Riyazet - İmam Rabbani

fthbl

Kayıtlı Üye
Katılım
4 Ocak 2012
Mesajlar
184
Tepkime puanı
11
İmam Rabbani aşırı yapılan riyazetleri doğru bulmuyor her zaman orta yolu tavsiye ediyor.




İKİNCİ SUÂLE CEVAP:

Ey Muhib,

— Bu Tarikat'ta riyazet yasak edilmiştir..

Diyen kimdir?. Sonra, onların riyazeti zararlı gördüğü nereden işitilmiştir?. Halbuki, bu Tarikat'ta sünnet-i seniyyeye tabi olma ya devam vardır. O sünnetlerin sahibine salât, selam ve tahiyyet.. Sonra şunlar da vardır: Hali gizlemeye çalışmak, orta halli olmayı tercih etmek, yemekte, içmekte ve diğer işlerde itidal sınırını aşmamak vardır. Bütün bunlar zor riyazet ve şiddetli mücahede olarak bilinir.

Bu babda sön söz şu ki:

— Avam sınıfında olanlar, hayvanlara benzerler. Bu anlatılan işler: riyazetten saymadıkları gibi, onları mücahede olarak dahi görmezler. O kadar ki: Onlara göre riyazet, aç kalmaya inhisar eder. Çokça aç kalmak. Onlara göre büyük bir iştir. Bu behaim sıfatına girenlere göre yemek işi, en önemli işlerden ve en büyük gayelerdendir. Bu mana icabı olarak, hiç şüphe edilmeye ki: Onu bırakmak dahi zor riyazet ve şiddetli bir mücahededir. Amma sünnet-i seniyeyi muhafaza, ona tabi olmayı bırakmamak ve emsali işler öyle değildir. Zira, avam katında bunların değeri yoktur ve bir şeyden sayılmaz. O kadar ki: Yemek yemeyi kötü ve yemek yememeye alışmayı riyazet sayarlar. Bu Tarikat'ın büyüklerine lâzım olan hali gizleyip avam katında riyazet sayılan şeyi dahi terk etmektir. Bilhassa halkın kabulüne sebeb olan şeylerden sakınırlar. Zira halkın kabulüne mazhar olan işler, büyük afetler arasında sayılır. Bu manada Resulûllah S. A. efendimiz şöyle buyurdu:

— «Allah'ın koruduğu kimseler hariç; bir kimseye günah olarak yeter ki, kendisini din ve dünya işinde insanlar parmakla göstereler.»

Fakir'e göre: Çokça aç kalmak, yemek işlerinde itidal üzere olmaktan daha kolaydır. Orta halli olma riyazeti ise., çok aç kalmaktan daha faziletli ve daha iyi olmaya müstahaktır.

Allah sırrının kudsiyetini artırsın, muhterem babam şöyle dedi:

— Sülûk ilmi üzerine yazılan bir risale buldum; onda şöyle yazılmış olduğunu gördüm:

— Yemek işlerinde itidal haddine riayet etmek, onda orta halli olmaya dikkat etmek matluba vâsıl olma işinde yeterlidir. Bu hususa riayet ettikten sonra, zikre ve fikre hacet kalmaz.

Gerçek olan da şu ki: Yemek ve giymek işlerinde, hatta bütün işlerde orta hal üzere bulunmak iyidir; cidden güzeldir.

Bu manada bir şiir:

Olmaya, yiyesin ağırlık vere sana; Aç kalasın da, zaaf gele vücuduna..

Allah-ü Taâlâ, Resulûllah S.A. efendimize kırk erkek kuvveti vermişti. Bunun için de, Resulûllah S.A. efendimiz o kuvvetle açlık ağırlığına tahammül ediyordu. Ashab-ı kiram dahi. Hayr'ül-beşer Resulûllah S.A. efendimizin sohbeti bereketi ile o ağırlığa dayanırlardı. Bu yüzden de, asla amellerinde ve fiillerinde bir kesinti olmazdı. Bu açlık halleri ile, düşmana karşı olanların muharebe kudretleri o derecede olurdu ki: Tok olanlar, onun onda birine dahi yetişemezdi.

Üstte anlatılan mana icabı olarak, onlardan sabırlı olan yirmi kişi, iki yüz düşmana bedeldi. Onlardan yüz kişi dahi bin kişiye bedeldi..

Ashab-ı kiramın dışında olan aç kimseler ise., o kadar acze düşerler ki: Adabı ve sünnetleri dahi yerine getirmekten aciz kaldıkları olur. Hatta, çoğu zaman, zorunlu olarak farzı dahi yapma yolundan çıkarlar. Bunun için, kudret sahibi olmadan ashabı taklide gitmek, insanı farzları ve sünnetleri yapmaktan alır; aciz bir hale getirir.

Hazret-i Sıddık r.a. şöyle anlatıldı:

— Resulûllah S.A. efendimize uyarak, savm-ı visal eylemiş, Bu yüzden zaafa uğramış haberi olmadan yere düşmüş.. Resulûllah S.A. efendimiz onun bu haline itiraz yollu şöyle buyurdu:

— «Ben, herhangi birinize benzemem; Rabbımın katında olurum; bana yedirir ve içirir..»

İşte, yukarıda anlatılan manadan da anlaşılmış oldu ki: Ortada dayanacak bir güç olmadan, bir başkasına bakıp aynısını yapmaya çalışmak beğenilecek işlerden olmaz.

Ashab-ı kiram, insanların hayırlısı Resulûllah S.A. efendimizin sohbet bereketi ile çokça açlıktan meydana gelecek mazarratlardan emin ve mahfuz bulunuyorlardı. Böyle bir şey de, onlardan başkasına müyesser olmamıştır.

Bu manaların daha açık beyanı şöyledir:

Çokça açlık, mutlaka safa verir. Ama bir taife bundan kalb safası alırken, bir başka cemaat ise, nefis safası alır. Kalb safası, nur ve hidayet getirir; nefis safası ise., dalâlete atıp zulmeti artırır. Yunan filozofları ile Hinduların cukiyelerini, birehmenlerini görmez misin?. Riyazet, bunların her birine, nefis safası vermiştir. Kendilerini dahi dalâlet yoluna itip hüsrana sürüklemiştir. Hatta ahmak Eflatun, nefsinin safasına dayanarak, hayale ve keşfe dayalı suretleri kendisine mukteda eylemiştir. Kendisini beğenip isa'nın a.s. peygamberliğini tasdik etmemiştir. Halbuki, İsa a.s. onun zamanında gelen bir peygamber idi. Bunun için de şöyle dedi:

— Biz, hidayeti bulmuş kimseleriz. Bize hidayet edecek kimseye ihtiyacımız yoktur.

Zulmetin artmasını gerektiren bu safa onda olmasaydı; hayale ve keşfe dayalı suretler onun yolunu tutmaz; matluba kavuşmayı dahi engellemezdi. Bu safa sebebi ile o, kendisini nuranî bulmuştu. Ama bilememişti ki: Bu safa, ince bir kabuğu dahi geçmemiştir. Yani: Nefs-i emmare cihetinden.. O nefs-i emmare, habaseti ve necaseti üzere duruyordu. Daha kaba bir kılıfa bürünen necasetten başka bir hal almayı onun için artırmamıştı. Üzerine sadece incecikten bir tatlı kaplanmıştı.

Kalbe gelince., bu haddizatında nuranî olmuştur; temizdir. Ancak, zulmanî olan nefse yakınlığı icabı, üzerine bir toz oturmuştur. Az bir tasfiye ile aslına dönüp nurani halini yeniden alabilir. Amma nefis böyle değildir. Aslında o, habistir. Zulmet dahi, onun zatî sıfatıdır. Kalbin emrine girip kalmadıkça, ne temize çıkar; ne de tezkiye olur. Hatta, sünnet-i seniyeye uyup şeriata tutunmadıkça, temize çıkmaz. Hatta ve hatta Sübhan Allah'ın sırf fazlı olmadıkça, ondan zati habaseti gitmeyeceği gibi, hayrı ve felahı dahi tasavvur edilemez.

Eflatun, nefs-i emmaresine taalluk eden safayı; İsa'ya nisbet edilen kalb safası sandı. Zarurî olaraktan da, onu tehzib edilip temize çıkmış olarak tahayyül etti. Dolayısı ile İsa'ya a.s. tabi olma devletinden mahrum oldu. Ebedî hüsran damgasını da yedi. Allah-ü Taâlâ bizi böyle belâdan korusun.

Anlatılan bu mazarrat, açlığın oluşunda gizli saklı olduğundan; bu Tarikat büyükleri açlık riyazetini terk edip yemek işlerinde itidali tercih ettiler. Sair hallerde ise., orta halli olmaya riayet mücahedesine girdiler. Ona afat terettüb edeceğinden, büyük zarar ihtimali doğacağından açlığın faydalarını bir yana bıraktılar.

Bunlardan başkaları ise., onda fayda mülâhaza edip zararlarına göz yumdular; ona rağbet gösterdiler.

Halbuki, akıllılar katında mukarrar olan bir durum şu ki: Az zarar ihtimali olsa dahi, çokça menfaatler terk edilir. Ulemanın dahi kail olduğu mana bu anlatılana yakındır:

— Bir iş, bid'at ile sünnet arasında daire çizerse., en faziletlisi, onu terk etmektir. Şunun için ki: Bid'ata dalma ihtimali vardır. Sünnet olma ihtimaline göre yapılmaz.

Yani: Bid'at olma ihtimalinde zarar vardır; sünnet olma ihtimalinde ise, yarar vardır. Yarar olana da zarar düşme ihtimali olduğundan, o iki terk etmek en iyisidir. Bir başka taraftan, sünnete zarar gelmesi olmayacak bir şey değildir.

Bu kelâmın hakikati şudur:

Bu sünnet, o asra bağlı bir şey gibidir. İnceliği ve gizli manası icabı, bir cemaat, onu, o asra göre bilmediklerinden; uyma yolu ile onu yapma cihetine gittiler. Bir başka cemaat ise., onu o vakte bağlı bulduklarından, ona uymayı bıraktılar.

Hakikat-ı hali en iyi bilen Sübhan Allah'tır.

313. Mektup / Mektubat
 
Üst