En Diri Gönüllere Bile Kezzab: Gaflet

Rapİ

Kayıtlı Üye
Katılım
3 Tem 2015
Mesajlar
192
Tepkime puanı
51

Prof. Dr. Abdulhakim Yüce
-------------------------

GY61B3.jpg

Uyur-gezer gibidir gafil; yürür, fakat yürüdüğünün farkında değildir. Bir şeyler yapar ama, ne yaptığını tam kestiremez. Hedefsizdir, çok defa abesle iştigal eder; eder de hep yürüdüğü yollara ve içinde yaşadığı zamana yenik düşer. Doğrusu, onun davranışlarında bir gaye aramak da beyhudedir; zira o bakıp da görmeyen, işitip de anlamayan öyle bir şaşkın ve öyle bir dalgındır ki, bazen etrafında cereyan eden kızıl-kıyamet hâdiselerden bile habersiz yaşar.

Sözlüklerde gaflet kelimesi, bir şeyi terk etmek, ihmal etmek, uyanık bulunmamak, nefsin arzularına uyarak zamanı boşa geçirmek, önemsiz şeylerle uğraşmak, olandan bitenden habersiz olmak, dalgınlık, dikkatsizlik, boş bulunma, aymazlık, tedbirsizlik gibi anlamlarda kullanılır. Terim olarak gaflet, ana hatlarıyla, kişinin hevâ-i nefsine uyarak enfüste ve afakta var olan Allah’ın âyetleri üzerinde düşünmemesi, anlamaya çalışmaması; neticede dünyaya geliş gayesini ihmal edip ömür sermayesini boşa harcaması anlamına gelmektedir.

Bilindiği gibi insan birbirine zıt unsurlar taşıyan yapısıyla diğer varlıklardan ayrılır. Onu diğerlerinden ayıran üç temel özellik şu şekilde sıralanabilir:

1. İnsan Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Yüce Allah, halife olarak yaratıp yeryüzünde iskân ettirdiği insanoğluna, yeri ve gökleri musahhar etmiş; eşya ve hadiselere müdahale yetkisi, yani sınırlarını Yüce Rabb'imiz'in belirlediği bir tasarruf1 yetkisi vermiştir. Bu tasarruf, İslâm kültüründe ‘tekvinî ahkâm’ şeklinde adlandırılan tabiat kanunlarına uymakla gerçekleşir. Aslında bu durum sünnetullahın da bir yönünü oluşturur ki, Allah’ın bu sünnetinde herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. İlk insandan bu yana oluşturulan kültür, medeniyet, teknik ve sanat bu tasarrufun meyvesidir.

2. Diğer temel özellik düşünme kabiliyetidir. İnsan, kendisini yaratan Rabb'ini ve sıfatlarını düşündüğü gibi, maddî-manevî yönlerden kendisini, akraba-dost ve ailesini, yarınını, niye yaratıldığını, dünya hayatı neticesinde nasıl bir sonla karşılaşacağını, ahiretteki durumunu, etrafında olup biten olayları, iyiyi-kötüyü, sonsuzluğu, astronomik ve astrolojik olayları vs. düşünür. Bu özelliği ile insan, bütün varlıkla ilişkilidir.

3. İnsanı insan yapan diğer bir özellik de sosyal bir varlık olması gerçeğidir. Allah tarafından yalnız başınahayatını sürdüremeyecek özellikte yaratılmış; böylece hayatın birçok gereklerini ve olgunlaşma ameliyesini ancak diğer hemcinsleriyle ilişkileri sonucu gerçekleştirebilecek bir özelliğe sahip kılınmıştır. Bu sayede bilgi birikimi, aktarımı ve paylaşımını gerçekleştirdiği gibi medeniyetler de oluşturmaktadır; güç durumda kalanlara el uzattığı gibi, sevinçlerini de paylaşmaktadır; sevdiği gibi nefret de etmektedir vs…

İnsanın bu temel özelliklerinin yanında, anlaşılması güç bir iç âleme sahip olduğu da diğer bir gerçektir. Vicdan ve nefis gibi iç mekanizmalara sahip olan insan, birbirleriyle çatışan ve zıtlıklar oluşturan çok sayıda duyguya sahiptir. Kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ, âlem-i emre ait Rabbanî latifeler, irade, idrak, şuur, his ve duygular vicdan mekanizmasını meydana getirirken; her türlü şehevî arzu, istek ve kaprisler, kin, nefret, öfke, inat gibi belli hikmet ve gayeler için insana verilen duygular da nefis mekanizmasını meydana getirirler... Bu iki mekanizma âdeta hep birbirinin aleyhine işler.

Diğer taraftan insan sever, nefret de eder; üzülür, sevinir de; affeder, öç almaya da kalkışır; çok eski bir olayı hatırlar, kendini bile unutur; hiçbir ayrıntıyı kaçırmaz, ciddi tedbirsizlikler de yapar; dosdoğru yaşar, farklı kimliklere de bürünür… Bu listeyi uzatmak mümkündür. Dikkat edilirse saydıklarımızın bir kısmı insanın aleyhine olan, onu lekeleyen, zor durumda bırakan, ahlâkî zafiyetine sebep olan, hem Allah hem vicdan hem de toplum nazarında suçlu olma neticesi doğuran duygu, hâl ve pratiklerdir. İşte bu olumsuz hallerden birisi de konumuz olan gaflettir. Evet, insan maalesef zaman zaman gaflete düşer veya gafil avlanır. Yani yapması gereken bazı şeyleri terk eder, nefsin arzularına uyar, tedbirsizlikler yapar, zamanını boşa harcar, kendini ilgilendirmeyen veya önemsiz işlerle uğraşır, önemli olaylar karşısında duyarsız kalır, aynı delikten müteaddit defalar ısırılır, kandırılır vs…

İnsan hayatında gafletin yoğunluk kazandığı hususları üç ana gruba ayırmak mümkündür.

Yaradılış Gayesi Konusunda Gaflet

Kur’ân-ı Kerim’in beyanıyla, insan bu dünyaya başıboş bırakılmak, hiçbir kurala tâbi olmaksızın yaşamak, sonra da toprağa karışıp yok olmak üzere gönderilmemiştir. O, kendisini yaratan, çeşitli nimetlerle donatan Rabb'ini tanımak ve O'na ibadet etmek, dünyada yaptıklarıyla cennete layık bir varlık hâline gelmek ve neticede Allah'ın rızasına nail olmak için yaratılmıştır. İşte önce bu gayeyi, sonra da Allah’ı unutmak ve yapması gerekenler karşısında duyarsız kalmak en büyük gaflettir. Kur’ân’da bu gaflet inkâr edenlerin bir vasfı olarak dile getirilmekte ancak mü’minlerin de ders alıp tetikte olmasına bir engel bulunmamaktadır. Zira Kur’ân’dan hakkıyla istifade edebilmemiz için her âyetini bize hitaben nazil olmuş gibi okumamız ve ona göre davranmamız gerekmektedir..

Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Biz Cehennem için cinlerden ve insanlardan öyle kimseler yarattık ki onların kalbleri vardır ama bu kalblerle idrâk etmezler, gözleri vardır onlarla görmezler, kulakları vardır onlarla işitmezler. Hâsılı onlar hayvanlar gibi, hatta onlardan da şaşkındırlar. İşte asıl gafil olanlar onlardır.” (A’raf Sûresi, 7/179) “Sen o hasret ve pişmanlık gününü, o haklarında ilahî hükmün yerini bulacağı günü anlatarak uyar onları! Ama onlar gaflet içindeler, hala iman etmiyorlar onlar.” (Meryem Sûresi, 19/39) “İnsanların hesap verme vakti yaklaştı. Ama onlar hala gaflet içinde haktan yüz çevirmektedirler.” (Enbiyâ Sûresi, 21/1)

İnsan bir yönüyle madde, bir yönüyle de mana âlemiyle ilgilidir; ikisine ait unsurlar taşımaktadır. Ve dünya hayatı, bu iki zıt unsurun mücadele ve mücahede meydanı hükmündedir. Ciddi gayretler gösterilmez ve uyanık davranılmazsa maddenin manaya galip gelmesi kaçınılmazdır. Çünkü dünya hayatıyla, ruhun denenip imtihanlardan geçirilerek yüceltilmesi hedeftir. Dünya, imtihana konu olma görev ve özelliği gereği, tatlı, süslü ve çekici kılınmıştır. Ancak âyet ve hadislerde, bu özelliğe dikkat çekilerek, insanların gaflete düşmemeleri için uyarıldığı görülmektedir. Sadece bir âyet zikretmek istiyoruz:

“Bilin ki, dünya hayatı oyun, eğlence, süs, aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışından ibarettir. Bu tıpkı bir yağmura benzer ki, bitirdiği bitkiler çiftçilerin hoşuna gider, sonra kuruyuverir, bakarsın sararıp solmuş, un ufak olmuş, dağılıp gitmiştir... Dünya hayatı aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.” (Hadîd Sûresi, 57/24)

Öyle anlaşılıyor ki dünya ve içindekilere gereğinden fazla değer vermek ve bağlanmak gafletin temel sebepleri arasında yer almaktadır. Zira mal ve evlât başlı başına birer imtihan vesilesi olduğu gibi, helâl-haram demeden malı çoğaltma yarışı ve bu iş için girişilen ticaret ve alım satım, dünyadan hiç ayrılmayacakmış gibi ona bağlılık ve tûl-i emel, karşı cinse, makama ve çeşitli lezzetlere düşkünlük, ‘gününü gün etme’ mantığı… Evet, bütün bunlar kişinin yaradılış gayesinden gaflete düşmesine sebep olmaktadır. Elbette bunlar aynı zamanda birer nimettir ve insanların tasarrufuna sunulmuşlardır ancak istenen husus gaflete düşmeyecek şekilde denge kurmaktır. Bu denge en güzel şekliyle, meşru daireyi aşmamak, başta zekât olmak üzere malın, ilmin ve sağlığın hakkını vermek ve harcamaları ihtiyaçla sınırlandırmak suretiyle kurulabilir. Yani helal dairesi keyfe kâfidir, kazandıklarımızın içinde ihtiyaç sahiplerinin hakları vardır ve ihtiyaçtan fazla harcama neticede israfa götürebilir. Bu arada şunu da ifade etmek, yapılan değerlendirmeye aykırı görülmemelidir: İnanan insanların ülke ve dünya çapında sayılı zenginler arasına girmelerinde, belirtilen ölçülere uyulduğu takdirde, herhangi bir engel olmadığı gibi esasında buna teşvik de edilmiştir.

Ölümün ve sonrasında karşılaşılacak hâllerin düşünülmemesi de gaflet sebepleri arasındadır. Her insan ölecek ve dünyada yaptıklarından hesap verecektir. Bu gerçeği hatırlatmak insanları ölümle tehdit etmek değildir; ancak gaflet perdesini yırtan en etkili şeyin de ölümü hatırlamak olduğu unutulmamalıdır. Onun için Efendimiz “Lezzetleri yakıp yıkan ölümü çokça zikredin.”2 buyurmuştur. Bu hadisi, ‘Dünyadan hiç lezzet almayın, her türlü zevkten kaçının.’ şeklinde anlamak yerine, ‘Bu yüzden gaflet perdesine bürünmeyin veya gaflet perdesini en etkili şekilde yırtan şey ölümü hatırlamaktır.’ şeklinde anlamak daha isabetlidir. Kısacası sadece dünya hayatına razı olunmamalıdır. Bu konu âyette şöyle dile getirilmektedir: “Bildikleri, sadece dünya hayatının dış görünüşüdür; ama ahiretten habersiz, gafildirler.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/7) Gaflete dalıp ahiret gününü ve Allah’ın huzuruna çıkmayı unutan kişilere o gün şöyle denilir: “Siz dünyada bugüne kavuşmayı nasıl unuttuysanız, Biz de sizi öylece unutacağız. Yeriniz ateştir ve sizin için yardımcılardan hiç kimse de yoktur.” (Casiye Sûresi, 45/34)

