitelendirilen yanımız budur. Vücudumuz hayvansal seviyededir. Hepimiz; insanlar ve doğanın diğer seviyelerdeki tüm parçaları, aynı olmak durumundadır. Tam bir bütünlük içinde, birbirimizle bağlantılı yaşamak zorundayız. Doğadaki herşey (içimizdeki insani seviye, yani bilincimiz ve birbirimize ve dünyaya karşı tavrımız hariç herşey), halihazırda zaten bu durumdadır. Yani, tam bir bütünlük içindedir.
Bedenlerimiz, hayvansal seviyeye aittir. Kişiyi, doğanın ayrılmaz bir parçası olduğu anlayışına getirmek zaruridir. Bu şekilde, kişi, sonsuz uyumun farkına varır. Mükemmelliği yaşar ve tek bir organizma olarak, muazzam bir uyum içinde olmanın tadına varır. İnsanlık, bu seviyeye yükselmeye mecburdur.
Doğanın planı gereği edinmek zorunda olduğumuz bu sonsuzluk ve mükemmelliğe ulaşmanın iki yolu var. Birinci yol, insanların milyarlarca yıldır yürüdüğü uzun ve zorlu yol olan, acı çekerek gelişme yoludur. Diğeri, kişiyi; Üst Sistem ya da Üst Dünya’yı edinmeye götüren ve nasıl yaradıldığını, önündeki Işık’ı gösteren; harika, sonsuz ve mükemmel bir duruma getiren yoldur.
Kabala’nın tek amacı, insana, dünyanın ötesini görebilmeyi öğretmektir. Dünya, şeffaf bir şekilde gözlerimizin önüne serildiğinde, ötesinde gördüğümüz resme dahil olma zorunluluğunu hissederiz. Eğer insanlık bu avantajı kullanarak yükselmezse, çok daha yavaş bir şekilde ve felaketler eşliğinde olgunlaşmak durumunda kalır. Öyle ya da böyle, değişmesi gerektiğinin farkındalığına ulaşacaktır. Günümüzün en büyük sorunu, insanlığa, gelişimin bilimsel metodunu sunmakta, muvaffak olup olamayacağımızdır. Görüyorsunuz ki Kabala bir bilim. Sadece, kullandığımız grafik ve çizimlerin miktarına bakarak anlayabilirsiniz bunu… Üst Dünya’nın fizik bilimi… Bu metodu tüm insanlığa ulaştırmayı başarabilecek miyiz?! Güzel olan yolu mu seçeceğiz?! Bunu başaramazsak, felaketlerin ardı arkası kesilmeyecek.
Doğanın üzerimizdeki etkisi değişmezdir. Gelişim tamamen bize bağlı… Kabala avantajından yararlanırsak, ilerleyişimiz rahat olacaktır. Eğer, bu avantajı kullanmazsak; akılsız çocuklar gibi, başımız dertten kurtulmayacaktır. Felaketlerden kaçmak suretiyle, gelişim kanununun itmesiyle, yine aynı yönde ilerleyeceğiz. Varolan tek bozukluk, doğayla bir olmayışımızdır. Egoist yapımızdır… Günlük, küçük egoist davranışlardan bahsetmiyorum. Egoizmi, küresel seviyede, tüm insanlık seviyesinde algılamalıyız.
Bu durum, kutsal kitaplarda çok iyi anlatılmış. Antik Babil’de kurulmuş bir medeniyet, gökyüzüne uzanan bir ‘‘gurur’’ kulesi inşa etmek istedi. İnsanlar ‘‘ortak dillerini’’ unuttular; birbirlerini anlayamaz hale geldiler ve sonra da, tabiri caizse, ‘‘karışmış diller’’ peydahlandı. Bu antik topluluk, dünyanın dört bir yanına dağıldı, çünkü artık birarada yaşamaları imkansız olmuştu. İşte, bu bir bozulmadır. Bu; varolan tek bozukluktur.
Anlamalıyız ki, bizleri birbirimize yabancılaştırıp düşman eden egoizm, aslında; tüm insanlığın bir olması yolunda kullanacağımız bir araç olarak yaratıldı. Egoizmden kaçmak ya da onu bastırmaya çalışmak yerine; aşmak ve üzerine çıkmak suretiyle, tüm insanlığın tek bir aile haline gelmesi için çalışmalıyız. Her bireyin, diğerlerinin zayıflıklarını ve problemlerini anlayabildiği bir aile… Ancak bu şekilde, aralarında bir bağ ve sevgi oluşabilir.
Bu bağı kurmak için uğraştığımızda, çevremizle uyum içinde hissetmeye başlar; çevremizi saran ebedi ve sınırsız dünyanın farkına varırız. Hayvansal bedenden soyutlanırız. ‘‘İnsan’’ seviyesi denilen bambaşka bir seviyede, yaşamın ebedi akışı seviyesinde bulunduğumuz duygusuna geliriz. Bu dünyadaki yaşamla ilgili hiçbir problemimiz olmaz. Benlik duygumuz (hareket, yer, mekan gibi kavramların olduğu dünyamızda yaklaşık yetmiş yıllık bir varoluş dışında) yok olur. Birbirimize, kendimize ve tüm evrene yaklaşımımız tamamen değişir.
V. Molchanov: Teşekkürler. Profesör, ben muhtemelen hayatımda bir sürü hata yaptım. Ama bir tanesi var ki, hiç aklımdan çıkmıyor. Seksenli yılların sonlarında yaptığım bir televizyon programı, ülkede, o dönemin en popular programı idi. Bir keresinde, bu programda, Vissarion denilen ve yeni İsa peygamber olduğunu iddia eden kişiyle ilgili bir bölüm gösterdim. Konuyu ben seçmemiştim ve röportajı yapan da ben değildim, fakat yine de çok büyük bir hata yaptığımı düşünüyorum. Çok sayıda insanın, Vissarion ile ilgilenmeye başlamasına sebep oldum ve feci insanlık dramları yaşandı. Size sormak istiyorum; mezhepçilik hakkında ve Vissarion, Sai Baba gibi kişilerle ilgili ne düşünüyorsunuz?
