Andromeda Takımyıldızı’yla Temas

wiktor

Kayıtlı Üye
Katılım
17 Ara 2010
Mesajlar
115
Tepkime puanı
33
Vaktiniz varsa okumaniz Gereken bir yazi.
Değerli okurlarımız; bu satırlarla birlikte, yeni bir dizi temas bilgisini sizlerle paylaşmaya başlıyoruz:
Uzay araçlarıyla Dünya’mızı ziyaret eden varlık gruplarından biri 1972 yılı’nda bir üniversite profesörü, immünoloji araştırmacısı ve Meksika Atom Enerjisi Komisyonu’nun önde gelen üyesi olan Meksikalı bilim adamı Dr. R.N. Hernandez’le temas kurdular. Temasçı, genç bir kadın görünümündeydi, kadın, Andromeda Takım yıldızı’ndaki INXTRIA gezegeninden geldiğini söylüyordu. Bu varlık, profesörle çok önemli bilimsel ve sosyolojik sorunları tartıştı ve ona son derece önemli bilgiler verdi, profesörü uzay gemisine götürerek Dünya’mızla ilgili çok ilginç şeyler gösterdi. Profesör, kendisini sabırla ve metodik olarak DD bilimler konusunda eğiten bu kadını zaman içinde çok iyi tanıdı. Kadın, profesörü bir kaç kez, gemisiyle başka dünya dışı varlıkların da katıldığı yolculuklara götürdü. Ona, kendimize ve gezegenimize neler yaptığımızı gösterdi. Eğer kısa zaman zarfında kontrol altına alamazsak, bu yaptıklarımızla insane, neslinin evrimini, hatta insanoğlunun kendisini yok etmek üzereydi.
Bu özet yazı dizisi niteliğindeki bilgiler, başlangıcından profesörün ortadan “kaybolduğu” 1984 yılına dek yapılan temasları içermektedir. Bu özet bilgiler, yüzlerce sayfa günlük notlardan, stereo ile kaydedilmiş konuşmalardan, temaslaran oluşmaktadır.

Bu bilgilerin kaynağı olan LYA adlı varlığı, profesörün kendi betimlemelerinden aktaralım:

“Dünya dışından gelen, güzel, zeki ve soylu bir kadın olan LYA; yaşamıma hiç beklemediğim bir zamanda karıştı. LYA yaşamıma öylesine ansızın girdi ki, onun varlığını ve öğretilerini açıklamaya başlayabilmem için aradan birkaç yıl geçmesi gerekti. LYA’yı ilk gördüğüm zaman,, doğrusu çok etkilenmiş olduğumu söylemeden edemeyeceğim: Hafif doğulu özellikleri taşıyan, beyaz tenli, ince yapılı ,hemen hemen 30 yaşlarında gözüken bir kadındı. Daha sonraki görüşmelerimizden birinde asıl yaşının (dünya zamanıyla) 900 olduğunu söyleyen LYA’nın üzerinde o ilk görüşmemizde plastikle kaplanmış hissi veren bir kumaştan yapılmış siyah bir bluz ve pantolon vardı. Bir an için gözlerimiz karşılaştığında, bedenimden bir titreme geçtiğini hissettim. Genç kadının, çekici olduğu kadar, gizemli görüntüsü gözümün önünden gitmiyordu. Yeniden ona doğru baktığımda, yerinde olmadığını hayretle gördüm...”

Prof.Hernandez’in LYA ile ilk birkaç karşılaşmasında onun hakkında edindiği izlenimlerini sizlere bu şekilde aktardıktan sonra, ilk görüşmelerindeki konuşmalarına da yer yer kulak verelim: (Karşılıklı, selamlaşma ifadelerinden sonra...)
LYA(L): Profesör, ben buraya sizi aramaya geldim ve amacım sizi bulmak olduğu için, sizinle karşılaşmaya çalıştım.
Prof.(P): Beni mi görmeye geldiniz?
L: evet, öyle. Adım LYA. Görevim; gerek dünya, gerekse evrenin başka yerlerindeki akıllı canlıları, bu canlıların gezegenleriyle ilişkilerini, oralara uymululuk dercelerini ve tekamülleri sırasında geçirdikleri biyolojik ve sosyal aşamaları incelemektir. Dünyadan binlerce ışık yılı uzakta bulunan başka bir gezegenden geliyorum ve bir araştırma grubuna dahilim.
P: İnanamıyorum buna! Gördüğüm kadarıyla, İspanyolca’yı böylesine kusursuzca konuşabiliyorsunuz.
L: Bizim dünyamızda bir dili öğrenmek çok az zaman alır. Kendimizi bilgiye adarız. Çok kısa bir sürede bir gezegeni her yönüyle tanıyabiliriz. Dünyanızı ve dünyalıları tanımayı olabildiğince gizlilik içinde sürdürmeye çalışıyoruz; çünkü, Dünyada bulunuşumuz birçoklarını korkutuyor, hatta dehşete düşürüyor. Onlar bize; kutsal / göksel varlıklar gözüyle bakıyorlar. Oysaki biz, bazı farklılıklar dışında tıpkı sizler gibiyiz. Yaşamı severiz ama akıllı varlıkların yanlış yollardan gitmesini, hepimize ait olan evrene karşı yanlış kabul ediyoruz. Bizim işimiz; gezegeninizdeki ve başka gezegenlerdeki yaşamı analiz etmek ve sizin gibi kısa ömürlü varlıkların ölüm karşısındaki davranışlarını incelemektir.
P: Bunun için mi geldiniz? Belkide sizler yeni bir dinin temsilcilerisiniz...Doğrusu, bunun kurbanı olarak seçildiğimi düşününce, pek de müteşekkir olmak gelmiyor içimden.
L: Hayır Profesör, öyle düşünmeyin: Siz nasıl, bir aşı bulmak için hücresel tepkimeleri inceliyorsanız; bizler de inceleme ve gözlem yapıyoruz. Biz, birçok ırkı zarara uğratabilecek bazı benzer faktörleri yok edebilmek amacıyla incelemeler yapıyoruz. Evrenlerin dört bir yanına dağılmış olan ırkların çoğu, antigenlerin yok edilmesini ya bilmiyorlar ya da unutmuşlar.
P: Nasıl oluyor da, ölümsüz ırklar bulunabiliyor. Örneğin, siz kaç yaşınızdasınız?
L:Yaşlılığın neden olduğu hücresel bozulma insanda sürekli bir endişe yaratıyor. Varlığının sona ereceği korkusu, bireyin ölüm korkusunun nedenidir. Evrende birçok ırk ömrünü uzatmanın yolunu bilir. Bizim dünyada bir sır olmaktan çıkan bu konu, sizler için hala bir bilinmeyendir. Oysaki uzun ömürlülük; artık bir sır olmak bir yana, evrensel bir bilgidir. Benim yaşıma gelince; kendi ırkımdan birçoklarına oranla genç sayılırım; sizin biribinizle yaklaşık 900 yaşımda olduğumu söyleyebilirim.
P: Dünyamıza yönelik incleme gözlemleri sürdüren tek ırk sizinki mi?
L: Gezegeninizi ziyaret eden tek varlık grubunun biz olmdığımızı söyleyebilirim. Bu etkinliklerde (size yönelik olarak) bulunan pek çok uygarlık var ve hepsi de dünyanızın seçkin bir yer olduğu konusunda hemfikir.

Bir defasında Prof. Hernandez, son dersinden çıkmış (evine dönmek üzere) arabasının yanına geldiği zaman içeride, sessiz sakin oturan LYA ile karşılaştı. Bu karşılaşma, profesörün (LYA’yla birlikte) dünyanın yakın çevresindeki ilk uzay yolculuğunun ilk adımıydı. Bu ilk uzay uçuşu için LYA’nın profesörü ikna etmesi kolay olmadı. Gittikçe koyulaşan akşamın karanlığı içinde (ve LYA’nın yönlendirmesi doğrultusunda) ana yoldan yan yollara, oradan da açık arazinin gözden ırak bir köşesine doğru yöneldiler. Arabayı uygun bir yere çekipte, 5-10 adım daha zifir karanlıkta ilerledikten sonra, hemen karşılarında beliren, yaklaşık 3 metre çapında yuvarlak bir objenin önünde durdular. LYA cebinden küçük bir sigara kutusu büyüklüğünde metal bir alet çıkardı ve bu aletin üzerindeki bir butona bastığı zaman, karşılarında sessiz sakin duran yuvarlak objenin altından küçük bir merdiven aşağı doğru uzanmaya başladı. Sadece iki kişi taşıyabilecek küçük bir uzay aracıydı bu. Bu araçla LYA ve profesör dünya atmosferinin üst tabakalarına doğru yükselirlerken, profesörün giderek küçülen dünyayı şaşkın bakışlarla izleyişi sırasında, LYA anlatması gerekenleri seslendirmeye başlamıştı bile:

LYA: Işık kırıcıyı iyice ayarlayarak atmosferin şu taraflarına bakın; orada pembe renkli bir hale göreceksiniz: Genişleyen bir kuşak gibidir orası. Önce leylak rengi ve sonra kırmızı geliyor, sonra da mavi. Kırıcı cihaz kuşağı oluşturan kimyasal bileşim maddelerinin analizini yapıyor. Şu küçük mavi butona basarsanız, kuşakta bulunan elementleri görebilir; hatta ince ayar ile, atomların sesini bile duyabiliriz. Atomların birbirini sıyırırken çıkardıkları sestir bu. Ne denli hafif olursa olsun, alıcı tarafından işitilebilir. Bir atomun, ötekisi ile sürtünmesi, ufacık bir patlama oluşturur.
P: Niye oluyor bu?
L: Son yıllarda Dünya atmosferinin özellikleri öylesine değişti ki, uzmanlar bu değişiklikleri açıklayabilmek için artık uluslararası düzeyde teoriler kurmak ve araştırmalarda bulunmak zorundadır. Değişikliklerin başlangıç noktasını bulabilmek için yeni parametreler geliştirmek zorunda kaldılar. Hemen hemen tüm ülkelerde iklim değişti. Afet şeklindeki yağmurlar akarsuları taşırdı; göller ve barajlar sular altında kaldı. Bu değişiklik aynı zamanda Dünyayı soğuttu, sıcaklık kontrol edilemeyecek şekilde iniş çıkış göstermeye başladı. İşte dünyanın ısısıyla ilgili bu iklim değişikliğinin nedenini görüyorsunuz. Kuşak, soğudukça keskinleşiyor; güneş ışığı bu gazlara işledikçe yoğunlaşıyorlar. Dünyayı saran bu kuşağa dikkatle bakın. Bu kuşağı oluşturan nedenlerden biri nükleer denemelerdir. Bu denemeler, güneş ışınlarına karşı koruyucu bir kalkan oluşturan ozon tabakasını etkisiz hale getirdiler. Bunun sonucu olarak, atmosferde büyük oranda bir iyonlaşma eksiği belirdi. Bu da gaz moleküllerinin ultraviyole ışınları tarafından aktifleştirilmesine neden oluyor. Kasırgalar ve siklonlar bu şekilde oluşuyor. Sıksık yağmayan yerelerde bile, kar yağışı hem küçük hem de büyük şehirleri vuruyor. Dünyanızda çok belirgin iklim değişiklikleri artarak devam edecek. Bunun sonucu olarak büyük bir olasılıkla, çorak yerler değişecek ve bu bölgelerde yeni bir bitki örtüsü oluşacak. Başka bir sonuç da; güneş ışınlarının artık yeryüzüne doğrudan düştükleri için, kuzey ve güney kutuplarında yoğunlaşarak, buzulların erimesine neden olmaları. Bu da sel baskınlarını tetikleyecektir. Aşağıya bakın, şimdi üzerinden geçmekte olduğumuz Sibirya’nın Kansk kenti, geçmiş yıllarda ve yılın bu aylarında termometre –60 derece C gösterirdi; şimdi ise sadece –40 derece C gösteriyor. Görüyorsunuz, burada da besbelli ki iklim değişmeye başlamış. Önceleri buzlarla kaplı yörelerde şimdi, bitki örtüsü belirmeye başlıyor. Dünyada havada ve sularda değişiklik oluşturan güneş ışınları, bitki örtüsünü (ve hatta hayvanları bile) değişime uğratıyor. Bunun ardından da doğal afetler kaçınılmaz oluyor. Organizmaların molekülleri uyarılıyor ve bu organizmalar olayların daha sıklıkla oluştuğu ortamlara yöneliyorlar. Güneş ışınları bir enerji türüdür; hem de eğer ozon tarafından sağlanan doğal süzme olmazsa, her tip molekül üzerinde doğrudan etkili olabilen bir enerjidir o... Bu ışınların bir özelliği de, büyüme hızını arttırıcı etkiye sahib olmaları: Sinekler, arılar ve böceklerin çoğu organik değişim ve dönüşüm süreci içinde bulunuyor. Dünya beşeri de benzer bir değişimden geçiyor; bu değişim, organik olduğu kadar ruhsal da..!


P: Az önce, ‘kırıcı’dan geçirerek izlediğimiz (atmosferdeki o) kuşak, biz dünyalılar için bir tehlike oluşturuyor mu?
L: Evet, genellikle; bu kuşağın bileşim maddeleri katı minerallerdir. Bunlar, füzyon yapan gazlardan oluşurlar. Bu gazlar, zamanla ilk şekillerine dönüşmek ister ve kristalleşirler. Ancak, eski hallerine dönemeyip, başka metallerle alaşım oluşturmalarına bağlı olarak, tamamen farklı yeni gazlara dönüşürler. Böylece de, bir metale bir başkasının eklenmesiyle kuşak giderek yoğunlaşmaktadır. Bu gidişle, yoğunluğu arttıkça, çekim gücü de artacaktır. İşte bu gidişle, güneş ışınlarını süzmek bir yana, onları daha da yoğunlaştırmaktadır. Dünyada nükleer denemeler hemen durdurulmaz ve sürerse, gezegeni çeviren bu ‘çember’ çok geçmeden kapanacaktır; o, zaten şimdiden bitkilerinizi kirletiyor, dünyalıların (hayvanlar da dahil) metabolizmanızı hızlandırıyor...

P: Bu kuşak (ya da çember) dünyanın bir nükleer yan ürünü mü?
L: Evet, ayrıca; nükleer artıklara ek olarak, öteki bozulma ürünleri olan başka organik artıklar da var! Örneğin, şehirlerdeki hava kirliliği gibi. Unutmayın ki gazlar, ısıtıldıkça yükselir. Dünyalılar nükleer denemeleri durdursalar bile, bu kuşağın tamamıyla dağılıp yok olması 40-60 yıllık bir süre gerektirir. Benzer şekilde, en eski uydularınız bile, ancak 2070’li yıllardan sonra tehlikesiz hale getirilebilecektir.


P: Siz olsanız, bu sorunu nasıl çözerdiniz?
L: Bizim, uzaydaki artıkları toplamak için çok duyarlı bir sistemimiz bulunmaktadır. Bu, sürekli yapılması gereken bir temizliktir. Öyle yapılmazsa, tepemizde muazzam miktarda artıklar birikir. Biz bu gibi kirlilik yapan birikimlere meydan vermeden, yokederiz onları. Dünyalılar bunu şimdiye kadar yapamadıkları için, gezegenin çevresindeki kuşak, her türden cismi kendisine çeken (ve bu nedenle de giderek büyümekte olan) bir mıknatısa dönüşmüştür. Bu birikintiler gaz da olabilir, organik maddeler de, hatta mineraller de...Bir zaman sonra, bunların ortadan kaldırılması olanaksız hale gelecek. Ancak, güçlü bir etki giderici ile, tehlike olasılığını en aza indirgeyebilirsiniz.

Karşılaşmalarının birinde, LYA; Profesöre, “Kendi kendini yok eden büyük bir ırktan geliyorsunuz.” demiş ve uzayın derinliklerinde bir noktayı parmağıyla işaret ederek, açıklamalarını (özetle) şöyle sürdürmüştü: Atalarınız, çok zaman önce, yine bu galaksi içinde bulunan çok örnekli bir dünyada yaşarlardı. Bu insanlar hemen hemen kusursuzdu: Spiritüel olarak üstün, ruhsal olarak ise sakin, spiritüel değerlere yatkın ve soyluydular. O zamanlar atalarınızın bilim adamları sınırsız bilgiye sahipti ve Evrenin sırlarının bir bölümünü çözmüş durumdaydılar. Ama bir zaman sonra, kendini beğenmişlik ve güç kazanma isteğiyle, Evren’i zaptetmeye heveslendiler; çevrelerinde bulunan komşu kolonilerden üstün olmak istiyorlardı. ‘Sen-ben çatışması’na girince, herşey güçleşti ve böylece düşüş başlamış oldu. Bu şekilde ortaya çıkan sürtüşme ve çatışmalarda kullanılan silahlar insan ırkına büyük zararlar verdi: Sağ kalanların çocuklarında akıl bozuklukları başgösterdi, bedensel ve ruhsal dengeleri bozuldu, hatta DNA’larının önemli ölçüde mutasyona uğradığı anlaşıldı. Atalarınızdan oluşan o ırk; bulundukları yerde kalarak, o zararlı radyoaktif ışınlara hedef olmayı sürdürselerdi, birkaç kuşak sonra tamamen yok olacaklardı. Ölümlerin de giderek hızlanması üzerine, kendilerinden üstün bir uygarlığın yardımını kabul etmeye karar verdiler. Başlarına gelen bu evrensel ya da kozmik felaketten sonra da, sahib oldukları sonsuz hırs, güçlü olma arzusu ve bunlara benzer ilkel duygular onların zihinlerinin derinliklerinde bir yerlerde çakılı kalmıştı. İşte çok çok eski atalarınız, böyle bir geçmişleri ve DNA’larının uğradığı olumsuz değişiklik yüzünden; sınırlı bir düşünme yeteneğine sahiptiler. Örneğin, bu nedenden dolayı; şimdiki dünyanızda atom enerjisini keşfettiğinizde, atomun sadece yokedici gücünü görebildiniz, yaşamın kaynağını değil. Çünkü, tedavi edilmeyen yoketme hastalığı size atalarınızdan miras kaldı.

P: O üstün varlıklar, dejenere olmuş bir ırkı niçin kurtarmayı önerdiler.
L: Evrendeki tüm ırkların bildiği ve de uymak zorunda oldukları bir yasadır bu. Bu yasanın ve kavramın esası yaşama ve evrensel notalara uyarak titreşme hakkıdır. Bu nedenle o zamanki atalarınıza yardım elimizi uzattık. Gereksinenlere yardım etmekten kaçınırsak, kendi uygarlığımızı küçük düşürürüz. Bu tutum, bir bilgi uygulamasıdır. Tüm ırkların müşterek mirası bilgidir; sürprizlerle dolu bir kutuda yaşarmış gibi, hergün büyüleyici ve yeni birşey keşfetmektir, sonsuza dek... İşte bu cümleden olmak üzere, varlığınızın başlangıcında maruz kaldığınız kimyasal değişikliklerin araştırılması sürüyor. Bu araştırmaların amacı, şiddete olan eğiliminizin nedenini bulmak. Dünya insanı içindeki canavarı, atalarından kalıtımla alıyor ve ölüm de ona bir engel oluşturmuyor. Bu canavarın, dünyalıların varlığında öylesine güçlü bir yeri var ki; haset, kıskançlık ve nefret de ondan doğuyor. Bizler bu konuda sizlere ne kadar yardım etsek de, çocuklarınız bu kalıtımsal kusurla doğuyor. Irkınızın, varolmaya karşı olan korkunç isteği, onu korkuları ile savaşmaya itiyor. Dünya insanı, DNA’sının uğradığı zararı ortadan kaldıracak ve ona eski kusursuzluğunu geri verebilecek ‘panzehiri’ buluncaya dek, neslini sürdürmeye çalışacaktır. Aksi taktirde, ister kabul edin ister etmeyin; dünya insanı, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan bir ırktır.

P: Dünyayı kurtarmaya gelecekler mi?
L: Evet, üstün uygarlıkların en büyük sorumluluğu böyle ırkları kurtarmaktır. Eğer yapınızdaki bazı şeyler, geri döndürülmesine olanak bulunmayacak şekilde mutasyona uğramamışsa, iyileşebilmeniz daha kolay olacaktır. Eğer başarabilirseniz, yeniden yeşil tarlalarda ve mavi gökler altında, sadece biriniz değil hepiniz kurtulur ve ışığa kavuştuğunuzu görebilirsiniz.

