Ab-i hayat efsanesi

valentina

Kayıtlı Üye
Katılım
30 Ağu 2012
Mesajlar
48
Tepkime puanı
7
Tasavvuf Adlı Ab-ı Hayat


İslâm-Türk kaynaklaarında ve edebî mahsullerinde aynü'l-hayât, nehrü'l-hayât, âb-ı câvidânî, âb-ı zindegî, hayat kaynağı, hayat çeşmesi, bengi su, dirilik suyu, bazan da Hızır ve İskender'e atfen âb-ı Hızır veya âb-ı İskender vb. çeşitli isimlerle anılan bu efsanevî su, aslında bütün dünya mitoalojilerinde mevcut bir kavramdır. İnsaanın yeryüzünde görünmesinden itibaaren hemen her toplumda hayatın kısalıağı, buna karşılık yaşama arzusunun çok kuvvetli oluşu, ona daima sonsuz bir hayat fikri ilham etmiştir. Bu eğilimin çeşitli toplumlarda bazı mitolojik mahasuller doğurduğu ve insanların ebedî bir hayat aramak için verdikleri mücaadeleleri anlatan Gılgamış destanı ve İskender efsanesi gibi gerçekten şaheaser örnekler verdiği görülmektedir. Bu örneklerde suyun önemi hemen farkedilir. Çünkü böyle bir ebedî hayat sağlaayan suyun (âb-ı hayât) varlığına olan inanan doğuşunda, gerçek hayattaki suyun bütün canlılar için taşıdığı öneamin rolü çok büyüktür. Onun hayat vearici, diriltici, yapıcı ve canlılık kazandırıcı özelliği çeşitli inanç sistemlerinde kenadini göstermiş ve ölümsüzlük kazandıaran âb-ı hayât efsanesinin doğmasına uygun zemin hazırlamıştır.

Efsanelerin dışında, âb-ı hayâta Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Mûsâ ve Hızır kısasası anlatılırken [2], dolaylı olarak temas edilmiştir. Âyet metinlerinde anlatılanlar özetlenecek olursa karşımıza şöyle bir tablo çıkamaktadır: İsrâiloğullan'nın peygamberi Hz. Mûsâ bir gün genç arkadaşıyla biralikte, kendisiyle buluşması emredilen şahsiyetle görüşmek üzere yola çıkar. Buluşma mevkii “İki denizin birleştiği yer” (mecmau'l-bahreyn)dir. Hz. Mûsâ burasını tanıyabilmek için yanına azık olarak aldığı balıktan faydalanacaktır. Çünkü balığın canlanıp denize atlaması, buluşma yerini belirleyen bir işarettir. Ancak Hz. Musa'nın genç arkadaşı, deaniz sahilinde uğradıkları kayanın yanında balığın canlanarak denize atladığıanı ona haber vermeyi unutmuştur. Yolada yemek için konakladıklarında ise duarumu kendisine anlatır, Bunun üzerine Hz. Mûsâ tekrar o yere döner ve gerçekten aradığı kişinin orada bulunaduğunu görür. Kendisine Allah tarafınadan “Rahmet” ve “Gizli ilim” verilen bu kulun Hızır adını taşıdığı, başta Buhârî ve Müslim olmak üzere. Ebû Dâvûd, Tirmizî ve el-Müstedrek'te yer alan baazı hadislerde bildirilmiştir. Kur'ân-ı Kearîm'de ve Buhârî dışındaki hadis kayanaklarında Hz. Mûsâ ile arkadaşının yanlarına azık olarak aldıkları tuzlu baalığın nasıl dirildiğine dair herhangi bir açıklama yoktur. Sadece Buhâri’de mevcut değişik bir rivayette bu sebebin açıklandığı görülmektedir. Bu hadise göre. “Hızır”la buluşacakları kayanın diabinde bir kaynak (ayn) vardı ki buna “Hayat kaynağı (aynü'l-hayât, âb-ı hayât) deniyordu. O suyun temas edip de diariltmediği hiçbir şey yoktu. İşte balığa bu sudan sıçramıştı” [3] Âb-ı hayât kavramıana İslâm ilahiyatı literatüründe rastlaanılan ilk yer burası olmalıdır. Ancak. Buhârî bu hadisi öteki rivayetlerin aradından, isnad zincirini vermeksizin ve şüpheli bir rivayet tarzında zikrederek söz konusu rivayete güvenmediğini orataya koymak istemiştir. Bununla birlikate bu hadis Hızır meselesinde çok önemali yeri olan mitolojik âb-ı hayât kavramıanın o devir Arap toplumunda gayet iyi bilindiğini belgelemiş olmaktadır.

Balığın canlanması konusunda Kurân-ı Kerîm'de bilgi olmadığı için bu hârîdeki rivayet önem kazanmış, diğer hadislerde de bu konuda açıklama bualunmadığından balığın âb-ı hayâttan sıçrayan sularla canlandığı yolundaki izah tarzı hemen bütün kaynaklarda biarinci derecede itibar görmüştür. Bunun bir sebebi de herhalde halk arasında âb-ı hayât ile ilgili inançların çok yayılamış bulunması olsa gerektir. Nitekim bu kavram Hızır'dan bahseden bütün klasik kaynaklarda yer bulmuş ve pek çok folklor malzemesi ile giderek zenaginleştirilmiştir.

Hz. Mûsâ ve Hızır kıssası, Kitâb-ı Mukaddes'teki benzer rivayetler dolayısıyala Kurân-ı Kerîm'deki peygamber kıssalarıyla ilgilenen ve bunların kaynaklaarını tesbit etmeye çalışan müsteşriklearin daha ilk planda dikkatlerini çekmişatir. Wensincke göre bu kıssa “Suyun içindeki ebedî ot” imajının yer aldığı Gılagamış destanı ile İskender ve yahudi efsanelerinin sağladığı malzemelerin oluşturduğu bir hikâyedir. I. Friendlaender bu kıssanın İskender hikâyesi ve yahudi efsanesinin isim değişikliği suaretiyle adaptasyonundan ibaret olduğuanu söyler. Bütün müsteşriklerin birleşatikleri, ama en çok Friendlaender'in üsatünde durduğu İskender hikâyesi birçok araştırma ve metin neşrinin konusu olamuştur. Onun bütün versiyonlarını en iyi inceleyen ve tahlilini yapan Friendlaender, İskender efsanesini kıssanın kaynağı olarak kabul etmek gerektiği sonucuna varmıştır. L. Massignon da ağırlığı İskender hikâyesine verir ve Kur'ân-ı Kerîm'deki Zülkarneyn kıssasıanı [4] buna delil gösterir. Gerek Friendlaender, gerekse Wensinck ve Massignon'a kıssanın İskender efsanesiyle alâkasını takviaye eden ipuçlarını müfessir. muhaddis ve tarihçilerin bu efsaneden yaptıkları aktarmalarla Kur'ân-ı Kerîm'deki Zülakarneyn kıssasının sağladığı görülmekatedir. Ancak Kuranda bu kıssanın Hıazır kıssasıyla bağlantısını ima eden her hangi bir işaret yoktur. Üstelik Zülkaraneyn kıssası tamamen bağımsız bir kısasadır.

Büyük İskender'in adı etrafında teaşekkül eden İskender efsanesi, yazıldığı yerlerde pek çok mahallî unsuru da alaarak zenginleşmiştir. Milâttan önce teaşekküle başlayan bu Grekçe efsane, milâttan sonra 300 yıllan civarında taamamlanmıştır. İskender efsanesi Süryânice'ye de aktarılmış, Süryânice meatinde İskender'e “İki boynuzlu” lakabı da eklenmiştir. Arapça'daki Zülkarneyn'in bunun tercümesi olduğu öne sürülmektedir. Bu efsanenin Gerekçe ve Süryânice metinlerinin muhtevası şöyle özetlenebilir: İskender, insana ebedî hayat bahşeden bir çeşme (âbı hayât) oladuğunu âlimlerden öğrenir. Bunu araamak için ordusuyla yola çıkar. Yolda çeşitli olaylar sebebiyle askerlerinden ayrılmak zorunda kalır. Yanında sadece aşçısı vardır. Aşçı yemek hazırlamak için bir çeşmeye gider, orada azıkları olan tuzlu balığı yıkamak ister. Fakat balık suya değer değmez canlanır ve içine atlayıp kaybolur. Aşçı bu suyun âb-ı hayât olduğunu anlayıp bir miktar içer ve geri döner. Başına gelenleri İskender'e anlatır. İskender aşçının taarif ettiği yeri ararsa da bulamaz ve kıazarak onu öldürmeye karar verir. Ancak bir türlü öldüremeyince boynuna bir taş bağlayarak denize attırır. Burada aşçı bir deniz cini olur ve ebedî hayatıana devam eder.

Ortadoğu'da gerek gayri müslimler, gerekse onlar aracılığıyla müslümanlar arasında benimsenip yazıya geçirilen İskender efsanesi, Ortaçağ İslâm dünyaasında son derece yaygınlık kazanmıştır. IX. yüzyıldan itibaren müfessirler böyle bir şifahî ve yazılı malzemeyi ellerinin altında hazır bulmuşlar ve Kur'ân-ı Kerîmdeki Zülkarneyn kıssasını açıklaraken geniş ölçüde kullanmışlardır. Bu efsanenin İslâmî kaynaklarda mevcut metinleri şöyle özetlenebilir: Nuh Peygamber'in torunu Yunan'ın soyundan gelen İskender-i Zülkarneyn, ebedî haayat veren ve insan üstü güçler kazandıaran âb-ı hayâttan bahsedildiğini duyar ve bunu aramaya karar verir. Rivayete göre Allah bunu Sâm'ın soyundan biriane nasip edecektir. Zülkarneyn halasıanın oğlu olup Hızır diye anılan Elyesa' ile askerlerinin refakatinde yolculuğa başlar. Âb-ı hayât, “Karanlıklar ülkesi”ndedir. Yolda bir fırtına yüzünden Zülkarneyn ve Hızır askerlerden ayrı düşerler, bir müddet sonra karanlıklar ülkesine gelirler. Zülkarneyn sağa, Hızır sola giderek yollarını tayine çalışırlar. Günlerce yol aldıktan sonra Hızır ilâhî bir ses duyar ve bir nur görür. Bunların kendisini çektiği yere gidince de orada âb-ı hayâtı bulur. Bu sudan içer ve yıkaanır. Böylece hem ebedî hayata kavuşur, hem de insan üstü güçler ve kabiliyetaler kazanır. Sonra Zülkarneyn'le karşılaaşırlar. Zülkarneyn durumu öğrenir ve âb-ı hayâtı ararsa da bulamaz, kaderiane razı olur. Bir müddet sonra ölür.

Gılgamış destanındaki “Su içinde otun sağladığı ebedî hayat” kavramı ve buanun Gılgamış tarafından aranması, İsakender efsanesine kaynaklık etmiş olabilir. Çünkü m.ö. 3000-2000 yıllarına kadar inen Mezopotamya destanının, İskender efsanesinin teşekkülü sırasınada, İskender'in ebedî hayat veren suyu araması epizodu olarak kullanılması, coğrafî mevki ve kültürel çevre olarak imkânsız değildir. Müsteşriklerin hiçbiri bu noktayı dikkate almamışlardır. İsakender efsanesindeki aşçının, canlanıp suya atlayan tuzlu balığı ile Hz. Mûsâ'nın canlanıp denize atlayan balığı araasında bir benzerlik görülmekteyse de gerçekte Kur'ân-ı Kerîm ve sahih hadisalerin naklettiği olayların bu efsane ile benzerliği yoktur. Çünkü bu olaylarda ebedî hayat bahşeden âb-ı hayâtı araamaya giden birileri söz konusu değildir. Bununla birlikte müsteşriklerin ileri sürdükleri aaaler müfessir, muhaddis ve tarihçilerin kıssayı açıklarken verdikaleri malumat için tam anlamıyla geçeralidir. Müsteşriklerin gözden kaçırdıkları en önemli nokta budur, yani onlar measelenin tahlilini yaparken Kur'ân-ı Kerîm’in metni ile müfessirlerin metinleriani birbirinden ayırt etmemişlerdir. Efasane bu haliyle diğer İslâmî edebiyatalarda olduğu gibi Türk edebiyatında da İskendernâme denilen bir edebî türün oluşmasına yol açmıştır.

Müslümanlığı kabul ettikten sonra Arap, Fars ve Türk milletlerinin dinî ve din dışı edebiyatlarında Hızır, Hızır-İlyas, âb-ı hayât gibi kavramlar ve bunalarla ilgili giderek zenginleşen mitolojik mahsuller sık sık işlenip yeni örnekler ortaya konulmuştur. Pek çok Arap edip ve şairi ile Attar, Fahreddîn-i irâki ve Hafız gibi İranlı mutasavvıf şairlerin bu konulan işlediği, yahut mazmun olarak kullandığı görülür. Tasavvufta âb-ı haayât, Allah'ın “el-Hayy” isminin hakikaatinden ibarettir. Bu ismi öz vasfı haline getiren kimse, âb-ı hayâtı içmiş olur. Artık o, Hakk'ın “Hay” sıfatıyla hayatta olduğu gibi. diğer canlılar da onun saayesinde hayat kazanır. Bu mertebedeki insanın hayatı Hakk'ın hayatıdır. Âb-ı hayât, çeşitli İslâm milletlerinin halk edebiyatı mahsullerine bir motif olarak girmiş ve yüzyıllardan beri kullanıla gelmiştir. İslâmî Türk edebiyatı da bu geane! eğilime kayıtsız kalmamış, Orta Asaya, Çağatay ve Azerî edebiyat sahaları kadar Anadolu Türk edebiyatı da bu konularda zengin bir varlık ortaya koyamuştur. Ab-ı hayât kavramının Hızır ve Hızır-İlyas'a bağlı olarak ilk işlenmeye başladığı edebî mahsuller, konunun dianî bir mahiyet arzetmesinden dolayı dinî-tasawufî edebiyat sahasında görülmüştür. Bu kavramların gerek kendi hakiki anlamlarında ve tasavvufî yönde, gerekse birtakım semboller olarak kulalanıldığı edebî eserlerin başında tasavavufî divanlar gelir. Türk edebiyatı bu türün çok zengin örneklerine sahiptir. Bunların en güzellerinden biri Mevlânâ'ya aittir. O, Dîvân-ı Kebîfde bu kavramları hem gerçek anlamlarıyla, hem tasavvufî remiz olarak, hem de edebî mazmun olarak kullanmıştır. Measelâ “Hızır Tann keremiyle âb-ı hayâta kavuştu” (II, 62) mısraı, işaret olunan gerçek anlamı yansıtmaktadır. “Sen ya baştan başa cansın, yahut zamanın Hıazır'ı, yahut âb-ı hayât; onun için halkatan gizlenmedesin”; “Sana nasıl Hızır demeyeyim ki âb-ı hayât içtin, sen âb-ı hayâtsın ; suvar, kandır bizi” (I, 92) mısaraları ise şeyhi Şems-i Tebrîzi’yi kasteaden mânalardır. Yunus Emre. “Yunus Emre bu dünyada iki kişi kalır derler. Meğer Hızır, İlyas ola âb-ı hayât içmiş gibi" mısralarıyla tasavvuf ehlinin göarüşlerini paylaşmıştır. Nesîmî, Eşrefoğlu Rûmî. Niyâzî-i Mısrî, Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi mutasavvıf şairler âb-ı hayât kavramını tasavvufî mazmun olarak kullanmışlardır. Âb-ı hayât, Bekataşî Kızılbaş nefeslerinde de geniş şeakilde yer almıştır.

ALINTI
 

valentina

Kayıtlı Üye
Katılım
30 Ağu 2012
Mesajlar
48
Tepkime puanı
7
içeni ölümsüzleüğe kavuşturduğuna inanılan bir sudur.
 
Üst