Korkunun kadinlari: Cadilar ve cadicilik

codzombi

Kayıtlı Üye
Katılım
12 Kas 2011
Mesajlar
1,169
Tepkime puanı
119
KORKUNUN KADINLARI: CADILAR VE CADICILIK


ÖZ


Cadılık ve cadıcılık olgusu, kadın sorunlarıyla ilgili araştırmaların özel ve ilginç bir boyutudur.
Bu konu, tarih, toplumbilim ve insanbilimleriyle olan bağlantısının yanı sıra, hemen hemen
tüm kültürlerin boş inan sistemlerine/söylemlerine girmiş, edebiyat, resim, sinema vb.
sanatlarına yansımış söylenceler içerir. Bu derleme, kadınların, cadılıkla suçlanarak kurbanları
olduğu “cadı avı” vakalarının kısa bir tarihsel öyküsünü vermeyi ve yorumlamayı
amaçlamaktadır. Bu tarihsel döküm içinde, ayrıca, kadınların cadılıkla suçlanmasının altında
yatan ekonomik, ideolojik, dinsel ve ataerkil gerçek nedenler ve kadınların da bu korkutucu/
tehdit edici sistemle başa çıkabilmek için, cadılığı bir karşı-korkutma/savunma mekanizması
gibi kullandıkları tezi vurgulanmak istenmektedir.

“Karanlığın güçleri, aklımızı ve yüreğimizi bastırmak için günah sözcüğünü yaratan o
güçler kendilerini göstermeye kalktıklarında korkamayız, korkmamalıyız. (…) Günah
nedir? Sevginin kendini göstermesini engellemek bir günahtır. Ve Ana, sevgidir.
Toplumun bize dayattığı yolda değil, kendi yolumuzda yürümeyi yeğleyebileceğimiz yeni
bir dünyaya giriyoruz. Gerekirse, bir kere daha karanlığın güçlerinin karşısına
dikilebiliriz. Sesimizi ve yüreğimizi kimse susturamaz.”

“Portobello Cadısı”ndan (Coelho, 2006: 225)




Paulo Coelho’nun “Portobello Cadısı” adlı romanı, üç isimli/üç kimlikli bir kadının,
Athena’nın, Lübnanlı adıyla Şirin Halil’in ya da Tanrıça adıyla Aya Sofya’nın hikâyesini
anlatır. Roman, İskoçya’da bir kasabada, 16. ve 17. yüzyılda, cadılık suçlamasıyla idam edilen
seksen bir kişinin ve kedilerinin bağışlandığı haberiyle başlar. Bağışlayanlar, idam edenlerin,
2004 yılındaki torunlarıdır. Bu, Benjamin Walter’ın “Yalnızca geçmişin kefaretini ödemiş
insanlık geçmişine sahip çıkabilir” söylemine uygun bir ödeşmedir. Ataerkil tarihin bu
bağlamda unutturulmuş suçlarından biri de cadılık/cadı avcılığı olgusudur ve bu konunun geniş
bir coğrafyaya yayılmış uzun bir tarihsel geçmişi, ödenmesi gereken yüksek bir bedeli vardır.
Cadılar, “Korkunun kadınları”dır. Cadılık, korkutulan ve bir karşıt tepki olarak
korkunun gücünü ele geçirmek için bilerek korkunçlaşan kadınlara biçilen tarihsel/toplumsal
bir roldür. Saf haliyle, doğal bir savunma güdüsü iken, giderek düşünyapıya dönüşen ve tuhaf
çekiciliğine kapıldığımız korkutucu maskelerin arkasına saklanarak oynanan bu rol, bir kadın
kimliğine, cadılığa/cadıcılığa dönüşmüştür. Ve onunla savaşacak olan karşıtını, cadı avcılığını
yaratmıştır.


Cadılık ve feminizm. Her iki olgunun da oluşmasında ataerkilliğin oynadığı rol bellidir.
Cadılığın tarihi, feminizmin tarihinden daha eskidir. Feministlik ve cadılık, ikisi de kadınlara
ait geleneksel roller olan annelik, eşlik, ev kadınlığı, öğretmenlik, vd. rollerinden farklı olarak,
patriyarkaya karşı duruş içeren hareketlerdir. Aralarında, kadıncı olmak (feminizm) ve kadınca
olmak (cadılık) ayrımı vardır. Feminizm toplumcu, değişimci, bilimsel temelleri olan ve dışa
dönük savaşımcı bir ideolojidir; cadılık bireysel, savunmacı, doğacı bilgiye/bilgeliğe dayanan
ve gizli/mistik bir var oluş biçimidir. Cadılık feminizmin ayrıntısındadır ve şeytan ayrıntıda
gizlidir!


Cadılığın araştırılması, üç bilim alanından yola çıkılarak yapılabilir: Tarih, Antropoloji
ve Toplumbilim. Bir tarih/mikrotarih çalışması olarak, geniş ölçekli tarihsel çalışmaların
dışında bırakılmış, ihmal edilmiş olay ve inançların tarihsel kurgusu ile bilgi alanına dahil
edilmesi yaklaşımıyla arşivlere başvurulabilir. Ginzbourg’a (2007), cadılık söz konusu
olduğunda, tarihçilerin çekingen davrandığını belirterek, “Cadılık araştırmaları tarihten çok ve
yanısıra antropoloji tarafından araştırılmalı, kültürel bağlamından koparılmadan
incelenmelidir” (s.309) der ve “tarihçilerde, ortaçağ ya da erken modern Avrupa’sının cadılık
inançlarını yargıçların basmakalıplarının ötesinde yeniden kuracak kadar kanıt var mıdır?” (s.
310) diye sorar. Toplumbilim boyutunda da, cadılık/cadıcılık ve cadı avcılığı, anaerkillikten
ataerkil sisteme geçişte sosyal değişme ve toplumsal anlamda aşılanmış/öğrenilen, cinsiyete
özgü bir tutum olarak incelenmeyi gerektirir.
Güzel sanatların özellikle edebiyat ve sinema dallarında çokça konu edilmiş cadılık
öykülerinin yanı sıra, mitolojiler de cadılık/büyücülük söylencelerine yer verir. “Mitolojilerin
kadınlık tipolojileri modern bilimin vazgeçilmez kaynaklarıdır. Mitolojiler içlerinde evrensel
soyutlamalar barındırarak insanlığın ortak bilincini ifade eder. Bu nedenle mitolojilerden
evrensel kadın tipi ve evrensel kadınlık olgusuna ulaşılabilir” (Göçeri, 2010:16). Zeus’un
insanlığın başına bela olsun diye gönderdiği Pandora, nehir tanrıçası Melusina, su perileri
Nemfler, Şahmeran’lar, denizkızları vd. Mitolojide, erkeklerin başına dertler açan bu dişi
ruhların, parçası oldukları doğayla birlikte sonsuz yenilenme, daima genç ve güzel kalma
özellikleri olduğuna inanılmıştır (Cömert,2008: 25 ). Bu nedenle, cadılığı tanımlamaya, belki
de mitolojilerden başlamak gerekir.
Cadı/cadılık “birtakım gizli kuvvetlerin, doğaüstü varlıklar ve güçlerden miras yoluyla
elde edildiği inancına dayanan pratiklere ilişkin bir kavramlaştırmadır. (…) Cadı kavramı
zaman içinde geçirdiği değişim göz önünde bulundurularak geleneksel ve modern olmak üzere
ikili bir ayrıma tabi tutulabilir. Geleneksel cadı, eski çağlardan beri efsanelerde, destanlarda ve
masallarda yaşayagelen çok sayıdaki varlıktan biridir” (Emiroğlu ve Aydın, 2009:174).




