Ruh çağirma nedir?

semyanocibel

Banlı Kullanıcı
Katılım
14 Şub 2011
Mesajlar
212
Tepkime puanı
8
Rûhânî varlıkların en büyük taifesi meleklerdir. Melekler "Nurdan" yaratılmıştır. Melekler, Allahü Azimüşşân'a mutlak itaat ederler, hiçbir surette âsî olmazlar. Bu ibâd-ı mükerremler; müzaheret, zikir, teşbih, ibâdet, marifet gibi vazifelerle meşgul olur. Cenâb-ı Hak hesabına, O'nun namıyla, kuvvet ve emriyle iş görürler. Elbette, bütün fiilleri mutlak hayır üzerine olan bu mukaddes mahlûklar; günahkâr insanların ayaklarına inmez, medyumlara tâbi olmazlar.

İnsan ruhlarının ve meleklerin İlâhî tasarruf altında olduk¬larını bildiren pek çok âyet-i kerîme mevcuttur. Bunlardan bir kısmını zikredelim:Tahrim sûresi altıncı âyette şöyle Duyurulmaktadır: "...O melekler Cenâb-ı Hakk'a, kendilerine emrettikleri şeylerde asla âsî olmazlar. Neye de me'mûr edilirlerse yaparlar." Yine melek¬ler hakkında, Enbiyâ sûresi, 26-27. âyetlerde: "Doğrusu onlar ikram olunmuş kullardır. O'nun sözünün önüne geçmezler, hep O'nun emriyle hareket ederler" buyurulmaktadır. Enbiyâ sûresinin 19-20. âyetlerinde de: "Göklerde ve yerde kim var¬sa hepsi O'nundur. O'nun huzurundaki (melekler) O'na ibâdet etmekle asla kibir göstermezler, asla yorulmazlar. Gece ve gündüz O'nu teşbih ederler. Ve, (Allah'a ibâdet et¬mekten) onlara fütur gelmez" buyurulmaktadır. Görülüyor ki, meleklerin, medyumlarca celbedilmesi mümkün değildir. Çünkü, onlar bu gibi süflî işlerden münezzeh ve müberrâdırlar.Yukarda zikrettiğimiz âyet-i kerîmelerden kat'iyyetle anlaşıldı ki, medyumlara haber getirenler melekler olamazlar.İnsan ruhlarına gelince, bunlar derece ve mertebe itibariyle dörde ayrılırlar[290]

1- Peygamberlerin ve Velîlerin Ruhları:Mahlûkat içinde en seçkin ve mümtaz olan bu nûrânî zâtlar, beşeriyetin kumandanlarıdırlar. Cenâb-ı Hak indinde en makbul, en mümtaz ve meleklerden üstün olan bu âli ruhların, süflî ve günahkâr insanların çağırmalarıyla gelmeyeceklerini, her akıl, vicdan ve inanç sahibi tasdik eder.[291]

2- Şehitlerin Ruhları:Bakara sûresi, 154. âyette, Cenâb-ı Hak: "Sakın Allah yo¬lunda öldürülmüş olanlara 'ölüdürler' demeyiniz. Hayır, onlar ölü değil, diridirler. Fakat siz duyamazsınız, sezemezsiniz" buyurmaktadırlar. Şehitler, umum müfessirlerin beyanla¬rıyla, velî hükmündedirler ve "Şühedâ hayatı" denilen ayrı bir hayat mertebesinde bulunurlar. Hayatlarını Allah için feda eden bu mücahidler zümresinin ruhlarının da, bu düzenbazların âleti olmayacakları açıktır.

3- Günahkâr Mü'minlerin Ruhları:Bu ruhlar, Allah'a ve âhirete inandıkları hâlde, sâlih amel işlemeyerek, sefahete düşüp, günahlara daldıklarından, kabirle¬rinde azaba mâruzdurlar. Bunların, medyumların ayağına gel¬meleri hiç düşünülemez. Zira, kendi hesaplarını vermekle başbaşadırlar.

4- Kâfirlerin Ruhları:Kitab ve Sünnet ile sabit olduğu üzere, Allahü Azimüşşân'a, Peygamber-i Zîşân'a, Kur'ân-ı Kerîm'e ve âhiret gününe inanmayan bu ruhlar da, kabirde daimî ve elîm, şiddetli bir azaba mâruzdurlar. Kahhâr-ı Zülcelâl'in kahrına muhatap olan bu ruhları, kim bırakır ki, gelsinler, masaları tıkırdatsınlar?