“Allah’ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi nefislerini unutturmuştur.” (Haşir Sûresi, 59/19) âyeti de insanın tipik özelliklerinden birini beyan etmektedir. O, kendi adına hesap ve kitabı düşünmediği gibi bela ve musibetleri de hep başkası için düşünür. Mesela etrafında sürekli ölümlere şahit olduğu hâlde birgün ölebileceğini düşünmez. Nefs-i emmâresi külfet ve hizmet söz konusu olduğunda kendisini unutturur, fakat ücret alma ve zevklerden yararlanma söz konusu olunca hemen ileri atılır. İşte gaflet budur…

Haris El-Muhasibî de “İlk musibet; kalbi ahireti zikredip düşünmekten alıkoymaktır.” der ve sözlerini şöyle sürdürür: “Bundan sehiv, sonra nisyan, sonra gaflet, arkasından Allah’ın emirlerini yerine getirmeme, daha sonra da günah işlemekten ileri gelen kalb pası ve katılığı gelir. Bu son ikisiyle ahiret düşüncesi tamamen perdelenir.” 3

Çevrede Olup Biten Hâdiselere Karşı Gaflet

Sosyal bir varlık olduğumuz için çevremizde olup biten olaylara duyarsız kalmak da bir gaflettir. Akrabalarımızla ilişkilerimizden, dostlarımızın dert ve sevinçlerini paylaşmaya; yardıma muhtaç insanlara el uzatmaktan, savaş, tabiî afet vb. sebeplerle sıkıntıya düşenlere yardım etmeye; ülke kalkınmasına katkıda bulunmaktan, insanlığa, başta İslâm olmak üzere, her türlü güzelliği ulaştırmaya varıncaya kadar değişik meselelere duyarlı olmak kulluk vazifemiz ve gafletten kurtulmanın bir gereğidir. Zira Efendimiz'in ifadesiyle, “Müslümanların dertleriyle dertlenmeyen onlardan olmadığı” gibi, şu duyarlılıklar da Müslüman’ın Müslüman üzerindeki haklarındandır: “Ona rastladığında kendisine selâm vermek, yemeğe davet ederse icabet etmek, öğüt isterse öğüt vermek, aksırır da Allah’a hamd ederse “yerhamükellah” (Allah sana merhamet etsin) demek, hastalanırsa kendisini ziyaret etmek, ölürse cenazesinde hazır bulunmak….”4

Bu ve benzeri konulardaki gaflet sadece insanî görevlerin ihmali değildir, aynı zamanda büyük bir kısmı kul haklarını ihlal veya değişik seviyelerde günaha girmek anlamına da gelir.

İç Âleme (Enfüs) Yönelik Gaflet

Bilindiği gibi insan maddî varlığının yanı sıra bir de manevî varlığa sahiptir. Yeme-içme, temizlik, dinlenme, gerektiğinde sportif faaliyet, hastalanma durumunda tedavi vb. yollarla maddî yönden ihtiyaçları karşılanmış ve sağlıklı bir şekilde devamı sağlanmış olur. Manevî cepheyi oluşturan akıl, zihin, ruh, kalb, nefs ve daha başka unsur ve mekanizmaların da sağlıklı beslenmeye ve onlara uygun gıdalara ihtiyaçları bulunmaktadır. Bu ihtiyaçlar, bilgi, sanat ve en geniş anlamıyla inanma ve bunun gereği olan ibadetle karşılanmaktadır. Bunlara karşı duyarsızlık iç âlemimizin ihmali anlamına gelen bir gaflettir. Dolayısıyla cehalet bir gaflet olduğu gibi, her çeşit sanattan mahrumiyet ve sanata ilgisizlik de bir gaflettir. Ancak bunların en büyüğü Allah’ı zikretme noktasındaki gaflettir. Bu sonuncusu üzerinde birkaç cümle ile durmak isteriz.