Prof. Hernandez’le olan başka bir görüşmesinde LYA; dünyanın da içinde bulunduğu güneş sisteminde çok eski zamanlarda vukubulmuş bir çarpışmadan söz açarak şunları söylemişti: “Sizin güneş sisteminizde bulunan tüm gezegenlerin katıldığı bir çarpışma... Bunun üzerine, gezegenleri tekrar eski yerlerine döndürmeyi amaçlayan, hem çok duyarlı, hem de çok büyük boyutta bir operasyon başlatıldı. Gezegenlerin bazılarının etrafı çevrildi ve enerji enjekte edildi. Bazı gezegenlerin yörüngelerinde tek bir uydusu vardı. Dünyanızın ise, başlangıçta hiç uygusu yoktu. Bu çarpışmanın sonunda, sistem bir gün hareketsiz kaldı, bunun sonucunda tüm gezegen ispazmozlarla titremeye başladı, kutuplardaki manyetik alanlar sürekli olarak değişikliğe uğradılar.
Dünya kendini dağıtıyordu; yörüngesini değiştirerek, daha yoğun bir yörüngeye geçti. O zamana kadar büyük bir kütle oluşturan karalar parçalanarak kıtaları ve adaları oluşturdu. Bazı karalar, bir daha görünmemek üzere sulara gömüldü. Gezegen, üzerinde yaşam bulunmasına olanak vermeyecek kadar karmaşık bir hal aldı. Gezegen, enerjisinin büyük bir kısmını, belirsiz yörüngesine doğru boşaltıyordu ki bu enerji türleri yaşam için tehlikeliydi. Tüm bunlar olup biterken, üstün ırklar dünyanın durumunu son derece dikkatli bir şekilde izliyorlar ve onu yeniden canlandırmanın yollarını arıyorlardı. O sıralarda yapılan gezegenlerarası bir toplantıda, sistemin başka çarpışmalara da sahne olabileceği; hatta bunların, sizin şimdi Pleiades dediğiniz bölgeye kadar sıçrayabileceği ortaya çıktı. Önce, enerji yoğunlaştırıcı projektörler aracılığıyla, çok yavaş ve dikkatli bir şekilde yörünge düzeltildi. Eğer bu işlem, belli bir hızın üstünde yapılsaydı; gezegen, içten ve dıştan enerji şokuna uğrayacaktı. Bunu farkettikleri zaman, yörüngede düzeltici işlevi görecek bir uydu bulunmasının uygun olacağını düşündüler. Böylece AY, o konuma getirildi. İlerlemiş bir uygarlık için bunu başarmak zor değildir. O sıralarda, henüz gelişmekte olan benimki gibi uygarlıklar için ise çok şaşırtıcıydı. Bu operasyonu başaran o zamanların üstün uygarlıkları, henüz kendi düzeylerine erişmemiş bulunan başka gezegenlerdeki toplumların da, gerektiğinde kendilerini yardıma çağırabileceklerini bilmeleri için, hepsinin çok önemsediği bir anlaşma gereğince, yapılan operasyonun tüm aşamalarını ve prosedürlerini Evrensel Arşivler’e kaydettiler. Sizin bilim adamlarınız Phobos ve Deimos uydularının farklı enerji yaydıklarını keşfedecekler. Bu farklı enerjinin nedeni; solar kıyametten önce, belli bir noktaya doğru hareket ederken, karşılaştıkları darbe yüzünden şimdi, tam karşıtı bir noktaya doğru hareket etmeleridir. O noktadaki hareketi düzeltememişlerdi ama, aynı dengeyi koruyabilmek için, Mars’ın çevresine iki yeni uydu koyarak yörüngenin şaşmazlığını sağlayabildiler.

P: Yani, şimdi siz bana; bazı uyduların ve AY’ın yapay olduklarını mı söylüyorsunuz?
L: Sadece bazı uydular değil, bazı yıldız kümeleri bile tam anlamıyla yapaydır. Örneğin, sönmesi halinde, kendisinden ısı alan iki gezegendeki yaşamı sona erdirebilecek bir yıldızı, yeniden canlandırmayı başardılar. O yıldız, çok uzun süreden beri olmasa da, bazı türlerin yaşamlarını südürmelerine yeterliydi ve bu yüzden de gözden çıkarılamazdı. Bu bağlamda yapılan hesaplamalar ve büyük miktarda enerji toplayıp, sisteme verilmesi, size olanaksız görünen yöntemlerle yapıldı. En ileri teknolojiyle toplanarak yoğunlaştırılan bir desimetreküplük bir enerji miktarının; örneğin, sizin güneşinize verilmesi halinde, daha yüzmilyonlarca yıl işlev görmesini sağlayacağını söylesem, bu sizi şaşırtır herhalde.


P: Bu mümkün mü?

L: Oksijen de çok yoğun bir duruma geçirilebilir. Öyleki, oksijen kıtlığı çekilen bir gezegende, şöyle bir uygulama yapılabilir: Katı titanyumdan saydam kubbeler yapılır, bunlara kristalleşmiş oksijen emdirilir, daha sonra bunlar bir oksijen enjetörüne takılarak kullanılabilir. Bu yöntemle, gezegenin belli bir yerinde yeterli miktarda oksijen depolanabilir. Üstün uygarlıklar bilim alanında o kadar ileridir ki, bizim yaptığımız gibi, kubbelerin altında oksijen depolamaları gerekmez; çünkü, onlar tüm bir gezegeni, neye gereksinim duyuyorlarsa, ona uygun olarak değiştirebilirler. Bunu yapmak için, moleküllerin ana enerjileri hakkında bilgi sahibi olmak gerekir.


P: Bana bir sır vereceğinizi söylemiştiniz.
L: Evet, doğru; size bir konudan sözedeceğim: Siz bunu ‘elektronik klon yöntemi’ olarak bilirsiniz. Bizim dünyamızda ise buna, ‘kış uykusuna yatmış hücre’ olarak tercüme edilebilecek bir isim veriliyor. Klon yöntemi, yok olmaya yüztutmuş bazı uygarlıkları korumak için düşünülmüştür. Bunun için, önce; yaşayan hücreler ayrılır ve dondurulur. İşte bundan dolayı ‘kış uykusuna yatırmak’ deyimi kullanılır. Uzayda, çeşitli nedenlerle, yeterince çoğalmamış ırklar vardır. Dünyanız da, bir zamanlar, şimdi yok olmuş bulunan bir takım ırkların cennetiydi. O zaman, üstün ırklar bunların bazılarını kurtarmaya karar verdiler. Gezegeniniz, bir parça olsun, yaşamaya uygun koşullara kavuşunca, pek çok dünya dışı varlık buraya sanki aktı. Bunlardan ilk gelenler ‘Nordic Irk’ olmuştu. Bunlar oldukça uzun boylu insanlardı. Ancak, yaşayabilmeleri için, kendilerine en uygun iklim koşulları gerekiyordu. Bazı ırklar için çöl iklimi uygundu, bazıları için ise soğuk iklimler..Böylece; beyazlar, siyahlar, kırmızılar ve sarı ırklar sırayla geldiler.
Uzay araçlarıyla Dünya’mızı ziyaret eden varlık gruplarından biri 1972 yılı’nda bir üniversite profesörü, immünoloji araştırmacısı ve Meksika Atom Enerjisi Komisyonu’nun önde gelen üyesi olan Meksikalı bilim adamı Dr. R.N. Hernandez’le temas kurdular. LYA adlı temasçı kadın, Andromeda Takım yıldızı’ndaki INXTRIA gezegeninden geldiğini söylüyordu. Bu varlık, profesörle çok önemli bilimsel ve sosyolojik sorunları tartıştı ve ona son derece önemli bilgiler verdi, profesörü uzay gemisine götürerek Dünya’mızla ilgili çok ilginç şeyler gösterdi.
Bu özet yazı dizisi niteliğindeki bilgiler, başlangıcından profesörün ortadan “kaybolduğu” 1984 yılına dek yapılan temasları içermektedir. Bu özet bilgiler, yüzlerce sayfa günlük notlardan, stereo ile kaydedilmiş konuşmalardan oluşmaktadır.
Değerli okurlarımız; geçen ay başladığımız bu yazı dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

P: Onlar geldiğinde, dünyada yaşayanlar varmıydı?
L: Evet, Mısırlılar; şimdiki Nil Vadisi boyunca yerleşik durumdaydılar. Yeni gelenler kendi kendilerine yeterli olmayı öğrenmek zorunda kaldı. Her ırk birbirinden farklıdır; onun için de metabolizmalarını iyi bilmeleri gerekir. Japonlar ve Çinliler, giderek siyah ırklarınkinden farklı özellikler kazandılar. Başlangıçta, herşey çok iyi gidiyordu; fakat başarıyla başlanan bu proje, bir süre sonra sorunlar yaratmaya başladı. Daha sonra, sayıca çoğalan insanlar güçlendiler ve herhangi bir yeryüzü parçasının işgal edilmesi savaş nedeni olmaya başladı. Üstün uygarlıklar, savaşmayı en çok sevenlerin, sonunda gezegenin hakimi olacaklarını tahmin etmişlerdi, nitekim öyle de oldu. Dünya bir kez, çeşitli insanların kaynaştığı bir gezegen olunca, toplumsal içerikli sorunlar baş göstermeye başladı. Hep karmaşa içinde görünüyorlardı. Gezegeninizdeki birçok büyük adam, barışın ancak bir ütopya olabileceğine inanarak öldü. Bu büyük adamlar ilk klon (kış uykusuna yatırılmış) hücreleri taşıyorlardı. İleri uygarlıklar, her gruba bu hücreleri aşılamaya başladılar, böylece dünya insanında yaşamı sürdürme bilincinin uyanacağını umuyorlardı...
P: Siz bu, ‘klon yöntemi’ denen şeyi nasıl keşfettiniz?
L: Galaksilerarası toplumda ne zaman önemli, bilge ya da cesur bir kişi ölüm tehlikesiyle karşılaşsa, ona gelirler ve hücrelerinden birini kullanırlar; böylece, her türlü zayıflığın giderildiği yeni bir varlık meydana getirirler.


P: Bunu niçin yapıyorlar? L: Kuşkusuz, bilgisini saklayabilmek ve koruyabilmek için.
P: Bunu başarabildiler mi? L: Şimdi evet, ama ilk başlarda ancak bir melez elde edebilmişlerdi. ‘Melez’ diye adlandırıyorum; çünkü, onun hücreleri artık bir daha klon görevi yapamıyordu.
P: Peki, yaşamın amacı nedir, LYA?
L: Manyetik enerji olan kendisinin, antitezini açıklamakta karşılaştığımız karışıklığı yenmektir. Bu savaş, bireyin içindedir. Yanlışları ve kusurları düzeltmek, meziyetler yaratmak için yapılır bu savaş... Yaşam, az önce de belirttiğim gibi, ilke olarak elektromanyetik bir anımsama fazıdır. Yani, siz doğduğunuzda; herşeyi yoğunlaştırılmış bir biçimde belleğinize yerleştirilmiş olarak doğuyorsunuz. Yaşamınızı dengeli bir biçimde sürdürebilmek için mücadele veriyorsunuz. Zekanızı öyle bir düzeye yükseltmelisiniz ki; belleğiniz, varolabileceğiniz süreyi uzatmaya yardımcı olsun. Bu da bazı duygulara ve özelliklere karşı savaşmakla olanaklı hale gelir. Böylece, içinizde gerçek bir savaş başlar.
P: Buna ‘pozitifizm’ diyebiliriz belki?
L: Hayır, daha sakin bir ruh halidir. Buna eriştiğinizde, kendinizde ilginç fenomenler keşfedeceksiniz. Gerçek huzura erişmiş bir insan, huzursuz bir insana göre farklı bir enerji alanına sahiptir. Bazıları, içlerinde büyüyen bu canavarın kendilerine hükmetmesine izin verirler, bazıları teslim olur ve mahvolurlar, bazıları ise karşı çıkar ve kazanırlar. Üstün uygarlıklar tarafından kurtarılmaya layık görülmeniz, bu konuda sergileyeceğiniz başarılara bağlıdır.
“Bana bazı kehanetlerden sözedecektiniz...” diyerek, değiştirdi konuyu profesör.

L: Kehanetlerden hoşlanır mısınız? P: Evet.


L: İşte bu da gezegeninizde yaşayanların ortak bir özelliği. Gelecekte olup bitecekleri öğrenmek istiyorlar. Bu arzu sizin beyninizde programlanmıştır. Çünkü, Dünya insanı eskiden, şimdiye göre çok daha ileriyi görme yeteneğine sahipti. Bu özelliği yeniden kazanmanız; ancak, karşılıklı sevgi ve yardımlaşma dengesini kurarak mümkündür.
P: Ne söylemeye çalışıyorsunuz?


L: Öğrenmeyi; ancak, kendinizi tümüyle yok etmezseniz başaracaksınız. P: Nasıl ?
L: Bakın, sizin ölçünüzle 2015 yılında, sesten enerji elde etmeyi başaracaksınız. Ses size, ummadığınız ölçüde güç kazandırabilir. Ancak, sözkonusu olan, ayarlanmış ses titreşimleridir. Bu titreşim bir keman, gitar flüt ya da orgun akordu gibi olmalıdır. Titreşimsel müzik ile müthiş şeyler yapılabilir. Bizim dünyamızda müzik, çevrede ne türde bir enerji bulunuyorsa, bunun aktifleştirilmesi için varolan bir hazinedir. Daha da ilginci; ses enerjisi, bedenleri ve kadavraları saklamak için kullanılır. Ses ile, iklimi kontrol etmek de olanaklıdır. Ancak, yanlışlık yapmamak için çok dikkatli bir biçimde, tek bir titreşimden ibaret ve yeterince ince olan bir ses kullanılmalıdır. Ses, içinde oturanlara hiç bir zarar vermeksizin, konutların ısıtılmasında da kullanılır. Ses aynı zamanda yenilmez bir silahtır. Çünkü yeterince yüksek ve tiz sesler depreme neden olabilmektedir.


P: Depremlerin sebebi nedir? Yer hareketlerine bir çözüm bulabildiniz mi?
L: Dünyadaki kara kütlesi parçalanıp, yeni kıtalar oluşunca, bu kıtalar dağıldı ve sizin deyiminizle, yanlış kutuplar oluştu. Biz buna ‘enerji kaybı’ diyoruz. Yerin bileşim maddeleri arasındaki denge, metaller arasındaki dengeye de aynen yansıdı: Cıva, demir, uranyum, petrol vb. gibi... Aynı durum beşer bünyesindeki minerallerde de geçerlidir. Bunlar dağılırsa, yer küre doğal enerji absorbe edemez. Bazı gezegenler, büyük felaketleri ve can kaybını önlemek için oldukça basit bir formül buldular. Belirli kalınlıktaki çok büyük iğneler hazırladılar. Bu iğnelerin bileşim maddeleri şunlardı: Bildiğiniz tüm mineraller, ayrıca oksijen, hidrojen, bakır, minerallerin sürtünmesi sırasında açığa çıkan enerjiden kaynaklanan bir madde, bir de sizin bilmediğiniz ve bizim ‘tuxuin’ dediğimiz bir madde. Bu iğneler sismik hareketleri nötralize etmekte kullanıldı. Eğer bu ‘hareketi’ nötralize edebilirseniz, yer hareketlerini de önlemiş olursunuz. Yukarıda bileşim maddeleri verilen büyük iğneler, bir depremden önce ortaya çıkan enerjinin kullanılabilir hale dönüşmesini sağlar. Böylece, bir taşla iki kuş vurulmuş olur. Yani, hem sismik hareketler en aza indirgenir, hem de enerjinin büyük bir miktarı yoğunlaştırılır. Enerji dalgaları yüksek ‘teluric’ yerlere yerleştirilmiş iğnelerin çekim ve absorbsiyonu yolu ile toplanır. P: İşinizi seviyor musunuz?

L: İş mi? Gezegenimizde bizler, yıldızlar bilgisini incelemek üzere yetiştiriliriz ve en büyük aşkı bilgiye karşı duyarız. Parolamız, ‘BİLMEK’tir. Zihinlerimiz bilgiyi kabul edecek şekilde donatılmıştır ve toplumumuzun kaderi budur. Bilgi edinerek, sayısız avantajlar kazanırız.
P: Bizim sistemimizi de incelediniz mi?


L: Evet, güneş sisteminizi ilk incelediğimizde, 16 gezegen saymıştık. Ama daha fazla sayı da olabileceğini tahmin ettik; çünkü, ortalama bir yıldız yörüngesinde yaklaşık 32 gezegen bulundurur. Bunlardan sadece ilk 10 ya da 12 tanesi yörüngedeki fazlarına göre, yıldızdan enerji alabilir. Bu enerji, o gezegeni kendi enerji rehberi içinde çevreler.
P: Enerji rehberi nedir?


L: Yıldızın, gezegenlerine hareket vermek için yayınladığı enerjidir. P: Anlamadım.
L: Açıklayayım: Enerji enerjiyi çeker; çünkü, aynı özellikleri taşırlar. Eğer güneş, enerjisini ısı şeklinde yayınlamışsa, bu enerji aynı şekilde yıldıza geri döner. Bu, gezegenlere rehberlik yapan bir alışveriştir. Güneş, tüm gezegenleri güçlü bir şekilde çeker. Bu çekim gücü olmasaydı hareket edemezlerdi.
P: Bizim gezegenimiz, güneşte meydana gelen değişikliklere karşı koyuyor mu?
L: Evet, eğer güneş enerjisi azalırsa ya da artarsa, dünyanız buna karşı koyar. Bir gezegen için enerjinin yoğunluğu ve dalgalanması da önemli faktörlerdir. Sıcaklık ve basınç, varoluşu ya da varoluştan sapmaları tayin eden en önemli faktörlerdir. Bunların değişmesi, sözkonusu gezegenedeki yaşamı da değiştirir.
P: Bizim dünyamızda henüz canlılar yaşamazken de onu biliyor muydunuz?
L: Dünyanız yaratıldığından bu yana, yüzlerce dairesel devre boyunca yörüngesinde kaldı; bu süreç içinde bir noktada biz sizlerin kozmik bağlantınız olmaya başladık. Atalarınız bizim varlığımızdan haberdardılar. İçlerinden bazıları, klon yöntemi ile üstün uygarlıklarda yaşayabilme olanağı bile bulmuşlardı.
P: Eski insanlar Dünyada atom hakkında bilgi sahibi miydiler?
L: Evet, ama; onu olur olmaz şekilde kullanmamak için önlem almışlardı. Ancak, her zaman olduğu gibi, şimdi toplumunuzda da bulunanlara benzer bazıları, onu sorumsuzca kullandılar. Şimdi, elinizi alıcıya koyun ve isterseniz, dünyadaki güçlerden herhangi birinin silah deposunu görün.
P: Elimi alıcıya yerleştirdim ve termonükleer silah depolarını, beni aptallaştıran bir açıklıkla gördüm.
L: Bunlara ‘füze’ diyorsunuz. Eğer, tüm bu enerjiyi yoğunlaştırıp, bir damlasını bir uçak motoru içine koyabilseydiniz, bu; o uçak motorunu 100 yıl kadar yere inmeden çalıştırmaya yeterdi. Siz atomu öylesine keyfi ve sorumsuz şekilde kontrol ediyorsunuz ki, gelişmiş toplumlarınızdakilerin de çok iyi bildiği gibi, insan günlerini, bir hata yapılmaması umuduna sığınarak geçiriyor.


P: Sizin bir atomik nötralizatörünüz var, değil mi?
L: Evet ama, bizim onu; toplumların silahlarına karşı kullanmamız yasaktır. Denizlerdeki atomik çarpışmaları, sırf denizledeki bitki örtüsü ve deniz hayvanlarını kurtarabilmek için nötralize ettik. Bunu biliyorsunuz. Ama bunu her zaman yapamayız. Bunu, yaşama duyduğumuz saygıdan dolayı yapıyoruz. Bu, ilerlemiş tüm ana uygarlıkların, tüm gezegen ve toplumlara verdiği bir garantidir. Ama siz bana, eski toplumların atomu kullanmayı bilip bilmediklerini sormuştunuz, değil mi?
P: Evet. L: Pekala; piramitler, aslında göründükleri gibi değildirler. Bunların aslında ne oldukları ve niçin inşa edildikleri, dışlarından belli olmaz. Piramitler bir, eşkenar dörtgen prizma oluştururlar. Piramidin tam ortası toprak düzeyinde ve alt kısmı toprak altındadır. Piramitle ilgili birçok şey dış uzaydan gelen varlıklarla bağlantılıdır. Bunun nedenini biliyor musunuz? Bu suretle, öteki gezegenlerde de enerji birikimine ait bilgilerin varolduğu gösterilmek istenmiştir. Piramitlerden birinin gövdesine yerleştirilmiş olan bilgiler size, başka gezegenlerden gelen v ebilgi yaymakla görevlendirilenlerin hangi yoldan geçtiklerini gösterecektir. Her bir piramidin biçimi, uygarlığınızın bilgilerini ve ilerleme yolunu temsil eder. Bunun için gezegenin her yanında çeşit çeşit piramitlerle karşılaşırsınız...


P: Bugüne kadar ki yaşantım boyunca, yaşam hakkında öğrendiklerimden çok daha fazlasını sizden öğrendim ki bunlar benim için esin kaynağı oldu. Şimdi, izin verirseniz, öğrenmek istiyorum: Dünyayı bekeleyen daha büyük tehlikeler mi var? Gezegendeki yaşamın tehlikede olmasının nedeni, insanın...
L: Yaşam değil, profesör... İnsanın kendisi, politik, sosyal ve ekonomik yazgısınn nedenidir..Bakın, güneş nasıl da ağır ağır batıyor. Bunu aldırmazlıkla gözlersiniz. Çünkü, nasıl olsa her defasında, ufkun altından dolanıp, geri geleceğine eminsinizdir. Güneş, galaksi içindeki yolunu sürdürecek ve Herkül Burcu’na doğru ilelerken, çekim gücünün alanında bulunan gezegenlerini de birlikte sürükleyecek.


Oysa yaşam böyle değildir. Geçen gün bir daha geri gelmez. Ancak, olgunluğa, elden ayaktan düşmeye yaklaşınca, atalet yüzünden bedeniniz bozulmaya başlayınca, dakikaların bir daha geri gelmeyeceğini idrak eder ve tek bir ‘AN’ı bile yitirmek istemezsiniz.

Değerli okurlarımız, UFO’lar ve dolayısıyla ‘evrende zeki hayat’ konusuyla ilgilenen bizlerin en sık karşılaştığımız sorulardan biri, “Madem ki, onlar bizden bu kadar ileri; o halde, neden bize açıkça (aleni bir şekilde) yardım etmiyorlar?” Bu klasik soruyu, görüşmelerinden birinde Prof. Hernanez’de LYA’ya sormaktan kendini alamıyor. Bakın, dünya dışı varlık LYA bu soruyu nasıl yanıtlıyor:

L: Dünyanız bizi endişelendiriliyor. Dünyayı güç duruma düşürenlerin eline geçmemesi gereken, teknik gelişmeler oluyor. Neden bir şeyler yapmadığımızı hep merak edersiniz. Bu, dünyanızı bir savaş alanına çevirmek olur. Unutmayın ki, saldırı geçiştirildikten sonra; artık, sizin anladığınız insanlık kalmaz. Gezegeniniz melezleşir. Gezegeninizin ne kadar güzel ve ne çeşitli canlı türleriyle dolu olduğunu bilen herkes, bunların yok olmasını önlemek için, elinden geleni yapıyor. Bazı ülkelerde, tanınmış ve etkili kişilerle defalarca konuştuk. Belki şaşıracaksınız ama; bu dünyalıların birçoğu, profesörü ve birçok başka yetkilisi bize inanmadı. Böylesine katı ön yargıları var. Reddedilemeyecek kanıtlar sunduk onlara; fotoğraflar, formüller gösterdik, hiçbir dünyalının bilemeyeceği şeylerden sözettik. Ben, doğrudan doğruya kendim sokaktaki adamla konuştum. Aynen, sizinle olduğu gibi; onları da başından itibaren gemimize çağırdık, hatta ana gemiye götürdük. Bazılarına dünyada bulunmayan metallerden örnekler bile verdik. P: Sonuçta ne elde ettiniz?
L: Genelde, bağlantı kurduğumuz dünyalıların akıllarını kaçırdıkları sanıldı. Dünyanızda bilimsel olarak açıklanmasında güçlük çekilen kanıtlar, genellikle saklandı ya da yokedildi. Genellikle açıklayamadıkları kanıtları kimseye göstermediler. Unutmayın ki, gezegeninizi, sizin deyimlerinizle; sosyolojik, arkeolojik, egzobiyolojik ve kozmobiyolojik açılardan incelediğimiz gibi, canlıların kökenlerini de inceledik. Yani, sizinle görüşmelerim; hep, önceki deneyimlerime dayanmaktadır.


P: Peki, dünya dışı varlıklardan haberdar olunduğu hakkında inandırıcı kanıtlar var mı?
L: Evet, birçok kanıt var: Rusya’dan bir örnek vereyim...Dünya dışı bir gemi, rotasından çıkmıştı ve Sibirya’nın çok yakınlarında bir yerde bulunduğunu farketti. Çok büyük bir enerji türbülansı, enerji absorblama gücünü yitirmesine neden olmuştu. Geminin sorumlusu olan kaptan yere inme kararı verdi. Bir dağ kulubesine yakın bir yere inmişlerdi. Gemide, meteoritlerin tahribettiği bir gezegenden kurtardıkları iki dünya dışı varlık bulunuyordu. Kurtulma olanaklarının çok az olduğunu saptayınca, kaptan onları indikleri yerde bırakmaya karar verdi. İki kişiydiler; onları, ana bileşim maddesi katı oksijen olan, şeffaf bir küreye yerleştirdiler. Gemi ayrıldı. Kaptan Sibirya’nın soğuk ikliminin bu varlıkların kurtulmasına yardımcı olacağına inanıyordu. Eğer onları kaptan kendi gezegenine götürebilseydi, onlara daha çok yardım edebileceklerdi fakat geminin yeniden enerji yüklenmesi belirsiz bir zaman alabilirdi. Oysa ki, o varlıkların yitirecek hiç zamanları yoktu. O gece bazı çiftçilere haber verildi ve bu dünya dışı varlıklar büyük bir gizlilik içinde oradan götürüldü.


P: Ne zaman olmuştu bu? L: 1973 yılında. P: İkisi de öldü mü?
L: Evet. O zaman Ruslar, yalnız olmadıklarını ve er ya da geç başka kanıtların da gönderileceğini anladılar. Bu olaya karışanlar, olayı çok gizli tutmaya karar verdiler. O zamandan itibaren, bu garip varlıkların nereden geldiklerini araştırmak üzere daha geniş çapta incelemeler yapılmaya başlandı. ABD’de de, uzayda dünyalılar dışındaki yaşamın incelenmesinde çok ileri adımlar atıldı. Onlar inceleme ve araştırmada daha ileriler.


P: Bunları bana hiç anlatmasaydınız daha iyi olmaz mıydı? Neden ben?
L: Profesör, bunları tek bilen siz değilsiniz ki. Sandığınızdan çok daha fazla sayıda dünyalı bunları biliyor. Hayır profesör; sizi eziyet etmek gibi bir düşünceyle seçmiş değiliz. Kendi kendinizle barış içinde ve dingin bir kişiliğiniz var, ama kuşkusuz en önemli faktör, sizin üniversitede profesör olmanızdır. Sonunda, kuşkuculuğunuzdan kendinizi sıyırabildiğinizde, eğer isterseniz bu konuda birşeyler yapabilirsiniz. Dünyanızın, yalnızca sizler için değil, galaksilerarası topluluk için de ne denli önemli olduğunu biliyorsunuz. Dünya insanını kurtarmak; onu, içinde yaşadığı bu çalkantılı dünyadan kurtarmak ve olası tehlikelerden uzaklaştırmak kaçınılmaz bir zorunluluktur.

P: İnsanlığı sona erdirecek silahların neler olduğunu biliyor musunuz?
L: Size şunu söyleyebilirim: Sizin için şimdilik en tehlikeli silah, dünyalıların birbirine duydukları nefrettir. Bu, ruhunuzu yavaş yavaş tahribediyor. Toplumsal dertlerinizin çoğunu yaratan bu nefrettir. Ama, siz bana öteki türdeki silahları sordunuz, onları da söyleyeyim: Kimyasal silahlar... Dünyanızdaki iki süper güç, şimdiye dek görülmemiş bir şekilde kimyasal silah satıp duruyor. Sanki, dünyanız kendi kendini yoketmek için büyük bir telaş içinde... Bu kimyasallar canlıların sinir sistemlerini yok edebileceği gibi, bitkisel gıdalarınızı da berbat edecek etkiye sahiptir. Nehirleriniz kimyasal silahlarla zehir akıntısı haline gelebilir ve bunu kimin yaptığı da çoğu kez bulunamaz. Dejenere olmanın daha kötü bir şeklinin de; DNA’larınızdaki asal partiküllere yapılan saldırı olduğunu anlayacaksınız. Bu, hepinizi, ‘mutasyona uğramış bir ırk’ durumuna düşürebilir. Dünyanızda kimyasal maddelerin rastgele kullanılışı, şimdiden deri hücrelerinizde bozulmalara neden oluyor. Benzer şekilde, sadece kan dolaşımınızı yer yer etkilemekle kalmıyor; kalp krizlerine ve beyin kanamalarına da neden oluyor. Sessiz sedasız ve sinsi bir şekilde etki yapmaları ve tanı konulmalarının güç oluşu nedeniyle, yakında kimyasal silahlar öncelik kazanacak.
P: Bunlar yakında mı gerçekleşecek?


L: Zamanınızın sizin için çok değerli olduğu izlenimini edinmiştim. Ama sanırım, zamana yeterince değer vermiyorsunuz. ‘Yakında’ sözcüğü sizin için ne anlam taşıyor? Bu anlattıklarım sizin dünyanızda şu anda olup durmakta zaten. Kimyasal silahları 2. Dünya Savaş’nda zaten kullandınız; ancak, şimdikiler daha da gelişmiş! Dünya beşeri, yazık ki, kendi kavgacı karakterinden ve bunun, dünya beşeriyetini nerelere götürmekte olduğundan habersiz görünüyor. Bu ve benzeri silahlar, sadece onlara hedef olma şanssızlığına uğrayanlara değil, henüz doğmamış kuşaklara da ölüm getiriyor. Yalnızca saldırıya uğrayanlar değil, bu silahlarla temas eden saldırganlar da yok olacak. Bu silahları geliştirenler, hem saldırganı hem de kurbanını aynı acıları çekmeye mahkum ediyorlar.
P: LYA, nasıl oluyor da beni hep beklenmedik yerlerde buluyorsunuz?
L: Oldukça kolay, profesör. Size daha önce de, yayınladığınız enerjinin, başkalarınınkinden farklı olduğunu söylemiştim. Herkesin yayınladığı enerji, elindeki çizgiler kadar, başkalarınınkinden farklıdır.

P: LYA, niçin ortaya çıkıp, dünya halklarıyla doğrudan doğruya kendiniz konuşmuyorsunuz? Örneğin, televizyon ile bunu yapabilirsiniz.
L: İnanmazlar, profesör: Görünüşümüz sizinkine çok benziyor. Bizim genetik kodumuz, uzun yıllar yaşamamız dışında, sizinkiyle aynı. Sizin DNA’nız dejenere oluyor ve sağlıklı hücreler üretmeyi durduruyor. Yine de kimyasal açıdan, aramızda fazla bir fark yok. Ancak, biz organlarımızı tam anlamıyla kontrol edebiliriz. Bizim DNA’mız, hücrelerimizin ilerlemesini durdurmak şöyle dursun, onları sakinleştirici ve ileri yaşlara varmalarını kolaylaştırıcı etkiler yapar. Bunu size daha öncede açıkladım; çünkü, atalarınız da aynı mekanizmaya sahiptiler. Neyse...Pleiades’ten gelen varlıklarla bağlantı kurmuş, Billy Meier adlı birini tanıyorum. Gemilerinin fotoğrafını çekmesine ve filme almasına izin vermişlerdi. Hatta, gemilerinin yapıldığı metalin bir örneğini ona vermişlerdi. Bu, kendi kendini onaran türde bir metaldi. Sizin hücrelerinize benzer; ancak, kimyasal-minerolojik bir yapısı vardı. P: Sonra ne oldu?
L: Önce, hiç kimse ona inanmadı. Ancak, kendisine verilen metal örneğini göstermeyi teklif ettiğinde, işler değişti. Hakkında araştırma yapıldı. Defalarca, uzun uzun sorguya çekildi, yalancılıkla suçlandı. Bilim adamları bile, onu kuşkuyla karşıladı. Bu kez dünya dışı varlıklar, tıpkı Billy’e yaptıkları gibi, bir Rus’a da örnekler verdiler. Bu Rus’un sorgulamalarının ardından öldüğü açıklandı. Billy olayında, ben de gözlemci olarak bu görüşmeler hakkında bilgi sahibiydim. Yani kısacası, sizin önerdiğiniz gibi; açıkça ortaya çıkıp, dünya halklarına görünmenin de yararı olmamaktadır.
(Başka bir görüşmelerinde, LYA ve Prof. Hernandez arasında şöyle bir diyalog geçmişti.):
L: Dünyanızda oluşan atmosferik olayların, uzaydan geldiğini biliyorsunuz. Sayısız iklim değişiklikleri, orada başlar. Bunlar, aslında büyük olayların sonuçlarıdır. Bu olayların bazıları doğal, bazıları da yapaydır. Uzay birçok sürprize gebedir. Buraya ilk geldiğimizde (LYA’nın uygarlığı), takvimleriniz 1249 yılını gösteriyordu. O yıllarda gezegeniniz şimdikinden çok farklıydı. Bizler, geminin mürettebatı olarak, dünyalıların silahlarının ilkelliğine çok şaşmıştık...

P: Ya şimdi, yolculuğunuzun amacı sadece inceleme yapmak mı?
L: Tam öyle olduğu söylenemez. Nedenini ve ne olduğunu daha sonra öğreneceksiniz. Bu zaman süresinde, birçok ziyarette bulunduk; her 20 yılda bir, en az bir kez geliyorduk. İklim değişikliklerinin, dünyalıların davranış şekillerini çok etkilediğini farkettik. Gezegeniniz, Samanyolu olarak adlandırdığınız grupta bulunuyor ve oldukça kararsız bir durumu var. Bu küçücük dünyada çok çeşitli iklimler var. Bunun nedeni de, güneş sisteminizdeki değişiklikler. Bu değişiklikleri inceleyerek analiz ettiğimizde, uzayın sürprizleriyle karşılaştık. Kozmik bulutlar, ya da bizim verdiğimiz ad ile ‘aralıklı radyoaktif bulutlar’a çok sık rastlanıyordu; hemen her adımda bunlarla karşılaşıyorduk. Bu bulutları insan gözü göremez; ancak bizim alıcılarımız onların yerlerini saptar ve biz de onlardan kaçarız. Uzayda yolumuzu çizmek için özel alıcılar kullanırız. Onlardan kendimizi korumak için, bir bölmede bulunan ve ana bileşim maddesi çok yüksek yoğunlukta oksijen olan bir nötralleştiriciyi uzaya salarız, olur biter... ama bu bulutlar sizin ve dünyanız için zararlıdır: Radyo dalgalarında değişikliğe, elektrik ve hava akımlarında bozukluğa ve enerji dalga boylarını değiştirerek, karışıklığa neden olur. Ama en büyük zararı beyin nöronlarınızadır...P: Bulutlar nereden geliyor?


L: Bu bulutların kaynakları çeşitlidir; ayrıca, değişik kimyasal bileşim maddelerine, gazlara sahiptirler ve çoğu kez, gazlar arasındaki füzyon olayından dolayı daha da değişirler. Az oranda bulunmalarının zararı yoktur ama yüksek oranda çok tehlikeli olurlar. Bilim adamlarınız, nükleer denemeler yapmak için çok kötü bir zaman seçtiler; çünkü, atomun açığa çıkan enerjisi, bu bulutları bir mıknatıs gibi çeker, böylece dünyanın çevresini sarar ve stratosfere yapışırlar. Bazen de, dünyanın çevresinde, saydam halkalar halinde yörüngede döner dururlar. 1220-1300 yılları arasında bu bulutlar stratosferde, kendilerine bir destek bulamayıp, o zamanlar atmosferinizde bulunan yüksek orandaki oksijen tarafından uzaklaştırılıyorlardı. Bugün, kimyasal ve nükleer silahlarınız öyle çoğaldı ki, artık; bulutları, dünya çevresinden uzaklaştırmamız çok güç. Bu gazları oluşturan bazı maddeler çok patlayıcıdır. Bilim adamlarınız bu fenomeni bilmiyor. Bu gazlar çok tehlikelidir.
P: Bu anlattıklarınızın fotonlarla ilişkili bir yanı var mıdır?
L: Benim geldiğim sistemde, sizin ‘foton’ diye adlandırabileceğiniz bir kuşak vardır. Bu foton kuşağı Pleiades’de de bulunur. Bu kuşak aracılığıyla, onlarla bizim aramızda bilimsel görüş alışverişi yapılır. Bir organizma fotonlarla temas ettiğinde, esaslı bir değişime uğrar; hemen organik bozulma başlar. İşte, aynen, hücrede olduğu gibi; bir nebulada da atomların birikmesi sonucunda aşırı yüklenirse, patlama olur ve bulutlar evrenin her yanını sarar. Çok ağır oldukları için, hareketleri de çok yavaştır. Çok uzağa gidemezler ama yine de uzayda çok büyük uzaklıkları ağır ağır da olsa katederler. Bunların bazıları da, değişik zamanlarda Dünyanıza da gelmiştir. O zamanlar foton, ilkel düzeyde biliniyordu, birikim ve uzaklık hesapları yapılamıyordu ve hiçbir önlem de alınmıyordu. Şimdi siz de, bunca teknolojik ilerlemenize karşın, gerekli bilgilerden yoksun olduğunuz için, hala da hazır sayılmazsınız. Uzayınızı, dışarıdan gelecek tehlikeleri düşünmeden, yararsız çöplerle dolduruyorsunuz...

P: ‘Foton Kuşağı’ konusunu biraz daha açarmısın, LYA?
L: Bundan binlerce yıl önce, foton kuşağı; bizim sisetemimize tehlikeli olabilecek kadar yaklaştığında, atalarımız bunun zararlarının nasıl giderilebileceğini bilmiyordu. Bu kuşak tarafından çevrelenmiş bazı dünyalar, üzerlerindeki canlılarla birlikte yokoldular. Daha önceleri de, üzerinde canlılar bulunan dünyalar, fotonların geçişinden sonra, tüm hayatiyetlerini yitirerek, kısırlaştılar. Bu yüzden, bazı uygarlıklar kurtarılarak, başka yaşanabilir dünyalara yerleştirildiler. Ama bunlar gerçekleşmeden önce, atalarımız bu konuda bilgiden yoksun oldukları için, neler olup bittiğini bir türlü anlayamamışlardı. Foton Kuşağı, başka galaksilerdeki başka bulutların oluşturduğu tehlikeler kadar büyük olmasa da, evrenlerde varolduğunu bildiğimiz tehlikelerin en büyüklerinden biridir. O, yalnızca canlı hücrelerin enerjilerini emer. P: Buna benzer olan öteki tehlikeler nelerdir?
L: Başka enerji tipleri ise; uzayda, seyrek olarak rastladıkları gazlarla beslenirler. Bazıları ise, kendileri soğuk ve karanlık olmalarına karşın, ışıkla beslenirler. Bunlar genellikle saydam maddesel oluşumlardır; o kadar ki, zararsız sanılırlar. Onları hissedebilirsiniz ama göremezsiniz. Ne yazık ki, bazı sistemler şimdi sizinki de dahil, bir foton kuşağına yaklaşıyorlar. Henüz ona tehlikeli yakınlıkta değilsiniz ama şimdiden önlem alsanız iyi olur... bu tehlike, sadece dünyanızı değil, tüm güneş sisteminizi tehdit ediyor. Onun etkileri milyonlarca kilometre uzaklıktan bile duyulabilir. Buna ek olarak, gezegeninizin çevresindeki manyetik kuşak da geleceğiniz için en büyük tehlikelerden birini oluşturmaktadır: Ondört bin yıl kadar önce Dünyanız foton kuşağının içinden geçmişti. Uğranılan felaket büyüktü, fazla umut kalmamıştı; ancak, sürüngenler önceki kadar zarar görmediler. Çünkü, etki çok hafifti; yine de elementler açığa çıktı ve Dünya yörüngesel uyumunu yitirdi. Ancak, o zamanlar Dünya üzerinde şimdiki kadar çok insan yoktu. P: İnsanlara ne oldu?

L: (41 bin yıl önceki olayda) Dünya, daha Foton Kuşağına girmeden bile, okyanuslar büyük devinimlerle karıştı, kara kütleleri yerinden oynamıştı. Hayvanlar, molekülleri uyarıldığı için çok telefata uğradılar. İleri bir uygarlık, dünyayı gözleyerek bu tehlikeyi beklerken, bir yandan da okyanusun dibinde çok büyük bir fanus oluşturdu. Bildiğiniz gibi, hidrojen ve oksijen (ve dolayısıyla su) her türlü radyoaktiviteyi defeder. O ileri uygarlığın ileri gelenleri bunu biliyordu. O zamanki dünya nüfusu çok olmamasına rağmen, oluşturulan fanusun kapasitesi herkesi almaya yeterli değildi; bir seçim yaparak, koşullara uygun kişileri aşağı indirdiler. Antigenlerin etkisinin yaratacağı zarardan kaçınabilmek için, en az 10 yıl okyanusun derinliklerinde kalmaları gerektiğini hesaplamışlardı. Benim dünyamın bilimadamları da yardım için Dünya’ya gelmişti. Bizimkilerden bazları fanusu incelemek üzere aşağıya indi. İncelemeleri sonunda, bazı hayvanları seçtiler. Fanusun çok kalabalık olmaması için, memeli hayvanların çoğunun salgı bezleri durduruldu; bizim yöntemlerimizle yapıldığında, bunun hayvana hiç bir zararı olmamaktadır. Çünkü, türün devamı istendiğinde, salgı bezleri yeniden çalıştırılabiliyordu. Eğer bilim adamlarınız bunu bilseydi, doğum kontrolü için o kadar çok kimyasal madde kullanmazdınız.

