Ü
Üye silindi 70925
"1645 yılında, 34 yaşında genç bir seyyah Azerbaycan seyahati sırasında, Hazar Denizi kenarında mola verir. Atından inmiş, güneşten korunmak için bir ağacın gölgesinde oturup keçi derisinden yapılma matarasından suyunu içerken bir çobanın yanına yaklaştığını fark eder.
O bölgede yabancı görmeye alışık olmayan çoban, onlu yaşların sonlarında, kara saçlı, yanık tenli genç bir oğlandır. Çoban selam verip müsaade alır, seyyahın karşısına oturur. Büyük bir merakla yabancıya nereden geldiğini sorar. Seyyah da onun nereleri bildiğini sorar. Çoban kısa bir an duraksar, ömrü boyunca yaşadığı küçük köyünden ve bazen alışverişe gittiği ilerideki kasabadan başka yer bilmemektedir. Ama yaşlıların anlattığı öykülerden kuzeydeki Bakü’yü, güneydeki Tebriz’i ve Bağdat’ı, denizin karşı kıyısında Aşkabat’ı duymuş olmasına rağmen tüm bunlar onun için masallardaki Kafdağı gibidir.
Seyyah ona İstanbul’u ve İstanbul’dan oraya kadar izlediği güzergâhı, gezdiği şehirleri anlatır. İstanbul’un ihtişamını ve padişahın sarayını, Bursa’nın başı hep karlı ulu dağını, Kütahya’nın görkemli Ulu Cami’sini anlatır. Yüzlerce yıl önce Hititlerin ve Friglerin taşlara oyduğu eserlerle dolu kadim şehir Eskişehir’i genç çobana kelimeleriyle resmeder. Amasya’dan, Samsun’dan, Ünye’den, Trabzon’dan, Batum’dan geçerken yaşadığı maceralardan bahseder. Heybetli bir dağın düz duvarı üzerine inşa edilmiş dev Sümela Manastırı’nın içindeki etkileyici fresklerin çizimlerini gösterir, rahiplerin her gün düz duvara oyulmuş bu dev manastıra erzak çıkarmak için yaşadıkları mücadeleyi detaylıca anlatır.
Duyduklarına inanamayan genç çoban, her biri ayrı bir masal âlemi gibi kulağında yankıyan bu şehirleri çok merak ettiğini ama oralara asla gidemeyeceğini söyleyince, seyyah, "Neden?" diye sorar. Çoban, "Ben nişanlıyım," der, "bu keçileri sürüp büyük bir sürü yaptım, şimdi yarısını satıp sevdiğim kızla evleneceğim. Sonra çocuklarımız olacak. Nasıl gideyim oralara? O anlattığın yerler çok güzel ama ben burada mutluyum."
O yıllarda dünyayı dolaşmaya yeni başlamış ve 71 yıllık ömrünün sonuna ulaştığında 10 cilde varacak olan ünlü Seyahatnâmesi’nin henüz ikinci cildini kaleme almaya çalışan genç bir seyyah olan Evliya Çelebi, bu çobanla yaşadığı sohbeti hiç unutamamış, 71 yıllık hayatının çok büyük bölümünü dünyayı gezerek, yabancı kültürleri keşfederek, savaşlara ve seferlere katılarak geçirmiş ama asla evlenmemiş.
Yıllar geçtikçe ünü tüm dünyaya yayılan Seyahatname’si sayesinde yabancı kralların, dünyanın başka bir ucundaki asillerin, din ve ilim âlimlerinin, edebiyat üstatlarının sofralarına şeref konuğu olmuş; eşsiz sanat eserlerine, hesapsız servetlerin yarattığı ihtişamlı saltanatlara tanık olmuş; dünyayı değiştiren savaşlara komutanların yanı başında şahitlik yapmıştı.
Dünyanın en güçlü insanlarının evlilik yaşı gelmiş pembe yanaklı, gül dudaklı taptaze genç kızları bu gözüpek maceracı seyyahla evlenmek için babasına yalvarırken Evliya Çelebi gönlünü bir kadına kaptırmamak için her kralın şatosundan, her asilin masasından erkenden ayrılmıştı. Seyahatnâmesi’nin bir köşesindeyse hiç evlenmemiş olmasının sebebini, kadınların ve aşkın onu zincirleyerek seyahatten alıkoyacağını bilmesi olarak açıklamıştı.
