SİTİO VE DÜŞMAN NOKTALARI.
25 Haziran 1961, Pazar
Cuma günü don Juan’la kalmıştım. Akşam üzeri saat 7:00’de ayrılacaktım. Evinin önündeki sundurmanın
altında birlikte otururken, öğreti konusunu gene açayım dedim. Soruyu sorarken pek öyle üzerinde
durmamış, nasıl olsa gene tersler diye geçirmiştim. Ona, sanki bir Kızılderiliymişim gibi, öğrenme isteğimi
onaması için bir yol olup olmadığını sordum. Yanıtlamadan önce uzun uzun düşündü. Bir karara ulaşır gibi
göründüğünden sonucu beklemek zorunda kaldım.
Sonunda bir yol bulunduğunu söyledi ve bir soruna değindi. Yerde öyle oturup durmamın beni çok
yorduğunu ve yapılacak şeyin o taban üzerinde yorgunluk duymadan oturabileceğim bir nokta (sitio) bulmak
olduğunu belirtti. Dizlerim kalkık, çeneme dayalı, kollarımı baldırlarıma dolayarak, kenetlemiş
oturmaktaydım. Yorgun olduğumu söyleyince, sırtımın ağrıdığını, bitkin durumda olduğumu ayrımsadım.
Bir nokta ile demek istediğini açıklamasını bekledim-se de, bu konuyu aydınlatacak hiçbir şeye
yeltenmedi. Belki de oturuş biçimimi değiştirmem gerekiyordur diye, kalkıp ona biraz daha yakın bir yere
oturdum. Bu hareketime karşı çıkıp, bir nokta demekle bir insanın doğal bir mutluluk içinde ve dipdiri bir
durumda olacağı bir yeri anlatmak istediğini iyice vurguladı. Oturduğu yere eliyle vurarak orasının kendi
yeri olduğunu söyledi, daha fazla tartışmaya girmeden bu bilmeceyi kendi başıma çözümlemem gerektiğini
ekledi.
Çözümlemek üzere verdiği bu sorun da ne bilmeceydi ya! Nasıl başlayacağımı bir türlü kestiremiyor, onun
ne düşünüp de bu sorunu çıkardığını anlayamıyordum. Mutlu, dipdiri olacağım bir noktayı aramakta
tutulacak yola ilişkin bir ipucu versin, bir şeyler çıtlatsın diye birkaç kez asıldım. So-
ÖĞRETİLER
37
runu kavrayamadığımdan ötürü, ne istediğini anlamanın olanaksızlığını anlatmaya çalışıp durdum. Don
Juan, o yeri bulana dek biraz gezinmemi söyledi.
Kalkıp sahanlığı arşınlamaya başladım. Durumumu çok gülünç buluyordum.
Don Juan sinirlenerek, beni, anlattıklarını dinlememekle suçladı; belki de öğrenmek istemediğimi söyledi.
Bir süre sonra durgunlaşarak, her yere oturmanın doğru olmadığını, sundurmanın altındaki bu sahanlıkta
benzersiz tek bir noktanın varlığını, en iyi durumuma o noktada kavuşacağımı anlattı. Benim görevim o
noktayı bütün öbür yerlerden ayırt etmekti. Yapmam gereken iş orada var olan bütün noktaları duyumsayıp,
hangisinin doğru yer olduğunu belirlemekti.
Oturduğumuz sahanlığın pek geniş olmamasına karşın (4 x 25 metre), olası nokta sayısının ürkünçlüğünü,
hepsini denememin çok uzun süreceğini, üstelik bu nokta denilen şeyin boyutlarının da verilmediğini sayıp
dökerek böyle bir işin olanaksızlığını sergilemeye uğraştım. Hiçbirini dinlemedi. Ayağa kalkarak, çok katı
bir biçimde, o noktayı bulmamın günlerce sürebileceği, ama sorunu çözümlemek istemiyorsam çekip
gitmemin daha iyi olacağı, çünkü artık bana diyecek bir şeyi kalmamış olacağı uyarısında bulundu. Benim
noktamın nerede olduğunu bildiğini, bu bakımdan ona yalan söyleyemeyeceğimi de vurguladı. Mescalito’yu
öğrenme isteğimi onaması için geçerli tek nedenin bu yol olduğunu belirtti. Bu dünyada hiçbir şeyin
armağan gibi verilmediğini, her şeyin zorluklarla öğrenildiğini de ekledi.
işemek için evin arkasındaki çalılığa gitti. Eve arka kapıdan girdi.