Cadılığın Sıfır Noktası



“Yitirilmiş cennet bahçesine geri dönüş.
O en eski düş, insan doğasının doğa-tanrıçayla bütünleşmesi”
(Ahmet Güngören, “Cadıların Günbatımı”ndan)
Havva’nın kızları olarak, cennetten kovulma sahnesini cadılık bağlamında sorgulamak
gerekir. Göçeri (2010), ataerkillikle dinlerin ilgisi kurulmak istendiğinde Musevilikten
başlayarak bütün semavi dinlerin aynı çizgiyi izlediğini belirtir. “Yahudilik, Hıristiyanlık ve
İslamiyet’in ait olduğu aynı coğrafyanın ve kültürün kadına bakışında birbirine benzer, bazen
aynı, çoğu öncenin devamı niteliğinde hükümler bulunur” (s.52) der. Tevrat kökenli bilgide,
Hz. Adem’e eş ve arkadaş olması için Havva’nın yaratıldığı ve Adem’le Havva’nın cennetten
kovularak, dünyaya atılmaları inanışı yer almaktadır. Sonradan Hıristiyanlığa, Kuran’da böyle
bir bilgi olmamasına karşın İslam kültürüne de geçen bu inanışta, kadınların üç dinde de hor
görülme nedeni olarak kabul edilir (Göçeri, 2010; Berktay, 1995).
Kilise ilk günahtan bütünüyle kadını sorumlu tutar; aslında “İnsanoğlunun cennetten
kovulmasına, Havva’dan önce Adem’in ilk cadısı olan Lilith neden olmuştur” (Akın, 2001:
44). İslam düşüncesinde de Adem’in ilk eşi olarak kabul edilen Lilith, Mezopotamya
kültüründe ortaya çıktığına, hastalıklara, fırtınalara ve doğum sıkıntılarına neden olduğuna
inanılan dişi bir “demon”dur (Akın, 2010). Başka bir söylencede, şeytan/yılan/kadın ilişkisi,
Şah-Mar-Anna (Havva’nın evlatlarının şahı) olarak kişileştirilmiştir. Bunlar, Güney ve Doğu
Anadolu coğrafyasının cadıları olan, bedeni pullarla kaplı, dili ateş, kuyruğu yılan, yüzü/özü
kadın olarak betimlenen Şahmaranlardır. Yılan yanı kötülüğü, kadın/insan yanı ise doğurganlık,
bilgeliği ve iyiliği simgeleyen Şahmaran, erkek/insanoğlunun ihanetine uğrayarak
öldürülmüştür. Suçu ya da “tehlikeli ilişkisi” erkeğin hayatına müdahale etmesi, onu kendi/yer
altı dünyasına çekerek, kendisine aşık etmesidir. Hesoidos, Tanrıların Doğuşu adlı eserinde,
Şahmaran’ın tarih öncesindeki benzeri Ekhidna’yı anlatır: “Ne ölümlülere ne de ölümsüzlere
benzer/ Bir mağarada doğdu bu azgın yürekli Ekhidna/ Yarı bedeni bir genç kızdı onun/ Yarı
bedeniyse koskoca bir yılandı, korkunç” (Erhat, 1997; Zingsem, 2006). Havva Cennet’te,
Şahmaran ise tam da cadılık mekanı olarak betimlenebilecek olan yer altında, mağaraların,
yıkıntıların, sütunların arasından ulaşılan, güzel/büyülü bir bahçede yaşamaktayken, ikisi de
saklı bahçeden kovulmuş kadınlardır.



Tarihte bilinen en eski cadı/kahin, MÖ 10. yy’da, İsrail’in ilk kralı Şaul’a, savaşta
öleceğini söyleyen Endor bilicisi Endora’dır. Eski Yunan’da, Homeros da cadılardan söz eder;
otlardan, kabuklardan ve sulardan otacılık yapan Medea’nın ve cadılar kraliçesi Trakyalı
Hekate’nin büyücülüğünü betimler. Romalı şair Horatius, Satirea adlı eserinde iki cadının
mezarlıkta buluşmasını anlatır (Erhat, 1997). Tarihin bu basamaklarında doğacı, sezgici, iyicil
yanı ağır basan cadılık, giderek olumsuzlaşan/kötücülleşen bir eyleme dönüşmüş ve karşı
eylemini, cadı düşmanlığını yaratmıştır. Eski Roma’da Baküs törenlerine katılan kadınların,
lezbiyenlikle ve zina yapmakla suçlanarak, toplu katliamlara maruz kaldığı bilinir. Avrupa’da
büyücü yakma olayları 3. yüzyılda başlamış, kilisenin büyücülük ve kahinlik yasaklarını ilan
etmesi ve cadı düşmanlığının başlaması 5. yüzyılda netleşmiştir. Böylece cadılığın
resmileşmesinin Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyanlığı kabul etmesiyle birlikte başladığı
söylenebilir (Emiroğlu ve Aydın, 2009). Tarihin sıfır noktası, cadılığın da miladı sayılabilir.



Engizisyonun Cadıları


“Şeytan okuyabildiğimizden daha hızlı yazıyor” Engizisyon.
Akt. Carl Johan Vallgreen. (Metis Ajanda 2007, kapak yazısı)



Hıristiyan Roma, Pagan/Kadın/Tanrıça kültünün yok edilmesi için yüzyıllara yayılan bir
savaş başlatmıştır. Köylerde Pagan/Çok Tanrıcılık inancı devam ederken, kentlerde, hızla Tek
Tanrılı inanca geçilmiş, başta Pagan Evi olarak inşa edilen Panteon Tapınağı kiliseye
dönüştürülmüştür. Bu, rahibelerin tapınak fahişesi olarak anılmaya başladığı bir süreçtir. Tanrı
Gelini Sybil’ların tanrısal/isterik aşkla insansı/ölümlü aşk arasında lanetlenip dağlara sürülmesi
bu günlere ait öykülerdir. Katolik kilisesinin kadın ve cinsellik düşmanı/bekar rahiplerinden
oluşan Engizisyonun, ilk hedeflerinden biri “cadı”lar olmuştur. “4. yüzyıldan 11. yüzyıla kadar
geçen süreçte, çingene, rahibe, şifacı, ev kadını olan ya da ebelikle, çocuk ve hasta bakımıyla
uğraşan dul ya da yaşlı, binlerce kadın öldürülmüştür. Bu kıyımda, cadı ilan edilen kadınların
eşleri ya da sevgilileri olan erkekler de onlarla birlikte yargılanıp yakılmıştır” (Akın (2010:70).
İnsanlık ve kadın tarihinin en kara sayfalarının sorumlusu Katolik Kilisesi mahkemeleri,
bilinen adıyla Engizisyondur. Akıl dışı gerekçeleri ve insanlık dışı sorgu yöntemleriyle, bu
“kutsal” kurul, 12. yüzyıldan başlayarak altı yüzyıl boyunca, milyonlarca insana “din ve devlet
inançları/ilkeleri” adına kıyım uygulamıştır. 1990’larda araştırmacılara/kısmen açılan arşivler,
Ortaçağ, İspanyol ve Roma engizisyonları dönemlerinde, yaklaşık bir milyon kadının cadılık
suçlamasıyla öldürüldüğünü kanıtlamaktadır. Engizisyonun Dominiken rahipleri, özellikle
farklı, bilgili ve dişil kadınları, önce cadı olduklarına, sonra cadılığın ölümcül suç olduğuna ve
bunun savunması olmadığına karar vererek yok etmiştir.


Tarih 1204; Ortaçağ Engizisyonunun cadı avcılığını yasallaştırmasıyla tam bir karanlık
çağ başlamıştır. Roma Katolik Kilisesi yayılmacı sömürgecilikle birlikte cadılık paranoyasını
da dünyaya yaymaya başlamış, 1346–1352 yılları arası, Avrupa’da, nüfusun dörtte birinin
öldüğü vebanın da cadılıkla ilişkisi kurulmuştur (Akın, 2001). Kara veba, kara kedi ve
kadınlar! Pagan Roma ile Hristiyan Roma arasındaki savaşın, kedilere ilişkin ürkünç bir boyutu
vardır: Roma’ya Mısır’dan getirilen ilk kediler, Mısır’ın “kutsal” kedileri, Pagancılığın her
şeyine karşı olan Katolik kilise tarafından sapkınlık simgesi sayılmış, kedilerin yok edilmesiyle
hızlanan veba salgınından da yine kediler ve kedi besleyen kadınlar sorumlu tutulmuştur.
(Günümüzde, Hıristiyan kültürünün Cadılar Bayramı kutlamalarında, kara kediler cadıların
arkadaşı sayılmaya devam etmektedir). Cadı (Hexe) terimi hukuki bir metinde ilk kez 1419
yılında geçmiştir (Akın, 2010:215). Aynı yüzyılda Sibilla ve Pierine adlı iki kadının
yargılanmasına ait Milano Engizisyonu tutanakları, cadılık birliklerinin/cadıcılığın oluştuğunu
göstermektedir. Mahkeme tutanaklarında, “cadı”lıkla suçlananların, halk bayramı/ayinler
olarak adlandırılan toplantılar yaptıklarını, bunun da Cadılar Sabbatı anlamına geldiğini itiraf
ettikleri yazılıdır. “Bu kadınlar, ölüler dünyasıyla ilişkili bir dişi tanrıçanın varyantlarıdır. Halk
dininin dişi karakterleri, alttan alta bir birliğe işaret etmektedir” (Ginzbourg, 2007: 314).
Daha “büyük cadı avları”na hazırlık olarak adlandırılabilecek olan bu dönemi izleyen
15.yüzyılda, cadılık suçu ayrıntılı biçimde takip edilmeye başlanmıştır. 1412’de Fransa’nın
askeri yenilgisinin suçlusu ilan edilerek yakılan Jan Dark’ın da suçlanmasındaki gerçek neden,
erkek giysileri giymesi, partner olarak erkekleri reddetmesi ve büyücülük yaptığı iddiasıdır.
(Jan Darc’ın suçsuz olduğu, sonradan, Katolik Kilisesi’nce kabul edilmiş ve 1909 yılında
itibarı iade edilmiştir!). Cadı avı çağı olarak tanımlanan 1430-1780 yılları arasında Katolik
Kilisesinin cadılık/büyücülükle mücadelesinin en önemli örneği, “Canon Episkopi”dir.
Cadıların gece uçuşlarına ve hayvana dönüştüklerine ilişkin en eski düzenleme olan bu kitap, 4.
yüzyılda alınmış olan kararların 11. yüzyılda gözden geçirilmiş ve derlenmiş halidir. İçinde
“Kadınlar itikat fakiri oldukları için bu türden hurafelere hemen inanmakta ve şeytanın kurduğu
tuzaklara kolayca düşmektedirler. Cezalandırılmalıdırlar” gibi maddeler yer almaktadır (Akın,
2010:75).


Cadı/kadın düşmanlığının yayılmasında bir başka boyut, cadı avcılığının giderek bir tür
kolektif bilinç haline gelmesi, Engizisyon kalıplarının, siyasal/dinsel otorite dışında, halk
inanışlarına ve hatta folklora yansımasıdır. Ginzbourg (2007:317) “cadılık davalarında
kanıtların dinsel garipliklerle köylü boş inançlarının karışımı olduğunu” vurgular ve örnek
olarak, 15. yüzyılın ilk yarısında, bir rahibin yaptığı cadılık listesinden söz eder. Bu listede
halktan kadınlar, geceleri, Pagan’ların tanrıçası Diana ve birçok kadınla birlikte, gecenin
sessizliğinde büyük uçuşlar kat ettiklerini anlatmaktadırlar. Bütün bu olayların olup bittiği
yüzyıl, Leonardo Da Vinci’nin uçma denemeleri tasarladığı, aynı zamanda Papa’nın cadı
kadınların geceleri uçtuğunu söylediği bir çağdır!


İspanyol Engizisyonu sırasında, 1489’da, iki Dominiken keşiş, Papa’nın emriyle,
“Malleus Maleficarum” (Cadı Çekici) adlı bir kitap yazarak büyücülüğün sadece kadınlara ait
bir sapkınlık/suç olduğunu, çünkü kadınların (erkeklerden) daha kötü ve melankoliye yatkın
olduklarını ilan etmişlerdir. Bu kötülüğün belirtileri olarak da sol omuzda şeytan işareti, bir
hayvan resmi ve uzun kızıl saçlar cadılık imleri olarak gösterilmiştir. Kadınların kafasına
indirilmek üzere hazırlanan bu “çekiç” kısa zamanda cadı avcılarının el kitabı haline gelmiştir.
İçinde “çok kadının olduğu yerde çok cadı olur” gibi sözler geçer. Benzer bir söz de
Protestanlığın kurucusu Luther’e aittir: “Cadılar şeytanın metresleridir” (Akın, 2010: 100).
Bu yüzyılın Roma Engizisyonu adıyla devam eden yobazlığında, cadılıkla en çetin
savaşlar başlamış, binlerce çingene, doğacı yaşam tarzları, fal, büyü merakları nedeniyle cadı
sayılarak sürülmüş ya da öldürülmüştür. Ginzbourg (2007), 1519 tarihli bir mahkeme
tutanağını cadılarla engizisyon yargıçları arasındaki ilişkinin doğasını anlatan bir örnek olarak
verir. İtalya-Modena’lı Chiara Signori, Pazzoni ailesinin mülkü olan topraklarda ortakçı olarak
çalışan bir kadındır. Toprağından kovulunca Pazzoni ailesine “kötü kader” gönderdiğini söyler
ve bir süre sonra patronu Margherita Pazzoni hastalanır, “eli ayağı bağlanır”. Chiara, birkaç
hayvan, tohumlar, ahşap nesneler, para, mavi-gri renkli elbise ve tekrar kovulmama sözü
karşılığında onu iyileştirebileceğini söyler. Anlaşırlar ve Chiara’nın duaları ve ilaçlarıyla
patronu iyileşir, ancak sözünde durmadığı için Chiara tekrar onu lanetleyerek, Margherita’nın
tekrar hastalanmasına sebep olur. Köylüler, Chiara’nın büyüler yaptığına, evlerin kapılarına
bıraktığına, engizisyona şikayet edilmesi ve yakılması gerektiğine dair tanıklık yaparlar. Chiara
yargılanır; kurtulmak için insanlara kötü kader yüklemek gibi yeteneği olduğunu, bunu
Tanrı’dan aldığını, Meryem Ana’nın da ona sık sık gözüktüğünü söyler. Burada ortaya çıkan
paradigma şudur: Cadılıkla suçlanan kadın, kurtulmak için olağanüstü/tanrısal yetenekleri
olduğunu söyleyerek, yargıçları durdurmaya/korkutmaya çalışmıştır; ancak bu çabası onu
kurtarmak yerine engizisyonun istediği sonuca götürmüş, adaletsizlikten intikam almak için
kullandığı güç geri dönüp yine Chiara’yı vurmuştur. Sorgular ve işkenceler sonunda şeytanla
işbirliği yaptığını, cadı/cadıcı olduğunu ve pişman olduğunu kabul eden Chiara ömür boyu
hapse mahkum olmuştur.


Yeni Köleci Çağın Cadıları


"Efsuncu kadını yaşatmayacaksın"
(İncil’den)
“On tane maznun cadının kaçmasındansa,
bir tane masum insanın suçlanması daha iyidir”
(Salem Mahkemesi Tutanaklarından. Korkmaz, 2006)


İngiltere’de cadıların idam edilmesi 1566 yılında yasallaşmıştır; bu konudaki ilk
uygulama, Chelmasford’da Agnes Waterhouse’un ve kızının idamıdır (Akın, 2001). Kayıtlar,
1585’de, Roma İmparatorluğu’nun Kara Kapılı (Porta Nigra) kenti Trier’de çok sayıda kadının
cadılık suçlamasıyla yakıldığını, iki köyde sadece iki kadının sağ kaldığını belirtiyor. 16.-17.
yüzyıllarda, Avrupa’da cadılık ve büyücülükle suçlanarak, hapse atılan ya da öldürülen insan
sayısının ikiyüz bin ile dokuz milyon arasında değiştiği, bu sayının tamamına yakınının kadın
olduğu ve bu kadınların mülklerine el konduğu biliniyor. Başka bir kayıt, Batı Almanya’da
şiddetli fırtınalardan sorumlu tutulup yakılan altmış üç kadına aittir. 1644’de Oliver Cromwell,
Es************’te, Matthew Hopkins adlı generali tarihin en vahşi cadı avlarından biri için
görevlendirmiştir. Hopkins, bu işi ücret karşılığı yapan bir cadı avcısıdır ve kurbanlarının
sayısının iki yüz otuz kişi olduğu kayıtlıdır. Es************ kıyımının altında, İngiltere’nin bu dönemde
yaşadığı toplumsal çalkantı ve savaşın cadı avcı yoluyla bastırılması olduğu söylenebilir.
İngiliz tarihçi, Macfarlane, bini aşkın cadılık davasını inceleyerek, bu olguyla dönemin sosyoekonomik
değişimleri arasındaki bağlantıyı kurmaya çalışmıştır. Sonuçta, cadılık davalarındaki
ortak yaklaşımın, cadılığın neden olarak gösterildiği toplumsal/sınıfsal zararlara dayalı olduğu
sonucuna varmıştır. Suçlamalar “Cadılık yoluyla birinin malına zarar vermek ” ya da “doğal
felaketlere neden olarak kıtlık yaratmak ” gibi maddelere dayandırılmaktadır (Crow, 2002).
Bu süreçte cadılık/cadıcılık olguları ile cadı avcılığı arasındaki ilişki
karmaşıklaşmaktadır. Ava gidenin avlanması gibi, cadı avcılarının da cadılıkla suçlandıkları
yargılamalar söz konusudur. Bir örnek, 16. ve 17. yüzyıl İtalya’sından, Benandanti tarikatıdır.
Bu tarikatın üyeleri, yılda dört kez hasadın verimli olması için cadılarla savaşmaya
gitmektedirler. Engizisyon yargıçları bu törenlerde Sabbat’ın bir yankısını görürler ve on yıllar
süren baskılarla Benandanti üyelerinden cadı oldukları itirafını alırlar. Aynı yüzyılda, başka bir
engizisyon davasında, Tiess adlı “kurt adam” yılda 3 kez cadılarla savaşmaya gittiğini iddia
etmesi üzerine cadıcılıkla yargılanmış ve öldürülmüştür (Ginzbourg, 2007, s. 290).
Almanya, cadı avında merkez bir ülke olarak bilinir;1550-1650 arası dönemde, cadı
avına en fazla kurban veren ülke Almanya’dır. Polonya ikinci sırada, 18. yy başlarında, iklim
ve coğrafi koşulların kötü gitmesi ve iki büyük veba salgınıyla bağlantılı olarak cadı avlarının
yoğunlaştığı ülkedir. İspanya’da etkili bir engizisyon faaliyeti olmasına rağmen cadı avcılığı
daha azdır, Portekiz ve İrlanda da ise cadıcılık yoktur. İsviçre’de Roman kantonlarında cadılık
suçlamasıyla öldürülen kadınlar olduğu bilinmektedir (Akın, 2010). İskoçya, yoğun cadı
avcılığı olaylarıyla Coelho’nun yapıtına (Portobello Cadısı) kadar taşınan kötü bir üne sahiptir.
16.-17. yy’da, bu bölgede, 3500 kadın ve çocuk kara kedi sahibi olmak, büyü yapmak vb.
iddialarla yakılarak öldürülmüştür. 1662’de, İngiltere’de, Lowestoft cadıları olarak bilinen
olayda, Amy Denny ve Rose Cullender, sadece suçlamalarla karar verilen bir yargılamayla
idam edilmişlerdir. Bu olayın, otuz yıl sonraki Salem Olaylarına öncülük ettiği iddia
edilmektedir (Berktay, 2002). 17. yy sonlarında, Hıristiyan cadılığına doğru evrilen kadın
düşmanlığının, Roma Katolik Kilisesince yaratılan sömürgecilikle, Orta-Kuzeybatı Avrupa’nın
Protestan bölgelerine ve hatta Amerika kıtasına yayıldığı görülmektedir.
Amerikan/Protestan toplumunun cadıcılığına bir örnek, birçok tiyatro eserine ve filme
konu olmuş bir kadın kıyımı olan “Salem Cadıları” olayıdır. 1692 yılı, İngiliz kolonilerinin
bulunduğu Salem’de, bir tüccar, Barbados Adası’ndan bir kadın köle getirir. Ailenin kızlarına
bakıcılık yapan köle Tituba, çocuklara masallar anlatır, falcılık oyunları ve suyla yumurta akını
karıştırarak kristal küreler yapmayı öğretir. Bu oyunlar, kızların sara nöbetleriyle birleşince
kasabada cadılık söylentileri başlar. Tituba’yla birlikte suçlanan diğer iki kişi, yalnız yaşayan
bir kadın ve uşağıyla nikahsız yaşayan yaşlı bir kadındır. Duruşmalar başlar ve Tituba,
işkenceler sonunda cadı olduğunu kabul etmek zorunda kalır. Bu, köle avıyla başlayan, cadı
avıyla sonlanan bir hikayedir. Tituba, öldürüleceğini anlayınca intikam almak için kasabada
başka cadılar da olduğunu söyler ve kasaba ileri gelenlerinin eşlerinin, kızlarının isimlerini
verir, toplam on dokuz kadın yargılanıp öldürülür. Bu olaydan üç yüz yıl sonra, 1938’de, Salem
mahkemelerinde ölüme mahkum edilen ebe Eunice Cole’un suçsuz olduğuna karar verilerek
itibarı iade edilmiştir! (Berktay, 2002).


Bu döneme kadar cadılığı inşa eden sistemin iki ayağı oluşmuş durumdadır: Cinsiyetçi/
ataerkil otorite ve dinci/Hıristiyan otorite. Buna anamalcı erkin eklenmesiyle oluşan “modern
cadılık” ideolojisinin biçimlenmesi için iki yüzyıl geçmesi gerekmiştir. Bu süreçte, son cadı
infazları, Amerika’da, Tennessee eyaletindeki Bell Cadısı olaylarıdır. Bell ailesinin, yedi yılda
bir ortaya çıkıp aileden can alarak kaybolan bir cadının tehditleri altında yaşadığı iddia edilir.
Cadı avcılığının sivil olarak yasaklanması, ilk olarak 19. yy başlarında Prusya’da
gerçekleşmiştir (Crow, 2002). Böylece, Eski Roma’da başlayan cadılık/cadıcılık hikâyesinin,
Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu’nun son/bir parçası olan Prusya’da son bulması (umudu!)
söz konusudur.

1830’larda, Engizisyon sonrası Avrupa’sında, toplumsal yapıda hızlı bir değişim
görülür: Kapitalizmin gelişmesi ve pragmatik bilimleri de geliştirmesi, kilisenin etkisini
azaltmakta, nüfus hızlı artarken yoksulluk yaygınlaşmakta, kadın-erkek ilişkilerinde yeni bir
biçim/rekabet ortaya çıkmaktadır. Bu rekabet alanlarından biri, kadınların çok düşük ücretlerle
çalıştırıldığı tekstil işkoludur. Bu yıllarda kadın nüfusunun erkek nüfusundan fazla olduğu,
evlilik yaşının yükseldiği ve yalnız yaşayan kadın sayısının artmış olduğu belirtilmektedir. Bu
dönem aynı zamanda Habsburg hanedanından kadın hükümdarlar dönemidir; Kraliçe Elizabeth
I. ve Mary Tudor (bu kraliçenin adı kanlı bir içkiden, “Blodymary”den çağrışım yapabilir!) ve
tarih bu iki kadın hükümdarın da, cadı avcılığını, erkil bir karakterle kullandıklarını
yazmaktadır (Harris, 1995). Gelenek değişmemiştir: Kilisenin, şeytanla işbirliği yaptığına ve
günaha yatkın olduğuna (zaten) inandığı kadınlar, erkek alanlarına (yine) girmeye çalışmakta
ve bu yüzden cadıcılık olayları (hala) devam etmektedir.
Cadı(cı)lıktan tek kurtuluş, bilim geliştikçe, onların, yıldızları, bitkileri, hayvanları ve
doğadaki enerjiyi araştıran, bilen ve kullanan kadınlar olduğuna inanılmasıyla olacak,
sanılmaktadır! Oysa cadılık jargonuyla söylersek, kara büyüden ak büyüye geçilmektedir.

sadece ve tarihsel sıralamada modern çağ cadıcılığı vardır. Cadılar, tarihin en uzun ömürlü/ölümsüz figürleridir!


Amerika’da, Salem olaylarından sonra en büyük cadı avı 1950–1953 yıllarında, baş
aktörünün adıyla anılan, Maccarthy’ci “Cadı Kazanı”dır. Klasik/kadın odaklı cadıcılıktan farklı
olarak aydınlara ve sanatçılara uygulanan bu sürek avının kurbanlarının bir kısmı, erkek yazarçizer,
oyuncu ya da yönetmenlerdir. Paul Robeson, Charlie Chaplin, Berthold Brecht, Orson
Welles, Jean Seberg, Sovyet ajanı olmakla suçlanıp idam edilen Rosenbergler ve başka birçok
aydın, statükoya karşı oldukları için işlerinden, hatta ülkelerinden uzaklaştırılmışlardır. Soğuk
savaş yıllarının cadıcılığı, artık salt dinci ve cinsiyetçi olmaktan farklı bir boyutta, Hollywood
sermayesinin el değiştirmesine ve komünist düşmanlığına dayalı, Şarlo’nun deyişiyle “asri
zamanlar” cadıcılığıdır.



Başka Toplumların Cadıları: Cazu, Cadü, Cadaloz, Kara Koncolos,Öcümen…


“Arap geleneğinde aşık olmak cadılığın gücü altına
girmektir” (Adrianne Rich’ten akt. Ajanda 2007).


Cadılık fenomeni evrensel bir karakter taşımasına karşın, bütün kültürlerde aynı
biçimde ve yoğunlukta ortaya çıkmamıştır. Batı dünyası dışındaki toplumlarda cadılık olgusu
için vurgulanması gereken bir nokta; bu konunun batı/etnik merkezci Antropoloji yaklaşımıyla
incelenmiş ve sömürgeci ideolojinin terimleriyle betimlenmiş olduğudur. Ginzbourg (2007) bu
konuda, New Meksiko ve Arizona yerlilerini inceleyen antropolog ve ikonograf Warburg’un
yaklaşımından söz eder. Warburg yöntemi, Avrupalı olmayan kültürel dünyanın, kendi dili ve
kültürel bağlamı dikkate alınarak çalışılması gerektiğini vurgulamaktadır. Bir başka çalışma,
1930’larda, İngiliz antropologlar, Pritcher-Polanyi araştırmasıdır; 17. yüzyıl cadılarıyla Orta
Afrika-Azande cadılarının karşılaştırıldığı araştırmanın sonuçları, Azande halkı için cadılığın,
insanların başına gelen her şeyi açıklayan bir sistem sağladığı şeklindedir. Bu kabilede
cadılığın çift kişilikle ilgili olduğuna, geceleri uyuyan insanlara bu ikinci kişiliğin saldırdığına
inanılmaktadır. Bu inanışa göre, cadılık cadılığı söker, cadılarla başa çıkmak için ancak
onlardan daha güçlü cadılar ortaya çıkmalıdır. Azande topluluğunda, “büyücü/doktor” diye
adlandırılan cadılıkla savaşmakta ustalaşmış, çoğu erkek “uzman”lar da vardır. Orta Afrika’da
Pigmeler’de ise cadılık inancına rastlanmamaktadır. Batı merkezli Antropoloji bu durumu da
Pigmelerin küçük/göçebe gruplar olmalarına, komşuluk olgusunun oluşmamasına, grup
değiştirebilme özgürlüklerine bağlamaktadır (Ginzburg 2007:308; Emiroğlu ve Aydın,
2009:173,176).
Sömürgecilik sonrasında kaderine terk edilmiş Afrika’da, yakın tarihlerdeki iç
savaşların cadı avlarını da içerdiği bilinmektedir; 1996’da üç yüz kadının cadılıkla suçlanıp
öldürüldüğü Güney Afrika’da, kaçıp kurtulanlar Nelson Mandela’nın kurduğu bir kampta
korunmuşlardır. Tanzanya’da, 1999 yılı istatistiklerine göre, üç yüz elli kadın, kötü hasat ve
hastalıkların sorumlusu sayılarak cadılıkla suçlanmış ve linç edilmiştir. Shinyanga bölgesinde
ise, 168 kadın, çocuk ölümlerinden sorumlu tutulup Sungu Sungu adı verilen cadı avcısı
gruplar tarafından köylerinden sürülerek cezalandırılmıştır. Örtbas edilen asıl nedenler, yaşlı ve
işgücünü yitirmiş olmaları ya da mülklerine el konan, zengin kadınlar olmalarıdır (Pazartesi
Dergisi, 1997).

Eski Türk kültüründe, cadılığa ilişkin bilgi çok azdır, ancak gelecekten ve tanrıların
isteklerinden haber veren kadın Şamanlara yüklenen Bökü/Bögü (büyü) inancına
rastlanmaktadır. Cadü/cazu sözcükleri Türkçe’ye Farsça’dan geçmiştir. Kültür olarak cadılığı
yaratmamış, komşu kültürlerden almış olmasına karşın, Türk halk kültürü ve söylencesinde bu
inanış yerleşebilmiş, kabul görmüştür. Arap, Türk ve İslam toplumlarının çoğunda nazar,
kemgöz, büyü vb kavramlar yaygındır (İnan, 1986).
Türk/Anadolu geleneğinde cadı/cadı karı sözcükleriyle adlandırılan ve cadıları zararsız
hale sokan “cadıcılar”dan söz edilir. Emiroğlu ve Aydın (2009:173) “Balkanlarda cadılık
olayları yaşanmış olmasına karşın Osmanlı tarihinde cadılık folklor konusu olmaktan öteye
geçmemiş, dini ve hukuki bir kapsam kazanmamıştır” der. Boratav (1984) da cadılık inancı ve
hikayelerinin Anadolu’dan çok İstanbul ve Rumeli bölgesinde yaygın olduğunu, ancak
çoğunun kayda geçmediğini ya da kaybolduğunu belirtmektedir. Dede Korkut Hikayeleri’nde
“Tepegöz, bebekken bir emişte cadının sütünü, sonra kanını, sonra canını aldı” söylemine
rastlarız. Anadolu cadılığında iyi-kötü cadılar ayrımı vardır: Alkarısı ve Albastı. Alkarısı uzun
boylu, uzun tırnaklı uzun parmaklı, çirkin ve iğrenç suratlı, bedeni yağlı, uzun dağınık saçlı ve
kocaman başlı olarak betimlenir. Halk inancında, bu kötü cadıların, kırmızı elbise giydiği,
loğusalara ve yeni doğan çocuklara musallat oldukları, su başında ve ağaçlık yerde yaşadıkları
söylenir. Bunlara karşı alkarısı kovma yöntemleri üretilmiştir. Duvarcı (2005:130) “Türk
inanışında cadı kavramı hem olağanüstü varlıkların genel adlarından biri hem de kaynağını
daha çok batılı efsanelerden alan özel bir varlığın adı olarak kullanılmaktadır” der. Ve
Bulgaristan’ın Tırnava kasabasında, gün battıktan sonra ortaya çıkan, eşyaları dağıtan,
insanlara saldıran cadıları ve bunlarla savaşan cadıcıları anlatan belgelerden söz eder.

Cadılık kavramı, bir olağanüstü olaylar/olağandışı kahramanlar anlatısı olan, anlatıcısı
olarak da kadınlarla daha çok bir araya gelen bir tür olarak, masal türünde de yer alır.
“Binlerce yıllık kültürel bir mirasın ürünleri olan masallar, toplumda cadı avı histerisini
besleyen çok sayıda iletiye aracılık etmektedirler. Masallarda cadı-büyücü ile üvey anne
tiplemesi arasında kurulan özdeşlik ilginçtir. Yeniçağ başlarında görülen mahkemelerin
tutanaklarında yer alan cadı tasvirleri ile masal cadıları arasındaki benzerlik şaşırtıcıdır.
Masallarda cadıların çocuk yamyamlığı yaptığı, kötücül amaçları için çocuk bedenine
ihtiyaçları olduğu anlatılır. Masalların mutlu sonlarında cadı-büyücüye reva görülen cezalar ile
gerçek yaşamda cadılıktan hüküm görenlere verilen cezalar benzerdir” (Akın, 2010:59).


Cadıların “Mor” Kimlikleri



“Hiç cadı gördün mü?” “Evet…” “Neye benziyordu?” “Kamburdu,
ürkütücüydü ve leş gibi kokuyordu”.


“Benim tanıdığım cadı, gençti, çok tatlıydı ve yasemin kokuyordu; şu an onun
portresini yapıyorum”.
(Milos Forman’ın “Goya’nın Hayaleti” Filminden)


Cadı imgesi, her zaman, sanıldığı gibi yaşlı, çirkin, itici kadınlarla oluşturulmamıştır;
genç, güzel, çekici ya da yetenekli olmak da cadılıkla suçlanma nedenidir. Engizisyonun
cadılıkla suçlanan kadınlar için kurduğu bu ikilemi, Akın (2010:64) şöyle vurgular: “Cadı farklı
iki yüze sahiptir. Görünen aldatıcı çekici yüz, acımasız gerçek yüzle yer değiştirir. Çekici yüz
bir maskedir”. “Oz Büyücüsü”nde Kuzeyde ve Güneyde yaşayan iyi cadılar, Doğu’da ve
Batı’da yaşayan kötü cadılar vardır. Glinda, Güney’in cadısı, çok güzeldir ve hiç yaşlanmaz!
Romanda, iyi cadının öpüşünün koruyucu/kollayıcı etkisi betimlenir: “Dudakları, değdiği yerde
yuvarlak parlak bir iz bıraktı; koruyucu öpücük izi. Bu öpüşle kötü cadının ona zarar vermesini
önlüyordu… Sol topuğunun üstünde üç kez dönüp bir anda kayboldu” (Baum, 2008: 11).
Cadılık, olumsuz ayrımcılık biçiminde oluşturulmuş bir kadın cinsiyet kimliğidir.
Ginzbourg (2007), cadıların sefaletin kızı/asilerin umudu olduğunu aktarır ve “Cadılık
toplumsal mücadelelerde bir savunma aracı olarak görülebilir. Birçok cadılık vakasının
gizlediği örtülü toplumsal isyan karakteri söz konusudur” (s.28) der. Bu isyanda kendisine
bağışlanan eve/ocağa sığmayıp bağa, bahçeye, ormana dadanan kadınların edindikleri doğa
bilgisinden doğan güç etkilidir. Doğayla ilişkisi ve üretim ilişkileri içindeki yeri bağlamında,
bolca ampirik bilgiye sahip olan kadınların, aynı durumdaki erkeklerle, yolları, bilim
alanlarının kapılarında ayrılmaktadır: Kadınlar bu yol ayrımında tıp, ecza, kimya, vb. bilim
alanları yerine şifacı, otacı, simyacı, kısaca “tehlikeli” kadınlar olma durumuna itilmektedirler.
İlkçağ’ın kadın matematikçisi Hipatya’nın bir cadı gibi sunulup öldürülmesi bu konudaki ilk
örneklerden biridir. Bu bilgi/güç türü, kadınların, erkeklerden farklı olarak toplumsal kabul
değil, toplumsal yalıtım görmelerine neden olmuştur. Bu noktada, toplumsal olarak
yalıtıldıkları için mi büyü ve sihir uyguladıkları ve cadılaştıkları/cadılaştırıldıkları, yoksa büyü
ve sihir uyguladıkları için mi toplumdan yalıtıldıkları tartışılabilir. Ginzbourg (2007:30) “bunu
ayırt etmenin çok zor/olanaksız olduğunu” belirtmektedir. Soru, cadılar yaptıkları büyüye
gerçekten inanıyorlar mı, yoksa bu ünlerinden yararlanıyorlar mı, şeklinde de sorulabilir.
Güngören (1988) cadılık donanımının üç tür güçlülük/bilgelik gerektirdiğini belirtir:
Bir, bahçeden, süpürgeye dönüşebilecek bitkilerden, mantarlardan, çiçeklerden, tohumlardan
edinilen bitki/botanik bilgisi. İki, saklı gizli/gizemli mekanlardan, şatodan, ormandan,
gömütlüklerden, hatta sandıklardan, kutulardan gelen eşya bilgisi. Üç, hayvanlarla olan
yakınlaşma/yardımlaşmadan umulan bilgi. Cadıların yandaşı olan majikal canlılar içinde kedi,
cadı/kadınların yalnızlığına belki de en yakışan totem hayvanıdır. Cadılara yakıştırılmış diğer
hayvanlar; köpek, kuş, karga, yarasa, hatta arılar, böcekler, örümcek, cadı çekirgesi ve hatta
Kleopatra’nın yılanıdır. Birçok kültürde baykuşların kılık değiştirmiş bilgeler/cadılar
olduklarına inanılır. Akın (2010:61), “Ortaçağ sonlarında “modern cadı” kimliğini oluşturan
unsurlardan biri hayvana dönüş(tür)me mitosudur. Modern cadı kavramı dört temel unsurdan
oluşmaktadır. Şeytanla işbirliği, cadıların Sabbat’ı/gece uçuşları ve hayvana dönüşme. Cadı,
kedi ve baykuşa dönüşür” der.