Yukarıda izahlardan, meleklerin ve insan ruhlarının, med¬yumların ayaklarına gelmeyecekleri anlaşılmıştır. Öyleyse, medyumların irtibat kurmaları neticesinde, gelip masaya vuranlar kimlerdir?

Bu suale yeterli cevap verebilmek için insanların yaratılmaları ile ilgili hikmetler üzerinde biraz durmakta fayda vardır. İnsan sûresinin,2. âyetinde meâlen şöyle buyurulmaktadır: "Hakikat, biz insanı birbiriyle karışık bir damla sudan yarattık. Onu imtihan ediyoruz. Bu sebeble onu işitici ve görücü yaptık..."

Ayetin mealinden açıkça anlaşıldığı üzere, insan bu dünyaya imtihan için gönderilmiştir. Dünya, onun önüne, bir müsabaka yeri olarak açılmıştır. Elmas gibi ruhların, kömür gibi ruhlardan ayrılmaları bu müsabakayı gerektirmektedir. Bu müsabakada iyilerle kötülerin birbirinden ayrılmaları, şeytanların yaratılmasını iktizâ eder. Tâ ki, şeytanlar beşere musallat olsun, iyilerle kötüler birbirlerinden ayrılsınlar.

Nitekim, şeytanların hayırdan mahrum ve şer üzere yaratılmış mahlûklar oldukları ve insanlara musallat olup, onları iğfal edecekleri Kur'ân-ı Kerîm'in A'râf sûresinin 11-12. âyetlerinde, şöyle beyan buyurulmaktadır: "Andolsun sizi yarattık, sonra size suret verdik, sonra da meleklere, secde ediniz dedik. Hepsi secde ettiler. Yalnız iblis etmedi, o secde edenlerden olmadı. (Allahü Teâlâ) dedi: 'Ben sana secde emretmiş iken seni alıkoyan nedir?' O da: 'Ben ondan hayırlıyım, beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın' dedi. (Allahü Teâlâ): 'Öyleyse, oradan hemen in. Sana orada kibirlenmek gerekmez. Hemen çık, çünkü sen alçaklardansın' dedi. (O da): 'Bana dirilip kaldırılacakları güne kadar mühlet ver dedi. (Hak Teâlâ da): 'Sen mühlet verilmişlerdensin' dedi. (İblis), 'Öyle ise dedi. 'Sen beni azgınlığa mahkûm ettiğin için onları gözetlemek üzere Senin doğru yolunda oturaca¬ğım. Sonra, andolsun, onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından kendilerine geleceğim (musallat olacağım). Sen de onların çoğunu şükredici (kimse)ler bul-mayacaksın.' Allah (c.c.) dedi ki: 'Zem ve tahkire uğramış ve kovulmuş olarak çık oradan. Yemin ederim ki, onlardan kim sana uyarsa Cehennemi bütün sizlerden dolduracağım.'"

Âyet-i kerîmede, iki nokta mes'elemizle yakından ilgilidir. Birincisi; şeytanların beşere musallat olmasına, tâ kıyamete kadar müsaade edilip mühlet verilmesi; ikincisi ise, şeytanların insanlara, önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulabilmeleridir. Bunun için şeytanlar, daima insanların süflî ve hayvani arzularını işletmekte, onları aldatmakta, doğru yoldan saptırmaktadırlar. İğfal yollarından biri de, medyumları maskara olarak kullanmaları ve onlara yanlış haberler vererek beşeri ifsad etmeleridir.

Şu hakikati de belirtelim ki, bu imtihan meydanında, Rabbini bilen, Kur'ân ve Resûlüllah'a uyan, sâlih amel işleyen müttakî mü'minler üzerine şeytanların hiçbir hâkimiyeti olamaz. Yâni, onlara musallat olamazlar. Şeytanlar ancak, itikadı zayıf, ameli noksan, sefâhete düşkün, emr-i haktan uzak, hâsılı Kur'ân'ın nurundan tam istifade edememiş insanları kötülüğe sürükler ve oyuncak hâline getirebilirler. Bu tip insanları baştan çıkarmak için fırsat kollarlar. Bu sebeble, Müslüman bir insan, Kur'ân'a uymayan herhangi bir hareket ve amelin şeytanların eseri olduğunu anlamakla, onların elinde oyuncak olmaktan kurtulabilir. Bir kısım kimseler de, hem şeytanların çeşitli iğfal¬lerine kapılmakta, hem de işe ilim süsü vererek bu bâtıl mesleği cazip göstermeye çalışmaktadırlar.Ancak, Hazret-i Allah (c.c.), mû'cize ve ibret dolu şu âyetleri, bu kimselerin başlarına birer necm-i sâkıp gibi vurarak onları âleme rezil ve rüsvay etmektedir: "Haber vereyim mi size, şeytanlar kimin üzerine inerler? Vebal yüklenici her bir sahtekâr üzerine inerler. Onlar (Şeytanlara) kulak verirler ve ekseri yalan söylerler."[294]Evet, çağırıldığı zaman gelenler ve medyumların masaları¬na vurarak ses çıkaranlar, şeytanlar ile, cinnîlerîn fâsık olan kı¬sımlarıdır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu konuda şunları söylemektedir:

"Bu mes'ele, felsefeden ve ecnebiden geldiği için ehl-i îmana çok zararları olabilir. Ve çok sû'-i istimalâta menşe' olmakla beraber içinde bir doğru olsa on yalan karışıyor. Çünkü, doğruyu ve yalanı tefrik edecek bir mihenk, bir mikyas olmadığından ervâh-ı habîse ve şeytana yardım eden cinnîlerin bu vesile ile hem onun ile meşgul olanların kalbine ve hem de İslâmiyet'e zarar vermek ihtimali var. Çünkü maneviyat namına Hakâik-ı İslâmiye'ye ve akide-i umumiyeye muhalif ihbarat oluyor. Ervâh-ı habîse iken kendilerini, ervâh-ı tayyibe zannet¬tirip belki, kendilerine bâzı büyük velîler namını verip İslâmiyet'in esasatına muhalif sözlerle zarar vermeye çalışabi¬lirler. Hakikati tağyir edip, safdilleri tam aldatabilirler."

Mevzu ile ilgili olarak, Mevlânâ'nın şu mısralarını naklet¬meyi yerinde bulduk:"Cin insana galip gelir ve ona musallat olursa, insandaki insanlık sıfatı kaybolur.""Her ne söylese, onu cin söylemiş olur. İster bu baştan, is¬ter öbür baştan, hakikatte söz cinnindir."

"Böyle bir zamanda insanın kendi benliği gitmiş, tamamiyle cin hâkim olmuştur. Bu anda bir Türk, ilhamsız olarak Arabça söyler."Cinlerin insanlara musallat olmaları hususunda Ebû Hüreyre (r.a.) demiştir ki, "Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.) bir gün buyurdu ki, 'Cin (taifesinden) bir ifrit dün gece namazımı bozdurmak için bana ansızın hücum etti. (Lâkin) Allahü Teâlâ (beni galip geti¬rip) ona istediğimi yapmaya fırsat verdi. Sabah olunca hepiniz onu görüp seyredesiniz diye mescidin direklerinden birine bağ¬lamak istedim. Fakat Süleyman bin Dâvud (a.s.)'ın: 'Yâ Rab, be¬ni mağfiret et ve benden sonra kimseye nasib olmayacak bir mülkü, bana bağışla' demiş olduğu hatırıma geldi de ifriti köpek gibi kovdum."Darülfünun eski müderrislerinden meşhur Babanzâde Ahmed Naim Bey'in, bu hadîs-i şerifin ışığı altında cinler hakkın¬da yaptığı fikri tetebbuat cidden takdire şayandır. Babanzâde, bu husustaki açıklamalarının ilk kısmında, mahlûkat nevilerinin sayılarını bilmenin ancak Allah'a mahsus olduğunu ifâde eder ve hayat sahibi mahlûkların, yalnız insan ve hayvanlar olmadı¬ğını belirtir. Bu iki taife dışında, melek ve cin gibi lâtif mahlûkların da bulunduğunu, Peygamberimizin ihbarı yanında, asfiyânın da şehâdetlerini delil göstererek beyan eder.

Meleklerin tamamının rûhânî olup, Allah'ın emrine itaatten zerrece ay¬rılmadıklarını, karargâhlarının semâvat olduğunu belirttikten sonra, cinler taifesi hakkında şu bilgilere yer verir: "Cinler, insanlar gibi yeryüzünde yaşarlar. Kâfir ve mü'minleri vardır. Değişik şekil ve kılıklara girebilirler. Melek ve cinlerin varlıkları Kur'ân'ın beyanı ve Peygamberimizin ihbarıyla sabittir. Bunları inkâr etmek, Kur'an ve Peygamberimizin sözlerini tekzip olacağından küfürdür.