M. Laitman: İnsanoğlu; mükemmelliğe giden yolun, daha rahat bir yaşamın ve bir manevi seviyeye yükselmenin arayışı içinde… Bedensel bağlarının üzerinde bir hissiyat edinmek istiyor. Bizi çevreleyen zaman, mekan gibi etkilerden kurtulmak istiyoruz. Eski zamanlardan beri, insanların böyle bir eğilimi var. Tabi, bu kavramları başkalarına satmaktan büyük zevk alan kişiler var. Bir de, farkında olmadan ilgi duymaya başlayıp, kendini kaptıranlar var.
Felsefe, şarki metodlar v.s. gibi moda çılgınlıkların, çok kısa zamanda geçip gideceği kanısındayım. Şimdiden bitmeye başladılar bile…
V. Molchanov: Belki burada bitiyorlardır, ama Rusya’da değil…
M. Laitman: Rusya’da bu süreç biraz geri kalmış. Bu, sözde manevi metodlar modası, Rusya’da, diğer ülkelerden daha sonra başladı. Beatles grubu, ellili yıllarda bu işlerle uğraşıyordu. Rusya’da bu çeşit akımlar seksenlere kadar rağbet görmedi. Otuz sene kadar geriden takip ediyorlar yani… Buna rağmen, çok hızlı tükenecekler. İnsanlığın, bu yollardan geçmeye ihtiyacı var. Sai Baba ve diğerleri belli bir görevi yerine getiriyorlar. İnsanoğlu, bu metodlara olan ilgisini kısa zamanda yitirecek ve yetersiz olduklarının farkına varacak. Bu süreci normal buluyorum.
Gözlerinizi belli bir şekilde odakladığınızda gizlenmiş görüntüyü algıladığınız şu meşhur çok boyutlu resimleri bilirsiniz… Önce, anlamsız bir çizgiler topluluğu görüyorsunuz. Ancak, bu çizgiler arasında gizli başka bir resim var.
Kişinin görüşünü, bu dünyanın ötesine, varoluşun bir sonraki boyutunu görecek şekilde odaklayabilirsek; kişi, gerçekte zaten içinde bulunduğu bu boyutu ve şimdiki dünyamızı birlikte yaşar. O zaman tüm bu sözde metodların etkisi de ortadan kalkar… Dengeli ve uyumlu bir yaşama, savaşlarla, nefretle ya da birbirimizi zorlayarak ulaşılamayacağını anlarız. Gerçekte, bu şekilde davranarak, sadece kendimizi cezalandırmış oluyoruz. Neticede, bir birey, millet ya da organizasyon; sevgi ve etkileşim kanunlarına karşı davranışlarla, en başta kendisine zarar vermektedir. Bunu görebilmemiz gerekiyor.
İnsanoğlunun gözleri açıldığında, yanlış davranışlarda bulunmak imkansız olacak… Aynen ateşten elimizi kaçırdığımız gibi, sonuçlarını görebilmeye başladığımız yanlış davranışlardan kaçar olacağız.
V. Molchanov: Size, aptalca ve muhtemelen münasebetsiz bir soru sorabilir miyim?
M. Laitman: Evet.
V. Molchanov: Geçen sene eşimle birlikte çektiğimiz, ‘‘Riga Gettosu Melodileri’’ adlı filmden bahsetmiştim hatırlarsanız. Yahudi Cemiyetleri Federasyonu, bu çalışmamızın ardından, benim gibi tek damla Yahudi kanı taşımayan birini ‘‘Yılın Adamı’’ seçti. Fakat, birlikte çalıştığım eşimin adı bile anılmadı. Ödülü almak için sahneye yalnız çıktım. Benden sonra, harika bir yönetmen olan Mark Rozovsky sahneye davet edildi. Tiyatrosunun müdürü ve aynı zamanda şef piyanisti olan eşi sahnede görünmesin diye, piyanosu perde arkasına yerleştirilmişti. Kadınlara karşı tutumunuz nedir? Onları sevmiyor musunuz?
M. Laitman: Bütün dinler kadını erkeğin gerisinde tutuyor. İnsanlar arasında uyum olmayışı, kadın-erkek ilişkisini de kötü etkiliyor. Yine aynı şeyleri söyleyeceğim… Eğer, uyum içinde insanlık resmini görebilseydik, kadınla erkeğin birbirlerini nasıl tamamladıklarını da görecektik. Ailede, toplumda ve iş ortamında; ilişkilerimizi, doğru şekilde kurabilecektik. Herşey farklı olacaktı.
Amerikalılar’ın eşitlik için verdikleri uğraşa rağmen, insanların hiçbir zaman eşit haklara sahip olacağına inanmıyorum. Eşit haklar kavramını anlamıyoruz bir kere… Eşit haklara sahip olmak, cinsiyet kavramını ortadan kaldırmak ya da tek bir cinsiyet varmışçasına yaşamak değildir. Eşit haklar sağlamak için, öncelikle; kadın ve erkek diye adlandırılan varlıkları tanımak, anlamak gerekir. Organizmanın fizyolojik ihtiyaçlarına takılıp kalmak yerine, içsel anlamda, manevi olarak; ‘‘erkek’’ ya da ‘‘kadın’’ nedir diye düşünmeliyiz. Üst köklerimizi bilmeden, ne erkekler ne de kadınlar için, bu dünyada rahat bir varoluşu sağlamamız mümkün olmayacaktır.
...