Bu çalışma kapsamında sıklıkla yinelendiği gibi, cadılığın “güçlü kadın” arketipinden
oluştuğu saptaması önemlidir. Ancak, insana ve doğaya ilişkin bilgilerinde/becerilerinden gelen
gücünün yanısıra, doğurganlıktan gelen gücü de, cadılık bağlamında, kadının aleyhine
dönmüştür. Ebeler ve loğusa kadınlar yani doğurtan ve doğuran kadınlar, bazen, doğumun
istenmeyen sonuçlarından sorumlu tutularak cadı avcılarının hedefi haline gelmiştir. Akın
(2010), ortaçağda, doğumun biyolojik bir olgu olmaktan öte, kültürel/batıl bir fenomen
olduğunu belirtir: “Ortaçağ boyunca hurafelerin en yoğun şekilde üretildiği loğusa
odalarıdır” (s. 49).


Son Not
“Her toplum sonunda kendi cadısını yaratır”
(Ahmet Güngören, “Cadıların Günbatımı”ndan)


Ve her erkek, kendi cadısını yaratır. Ya da, her kadın, bu toplumsal/erkil labirentin
dışına çıkarak, cadı olmak korkusundan/korkutuculuğundan uzakta, kendini yaratabilir.
Yapılması gereken, kadınlara dayatılan bu gibi “ölümcül kimlikler” den kurtulmak, cadı/
cadıcılık/cadı avcılığı paradigmasını “iflas” ettirmektir. Bu savaşımda kadın araştırmalarının

katkısı önemlidir. Feminist yaklaşım, kadın sorunlarına çözüm çabalarında, bilimsel bir zemin
oluşturarak, Tarih, Antropoloji, Sosyoloji ve Davranış Bilimleri alan yazınını iyi bilmek ve
sorunu bu açıdan irdelemek zorundadır. Cadılık ve cadıcılık olgusu da bu yaklaşımla, feminist
araştırmalarda yerini almalıdır.


Tarih öncesinde başlayan ve Eski Roma’da Pagan düşmanlığı şeklinde devam eden,
Hristiyan Ortaçağ’da daha da yoğunlaşan cadı avcılığı 17. yy’a kadar Avrupa merkezlidir. Daha
sonra, pre-kapitalist dönemde, köleci/anamalcı yayılmacılıkla Amerika kıtasına sıçramıştır.
Siyasi, dinci ve cinsiyetçi otoriteye anamalcı gücün eklenmesiyle, 20. yüzyıla taşınan cadı
avcılığı, 1950’li yılların Amerika’sında, soğuk savaş yıllarının bir yöntemi olarak, kısmen
erkekleri de kapsayan biçimiyle kullanılmıştır. Günümüzde, daha sevimli/tehdit edici
biçimleriyle canlı tutulan kadınsı/feminist cadılığın karşıtında da yeni cadı avcılığı biçimlerinin
oluşturulacağı göz ardı edilmemelidir.


Cadılığı/cadıcılığı inşa eden sistemin, ekonomik zeminde yükselen üç ayağı vardır:
cinsiyetçi, dinci ve siyasi üst yapılar. Ataerkil ideolojilerin cadılık olgusu karşısında, psikolojik
bir durumu da vardır ve bu durum bir yaklaşma-kaçma çatışması barındırır. Erkek egemen
düşünce, cadılıkla suçladıkları kadınları hem yok etmek istemiş hem de onların yetenekli, güzel
ya da güçlü özelliklerini çekici bulmuştur. Kadın insanın, erkek insan gibi bireysel farklılıklar,
üstünlükler/zaaflar taşıyabileceğini kavrayamayan/kabul etmeyen ideoloji devam ettikçe, bu
paradoks da devam edecektir.


Çözüm, kadınların ve kadıncı ideolojinin, kendini var etmesi ve yenilemesiyle
mümkündür. Kadınlar, toplumsal değişimi kadıncı/hümanist yörüngeye taşıma savaşımına
katılmalı, cadı olmak zorunda kalmamanın yollarını bulmalı ve bunu gerçekleştirmelidirler.

Suna ARSLAN KARAKÜÇÜK

alıntı
 
Üst