L: Zamanınızdan binlerce yıl önce, şimdiki kıtalarınızın tümü tek bir kara parçası oluşturuyordu. Bunun üzerinde yaşayan uluslarda birbirine oldukça yakındılar. Ancak, bir gece, deniz, sizin ‘Atlantis’ dediğiniz kenti yutuverdi. Sulara bir gecede gömülen Atlantisliler oldukça bilgiliydi ama daha çok bilgilenerek Dünyaya ve hatta galaksinin bu köşesine egemen olmak gibi bir hırsları vardı. Atlantisliler köken olarak, güneş sisteminin, sizin Maldek dediğiniz üçüncü gezegeninden gelmişlerdi. Bugün orası ‘asteroid’ kuşağı olarak bilinir. O zamanlar Dünya, güneş sisteminin 4.cü gezegeniydi. Bu göçmen bilim adamları, bir kez Dünya’ya yerleşince; insanın kökenini araştırmaya başladılar. Bunun için, insan ve hayvan genleri arasında korkunç ve canavarca mütasyonlar ortaya çıkardılar, sadece genetik değil, klon yöntemini geliştirmek için de deneyler yaptılar. Bu deneylerde kullanılan insanların çocukları genetik mutasyona uğramış olarak doğdular; böylece, kendi kendilerine, tüm ulusu yok eden ve kontrol edilemeyen salgın hastalıklar türetmiş oldular. O zamanlarının büyük astronomi bilginleri, güneş sisteminizdeki her cismin hareketini tam olarak biliyorlardı. Antimadde silahını da kusursuz hale getirdiklerinde, bu silah yardımıyla, uzaysal objelerin yerelerini / yörüngelerini değiştirebilecek bir yol da keşfettiler. Yıldızlar, çok çok uzaklardan bile, uzay gemilerinin güç kaynağını oluşturabilecek bir enerji yayınlarlar. Atlantisliler elde ettikleri bunca güce karşın, bununla da yetinmeyerek; Maldek bilim adamlarının elde ettiğinden daha fazla güç kazanmak istediler. Bu hırsla, insanın ruhuna ve gezegenlerin, güneşlerin/yıldızların hareketini düzenleyen dinamiklere hükmetmek istediler. Bu hırsla geliştirdikleri bir silah, bir antinükleer reaktöre ve anti enerjiye sahipti. Böylece, aynı zamanda hem molekül parçalayıcı, hem manyetik denge bozucu, hem de güç nötralleştirici ve her çeşit enerjiye karşı alıcı gibi kullanılabiliyordu. Onunla, yaşamı ve hareketeleri kontrol edebiliyorlardı. Bu silaha ‘antimadde’ diye bir ad takmışlardı. Antimadde silahıyla, canlının psişik varlığını da darmadağın edebiliyorlardı. Bu silah Maldekliler’in elinde yoktu ve endişelerini yenemeyerek Dünya’ya geldiler; Atlantisliler’i bu projelerinden vazgeçirmeye çalıştılar ve barış içinde yaşamayı önerdiler. Atlantisliler, bu silahın onlara, gezegenlerarası bilim adamları arasında büyük bir güç ve ayrıcalık kazandırdığının farkına varmışlardı. Atlantisliler’in sürekli karşı koymaları üzerine; Dünyanın dengesini tehlikeye atma pahasına, silahı kendileri etkisiz hale getirmeye karar verdiler. Bu şekilde Maldek ile Dünya arasında bir yıl kadar süren savaşlar başladı. Maldekliler’e bazı ileri uygarlıkların güçleri de yardım ediyordu ve Atlantisliler’in durumu giderek güçleşmeye başlayınca Antimadde silahlarını kullanmaya karar verdiler. Maldek gezegeninin manyetik alanını kaybetmesine ve yakınındaki Mars’a çarpmasına neden olacak şekilde ayarladıkları silahlarını çalıştırdılar. Yörüngesinden çıkan Maldek çok enerji yitirdi. Bu enerji kaybından sonra Maldekli bilim adamları Dünyalıların saldırganlığını ve gücünü oluşturan silahı yoketmeye kesin olarak karar verdiler ve bir gece Atlantis’e yönelttikleri güçlü bir ışın ile kıtayı ikiye böldüler. O gece Atlantis sulara gömülmüştü. Gezegenin çeşitli yerlerinde büyük su baskınları, tufanlar görüldü. Dünyanın manyetik kutbu kayboldu; o zamandan beri de, olması gereken yerde değildir. Yekpare olan o kara kütlesi parçalara ayrılarak, iki büyük parça halinde iki yana (doğuya ve batıya) doğru hareket etmeye başladı. Bugün bile karalar, hareketlerini sürdürüyor; bu hareketlilik, o gece sulara gömülmüş bazı kara parçalarının yeniden su yüzüne çıkmasına neden olacak. Maldek ise, bir süre daha yörüngesel enerjisini yitirmeyi sürdürdü. Bu süre içinde Maldekliler, kendilerine sığınma hakkı tanıyan gezegenlere göçettiler. Sonunda Maldek gezegeni; Mars ve Jüpiter ve hatta Dünyanızla da çarpışmasını gerektiren bir yörüngeye girdi. Bu arada, adıgeçen yakın gezegenlere sürekli olarak göktaşları yağdırıyordu.

P: Bu çarpışmada, Atlantisliler’in o silahına ne oldu?
L: Evet, o kokunç silahda Atlantis’le birlikte sulara gömüldü ve halen; Florida açıklarında, Bimini dediğiniz adacıklar arasına rastlayan bölgede, denizin dibine gömülmüş büyük piramidin içinde duruyor. P: Hala okyanusun dibinde mi yani?
L: Evet, profesör; Yıldızlararası topluluk, şimdi eskisinden daha da endişeli. Çünkü, artık zayıflamış olmasına rağmen, eğer güneş ışınları tarafından aktive edilirse, Dünyanızda manyetik değişikliklere ve molekül bozulmalarına neden olabilir. Zaten, halen; durduğu yerde de bu korkuç silah korkunç etkilerini değişik şekillerde, hem de sık sık sergiliyor. Bu da bilim adamlarınızın dikkatini, o bölgede olup bitenlere çekiyor: O bölgede pusulalar, iletişim ve deniz trafiği sık sık aksıyor. Silah, okyanusun derinliklerinde ve dev bir piramidin içinde bulunmasına rağmen; hala, güneş enerjisi tarafından uyarılıp, aktive edildiği zaman, yaşam enerjisi algıladığında, enerji vorteksini (girdabını) harekete geçirmektedir. Ayrıca, çevresinde tepkime ile çalışan herhangi bir alet algıladığında, antimolekül alanının uyarıldığı kesindir. Kısacası, hala kullanılır durumda ve çok tehlikelidir. Sizin ona erişmeniz olanaksızdır; çünkü, gücü karşısında hemen yok olursunuz. Aslında onu ele geçirmek isteyen birçok yıldız toplumu var; ancak, Dünyanıza gelip araştırma ve analizler yaparak silahın yerini bulmaları ve onu oradan çıkarmaları için gereken izin, üstün uygarlıklar tarafından onlara verilmiyor. Ne onlar, ne de siz, antienerjiyi ve antimaddeyi kontrol altında tutacak ve onu etkisizleştirebilecek bilgiye sahipsiniz. Bu bilgi sadece üstün uygarlıklarda var. P: Bunu siz başarabilir misiniz, LYA?
L: Tabii, profesör; unutmayın ki, biz bir bilim ve keşif grubuyuz. Ancak, bu, dünyanızı antimadde güçlerine maruz bırakır. Biz ise yaşama saygıyı esas alırız. Sadece maddesel değil, ruhsal ve enerjisel yaşama da... Bizim ilkemiz, canlı türlerini yaşatmaya ve geliştirmeye çalışmaktır.
P: Biz bir gün bu silahı kontrol etmeyi başarabilecek miyiz?
L: Bu koşullar altında, hayır. Şu andaki bilgileriniz, daha uzayda yolunuzu bulmak için gerekli olan hiper-uzay ilkelerini bile anlamaya yeterli değildir. Uzayın ve onun derinliklerinin içerdiği bilgileri anlamak için, milyonlarca saatlik uzay araştırmalarında bulunmanız gerekiyor. Tüm bunlardan dolayı ve kısacası; bu silahı, beşeriyetin korkunç genetik zararlara uğramayacak bir biçimde kontrol ederek yüzeye çıkaracak yeterli bilgiye henüz sahip değilsiniz. Onu, bir şekilde yüzeye çıkarsanız, yüzlerce km. uzaklıklarda bulunan kentler bile bir anda yok olabilir ve dünyanızın manyetik alanı kuvvetli bir değişime uğrar. Daha önce de belirttiğim gibi, birçok kozmik uygarlık onun yerini biliyor ve yakında siz de öğreneceksiniz; bilim adamlarınız onun bulunduğu yere gitmeye çalışacak. Ama içlerinden hiç biri, bu silahın aslında ne olduğunu ve nereden kaynaklandığını bilmiyor. Bu, uzaya yöneltilmiş antimanyetik alandan geçen birçok gemi rotasını şaşırıyor; bu da birçok kazaya yol açıyor.


P: LYA, gerçekten de ABD’li bilim adamları bu silahı farkettiler mi?
L: Tabii, söylediğim gibi, birçok bilimadamı bu bölgede olup bitenlerden endişe duyuyor. Dünyanızın, orada ne olduğunu öğrenmeye hakkı olduğunu biliyoruz; ancak, bu silahın varlığını öğrenmeden önce, toplumunuzun daha barışsever olması gerektiğine de inanıyoruz. Öyle ki, barış içinde yaşama ve bu silahı asla başka bir uygarlığa karşı kullanmama fikrini kabul etsinler. Ama zaman çok azaldı. Hatta şimdiden, yeterli zaman olmadığını söyleyebiliriz. Geri ırklar; bu isyancı, hırslı ve ihtiyatsız toplumlar, onu ne pahasına olursa olsun alırlar. Bugün Dünyadaki kuşaklar daha saldırgan karşılaşmalara doğru ilerliyorlar. Bizim Dünyamızda ve birçok başka Dünyada ise, çocuklar canlı olmanın bilincine varacak şekilde eğitiliyorlar, zekalarını bu yönde geliştiriyorlar; çünkü, birgün gezegen onların olacak. Biraz daha büyüdüklerinde de en yüksek nitelikleri, erdemleri kazanmak ve daha üst zeka düzeylerine erişmek için çalışırlar. Ama, ne yazık ki, sizin gezegeninizin çocukları, bugünden yarına şiddet içinde yaşıyorlar. Tüm o iletişim araçlarınız onlara, bir ülkenin ötekisiyle savaştığını gösteriyor. Çocuklarınız, bu savaşların niye yapıldığını bile bilmiyor. Bu olayların sürekliliği, onları da saldırganlığa itiyor. Yaşama saygı göstermiyorsunuz; sevginiz ise, koşullara göre değişiyor hemen. Oysa, sevgi; insanlara saygı duyabilmek için gelişmesi gereken bir duygudur ve insan saygısının başlangıcıdır. Böyle insani değerler artık yok ve çocuklara gösterilen dünya ise; şiddet, nefret, kin, hırs ve cehaletle dolu. Birbiriyle uyuşamayan güçlü ve mağrur toplumlar, barışın ancak savaşla elde edilebileceğini göstermeye çalışıyor. Dejenere olmuş bir dünyada böylesine aykırı koşullardan başka ne gelişebilir ki !

