Ruhsal Gelişim

mally

Kayıtlı Üye
Katılım
29 Ocak 2010
Mesajlar
720
Tepkime puanı
225
RUHSAL GELİŞİM​

hipnoz23.jpg

Hepimiz Dünya Organizasyonu'nun birer unsuruyuz. Hem onun adına hem kendimiz için çalışıyoruz. Ve diyoruz ki, "Dünya bugünkü şartlarından çıkarak, bütünsel tekamülünü meydana getirsin." Elbirliğiyle bunun için uğraşıyoruz. Belki de kaybolmuş olan o cenneti yeniden kurmak için...

Anlayıp anlamamak, bilmek bilmemek önemli değildir. Hepimiz kendi görevimizi yapıyoruz. Milyarlarca yıldan beri bu gezegende enkarne olan varlıkların % 99,9'u fizik planların, fizik hayatın, duyguların ve fizik bilgilerin gelişmesi için yaşamıştır. Kendilerine dinsel ya da manevi bilgiler diye verilenler dahi, onun fizik evrene uyum sağlamasını öğretmek ve anlatmak için verilmiştir.
Dinler de fizik bilgiden ibarettir; Dünya ile insanın en iyi şekilde uyum sağlayabilmesi içindir. İster topluma uyum olsun, ister komşunun komşuyla geçinmesi olsun hepsi belirli şekillerde formüle edilmiştir. "Birbirinizi öldürmeyin. Yalan söylemeyin. Başkalarının hakkını yemeyin." vb.

Öncelikle Fiziğe Uyum

Görüldüğü gibi her şey insan varlığının fizik evrenle yumuşak ve tatlı ilişkisini sağlamak içindir. Bunun dışında bize gerçekten manevi bir gelişmeyi öğretiyor mu? Yani spiritüel bir uyumun nasıl yapıldığı yazılı mıdır? Bulabiliriz ama muhakkak yine bir labirent halinde, fizik evrenle olan uyum mekanizmalarının içinden geçerek spiritüel bir uyumu öğretirler. Az uyku, az yemek, az konuşmak...

Bu üç düstur sufilerin aktardığı bilgilerdir. Spiritüel yanlarını geliştirmek istiyorsan, az uyuyacaksın, az yiyeceksin ve az konuşacaksın. İşte kendinizi fizik ortamdan tecrit etme, ayırma politikaları. İç varlığa yönelmiş oluyoruz. Ama iş yine fizik ortama olan uyumumuzdan başlamaktadır. Önce fiziğe hakim olup sonra psişik yanımızı ele almak.

Günümüzde yapılan tarikat çalışmalarında da bunlar aynen geçerlidir. Az konuşmaktan amaç, insanlarla olan ilişkiyi kesip zikir denilen işlere yönelmektir. Az uyku ise ibadete daha fazla zaman ayırmaktır. Az yemek yenirse bedenin kaba enerji dönüşümü yok edilip, şakralar arasındaki bağlantı güçlendirilir. Nitekim oruç, tüm bunları kapsamı içine almaktadır.

Demek ki insanlık olarak böyle bir spiritüel gelişmeyi tam anlamıyla henüz tatmış değiliz. Gerçek bir spiritüel yaşamın ne olduğunu bilmiyoruz. Hep onun kıyısında köşesinde kalmışız. Kaybolan cenneti bulmanın altında yatan bir anlam da; bütün insanlık olarak, gerçek spiritüel ve mantal bir tekamülün içine girmeye hazırlanmaktır. Biz şu anda hiçbir şeyi tatmış değiliz.

Bu nedenle sevginin ne olduğunu bilmiyoruz. Sevgiyi yaşayacak gücümüz henüz oluşmuş değil. Biz insanlık olarak sevgiyi daha yaşamadık. Ona tahammül edebilecek yeteneğimiz yok, ama gelişiyoruz. Spiritüel bir gelişmenin içine girdiğimizin en öncül belirtisi herkesin sevgiyi hissetmesi, anlaması, farkına varması ve gözlerinin parlamasıdır. Herkes o duyguyu yaşayacaktır. Artık o iklime girilmiş olacaktır. Sevgisizlik diye bir olgu garip gelmeye başlayacaktır. O duygudan mahrum olmak işte o zaman belli olacaktır.

