Aleviliğin İnanç Esasları

Ori

Kayıtlı Üye
Katılım
18 Ocak 2010
Mesajlar
3,246
Tepkime puanı
3,122
Aleviliğin inanç ve iman esaslarını tespit etmeden önce kendisinin tanımının yapılması zorunlu olsa gerektir. Geçmişten günümüze, kendilerini “Alevi” olarak isimlendiren grupların Aleviliği algılama, tanımlama ve yaşama şekilleri çoğu zaman birbirlerinden farklılık göstermiştir. Bu farklılıklar araştırmacıları, Aleviliğin inanç esasları olarak tespit ve iddia edilecek olan hususların tüm Aleviliğe genellenemeyeceği ve büyük ölçüde öznel olduğu kanaatine götürmüştür. Durum her ne kadar böyle olmuş olsa da, kanaatimizce yine de ortak bir tanım yapılabilmelidir. Buna göre Alevilik, en belirgin özelliği, Ehl-i Beyt olarak isimlendirilen Ali ve onun soyundan gelenlere sevgi ve taraftarlık besleyen siyasi ve itikadi grupların genel adıdır. Ancak bu tanım eski tabirle “efradını cami, ağyarını mani” bir tarif olmasa gerektir. Çünkü Şii gruplar da Al-i Beyt’e taraftar olmak anlamına gelen tevelli ve imamet inançları itibariyle bu tanım içerisinde yer alacaklardır. Ancak bugün Türkiye Alevilerinin genel çoğunluğu, Şii fırkaları kendilerinden kabul etmedikleri gibi, kendilerini de herhangi bir Şii mezhebine mensup görmezler. Bazı araştırmacılar da bu hususa işaret ederek, Aleviliğin Şii bir İslam yorumu olmadığını, ifade etmektedir. Günümüzde belli bir dini topluluğun genel adı olarak kullanılan bu terim, yani “Alevilik”, Anadolu Kızılbaşlığını, Bektaşiliği, sufi karakterli Türkmenleri ve onların din anlayışını tanımlamaktadır. “Kızılbaş” tabiri ilk defa Şah İsmail’in babası olan Şeyh Haydar (1488) zamanında kullanılmaya başlanmıştır. Şeyh Haydar kendi müridlerini diğer insanlardan ayırmak için onlardan on iki dilimli kızıl taç (Tâc-ı Haydari) giymelerini istemiştir. Başlangıçta Sünni gelenek içinde iken gittikçe Şiiliğe kayan Safevi Erdebil Tekkesine mensup insanların alamet-i farikası olan bu kırmızı başlığı giyenler anlamındaki “Kızılbaş” tabiri daha sonraları bu tekkeye bağlı olanları ifade etmek için kullanılmış, buradan hareketle onların düşünce ve yollarına da “Kızılbaşlık” denilmeye başlanmıştır. Daha somaki süreçte Kızılbaşlık, özellikle Osmanlı ve Safevi mücadelelerinin savaş boyutlarına vardığı dönemlerde, İslam’ın yaygın Sünni anlayışının dışma çıkmış olmayı ifade eden olumsuz bir anlama büründürülmüştür. Osmanlı-Safevi siyasi ilişkileri sürecinin devamında Kızılbaşlara yönelik olan siyasi tavır alışa dayanak teşkil edecek fetvalara bakılırsa, Kızılbaşlık sözcüğü, Osmanlı literatüründe giderek aşağılayıcı bir anlam kazanmış, özellikle devlete başkaldırmakla, bir tür sapkınlıkla ve dinsizlikle özdeşleştirilir olmuştur. Buna rağmen o dönemdeki Alevilerin kendilerini, İslamdışı bir oluşum olarak gördüklerine ve haklarında yapılan bu ithamları kabul ettiklerine dair bir bilgi ve belge bulunmamaktadır. Tamaksine zaten sözlü bir geleneğe sahip olan Aleviliğin şiirlerinde, deyişlerinde ve ritüellerinde kendilerinin Muhammed-Ali yoluna, Kur’an ve İslam’a gönülden bağlı, yol ve tarikat ehli gerçek müminler olduğu ifade edilmiştir. Buna göre denilebilir ki, o dönemde OsmanlI’nın temsil ettiği Sünni Müslümanların bir kesimine ve özellikle de siyasi egemen sınıfın yönlendirdiği ulemaya göre Aleviler, “İslamdışı” görülmeye başlanmıştır. Şüphesiz bu tavrın asıl sebebinin siyasi olduğu açıktır. Nihayet 19. yüzyıla doğru ise örf ve cemaat dışı (non-konformist ve heterodoks) olarak görülen ve farklı bir İslam yorumu haline gelmiş olan gruplan adlandırmak üzere “Alevi” tabiri yaygınlaşmaya başlamıştır. Geçmişte de günümüzde de Aleviliğin İslam içinde mi olduğu, yoksa îslamdışı mı olduğu tartışmaları çokça yapılmıştır. Konumuzun Alevilerin ve Aleviliğin inandığı ve benimsediği itikat esaslan olduğu göz önünde bulundurulursa, Alevi dışındakilerin onlan nasıl gördükleri değil, Alevilerin kendilerini nasıl ve nerede gördükleri önemlidir. O halde onlann kendilerini İslam’ın içinde mi, yoksa dışında mı değerlendirdiklerini bilmemiz gerekir. Bu bağlamda günümüzde çeşitli Alevi topluluklarının farklı düşünce ve temayülleri olduğu ve aralarında tam bir uzlaşının bulunmadığı görülmektedir. Bu dağınık yapı ve farklı anlayış ve yorumlar, Alevilerin bütününe genellenecek inanç normlarından bahsetmeyi güçleştirmektedir. Zira “Aleviler şuna inanmaktadır” denilen bir konuda, o inancı kabul etmeyen bir Alevi grup karşımıza çıkabilmektedir. Bir Alevi araştırmacı yazar arkadaşımın söylediği gibi, “Türkiye’de kaç alevi köyü varsa, bunların bağlı oldukları kaç ocak ve dede varsa, o kadar Alevilik yorumu olduğu görülür.' ’’Elbette ki bizim bütün bu farklı yorumlan bir çalışma içerisinde ele almaya gücümüz yetmeyecektir. Ancak Aleviliğin ne olduğu, neye inanıp neyi savunduğu konusundaki farklı genel eğilimleri şu şekilde ifade edebiliriz.

1- Alevilik, Hz. Ali’yi çok daha fazla öne çıkartmak, onu sevmek ve onun gibi yaşamaktır. Sünniler arasında da Ali sevgisi bulunmaktadır. Bununla birlikte Aleviliği farklı kılan şey, İslam öncesi eski Türk inançlanna daha fazla yer vermiş olmasıdır.
2- Hz. Muhammed’in vefatından sonra halifeliğe Hz. Ali’nin getirilmesi gerekirken hakkı yenmiş ve ancak dördüncü sırada halife olabilmiştir. Daha sonra ise Muaviye tarafından bu makam kendisinden savaş yoluyla gasp edilmeye çalışılmış ve nihayetinde Hz. Ali ve oğullan farklı yollarla şehit edilerek ortadan kaldırılmış ve Muaviye ile Yezid’in saltanatı başlamıştır. Bu düşünce üzerinde yoğunlaşanlara göre Alevilik, hilafetin Hz. Ali’ye ve onun soyuna ait olduğuna inananların oluşturduğu topluluğun adıdır.
3- Alevilik bir inanç, bir din ya da bir mezhep değil, bir yaşam biçimi, yaşam felsefesidir. Tanrı’yı insana indirgeyerek insanı, “insanüstü” olan bir varlığın baskısından kurtarıp yücelten, Tanrı’yı insan seviyesine indiren, insanla özdeşleştiren, insanlaştıran çağdaş bir düşünce tarzıdır.
4- Alevilik her zaman her yerde haksızlığa, sömürüye, ezilmişliğe karşı bir başkaldırı ideolojisidir.
5- Alevilik; çağdaşlık, demokratlık, laiklik ve özgür düşünceden yana olmak demektir.

Bu temayüller ve farklı yorumlardan, Aleviliğin eski Türk inançlarına daha fazla yer veren bir İslam yorumu olduğunu ifade eden yaklaşıma gelince, bu iddia aslında doğrudur. Çünkü Kızılbaş Aleviliği, yerleşik hayata geçmemiş ve dolayısıyla yeni girilen İslam dininin esaslarını ve kurallarını, yazılı ana kaynaklarından öğrenme imkânına sahip olmayan Türkmenlerin İslam’ı algılayış, anlayış ve yaşayışlarından kaynaklanmaktaydı. Sufi anlayışın süzgecinden geçmiş, eski inançlarla karışık olan bu din anlayışı, sonraki yüzyıllar arasında da aynı sosyo-ekonomik yapıyla göçebe Türkler arasında varlığını sürdürdü ve XII.-XIII. yüzyıllarındaki göçlerle Anadolu'ya taşındı. Başlangıcından Anadolu’ya taşınmasına kadar olan süreçte, yani Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar yol üstündeki bütün kültür inançlarla karışa karışa, bağdaştırmacı bir yapı kazandı. Anadolu’ya geldikten sonra da bu yapı, buradaki yerleşik kültür ve dinlerden aldığı materyallerle zenginleşti. Eski mitolojilerin üstüne yeni mitolojiler eklendi, ama temeldeki güçlü tasavvufi (mistik) özü korundu. Günümüze kadar gelen bu süreçte Aleviliğin inanç temelleri oluşmuş oldu. Kimi araştırmacılara göre bu temeller, Budizm, Şamanizm ve Manihaizm gibi eski dinlerin kalıntısı olan “hulul” (incamation - Tanrı’nın insan bedenine girmesi) ve “tenasüh” (reincamation - ruhun bedenden bedene göçü) gibi iki temel inanca oturtuldu ki, bu inançları Sünni İslam’da görmek imkânsızdır. Aleviliğin doğuşunun, Hz. Ali ve Muaviye mücadelesine dayandırılması üzerinde kısaca duracak olursak, Hz. Ali ve Muaviye arasındaki bu olayın Aleviliğin başlangıç ve doğuş sürecinde onu diğer İslam yorumlarından ayırıcı bir tesirinin olduğunu söylemek oldukça güçtür. Çünkü Aleviliğin asıl karakterini belirleyen unsur hilafet ve imamet anlaşmazlığı olsa idi, Aleviliğin Şiilik tarzı bir oluşum göstermesi gerekir veya Şii mezhepler içinde yer alması icap ederdi. Oysa ki, Al-i Beyt ve on iki imam konularındaki ortak inançlarına rağmen, Alevileri tam olarak ne İmamiyye Şiası içerisinde, ne de diğer Şii mezhepler içerisinde görmek imkansızdır. Zaten Alevilerin kendileri de böyle bir nitelendirmeyi kabul etmemektedirler. Özellikle günümüz Türkiye’sinde yaşayan Alevilerin, îmamiyye mezhebinin resmi din ve mezhep olduğu İran karşısındaki duruşları ve yine İran’da cari olan “Caferiyye” fıkıh okulunun normlaştırdığı yapıya karşı koyuşlan bu konuda bize önemli bakış açılan vermektedir. Geçen yüzyılda ve günümüzde Marksist düşünceyi benimsemiş bazı Alevi yazarlar, Aleviliğin “bir başkaldırı ideolojisi” olduğunu sürekli bir şekilde vurgulamaktadırlar. Gerçek olan şu ki, Alevilik böyle bir anlayışın ürünü olarak değil, göçebeliğe dayanan bir sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel ortamın kendine özgü bir halk inancı anlayışı olarak doğal bir şekilde doğmuştur. Aleviliği bir ihtilal ideolojisi gibi göstermeğe çalışanlar, belki Türkiye tarihinde zaman zaman İslam’ın yaygın Sünni yorumunun dışında kalan grupların, bir takım siyasi ve ideolojik isyanlarda kullanılmış olmasından yola çıkıyor olabilirler. Fakat Aleviliğin başlangıcı ve bu güne kadar geçirdiği evreler göz önünde bulundurularak, onun kendisi açısından meseleye bakılırsa, Aleviliğin özellikle isyan ve ihtilal amacıyla oluşturulmuş bir ideoloji olmadığı görülür. Demokrasi, laisizm, özgür düşünce, çağdaşlık, ilericilik, devrim gibi kavramlar, esas olarak XIX. yüzyıl başlarında Batı dünyasında ortaya çıkmış ve dünyayı etkilemişlerdir. Fakat Alevilik tamamen farklı bir zamanda, zeminde ve apayrı bir kültür ortamında doğmuş, gelişmiş olan bir inanç sistemi ve bunun yarattığı bir yaşam tarzıdır. Dolayısıyla Aleviliği bunlarla açıklamağa çalışmak, zamandışı (anakronik) ve keyfi (spekülatif) bir yaklaşımdır ve yanlıştır. Sonuç olarak bilimsel ve tarafsız bir yaklaşımla söylemek gerekirse: Alevilik İslam kültürü içerisinde ve yeni Müslüman olan Tükmenler arasında, İslam’ın farklı bir yorum ve yaşantı formu olarak ortaya çıkmış mistik bir yapı olarak görülebilir. Argümanları, inançlan, ritüelleri göz önüne alındığında Aleviliğin kutsallan olan, Allah, Muhammed, Ali, Kur’an, Al-i Beyt, Hz. Muhammed’in Arkadaştan (Örneğin Selman-ı Farisi, Ebu Zer el- Gıfari gibi Alevilerce saygı duyulan diğer sahabeler), Cebrail, Mikail, İsrafil gibi melekler, Adem, Musa, Davud, İsa gibi peygamberler ve bunlara indirildiğine inanılan Tevrat, Zebur ve İncil gibi Kutsal kitaplarla ilişkin inanışlar, yine Sünni İslam yorumundan farklı algılansa da namaz, oruç, zekat, hac gibi ritüeller, tamamen İslam kültürüne ait olgu ve kavramlardır. Fakat bununla birlikte Aleviliğin Ehl-i Sünnet veya Şii-İmamiyye mezhebleri içinde yer alan bir oluşum olduğunu söylemek de oldukça güç görünmektedir. Ancak bu durum, Aleviliğin İslam dışı ve İslam’la alakası olmayan bir inanç olduğunu söyleyenleri de haklı çıkartacak bir kanıt değildir. Bilakis, Aleviliğin İslam içinde, mezhep karakterli olmayan, tarikat-tasavvuf karakterli bir yapı olduğunu gösteren argümanlardır. Yukarıdan beri üzerinde durduğumuz bu hususlar Alevi grupların ortak bir teoloji üzerinde uzlaşmasını ve dolayısıyla herkes tarafından kabul edilmesi zorunlu görülen normların tespit edilmesini zorlaştırmaktadır. Günümüzde Alevilik ile ilgili süreci yakından takip edenlerin de bildiği gibi, bazı Alevi grupların kendi aralarındaki uzlaştırılamaz yorumları meseleyi içinden çıkılamaz hale getirmektedir. Sözgelimi Hz. Ali’nin gerçek tarihi kişiliğini kabul etmeyerek, onu “Tanrı’nın insanileştirilmesi” ve “insanüstü olanın baskısından insanın kurtulması sürecinde bir sembol” olarak kabul edenler ve yine onu bir “başkaldırı simgesi” olarak görerek, tarihte yaşamış olan Ali’yi kabul etmeyen Marksist ve kısmen de ateist olan kesimler, Ali’nin ve Aleviliğin İslami yönünün olduğunu kabul etmeye yanaşmamakta ve bunu kesin bir şekilde reddetmektedirler. İfade etmeye çalıştığımız bu farklı yorumlara ve yapılanmış gruplara ilaveten, Aleviliğin yazılı bir geleneğe değil de, sözlü bir geleneğe dayanması, geçmişte Alevilerin kitabi bir “külliyat” vücuda getirememiş olmaları, anlayışlarını tamamen sözlü ve yaşantısal bir gelenek içinde nesilden nesile aktararak taşımaları ve bu kültürel miras aktarımı esnasında yaşanan kayma ve kırılmaların belgeye dayalı kayıtlandınlamaması, ilk dönem eserlerin anlatımı ile sonraki dönemlerde yazılan eserler arasında önemli farklılıkların bulunması gibi pek çok etken yüzünden, ortak bir akideden bahsetmek oldukça güç görünmektedir. Bununla birlikte biz bugün Alevilerce kabul edilen ve aslında ekseriyeti Osmanlı döneminde ortaya çıkan temel kaynaklardan ve yer yer de Alevi edebiyatı kültüründen yararlanarak belli başlı inanç esaslarını tespit etmeye çalışacağız. Bu çalışmayı yaparken tamamen objektif olarak, kendi görüşümüzü ve yorumumuzu katmadan, kendileri açısından Alevilerin neye, nasıl inandıklarını tespit etmeye ve bu uğurda bilimsel tutumun gereklerine bağlı kalacağımızı da ifade etmek istiyoruz.

Alıntı
 

Metanoia

Kayıtlı Üye
Katılım
4 Tem 2018
Mesajlar
74
Tepkime puanı
110
Oldukça bilgilendirici bir yazı paylaşmışsınız, teşekkür ederiz. Alevilik üzerindeki yanlış değerlendirmelere bir nebze ışık olmasını dilerim. Buna ihtiyacı olan çok fazla insan var, keşke hepsine ulaşabilse..
 
  • Beğendim
Tepkiler: Ori

SeyyiD1109

Kayıtlı Üye
Katılım
15 May 2012
Mesajlar
91
Tepkime puanı
34
Merhaba,
Alevilerin önemli sorunlarından biri sözlü edebiyata bağlı kalmalarından dolayı felsefesinin herkesçe bilinmemesidir.
Örneğin "bizim abdestimiz alınmış, namazımız kılınmıştır" sözünü, bu ritüelleri yerine getirmeye gerek yoktur, diye algılayanlar mevcuttur; oysa burada söylenmek istenen "ibadetin şekil esasları şeriat kapısındadır biz tarikat kapısındayız, yolumuz marifet kapısınadır" demektir.

Hz . Ali esası aslında siyasi çekişmelere taraf olmanın yanında "Ben ilimin şehriyim Ali de kapısıdır" hadisine istinaden şehre girmek isteyenlerin Ali'yi rehber görmeleri ile ilgilidir. Bununla birlikte soy olarak Türklerle akraba olunduğu da bazı çevrelerde savunulmaktadır.
Alevileri İslamiyetin dışında tutarak luvilerden gelindiğini sonrasında aluvi olarak anılarak aleviye dönüştüğü de savunulur veya kök itibari ile Ali evinden geldiği söylenmektedir.
Bir çok söylencenin ortak gördüğü en önemli gerçek sanıyorum İslamiyetin Türk kültürü ile harmanlanmasıdır. Semah Alevilikte göksel hareketlerin betimlendiği bir ritüeldir ve İslamiyette yeri yoktur fakat eski Türk geleneklerinde örnekleri mevcuttur.
....
diyerek bildiğim bir kaç ufak noktayı eklememe vesile olduğunuz için teşekkür ederim tekrar.
 

dünyalı

Kayıtlı Üye
Katılım
18 Nis 2010
Mesajlar
455
Tepkime puanı
771
Alevilik inanışının farklılıkları arasında en çok rastladığım kavram kimisi bir din olarak belirtiyor kimisi bir mezhep... kimisi Hz. Ali namaz kılarken öldürüldüğü için camiye gitmem diyor kimi aleviler ise Hz. Ali İslam yoluna namaz kılarken o uğurda can verdi diyor. .. çok zıt kavramları beraberinde yaşatıyor...
 

Makyavel

Kayıtlı Üye
Katılım
6 Ocak 2010
Mesajlar
189
Tepkime puanı
209
Konum
Bulgaristan
3- Alevilik bir inanç, bir din ya da bir mezhep değil, bir yaşam biçimi, yaşam felsefesidir. Tanrı’yı insana indirgeyerek insanı, “insanüstü” olan bir varlığın baskısından kurtarıp yücelten, Tanrı’yı insan seviyesine indiren, insanla özdeşleştiren, insanlaştıran çağdaş bir düşünce tarzıdır.
Bende aynı şekilde düşünüyorum. Dört büyük kitab'ın dışın da kalıyor. Yani ne bir din ne bir mezhep olabilir. Yine de ön yargılı bir yaklaşım gibi algılanmasın.

Bir video izlemiştim. Güzel bir anlatımı vardı. Ekliyeyim.

 
Üst