17. yüzyılda sıradan bir insan hiç evlenmese bile elbette dünyayı dolaşacak, maceradan maceraya koşacak imkânlara sahip olamazdı. Bu gözüpeklik, ancak olağanüstü bir eğitim alan ve daha fazlasını aramak için yollara düşecek karaktere sahip bir seyyahın cesaret edebileceği bir keşif ve öğrenme arzusunun sonucuydu.
Bugün de aşk veya evlilik, elbette dünyayı dolaşmanın, seyahat etmenin önünde engel değil. Ancak, bir zamanlar Evliya Çelebi’nin korktuğu o pranga, bugün bilinçaltına sinsice zerk edilmiş bir engel olarak, kadın-erkek demeden herkesin ayağına küçük yaştan itibaren takılıyor.
Bir ilişkiye sahip olmak, âşık olmak demek, size dayatılan kurallara uymayı kabul etmeniz anlamına geliyor. Eğer kurallara uymayacak olursanız, sizi ilk uyaran sevdiğiniz oluyor. Bir anlamda sistem, sevgilinizi sizin başınıza gardiyan olarak dikiyor.
...
Çocukluğundan itibaren "Çünkü aşk her şeyden önemlidir!" bilinçaltı mesajıyla büyük bir zihin manipülasyonuna maruz kalmış bir bireyin gerçek aşkın ona tehdit değil destek olması gerektiğini hissedebilmesi için yüksek bir bilinç düzeyine ulaşması gerekir. Herkesin de o bilinç düzeyine ulaşmasını bekleyemeyiz. Dolayısıyla insanlar, aşkı kaybetme korkusuyla sinmeye ve onlara gösterildiği şekilde, koyun gibi sıraya girmeye devam ederler.
Kısaca söylemek gerekirse, artık hepimiz, Hazar Denizi'nin kıyısında keçi sürüsü otlatan ve köydeki komşu kızıyla evlenip çocuklarını büyüterek köyünde yaşlanmak için dünyayı keşfetme hayalleri bile olmayan genç çobanlarız. Çünkü modern dünyada aşk artık prangamız, sevgilimiz ise gardiyanımızdır."
Cem Şancı'nın kitabından
O bölgede yabancı görmeye alışık olmayan çoban, onlu yaşların sonlarında, kara saçlı, yanık tenli genç bir oğlandır. Çoban selam verip müsaade alır, seyyahın karşısına oturur. Büyük bir merakla yabancıya nereden geldiğini sorar. Seyyah da onun nereleri bildiğini sorar. Çoban kısa bir an duraksar, ömrü boyunca yaşadığı küçük köyünden ve bazen alışverişe gittiği ilerideki kasabadan başka yer bilmemektedir. Ama yaşlıların anlattığı öykülerden kuzeydeki Bakü’yü, güneydeki Tebriz’i ve Bağdat’ı, denizin karşı kıyısında Aşkabat’ı duymuş olmasına rağmen tüm bunlar onun için masallardaki Kafdağı gibidir.
Seyyah ona İstanbul’u ve İstanbul’dan oraya kadar izlediği güzergâhı, gezdiği şehirleri anlatır. İstanbul’un ihtişamını ve padişahın sarayını, Bursa’nın başı hep karlı ulu dağını, Kütahya’nın görkemli Ulu Cami’sini anlatır. Yüzlerce yıl önce Hititlerin ve Friglerin taşlara oyduğu eserlerle dolu kadim şehir Eskişehir’i genç çobana kelimeleriyle resmeder. Amasya’dan, Samsun’dan, Ünye’den, Trabzon’dan, Batum’dan geçerken yaşadığı maceralardan bahseder. Heybetli bir dağın düz duvarı üzerine inşa edilmiş dev Sümela Manastırı’nın içindeki etkileyici fresklerin çizimlerini gösterir, rahiplerin her gün düz duvara oyulmuş bu dev manastıra erzak çıkarmak için yaşadıkları mücadeleyi detaylıca anlatır.