Ama bizler bulunduğumuz duruma uygun şekilde sevgi enerjisiyle doluyorsak, onu kullanmamız gerekir. Başkalarına aktarmamız gerekiyorsa aktarmalıyız. Ama bu enerji herkeste eşit derecede yoktur. Bunu da bilmemiz lazımdır. Gerçek sevgi herkeste dolaşmaya başladığı zaman ne savaş, ne silah kalır.

Tanrısallığımızı Fark Edelim

Hepimizin mensubu olduğumuz planlarımıza, Rabbimize karşı olan sorumluluğumuz, bize ekilmiş olan sevgi tohumlarını yeşertmek ve uygun gördüğümüz ortamlara onları ekmektir. O tohumları bastırmayalım, bırakın çıksınlar. Bizlerde yeşermiş olan o tohumları başka yerlere ekelim. Onun ne zaman ve hangi şartlarda yeşereceğinin sorumlusu bizler değilizdir. Bize onu ekmek düşer. Arazinin sahibi onu istediği zaman sular, istediği zaman yeşertir. Ancak önce tohumun olması lazımdır. Tanrı, bize ekmiş olduğu tohumların başka yerlere de ekilmesini bizden istemektedir.

O halde insan ya da varlık olmanın tanrısallığını hissetmeye çalışalım. Yaptığımız iş tanrılık bir iştir. Bu o kadar yüce bir iştir ki, insan ister istemez nereye adım atacağını şaşırıyor. Nereye baksak her şeyin bir vazife üzerinde çalışmakta olduğunu görebiliriz. Her şey yerli yerinde, mükemmel bir şekilde, organizasyonun bir çivisi, bir teli vs. Çevremizde muazzam bir örgü var. Her yerde tasavvurumuzun dışında bir tesir ağı, bir iletişim bulunmaktadır. O zaman tanrısallığı fark edebiliyorsunuz.

Ama bunların hiçbirinin Yaradan'la ilgisi yok. Yaradan tarafından yaratılmış olmanın şerefini taşırsınız o zaman. Yerinizi fark edersiniz, bellidir.
Yüce bir Değişime hazır olan bir dünyada yaşıyoruz. Değişimlerin üst üste hızlı bir şekilde gerçekleştiği bir devirdeyiz. Zamanın bu derecede hızlanmasının bir hikmeti vardır. Eğer zaman enerjisi hızlanmamış olsaydı, ne bilgisayarlar, ne televizyon, ne de jetler ortaya çıkardı. Bunlar kendi organizasyonumuzun, zamanın akışına ayak uydurmak için meydana getirdiği şeylerdir. Bilgi alışverişinin gelişmesi başka türlü mümkün olmazdı.

Her Olay Kendi Zaman ve Mekanına Aittir

Zaman akışının farkına varmak her zaman mümkün olmayabilir. Ancak olayların mevcut olduğu anda değerlendirme zorunluluğunu görebilmekteyiz. Olaylar, cereyan ettiği zaman ve mekan içinde değerlendirilir. O zaman ve mekan dışında yapılan her değerlendirme, olayın gerçeklik derecesi üzerinde bizi yanılgılara sürükleyebilir.

Örneğin M.S. 622 yılındaki zaman ve mekan yoğunluğunu bilemeyeceğimiz için, oradaki olaylar hakkında karar vermek, onlardan sonuç çıkarmak çok yanlıştır. Bu yüzden tarih bir bilim dalı değildir. Çünkü o zamanki realiteyi şimdiki realiteyle ele almak hatalı bir çıkarımdır. Nitekim bunun en eksik örneklerini şimdiki insanların, geçmişte yaşanan dinsel olayları sanki şimdiki yüzyılda oluyormuş gibi yorumlamalarında görmekteyiz. Hiç kimse Musa'nın bir Mısırlıyı bir tokatta öldürmesini eleştiremez. Muhammed'in çok sayıda kadınla evlenmesini kınayamaz.

O devrin zaman ve mekan şartlarını buraya getirip inceleyemeyiz. Bilim adamlarının yapacağı bir şey varsa, o da şuursal bir zaman yolculuğu yaparak o zamana geri gitmektir.

Her zaman ve mekan kesişmesinde meydana gelen bir bütünlük, bir zorunluluk vardır. Bu zorunluluk yaradılışla, varlıkların kendi mevcudiyetleriyle, bütün olanakların bir araya gelmesiyle ilgili bir zorunluluktur. Binlerce olanağın bir araya gelmesiyle, yüz binlerce çabanın sonucunda o olay meydana gelmiştir.
Kureyş kavminin çeşitli putlara tapmasını eleştiremeyeceğimiz gibi, Sümerlilere ve Mısırlılara çok sayıda tanrıları olduğu için "küfür sahibi" diyemeyiz. Onların kendi zaman ve mekanlarında bu böyle gerekiyordu. Kendi zaman ve mekanlarının icaplarını yerine getiriyorlardı.

Sürekli Akan Bir Evren

Aynı organizasyonu oluşturan Dünya insanları olarak birbirimizi eleştirirken kusur arayarak eleştirmemeliyiz. Şöyle demeliyiz: "Şu senelerde şu ülkedeki insanlar şu olay karşısında böyle hareket edebilmiş. Demek ki zorunluluk öyleydi. Şimdi kalkıp oraya gidelim ve o türde hareket etmelerine zorlayan neyin olduğunu görelim." İşte o zaman gerçek müşahedede bulunuruz.
Geçmişteki olayları ya da başımızdan geçenleri şu anki realitemizle eleştirmeyelim. İçinde bulunduğumuz durum ile ele almayalım. Çünkü bizim içinde bulunduğumuz durum ile onların içinde bulunduğu durum ayrıdır. İşte gerçek tarihçi adeta psişik bir gemiyle geçmişe gider ve onların içinde bulunduğu durumu gözler.

İnsanlığın hareketindeki hiçbir sebep, ister bireysel, ister kolektif olsun, o günkü sebep değildir. O sebep çok gerilerden gelir. Spiritüel anlayışın, yaşama uyum sağlamanın yollarından biri de, gördüğümüz şeylerin şu anda mevcut olan şartlardan meydana gelmediğini bilmektir. Çok daha önceden hazırlanan şartlarla o buradadır. Örneğin biz şu andaki biz değiliz. Bir, bizden önceki biz var; bir de bizden sonraki biz vardır. Şu anı yaşarken aynı zamanda bizler geleceği de yaşamaktayız. Zaman ve mekanı uyuşturmak çok büyük bir organizasyon işidir.

İşte Yeni Çağ'daki spiritüel gelişme sürecinde bu tür konular konuşulacaktır. Bunlar insanların kendi aralarındaki fikir ve bilgi alışverişlerinde, konuşmalarında normal olarak kullanılacaktır. O zaman spiritüel bir yaşam içinde olduğumuzu anlayacağız.

Spiritüel gelişime geçtiğimiz zaman şu anda vakit geçirilmekte olan bilgilerin doğrusuyla karşılaşacağız. Gerçi bu gelişim, dünya kurulduğundan beri harekete geçmiştir. Buraya enkarne olan varlıkların spiritüel gelişime geçebilmesi için önce tüm bu fizik boyuttaki ayrıntı eğitimi görmesi gerekiyordu. Dünyanın bize vermiş olduğu etkilere uyum sağlayıncaya kadar onunla hemhal olmamız lazımdı.
Tüm insanlık, her şeyin sona ermek üzere olduğu şu devirde, her türlü baskıya karşı uyum sağlamaya çalışıyor. Girmiş olduğumuz yol bizi ister istemez spiritüel bir gelişimin kapısına kadar bırakacaktır. Geri dönüşü olmayan bir yoldur bu. İnsanların, çevrelerinde örülmekte olan yeni örgünün farkına varması lazımdır.
Bütün hazırlıklar, olaylar bu yeni örgünün kurulması içindir.
 

Zek0808

Kayıtlı Üye
Katılım
5 Şub 2014
Mesajlar
81
Tepkime puanı
46
Müthiş bir yazı olmuş. Yıllardır aradığım bazı soruların cevaplarını buldum. Çok teşekkür ederim.. :)
 

asterix

Kayıtlı Üye
Katılım
29 Mar 2013
Mesajlar
743
Tepkime puanı
105
Dünyada yaşayan her insan yavaşda olsa ruhsal ilerleme gösterir bunu hılandırmak için kişi kendi üzerinde çalışmalar yapmalıdır,özellikle takıntılardan bağımlılıklardan kurtulmalıdır tam ruhsal gelişme için bedene bağlılıktan kurtulmak gerekir ölmeden önce ölüp yeniden doğmak,,zor işler.
 

Mr.Şeytan

Banlı Kullanıcı
Katılım
5 Nis 2016
Mesajlar
32
Tepkime puanı
1
Konum
in obscurities
İş
Kitap yazıyorum
mally isimli arkadaşım, ruhsal gelişim konusu etrafında sana bir sorum olacak : " Yaratılan herşey yaratımındır.Dünyevi olan bir varlık, başka dünyevi bir varlığı sahiplenemez.Bu durumda dünyevi aşk sahiplenmeye mi girer ve bu durum yaratılış katında yasak mıdır ?
 