"İlmin her hakikati idrâk edemeyeceğini ifâde eden Ahmed Naim Bey, "İlim, herşeyi bilirim dediği gün, teveccüh ettiği ga¬yelerden sapmış, ilmîlikten çıkıp cehle düşmüş olur. Halbuki, ilmin gayesi hakikatleri inkâr değil, araştırmaktır. Henüz yetişe¬mediği saha ve hakikatleri inkâr etmenin hiçbir fayda'sı olamamakla birlikte, zararları çoktur" der.Ahmed Naim Bey, bir kısım fikir sahiplerinin, "İlmin tasdik ettiğini kabul ederiz, etmediği hakkında da hüküm veremeyiz" şeklindeki fikirlerini de tenkid etmekte, bu hususta şöyle demektedir: "Eğer bu felsefe, hakikati arama aşkından kaynaklanıyorsa, akıl ve naklin kahir te'yidiyle müberhen olan, Nübüvvet-i Muhammediyye'ye istinad eden bu haber-i sahih neden araştırılmıyor? Herhalde hakikati araştırmaya âşık olan bir kim¬se, bu sahaya biraz yüzünü çevirip aramaya çalışsa doğru yolu bulabilir."

Ahmed Naim Bey, "Bugün, bâzı kitablarda, güya ruhların çekilen fotoğraflarına rastlanmaktadır. Bu fotoğrafların ruhlarla hiçbir ilgisi yoktur" demekte, bunların, cinlerin fotoğrafları olabileceğini kaydederek, alafranga cinciliğin, telekinezi ve ektolasmın cin ve şeytan tâifeleriyle ilgili olduğunu söylemektedir. Babanzâde, medyumların, elleri değmeden, sandalyelerin havada dolaşmalarının ve fincanların masa üzerinde kıpırdanmalarının cin ve şeytanlar tarafından yapıldığını belirtmektedir...Ahmed Naim Bey, bu konuda, İngiltere'nin en büyük fizik ve astronomi âlimlerinden Kroks'u (Krookes) delil göstererek şöyle der: "Tecrübelerini, fizik âleti üzerinde icra eden Kroks, tetkiklerini İngiliz Yüksek Kraliyet Cemiyeti'ne haber verdiğinde, kendisi için 'aldanmıştır, gözü bağlanmıştır' diyen münkirlere hitaben, 'Haydi benim aldanmış olduğumu kabul edeyim. Ya şu fizik âlâtının da aldanmış, gözünün bağlanmış olduğunu nasıl teslim edeyim' demiştir."

Babanzâde, Batı'da cinlerin esrar ve hakikatlerini araştırmak ve bu taifeyle irtibat kurmak isteyen pek çok cemiyetin bulunduğunu ve bu konuda yüzlerce mecmuanın çıkarıldığını kaydeder. Hattâ artık bu konuyla ilgilenmeyi ar saymayan yüzlerce profesörün bulunduğunu belirtir. Bunlardan Birmingham Üniversitesi Rektörü Sir Olivier Lodge ile, Charles Richet ve Lazarref gibi zâtların da bulunduğuna kail olduklarını söyler. Ahmed Naim Bey, bu konuda şu hakikati de vurgular: "Bu babda, bu zâtların cinlerle ilgili olarak vermiş oldukları malûmatlar, eksik ve yetersiz, muvazenesiz ve yarımyamalaktır. Bu sebeble, bunlardan alınan malûmat pek iptidaîdir. Ancak bu bâbda, itikad ve inancımız, vahy-i semavî ile malûmat sahası fevkalâde genişlemiş olan Muhbir-i Sâdık'ın (s.a.v.) beyanatınadır. Hükümlerimiz, o sadık beyanın hududu ile hududludur. O'ndan nasıl telâkki etmiş isek, öylece kabul eder, O'na kendiliğimizden birşey katmayız. Avrupalı ve Amerikalı ilim erbabından bahsedi¬şimiz onların bu bâbdaki fikir ve nazarları bize uysun uymasın yalnız vahyi inkâr edenlere, malûmat sahalarının henüz pek dar olduğunu, hakikatleri kendilerince meçhul olan herşeyi ulu¬orta, düşünmeden, inkâra kalkışmanın, hakikat namına tehlikeli ve ilim namına küfür ve ilhad olduğunu anlatmak içindir."

Alıntıdır.
 
Üst