O sözde mutluluk noktasını bulma görevini, beni kovmak için verdiğini düşünüyordum. Sonra kalkıp
sahanlığı bir aşağı bir yukarı adımlamaya başladım. Hava açıktı. Sahanlıktaki ve çevresindeki her şeyi
görebiliyordum. Bir saate yakın öyle gezinmiş olmalıydım. Ama noktamın bulunduğu yeri gösterecek hiçbir
şey olmamıştı. Yürümekten yorulup, oturdum. Birkaç dakika sonra bir başka yere oturdum, sonra bir başka yere, derken tüm sahanlık tabanım yarı-
dizgesel bir biçimde tarayarak oturmayı sürdürdüm. Oturduğum yerler arasında bile bile farklı duyumsamaya çalıştımsa da bu farkların ölçütlerini bilmiyordum ki! Saçma şeylerle uğraştığımı
düşünüyordum, ama kaldım. Ta uzaklardan sırf don Juan’ı görmeye geldiğimi ve nasıl olsa başka yapacak
bir şey bulunmadığını düşünerek yaptıklarımı usa uygun görmeye çalışıyordum.
Sırtüstü uzanarak ellerimi yastık gibi başımın altına koydum. Ardından yuvarlanıp bir süre yüzükoyun
uzandım. Bu yuvarlanma eylemini tüm tabanı kapsayana dek yineledim. İlk kez, belirsiz bir ölçütü yakalar
gibi olmuştum. Sırtüstü yatarken daha bir ılıklık duyuyordum içimde.
Gene yuvarlanarak tüm tabanı kapsadım. Ama bu kez ilk dönüştekinin tersine, yüzükoyun değil de sırtüstü
yata yata duraklıyordum. Yüzükoyun ya da sırtüstü duruşuma göre bir serinlik ya da ılıklık duymam
sürüyordu ya, değişik noktalar arasında herhangi bir ayrım sezemiyordum.
Sonra parlak bulduğum bir düşünce geldi aklıma: don Ju-an’ın noktası! Oraya oturdum, ardından yattım,
önce yüzükoyun sonra sırtüstü; ne var ki öbür yerlerden bir farkı yoktu bu yerin. Ayağa kalktım. Artık
burama gelmişti! Don Juan’a gideceğimi söylemek istiyordum, ama onu uyandırmaya çekiniyordum.
Saatime baktım. Sabahın ikisi olmuştu! Altı saattir yuvarlanıp durmuşum.
O anda don Juan çıkageldi, arka çalılığa doğru gitti. Dönünce, kapının önünde durdu. Karamsarlığım
sonsuzdu. Öfkemi boşalttıktan sonra çekip gitmek istiyordum. Ama onun suçu olmadığını da seziyordum;
bütün o saçmalıkları kendi isteğimle yapmamış mıydım? Bütün gece alıkçasına orada yuvarlanıp
durduğumu, daha bilmecesinden bir anlam bile çıkaramadığımı, kısacası bu işi beceremediğimi söyledim.
Gülerek, hiç şaşmadığını, çünkü doğru yol tutmamış olduğumu söyledi. Gözlerimi kullanmıyormuşum.
Haklıydı.
ÖĞRETİLER
39
Ama duyumsayarak ayırt etmeye çalışmamı söylemiş olduğunu çok iyi biliyordum. Bunu ileri sürmek
istediysem de, insanın bir şeye gözlerini dikerek bakmadan da gözleriyle duyumsayabileceğim söyleyerek
beni susturdu. Bu problemi çözmek için olanaklarımı yani gözlerimi kullanmaktan başka bir çarem
olmadığını ekledi.
Don Juan sözünü bitirdikten sonra içeri girdi. Beni gözetleyip durmuş olacaktı kuşkusuz. Yoksa gözlerimi
kullanmamış olduğumu başka nasıl bilebilirdi?
Yuvarlanmaya başladım gene. Bu yöntem bana en kolay geleniydi. Ama bu kez çenemi ellerime dayayıp
her türlü ayrıntıya bakıyordum.
Bir süre sonra çevremdeki karanlık değişti. Bakışlarımı tam önümdeki noktada yoğunlaştırdığımda, görüş
alanımın çevresindeki alan pasparlak ve yeknesak bir yeşilimtırak sarı renge büründü. Şaşırıp kalmıştım.
Gözlerimi önümdeki noktaya dikmeyi sürdürerek ve kamımın üzerinde sürünerek azar azar yana doğru
ilerlemeye başladım.
Birden döşemenin ortalarında bir yerde değişik bir renklenme gördüm. Sağ yanımda, gene görüş alanımın
çevresindeki yeşilimtırak sarılık bu kez kopkoyu ama parlak bir morluğa dönüşmüştü. Dikkatle bakmayı
sürdürdükçe de, renk öyle kalıyordu.
Ceketimi koyarak o noktayı imledim ve don Juan’ı çağırdım. Sahanlığa çıktı. Çok heyecanlıydım;
renklerdeki değişimi öyle açıkça görmüştüm ki! Don Juan pek önemsemedi bunu. Yalnızca o noktada
oturmamı ve neler hissettiğimi ona anlatmamı söyledi.
Oturdum. Sırtüstü uzandım. O, yanımda duruyor ve boyuna neler hissettiğimi soruyordu; ama bir şey
duyduğum yoktu! On beş dakika kadar bir şeyler duyumsamaya ya da kimi ayrıntıları görmeye çalıştım. O
da sabırla yanımda dikildi durdu. Bıkkınlıktan, tiksintiden başka duyduğum şey yoktu. Ağzımda metalimsi
bir tat vardı. Başım zonklamaya başlamıştı. Midem bulanıyordu. Bu manyakça çabalar beni çıldırtacaktı herhalde. Kalktım. Don Juan, çaresizlik içinde kıvrandığımı görmüş olacak ki, gülmeden, ağırbaşlılıkla, eğer bir şeyler
öğrenmek istiyorsan, kendimi çok esnek tutmam gerektiğini söyledi. Önümde yalnızca iki yol bulunduğunu
belirtti: ya vazgeçip evime dönmeliymişim, ki bu durumda öğrenmeyi aklımdan çıkarmalıymışım; ya da
bilmeceyi çözmeliymişim.
Don Jun gene içeri girmişti. Hemen orada gitmek istedim, ama çok yorgun olduğumdan araba kullanacak
gücüm kalmamıştı; üstelik o renkleri görmek öyle şaşırtıcıydı ki onların bir tür ölçüt olduğuna emindim.
Belki de daha başka bir değişiklik olabilirdi. Zaten öyle yorgundum ki, gitmeyi gözüm yemedi. Oturdum,
uzattım bacaklarımı, sil baştan başladım.
Bu kez her yeri çabucak bir deneyiverdim. Don Juan’m yerinden geçip döşemenin eve doğru olan ucuna,
sonra da avlu yönündeki ucuna doğru yöneldim. Ortaya varınca renklenmelerde bir değişim daha oldu. Gene
görüş alanımın hemen sınırında. Tüm çevremde gördüğüm bu likör yeşili gitgide sağımda bir noktada koyu
bir bakır pası yeşiline dönüştü. Bir süre öyle kaldı, sonra birden daha öncekilerden bambaşka bir renge
çevrildi ve öyle kaldı. Ayakkabımı çıkarıp o noktayı da imleyerek sahanlığı kapsayana dek yuvarlanmayı
sürdürdüm. Renklerde değişiklik olmuyordu artık.
Ayakkabımı koyduğum yere döndüm ve orayı inceledim. Ceketimi koyduğum yerden, güneydoğu
doğrultusunda, bir buçuk metre uzaklıkta bir yerdi bu. İrice bir kayanın dibinde bir yer. Bir süre orada
uzanıp kaldım, bir ipucu bulmaya çalıştım. Ne kadar ayrıntı varsa hepsini görmeye çabaladım. Ama
hissedebildiğim yeni bir şey olmadı.