Duyduklarına inanamayan genç çoban, her biri ayrı bir masal âlemi gibi kulağında yankıyan bu şehirleri çok merak ettiğini ama oralara asla gidemeyeceğini söyleyince, seyyah, "Neden?" diye sorar. Çoban, "Ben nişanlıyım," der, "bu keçileri sürüp büyük bir sürü yaptım, şimdi yarısını satıp sevdiğim kızla evleneceğim. Sonra çocuklarımız olacak. Nasıl gideyim oralara? O anlattığın yerler çok güzel ama ben burada mutluyum."
O yıllarda dünyayı dolaşmaya yeni başlamış ve 71 yıllık ömrünün sonuna ulaştığında 10 cilde varacak olan ünlü Seyahatnâmesi’nin henüz ikinci cildini kaleme almaya çalışan genç bir seyyah olan Evliya Çelebi, bu çobanla yaşadığı sohbeti hiç unutamamış, 71 yıllık hayatının çok büyük bölümünü dünyayı gezerek, yabancı kültürleri keşfederek, savaşlara ve seferlere katılarak geçirmiş ama asla evlenmemiş.
Yıllar geçtikçe ünü tüm dünyaya yayılan Seyahatname’si sayesinde yabancı kralların, dünyanın başka bir ucundaki asillerin, din ve ilim âlimlerinin, edebiyat üstatlarının sofralarına şeref konuğu olmuş; eşsiz sanat eserlerine, hesapsız servetlerin yarattığı ihtişamlı saltanatlara tanık olmuş; dünyayı değiştiren savaşlara komutanların yanı başında şahitlik yapmıştı.
Dünyanın en güçlü insanlarının evlilik yaşı gelmiş pembe yanaklı, gül dudaklı taptaze genç kızları bu gözüpek maceracı seyyahla evlenmek için babasına yalvarırken Evliya Çelebi gönlünü bir kadına kaptırmamak için her kralın şatosundan, her asilin masasından erkenden ayrılmıştı. Seyahatnâmesi’nin bir köşesindeyse hiç evlenmemiş olmasının sebebini, kadınların ve aşkın onu zincirleyerek seyahatten alıkoyacağını bilmesi olarak açıklamıştı.
17. yüzyılda sıradan bir insan hiç evlenmese bile elbette dünyayı dolaşacak, maceradan maceraya koşacak imkânlara sahip olamazdı. Bu gözüpeklik, ancak olağanüstü bir eğitim alan ve daha fazlasını aramak için yollara düşecek karaktere sahip bir seyyahın cesaret edebileceği bir keşif ve öğrenme arzusunun sonucuydu.
Bugün de aşk veya evlilik, elbette dünyayı dolaşmanın, seyahat etmenin önünde engel değil. Ancak, bir zamanlar Evliya Çelebi’nin korktuğu o pranga, bugün bilinçaltına sinsice zerk edilmiş bir engel olarak, kadın-erkek demeden herkesin ayağına küçük yaştan itibaren takılıyor.
Bir ilişkiye sahip olmak, âşık olmak demek, size dayatılan kurallara uymayı kabul etmeniz anlamına geliyor. Eğer kurallara uymayacak olursanız, sizi ilk uyaran sevdiğiniz oluyor. Bir anlamda sistem, sevgilinizi sizin başınıza gardiyan olarak dikiyor.
...
Çocukluğundan itibaren "Çünkü aşk her şeyden önemlidir!" bilinçaltı mesajıyla büyük bir zihin manipülasyonuna maruz kalmış bir bireyin gerçek aşkın ona tehdit değil destek olması gerektiğini hissedebilmesi için yüksek bir bilinç düzeyine ulaşması gerekir. Herkesin de o bilinç düzeyine ulaşmasını bekleyemeyiz. Dolayısıyla insanlar, aşkı kaybetme korkusuyla sinmeye ve onlara gösterildiği şekilde, koyun gibi sıraya girmeye devam ederler.
Kısaca söylemek gerekirse, artık hepimiz, Hazar Denizi'nin kıyısında keçi sürüsü otlatan ve köydeki komşu kızıyla evlenip çocuklarını büyüterek köyünde yaşlanmak için dünyayı keşfetme hayalleri bile olmayan genç çobanlarız. Çünkü modern dünyada aşk artık prangamız, sevgilimiz ise gardiyanımızdır."
Cem Şancı'nın kitabından
Moderatör tarafında düzenlendi: