Niyâzî-i Mısrî'nin Açıklaması

alem-i mana

Kayıtlı Üye
Katılım
24 Şub 2017
Mesajlar
11
Tepkime puanı
8
Nâdânı terk etmedin yârânı arzularsın,

Nâdânı terk etmedin... “Dân, dâne, dâniş” kelimeleri Farsçadan Osmanlıcaya geçmiştir. Bilmek demektir. Osmanlıda bilen adama dâniş derlerdi. Bugün hâlâ Farsça'da bilim yapılan yere dânişgah denir. Üniverstelere de dânişgah denir. Kelimenin başına “nâ” geldiğinde bu o kelimeye olumsuzluk anlamı verir. Kişi, bilgisiz Hakk'ı müşahede etmemiş ve O'nu tanımayan kişilerden yüzünü çevirmemişse, hâlâ onlarla düşüp kalkıyor, çalışmalarında onları rehber ediniyorsa, sonra da hâlâ ben yârânı; yani dostu, sevgiliyi istiyorum diyorsa; burada bir mantıksızlık, üsulsüzlük vardır, der Niyâzî-i Mısrî. Bu sufilere göre önemli bir çelişkidir. “Vusulsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzdendir” derler o yüzden. Burada Hakk'a kavuşmak vuslattır. Buna sufiler bir sürü isim vermişlerdir. Mesela Hazreti Mevlâna “şeb-i arûs” der bu vuslata. Bu metafizik buluşmanın on bin'de bir soğutulmuş hali, yeryüzünde iki sevenin kavuşması hâlinde hissedilir.

Hayvânı sen geçmedin insânı arzularsın.

İnsandan maksat, insan-ı kâmil makamıdır. Hayvaniyet makamını daha geçmeden insaniyet makamını arzularsın, diyor. Nebatat, cemadat; yani bitkilik, taşlık, topraklık özelliklerini geçtin, ama hayvani birtakım özellikleri hâlâ geçmiş değilsin. Nasıl bu hâldeyken insan makamını arzularsın? Tasavvufa göre varlık katmanları birbirleri ile alışveriştedir. Mesela bir bitki birtakım hayvani özellikleri taşıyor olabilir. Tam tersi bir örnek de verilebilir. Madde planın dört varlık katmanı vardır; cemadat, nebatat, hayvanat, insan. Aslında hepsi ruh taşır. Biz belki taşların konuştuğunu duyamıyoruz ama onların kendi aralarında konuşma usulleri vardır. Onların da kendi aralarında iyisi, kötüsü vardır. Taşlar da bir âlemdir. Mineral âleminde bakır var, altın var, bunların çeşitli özellikleri var, simyacı var. Maddeler üzerinde birtakım çalışmalar yaparak bir madeni bir başka madene çevirebiliyor. Demiri alıyor, altına çeviriyor. Modern çağda kimya denilen meslek çok eski değildir, eskilere gittiğimizde onun adı simyadır. Ve bugünkü kimya, o zamanki simyanın çok daraltılmış halidir. Paulo Coelha, bir röportajında Simyacı kitabının Hazreti Mevlâna'dan bir alıntı olduğunu kabul etmiştir. Altına benzeyen insan var, bakıra benzeyen insan var. Bu minvalde Peygamber Efendimiz'in bir hadisi var, “İnsanlar madenler gibidir” Bir usta elinde işlenen kıymetsiz bir maden kıymetli hâle gelir. Arifler der ki, madenler âleminin imamı altındır. Aslında içinde altın olmayan maden yoktur ve bizim altın dediğimiz şeyler de içinde en fazla altın partikülünü bulundurduğu için altındır, topraktan da altın çıkar. Bakırda da altın vardır, ama çok az vardır. Simya ilminin temeli budur. Her maden, “Ah! Bir gün altın olabilsem” diye bir özlem içerisindedir. Simyada ayrıştırma ve birleştirme işlemi vardır. Madeni alıp döverek parçalarına ayırıp ardından içindeki altını bularak o madeni tamamen altına dönüştürme şeklinde yapılan bir işlemdir. Bunu alın insana yorumlayın.

Hazreti Peygamber'e bir gün sahabelerden biri gelir ve, “Ya Resulallah, senin yanındayken ibadetimiz çok güzel ama senden ayrıldıktan sonra bozuluyor; aynısı olmuyor” der. Bunun üzerine Hazreti Peygamber, “Eğer her zaman bu hâl üzre olsaydınız meleklerden bir farkınız kalmazdı” der. Melekler bile insan-ı kâmilleri ziyaret için yeryüzüne inme izni isterler Allah Teâlâ'dan. Ziyaret, ziyaret için hazırlanmış mekâna yapılır. Sen ön hazırlıkları yaparak temizlenirsen ziyaretgâhını, o zaman birtakım ilahî bilgilerle müşerref olduğunu görürsün. İnsanların birçoğu hâlâ hayvani özellikler taşır. Kimisi hâlâ kurt, kimi tilki, kimi akrep özelliği taşır. Tasavvufta mesela at, akrep, kedi, köpek, her biri ayrı bir manaya gelir. İnsan bu özelliklere sahip olduğu müddetçe hiçbir zaman gerçek manada insan olamaz.


“Men arefe nefsehû fakad arefe Rabbehû”

Aynı söz Yunanistan'da, Delhi mabedinin kapısında ve piramitlerde yazılıdır. O demiştir ki, “Beni seven Muhammed'e tabi olsun” Kendine geleni ona yolluyor. İrtibatı onun aracılığı ile kuruyor. O'nu aramak gerekir, hatta tasavvufa göre önemli olan arayarak yol üzerinde olmaktır. Varırsın, varamazsın, bulursun, bulamazsın bu o kadar önemli değildir. Örnek olarak karıncanın hac hikâyesi verilebilir. Karıncaya sorarlar, “Nereye gidiyorsun?” Der ki, “Hacca” “Varamazsın ki..” diye gülerler. O ise aldırmaz. “Olsun yoldayım ya...” der. Belki yolda sadece bir yıl, belki otuz yıl, belki de bir ömür geçireceksin. Önemli olan kendine hedef belirleyip yola koyulmaktır. Yola koyulmak hayatının anlam bulmasıdır. Modern insanın yaşadığı gibi anlamsız bir hayat ise kişiyi sahte değerlerin ikamesine götürür. Parıltılı ışıklar, her türlü maddi zenginlik sahtedir. Ses bir büyüdür, bütün ses sanatçıları bu manada iyi büyücülerdir.

Nefsini sen bilmedin Subhânı arzularsın.

Demek ki; Nefsini bilen Rabbini buluyor. Buradaki kendini bilmek, ontolojik manada bir kendini biliştir; bir insan olarak nelerle mücehhez olduğumuzun bilincine varıp, “Ne manada bir kapasitem var? Nereden geldim? Neden doğdum ve nereye gidiyorum?” sorularına cevap aramaktır. “Nefsini sen bilmedin Subhânı arzularsın”

Sen bu evin kapusın henüz bulup açmadın,

Bir ev düşünün içinde sonu gelmez bir hazine var. O evi bulamadığın hâlde içindeki sonsuz hazineyi arzularsın. Önce evi bulman, ardından evin kapısına varman, içeri girmen, katlar arasında dolaşıp hazineyi bulup alman gerekmez mi?

İçindeki kenz-i bî-pâyânı arzularsın.

Bu durumda netice alman mümkün mü? diye soruyor şair.

Taşra üfürmek ile yalunlanır mı ocak,

Taşra, dış demektir. Dışarıya üfürmekle yalınlanır mı ocak? Ateş bu tarafta, sen ise gitmiş o tarafa üfürüyorsun. O ocak yalınlanır mı? Yalınlanmaz. Ocağın alevlenmesini istiyorsan ocağa üfürmen gerekir.

Yönün Hakk’a dönmedin ihsânı arzularsın.

“İlâhî ente maksudî ve rizâke matlubî” (Allah'ım maksadım Sen'sin ve talebim de rızandır) duasını akla getiriyor. Kaç kişi hedefini bu şekilde koyabiliyor bugün, yalnız Sen diyebiliyor? Dondurmacıdan karışık dondurma ister gibi Allah'ı da ama şunu da istiyoruz, bunu da... Böyle bir ahvalde çoğu kişi.

Dağlar gibi kuşatmış benlik günâhı seni,

Sufilere göre çeşitli günahlar ve bunların dereceleri vardır. Benlik günahı; sufilere göre en büyük günahtır. Günahsız insan yoktur, ama günahı meşrulaştırmak, pişman olmayı bilmek gerekir. Bazı günahlar var ki pişman olup ağladığında vücuttan akar gider. Ya da bazı günahlar var ki der sufiler, vücuttan yirmi dört saatte akar gider. Namazdaki bütün hareketlerin ezoterik anlamı var. Taşradan örnek vereyim. Mesela sen bir Hindu'sun sabah akşam yoganı düzgünce yapıyorsun ama insanlara zulmediyorsun, ticarette haksızlık, yalan dolan yapıyorsun bu yoga sana fayda sğlamış olmaz. Aynısını getirip, İslam örneğine uygulayalım. Namaz kılıyorsun, ama öyle bir dilin var ki, onu bunu birbirine katıyorsun; bahsettiğimiz Hindu konumunda olursun.
Hacca git, bedeni kutsal yerlerde gezdir, namaz kıldır, paran varsa vermeyi öğret bedene, zekat ver. Peygamber Efendimiz(sav), “Namaz müminin miracıdır” diyor. Modern müslümanların kaybettiği en önemli şeylerden biri de bu hakikattir. Bugün kaç kişi gerçekten namazı bir miraç, yükselme olarak kılıyor acaba? Yok denecek kadar az.

Günâhın bilmeden gufrânı arzularsın.

Benlik günahı... “Ben şuyum, ben buyum” Senin varlık iddia etmen o kadar büyük bir günah ki, başka bir günaha benzemez. Allah var ama ben de varım, demek tasavvuf akaidine göre şirktir. Yalnız Allah var, diyenler muvahhidlerdir. Muvahhid; birlemiş olana denilir. Bir şeyin var sayılabilmesi için onun süreklilik arz etmesi gerekir. Senin varoluşun yokloluşunda. “Ben Amerika'yım” desen de, “Rusya'yım” desen de farketmez. Hepsi balon misali bir iğneyle patlar. Kur'an çeşitli yerlerde, “Geçmişe bakın. Nerede firavunlar, Karunlar, Hâmânlar ve nice başka hükümdarlar?” diyor. Kazı çalışmalarına bakın. Şimdiki süper güçlerden kat kat güçlü olanların, Karunların, daha nice başka hükümdarların zamanlarından eser yok. Silinip gitmişler. Mülk ve güç yalnız Allah'ındır.

Cevizin yeşil kabını yemekle dad bulunmaz,

Cevizin sert kabuğunun da dışında yeşil bir kabuğu olur. Bu yeşil kabuğu yemekle tad bulunmaz. Cevizi yiyebilmek için önce dışındaki kabuğu soyup sonra da sert kabuğu kırmak gerekir. Biz bu dünyaya hakikati almaya geldik ve tarikat, şeriat bir vesile, bir araçtır, ancak önemli araçlardır. Hiçbir ceviz dış kabuğu olmadan gelişemez. Hiçbir ceviz yeşil kabuğunun dışında değildir. Bunun gibi hakikat, dini formalitenin içindedir ancak, sadece formalitelere takılmamak şartıyla. Kabukta takılırsan kabuğu yer durursun. Bunlar sufiler tarafından eleştirilen, bir türlü öze inemeyen zahir ehlidir.

Zâhir ile ey fakîh Kurâ’nı arzularsın.

Ey fakih, zahir ile Kur'an'ı arzularsın, böyle olmaz diyor. Kur'an'ın Arapçasını bilmekle Kur'an'ın hakikatinin anlaşılacağını sanıyorsun ey zahid, ama yanılıyorsun.

Şarâbı sen içmedin sarhoş u mest olmadın,

Sufi edebiyatında meyhane metaforu çok geçer. Bunun kullanılması bazılarını kızdırır. Fakat sufiler her zaman için manevi şeyleri yeryüzündeki şeylerle temsil ederler ve bu sarhoşluk motifi sufilere önemli bir misal olur. İçki içmek için bir mekâna gidilir. Orada birisi size içki ikram eder. Bir kişi sunar. Sonra içen kendinden geçer, sarhoş olur. İşin bir ritüeli, formalitesi vardır. Bizim eskiden Ahmet Amca diye bir komşumuz vardı, Fatih Kaymakamlığı sekreteriydi. Her sabah kravatını bağlamış hâlde ciddi bir yüz ifadesi ile çıkardı. Evden çıkarken “Günaydın” derdi ciddiyetle. Her akşam da içmiş olarak gelirdi. Sabahki o ciddi adam gider; “Selamün Aleyküm” derdi bu sefer. Sonra emekli oldu, hacca gitti, namaza başladı vs. Sabahki adam bir maske takıyor. Çünkü ona öyle olması öğretilmiş. O maskeyi ondan alan ne? İçki. Meğer Ahmet Amca aslında çok sempatik bir adammış. Hatta ben bazen sorardım, “Ahmet Amca sarhoşken daha dindar, bol bol salâvat getiriyor; nedir bunun hükmü?”