Başka bir noktayı denemeye karar verdim. Diz çöküp ceketimin üzerine uzanacaktım ki birden içimi
tanımsız bir korku kapladı. Sanki bir şeylerin gerçekten karnımı fiziki olarak itmesi gibi bir duyumsama
içindeydim. Bir hamlede kendimi geriye fırlattım. Tüylerim diken diken olmuştu. Bacaklarım-
ÖĞRETİLER
41
da hafif bir ağrı vardı; bedenim öne doğru eğildi, kollarım önümde kaskatı uzandı, parmaklarım hayvan
pençesi gibi kıvrıldı. Bu cin çarpmışa benzeyen halimi sezinleyerek daha da korkmaya başladım.
Bir robot gibi gerileyerek ayakkabımın bitişiğindeki kayanın dibine çöktüm. Kendimi kayanın dibinden
sahanlığa attım. Beni bu denli korkutan şeyi çıkarmaya çalışıyordum. Belki de yorgunluğumun etkisiydi
bunlar. Gün ağarmaya başlıyordu. Aptallaşmıştım, utanç duyuyordum. Beni korkutan şeyin ne olduğunu,
don Juan’m ne istediğini bir türlü çıkara-mıyordum.
Dişimi sıkıp son bir deneyime girişmeye karar verdim. Yavaşça kalkarak ceketimle imlediğim yere
yaklaştım. Korku gene sarmaya başlamıştı. Bu kez kendimi kontrol etmek için son gayretimi kullandım.
Oturdum. Sonra yüzükoyun yatmak için dizlerimin üstüne kalktım; ama tüm istencime karşın bunu
yapamıyordum. Ellerimle öne yaslandım. Soluk alış verişlerim hızlanmıştı. İçim bulanıyordu. Ürküye
kapıldığımı gördüm. Kaçmaktan başka bir şey düşünmüyordum artık. Don Juan o anda beni gözetliyormuş
gibi geldi. Yavaş yavaş öbür yana süründüm ve arkamı kayaya yasladım. Biraz zihnim açılsın diye
dinlenmek istedim. Ama uyuyakalmıştım.
Don Juan’m tepemde gülerek konuştuğunu işitip uyandım.
Noktanı bulmuşsun, diyordu.
Önce ne dediğini anlayamadım. Ama uyuyakaldığım yerin o nokta olduğunu yineledi gene. Orada
yatmaktan hoşlanıp hoşlanmadığımı sorunca, ben de pek bir fark duymadığımı söyledim.
Sonra don Juan’m, bu noktayı öbür noktada yatışımla karşılaştırmamı istemesi, geceleyin nasıl bir korkuya
kapıldığımı aklıma getiriverdi. Gidip bir de öbür noktaya oturmamı söyledi. Açıklanması zor bir nedenle
öbür yerden korkuyordum ve oraya oturmadım. Don Juan da bunu ayırt edememesi için insanın ahmak
olması gerek, diye söyleniyordu. Bu iki yerin özel adları var mıdır, diye sordum kendisine. İyi olanına sitio, kötü olanına da düşman
dendiğini, bu iki yerin özellikle bilgi peşinde koşan bir insanın esenliğinin açkısı olduğunu söyledi. Bir
kişinin kendi yerinde sırf oturmuş olması üstün bir güç yaratırmış, öteki yerde ise düşman o kişiyi
zayıflatırmış, hatta ölümüne neden olurmuş. Şimdi sabaha dek bol keseden harcadığım enerjimi, kendi
noktamda kestirerek tazelemekte olduğumu anlattı.
Bir de bu belirli noktalarda gördüğüm renklenmelerin enerjimi artırmak ya da yok etmek gibi etkilerinin
olduğunu ekledi.
Bulguladığım bu iki nokta dışında başka noktalar olup olmadığını, varsa onları nasıl bulabileceğimi
sordum. O da, dünyadaki çoğu yerin bu iki noktaya benzediğini, onları belirlemede en doğru yöntemin
bunların çıkardıkları renkleri incelemek olduğunu söyledi.