Zikir, Kur’ân’da genellikle Allah’ı anmak, O’nu daima hatırlayıp hiç unutmamak manalarına kullanılır. Bir âyette “İçinden yalvararak ve korkarak, aşikâre olmayan hafif bir sesle Rabb'ini an da gafillerden olma.” (A’râf Sûresi, 7/205) lafızlarıyla anlatılan zikrin, gafletin zıddı olduğu, “Unuttuğunda hemen Rabb'ini an.” (Kehf Sûresi, 18/24) âyetiyle teyit edilmektedir. Bir âyette de dünya malı ve çoluk-çocuğun, insanı Allah’ın zikrinden alıkoymaması (Münâfikûn Sûresi, 63/9) gerektiği belirtilmektedir. Bir yandan kalblerin ve gönüllerin ancak zikr-i ilahî ile itminana ulaşabileceği vurgulanırken, (Ra’d Sûresi, 13/28) diğer yandan hakkın zikrinden yüz çevirenin dar bir geçimle karşı karşıya geleceğine (Taha Sûresi, 20/124) dikkat çekilmektedir.

Kur’ân, zikir için bir sınır koymayıp çok kelimesini kullanmaktadır. Zikir için zaman, mekân ve pozisyon ayırımı yapılmadan âdeta sınır konmamıştır. Öyle olması gayet tabiîdir, çünkü perdeleri kaldırarak Sonsuz’la irtibat kurmanın en ideal şekli zikirdir. Zikrin özelliklerinden biri de mütekabiliyet sırrıdır, yani ona zikirle mukabele ediliyor olmasıdır. Yüce Allah “Beni zikrediniz ki, ben de sizi zikredeyim” (Bakara Sûresi, 2/152) buyurmuştur.

Dikkat edilirse zikir bütün ibadetleri bünyesinde toplayan şemsiye bir ifadedir. Dua etmek, Kur’ân okumak, namaz kılmak, hacdaki menâsik ve akla gelebilecek başka ibadetler hep bu şemsiyenin altına girer. Aslında zikir, kâinattaki canlı-cansız bütün varlıkların, kendi hususî dilleri ve tavırlarıyla sürekli ve programlandıkları bir şekilde yaptıkları faaliyete veya zikir korosuna insanın iradî olarak katılmasıdır. Melek-cin, canlı-cansız bütün varlıkların hep beraber icra ettikleri bu faaliyete katılmamak ve duyarsız kalmak en büyük gaflet olmaz mı?

Bir de yapılan ibadetlerin farkında olmamak, bir nevi âdet yerini bulsun diye yapmak, diğer bir ifadeyle ibadetlerdeki sığlığın da ayrı ve yaygın bir gaflet olduğuna dikkat çekmek gerekir. Kime ve niçin ibadet edilmekte, hangi keyfiyet ve derinliğe ihtiyaç bulunmakta, okunan âyet ve tesbihler ne anlam taşımakta, secde ile kime ve ne derecede yaklaşılmakta, sadaka önce kimin eline ulaşmakta, namazın sonunda sağa-sola niye selam verilmekte… Eğer bu soruların cevabı gereğine uygun verilemiyor ve uygulanamıyorsa ibadetlerimizde ciddi bir gafletimiz var demektir.

Efendimiz şöyle buyuruyor: “Kabul olunacağına tam inanmış olarak Allah’a dua edin. Bilin ki Allah, gaflet içinde olan (yani ne söylediğini, söylediğinin nereye varacağını bilmeyen, Allah’ın bütün duaları kabul edebilecek bir kudrette olduğundan gafil olan) ve lehv içinde olan (yani âdet yerini bulsun diye) dua eden bir kalbin duasını kabul etmez.” 5

Mâûn Sûresi'nde de konuya şöyle dikkat çekilmektedir: “Vay hâline şöyle namaz kılanların ki, onlar namazlarından gafildirler. İbadetlerini gösteriş için yaparlar, zekât ve diğer yardımlarını esirger, vermezler.” (Mâûn Sûresi, 107/4–7)

Namazdan gafil olmak, ona gereken önemi vermemek, vaktinin gecikip gecikmediğine pek aldırmamak, cemaatle kılmaya itina göstermemek, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ifadesiyle secdeleri horozun daneyi yerden alması (gagalaması) gibi yapmak, namazda okuduklarından gaflette bulunmak yani okuduğunda akıl ve kalbin başka şeylerle meşgul olması ve okunanları duymaması, idrak etmemesi dolayısıyla kıldığı namazların kendisi üzerinde güzel tesirlerinin bulunmaması anlamlarına gelir. Namazda zaman zaman zihnin başka düşüncelere dalması insanın elinde olmayan bir şeydir ancak, insan dikkatini toplamaya gayret etmeli değişik yollarla gafleti dağıtmaya çalışmalıdır.

Kur’ân okuma, dua etme, tesbihat yapma, oruç tutma, zekât verme gibi diğer ibadetlerimiz için de benzeri bir gaflet söz konusudur. Öyle olunca da iç âlemin yeterince doyurulduğu söylenemez.

Netice

Bazı konular zıtlarıyla daha iyi anlaşılmaktadır. Gafletin zıttı, tasavvuf kaynaklarındaki geniş anlamıyla yakaza ve zikirdir. Ayrıca ihsan ufkundaki bir hayat tarzı da gafletin panzehirdir. Gaflet bir unutma olunca buna sebep olan nefsi de iyi tanımak gerekir.

Diğer taraftan ömür sermayesinin en kârlı bir şekilde harcanması yani zamanın gereğine uygun değerlendirilmesi gaflete düşmemenin şartlarındandır. O zaman her ânın hakkı verilmelidir. Bütün gayreti ‘ân’a yöneltmeyen kişi, bir an sonra geçmiş olacak anların karanlığında kalmaya kendini mahkûm eder. Bu da pişmanlık, cehalet, bencillik ve bağımlılık doğurur. Geçmiş mazidir, geleceğe ulaşıp ulaşamayacağımız da belli değildir. Öyle ise her ânı salih bir daire içinde dolu dolu yaşamaya bakmalıyız. Kısacası gafleti yıkmak için ibnu’l-vakt olmalıyız.

Yazımızı Yunus Emre’nin konumuzla ilgili bir şiiri ile bitirelim:

Aciz kaldım zalim nefsin elinden
Şol dünyanın lezzetinden doyamaz.
Aynını (gözünü) almıştır gaflet gömleğin
Ömrünün gelip geçtiğini bilemez.

İlâhî gaflet gömleğin giyene,
“Müslüman” der misin nefse uyana?
Kazanıp kazanıp verir ziyana
Hak yoluna bir pulunu kıyamaz.

İlâhî, gafletten uyar gözümü,
Dergâhında kara etme yüzümü
Yunus eder, gelin tutun sözümü
Dünya seven, ahireti bulamaz.

* Y. Y. Üniv. Ilâhîyat Fak. Öğrt. Üyesi


Dipnotlar

1. Bu tasarruf yetkisi için bkz: Câsiye Sûresi, 45/12–13.
2. Tirmizi, Zühd 2.
3. El-Muhasibî, Er-Ri’aye li Hukukillah, (Kalb Hayatı), 35.
4. Müslim, Selâm 4,5.
5. Tirmizî, Daavat 65.

 
Üst