Nice Hakk emrine fermânı arzularsın.

İbn Farız'ın bir sözünü naklederek şaraptan neyin kastedildiğini izah etmeye çalışalım. Der ki, “Biz sarhoş olduğumuzda üzüm daha yaratılmamıştı” Bu söz, çok önemlidir. Sufilerin sarhoşluğu üzüm sarhoşluğuna benzemez. Yalnızca tavırlar itibariyle benzer birbirine. Bir üzüm sarhoşu ile Allah âşığı, Allah sarhoşu aynı değildir. Birisinin sarhoşluğu bir maddedendir, diğerininki başka bir şeydendir. “Nice Hakk emrine fermânı arzularsın. Allah'ın birçok emrine ferman olmayı arzuluyorsun”


Gurbetliğe düşmedin mihnete sataşmadın,
Kebab olup pişmedin büryânı arzularsın.
Yabandasın evin yok bir yanmış ocağın yok.
Issız dağın başında mihmânı arzularsın.

Yaban ellerdesin bir evin dahi yok. Ev açmamışsın, misafirine kalkıp bir şeyler hazırlayacak bir ocağın yok. Yabandasın, evin yok ocağın yok. Issız dağın da başındasın. Buna rağmen mihmanı, yani misafi arzularsın. Misafiri arzuluyorsan bir evin olsun, içinde yanan bir ocağın olsun ki misafir kabul edebilesin. Ev, beytullah olan kalbi işaret ediyor. Önce Allah'ın evini putlardan temizle ki oraya misafir gelsin. Onun için Şemseddin-i Sivasî ne diyor,
“Padişah konmaz saraya hâne mamur olmadan” Padişah gelecek, o yüzden önce orayı temizle, mamur kıl.

Ben bağı ile bostanı gezdim hıyâr bulmadım,
Sen söğüt ağacından rummânı arzularsın.


Ben bağları bostanları gezdim hıyar bulmadım. Sen söğüt ağacında rummânı arzularsın. Rummân, nar demektir. Söğüt ağacına çıkılıp nar yenmez. Yunus'un ünlü dizelerinin farklı bir ifadesi var burada. Nedir o dizeler, hatırlayalım,

Çıktım erik dalına anda yedim üzümü
Bostan ıssı kokuyup der ne yersin kozumu

Üzüm yemek isteyen erik ağacına çıkmamalı. Üzüm asmasına gitmeli. Sonra bostan ıssı, sahibi gelir. “Benim cevizimi niye yiyorsun!” diye kovar.

Başsız kabak gibi bir tekerleme söz ile
(Yunus) leyin Niyâzi irfânı arzularsın.


Burada son sözleriyle kendisini hicvetmektedir. Niyâzi, başı yok sonu yok birtakım tekerleme sözlerle “Yunusleyin irfanı arzularsın” Yani Yunus gibi irfanı arzularsın, ama bunları söylemekle irfan bulunmaz. İrfanı arzuluyorsan Yunus gibi olmalısın. Arifler tevazu hâlindedirler ve bu yüzden Niyâzi kendisine böyle bir eleştiri yöneltiyor. Hazreti Mevlâna'ya soruyorlar, “Nasıl senin gibi Allah'a âşık olabiliriz?” diye. O da, “Ben olursanız anlarsınız” diyor. Yani Mevlâna gibi olmak lazım. Siz Hacı Bektaş'ın, Şah-ı Nakşibend'in, İbn Arabi'nin, Niyâzî-i Mısrî'nin kapısını çalın, onlar da açılacaktır. Çalmak ilgi göstermektir. Allah, Niyâzî-i Mısrî'nin ruhaniyetinden razı olsun; bir hata yaptıysak kendisinden özür diliyoruz.

(Mahmut Erol Kılıç)
 

rebaka

Kayıtlı Üye
Katılım
4 May 2013
Mesajlar
115
Tepkime puanı
8
Çok güzel yazı okuyunca huzur buluyor insan.
 
Üst