Sitra_Ahra

Kayıtlı Üye
Katılım
10 Eki 2013
Mesajlar
213
Tepkime puanı
129
Konum
Zion
<br><font color="White">
<br>
Her zaman ve mekan kesişmesinde meydana gelen bir bütünlük, bir zorunluluk vardır. Bu zorunluluk yaradılışla, varlıkların kendi mevcudiyetleriyle, bütün olanakların bir araya gelmesiyle ilgili bir zorunluluktur. Binlerce olanağın bir araya gelmesiyle, yüz binlerce çabanın sonucunda o olay meydana gelmiştir. <br>
Kureyş kavminin çeşitli putlara tapmasını eleştiremeyeceğimiz gibi, Sümerlilere ve Mısırlılara çok sayıda tanrıları olduğu için "küfür sahibi" diyemeyiz. Onların kendi zaman ve mekanlarında bu böyle gerekiyordu. Kendi zaman ve mekanlarının icaplarını yerine getiriyorlardı.&nbsp;</font><strong><div style="text-align: center; display: inline !important;"><span style="font-weight: lighter;">
</span></div></strong><font color="White"><br></font>
<br>Demek çok tanrıcılık o devir için olması gereken / normal bir durum ?! Bakalım hazreti ALLAH bu konuda ne demiş.<br><br>İmam-ı Rabbani'nin Mektubat-ı Rabbani'sinden...<br><br>“Bizim bir komşumuz vardı, Müslüman olmasına rağmen bazı yanlışları vardı. Vefat etmek üzereydi, komşuluk hakkı üzere beni çağırdılar. Gittim ve gördüm ki ko...madadır. Kendini kaybetmiş olarak onu gördüğümdendir ki teveccühte bulundum, mânevî bir yönelişle kendisine yanaştım. Kalbine nazar ettim (baktım), zifiri karanlık bulutlar çökmüş, iman nuru sönecek bir mum gibi kalmış olarak gördüm. Komşuluk hakkını mülâhaza ederek ne yapabileceğimi düşündüm. Karanlıkları dağıtmak amacıyla teveccüh ettim, dua ettim lakin zerre kadar karanlık açılmadı, dağılmadı. Bunu bir iki kere denedim ama fayda yok. Üçüncüde de olmayınca ‘Yâ Rabbi! Acaba bende mi bir kusur var bugün’ diye düşündüm. ‘Bu kadar Sana müracaat ettim ama hiçbir faydası olmadı’ diye niyâz ederken tam o esnada kalbime bir nida: ‘Ey İmam! Eğer sen bu teveccühlerini dağlara yapmış olsaydın, senin hürmetine ve teveccühün bereketine dağları yerinden sökerdim. Ama bu adamdan sen bir karanlık açamazsın, çünkü bunun karanlığı bazı amel noksanlıklarından değil, bazı günahları işlediğinden değil, dinsizlerin ve müşriklerin Hindu’ların şirk merâsimlerine katılmasındandır. Burada şirk vardır ve bu nedenle senin teveccühüne iltica edilmiyor’ diye bir ilham geldi. O zaman Hindistan’da şirk bayramlarında boyalı, renkli pilav pişirip birbirlerine bunu hediye ediyorlarmış. Bu müslüman adam da onlardan etkilenmiş aynı günde aynı şekilde pilav pişirip yiyor, dağıtıyor ve de kutluyormuş. İmâm-ı Rabbâni (k.s.) şöyle devam ediyor: “En sonunda ümidimi kestim ve evime doğru yol aldım. Bir zaman sonra bana komşumun öldüğüne dair haber geldi. Ne yapacağımı düşündüm. Cenazesine gideyim mi? Gitmeyeyim mi? Bu konuda şüphede kaldım. Durum böyle olunca istihâre yapmaya karar verdim. İstihâremde buyruldu ki: ‘O kişinin zerre miktarda olsa îmanı mevcuttur ve bunun bereketiyle cehennemde ebedi kalmaktan kurtulacaktır cenazesine gidebilirsin’…” mesajı rüyamda bana ilham olundu… Mektubat-ı İ. Rabbani 1/266<br><br>velilerden buna benzer bir çok hikaye var,<br><br>şimdi senin anlattığın tekamülcü Allah'a mı inanıcaz, sadece iman edenleri takan Allah'a mı? İsa Mesih olan Allah'a mı?<br><br><strong>Hangi Allah?</strong>
 

Sitra_Ahra

Kayıtlı Üye
Katılım
10 Eki 2013
Mesajlar
213
Tepkime puanı
129
Konum
Zion
<br>
<font color="White"><br>
Her zaman ve mekan kesişmesinde meydana gelen bir bütünlük, bir zorunluluk vardır. Bu zorunluluk yaradılışla, varlıkların kendi mevcudiyetleriyle, bütün olanakların bir araya gelmesiyle ilgili bir zorunluluktur. Binlerce olanağın bir araya gelmesiyle, yüz binlerce çabanın sonucunda o olay meydana gelmiştir. <br>
Kureyş kavminin çeşitli putlara tapmasını eleştiremeyeceğimiz gibi, Sümerlilere ve Mısırlılara çok sayıda tanrıları olduğu için "küfür sahibi" diyemeyiz. Onların kendi zaman ve mekanlarında bu böyle gerekiyordu. Kendi zaman ve mekanlarının icaplarını yerine getiriyorlardı. </font>
<font color="White"><br>
</font><br>
Demek çok tanrıcılık o devir için olması gereken / normal bir durum ?! Bakalım hazreti ALLAH bu konuda ne demiş.<br>
<br>
İmam-ı Rabbani'nin Mektubat-ı Rabbani'sinden...<br>
<br>
“Bizim bir komşumuz vardı, Müslüman olmasına rağmen bazı yanlışları vardı. Vefat etmek üzereydi, komşuluk hakkı üzere beni çağırdılar. Gittim ve gördüm ki ko...madadır. Kendini kaybetmiş olarak onu gördüğümdendir ki teveccühte bulundum, mânevî bir yönelişle kendisine yanaştım. Kalbine nazar ettim (baktım), zifiri karanlık bulutlar çökmüş, iman nuru sönecek bir mum gibi kalmış olarak gördüm. Komşuluk hakkını mülâhaza ederek ne yapabileceğimi düşündüm. Karanlıkları dağıtmak amacıyla teveccüh ettim, dua ettim lakin zerre kadar karanlık açılmadı, dağılmadı. Bunu bir iki kere denedim ama fayda yok. Üçüncüde de olmayınca ‘Yâ Rabbi! Acaba bende mi bir kusur var bugün’ diye düşündüm. ‘Bu kadar Sana müracaat ettim ama hiçbir faydası olmadı’ diye niyâz ederken tam o esnada kalbime bir nida: ‘Ey İmam! Eğer sen bu teveccühlerini dağlara yapmış olsaydın, senin hürmetine ve teveccühün bereketine dağları yerinden sökerdim. Ama bu adamdan sen bir karanlık açamazsın, çünkü bunun karanlığı bazı amel noksanlıklarından değil, bazı günahları işlediğinden değil, dinsizlerin ve müşriklerin Hindu’ların şirk merâsimlerine katılmasındandır. Burada şirk vardır ve bu nedenle senin teveccühüne iltica edilmiyor’ diye bir ilham geldi. O zaman Hindistan’da şirk bayramlarında boyalı, renkli pilav pişirip birbirlerine bunu hediye ediyorlarmış. Bu müslüman adam da onlardan etkilenmiş aynı günde aynı şekilde pilav pişirip yiyor, dağıtıyor ve de kutluyormuş. İmâm-ı Rabbâni (k.s.) şöyle devam ediyor: “En sonunda ümidimi kestim ve evime doğru yol aldım. Bir zaman sonra bana komşumun öldüğüne dair haber geldi. Ne yapacağımı düşündüm. Cenazesine gideyim mi? Gitmeyeyim mi? Bu konuda şüphede kaldım. Durum böyle olunca istihâre yapmaya karar verdim. İstihâremde buyruldu ki: ‘O kişinin zerre miktarda olsa îmanı mevcuttur ve bunun bereketiyle cehennemde ebedi kalmaktan kurtulacaktır cenazesine gidebilirsin’…” mesajı rüyamda bana ilham olundu… Mektubat-ı İ. Rabbani 1/266<br>
<br>
velilerden buna benzer bir çok hikaye var,<br>
<br>
şimdi senin anlattığın tekamülcü Allah'a mı inanıcaz, sadece iman edenleri takan Allah'a mı? İsa Mesih olan Allah'a mı?<br>
<br>
<strong>Hangi Allah?</strong>
 
Üst