L: Şu anda elde ettiğiniz şeylerin tadını çıkaracak kadar bile uzun yaşamanın sırrını keşfetmediğiniz halde; gezegenin gücünü elde etmeye çalışıyorsunuz. Çünkü, çok küçük hedeflere sahipsiniz. Size, uygarlığınızı tehdit eden bu tehlikeleri anlatmamak, susmak, size ihanet olurdu profesör; bu, geçmişinizden size kalan, ancak bilemediğiniz korkunç bir miras... Ne yazık ki başka bir miras da, bu denli kısa yaşamanıza neden olan, genetik bozulmadır. Göreviniz, profesör; beşeri zihinlere, bilgi tohumları ekmektir. Bunu yaparsanız, bu tohumlar, en azından bazı zihinlerde yeşerecektir. Dünya insanı, çevresindeki tüm yaşam türlerine saygı duymayı öğreneceği bilimsel ve etik düzeye erişinceye dek, dünyanızda barış öncelik olmalıdır.

alıntıdır
 

Azarmghiel

Kayıtlı Üye
Katılım
19 Haz 2011
Mesajlar
15
Tepkime puanı
5
Konum
Istanbul
İş
Danışman
''Sistemdeki tüm gezegenlerin dahil olduğu çarpışma''?? Dünya dışı yaşam vardır yoktur (ki ben olduğuna eminim), bu dünya dışı varlık profesöre gelmiştir gelmemiştir (Birinci dereceden temaslar en azından söylenilegelmektedir pek çok yerde) geri kalan tüm diğer yazılanlar doğru bile olsa ilk söylediğim konu şuanki bana göre kısıtlı bilimsel gelişimimizle bile çok rahat kanıtlanabilecek bir durumdur.Bir başka deyişle gezegenler uydular vs Bigbang sonrası yakın dönemde çarpışmalar sonucu oluşmuştur bu bilinen bir gerçek ancak sistem oluştuktan sonra böylesine tüm gezegenleri (en azından bizim sistemimizdekileri) içine alan bir çarpışmanın hiçbir verisi yoktur. Verisi olmaması da gayet normaldir çünkü böylesine kozmik çapta bir bozulma Tanrısal bir güç dışında ne kadar gelişmiş bir teknoloji olsa bile durdurulup düzeltilebilecek bir şey değildir. Tanrısal kelimesini yazma nedenim de olayın imkansızlığını belirtmek içindir.
 

wiktor

Kayıtlı Üye
Katılım
17 Ara 2010
Mesajlar
115
Tepkime puanı
33
''Sistemdeki tüm gezegenlerin dahil olduğu çarpışma''?? Dünya dışı yaşam vardır yoktur (ki ben olduğuna eminim), bu dünya dışı varlık profesöre gelmiştir gelmemiştir (Birinci dereceden temaslar en azından söylenilegelmektedir pek çok yerde) geri kalan tüm diğer yazılanlar doğru bile olsa ilk söylediğim konu şuanki bana göre kısıtlı bilimsel gelişimimizle bile çok rahat kanıtlanabilecek bir durumdur.Bir başka deyişle gezegenler uydular vs Bigbang sonrası yakın dönemde çarpışmalar sonucu oluşmuştur bu bilinen bir gerçek ancak sistem oluştuktan sonra böylesine tüm gezegenleri (en azından bizim sistemimizdekileri) içine alan bir çarpışmanın hiçbir verisi yoktur. Verisi olmaması da gayet normaldir çünkü böylesine kozmik çapta bir bozulma Tanrısal bir güç dışında ne kadar gelişmiş bir teknoloji olsa bile durdurulup düzeltilebilecek bir şey değildir. Tanrısal kelimesini yazma nedenim de olayın imkansızlığını belirtmek içindir.
hepsini okumuş olarak kabul ediliyorum bu konuya ilişkin bir kaç tane daha konu açacam onlarida takip edin böylece kafanizda imkansiz kelimesi farkli yorumlayabilirsiniz.
 

Azarmghiel

Kayıtlı Üye
Katılım
19 Haz 2011
Mesajlar
15
Tepkime puanı
5
Konum
Istanbul
İş
Danışman
Orta büyüklükte bir gök cisminin zincirleme etkileri nedeniyle yeryüzündeki hayatı neredeyse tamamen yokedebileceği apaçık ortadayken,sistemdeki tüm gök cisimlerinin birbirine girmesi-teknolojiyle vs ile tekrar olması gereken açılara/koordinatlara çekilmesi ve en azından dünya için üzerindeki yaşantısallığın devam etmesi hiçbir şekilde kabul edilebilir bir durum değil en azından benim için.Kısıtlı miktarda fizik-astrofizik bilgisi bile söylenilen durumun imkansızlığını gayet bilimsel verilerle önünüze koyar.İlk mesajımda da belirttiğim gibi dünyadışı yaşamın varlığı benim için su götürmez bir gerçek.Ancak bu tip bir yaklaşım yani koca sistemin tüm gök cisimlerinin birbirine girmesi sonra teknolojik imkanlarla olması gereken yerlere çekilmesi...Bu durumun kabulu her ne kadar dogmatiklikten kaçmaya çalışsam da imkansızdır.Günümüz biliminin tam anlamıyla gelişkin olduğu kabul edilemez bana göre ancak sizin bu belirttiğim konuyu kabulleniyorsanız eğer kabullenmeniz bilimin şuanki gelmiş olduğu duruma bile bir nevi hakarettir.Tabi inanıp inanmamak yine kişisel özgürlüğünüzdür herkesin buna da saygı duyması gerekir.
 

wiktor

Kayıtlı Üye
Katılım
17 Ara 2010
Mesajlar
115
Tepkime puanı
33
Orta büyüklükte bir gök cisminin zincirleme etkileri nedeniyle yeryüzündeki hayatı neredeyse tamamen yokedebileceği apaçık ortadayken,sistemdeki tüm gök cisimlerinin birbirine girmesi-teknolojiyle vs ile tekrar olması gereken açılara/koordinatlara çekilmesi ve en azından dünya için üzerindeki yaşantısallığın devam etmesi hiçbir şekilde kabul edilebilir bir durum değil en azından benim için.Kısıtlı miktarda fizik-astrofizik bilgisi bile söylenilen durumun imkansızlığını gayet bilimsel verilerle önünüze koyar.İlk mesajımda da belirttiğim gibi dünyadışı yaşamın varlığı benim için su götürmez bir gerçek.Ancak bu tip bir yaklaşım yani koca sistemin tüm gök cisimlerinin birbirine girmesi sonra teknolojik imkanlarla olması gereken yerlere çekilmesi...Bu durumun kabulu her ne kadar dogmatiklikten kaçmaya çalışsam da imkansızdır.Günümüz biliminin tam anlamıyla gelişkin olduğu kabul edilemez bana göre ancak sizin bu belirttiğim konuyu kabulleniyorsanız eğer kabullenmeniz bilimin şuanki gelmiş olduğu duruma bile bir nevi hakarettir.Tabi inanıp inanmamak yine kişisel özgürlüğünüzdür herkesin buna da saygı duyması gerekir.
bu kitaptan bazi alıntılar kitabin adı ise andromeda gelen ufo kabul edip etmemek tabi kişiye göre değişir bu sadece temaslardan biri bunun gibi bir sürü temas var ama kişi bilim adami olduğunda ve ortada kaybolduğunda olay biraz garipleşiyor bu temas gerçekleştikten sonra tabi 1960 mi tam emin değilim bu tarihlerde oluyor ve atlantise olan ilgi baya bir artiyor olayin devamin okumak için kitabi aradim ama bulamadim ama evren o kadar karmaşık ki insan basen olur mu dedirtiyor insana.
 

Ken

Kayıtlı Üye
Katılım
2 May 2011
Mesajlar
113
Tepkime puanı
35
Konum
Kocaeli
Açıkcası bu konuda okuduklarım bana çok farklı bir görüş verdi.

Bence burada konusu geçenler, dini bilgilerin geçerliliğini yitirebilmesi için sunulmuş ön çalışmalar izlenimi yaratıyor. Yazı çok uzun olduğundan dolayı alıntı yapamayacağım ama hatırlayabildiğim kadarıyla gezegendeki insan yaşamının Dünya'ya göç etmiş varlıklarca kurulduğu anlatılıyor yazıda. Bu da Adem aleyhisselamın varlığının Dünya'da olmadığı savını ortaya atıyor. Şimdi diyeceksiniz ki Adem aleyhisselam zaten Cennet'de yaratılmadı mı? Evet ama Havva anamızla birlikte yaratılmışlar. Burada anlatılana göreyse Dünya gezegeni sadece göç edilmiş boş bir gezegen olarak anlatılmış. Adem aleyhisselam ile Havva anamız değil de uzaylı milletler tarafından insan nüfusu oluşturulmuş. Yani demek oluyor ki; "Sizin Adem aleyhisselam ile ilgili söyledikleriniz doğru değil" denmek isteniyor bence.

İkinci olarak dini metinlerde Dünya'nın nizami hareketiyle ilgili örneklerle insanlar dine çağrılırlar. Burada bahsi geçen uzaylı varlıksa bu gezegen dizilimlerinin uzaylı ilimleriyle bu hale getirildiğinden bahseder, Allah'ın Kuran-ı Kerim'de ve diğer semavi dinlerde belirttiğinin aksine. Yani uzaylıların tanrı görülmesi olayı yumuşatılarak ilim ve bilgelikle bu duruma geldikleri anlatılmak istenmiş.

Üçüncü olarak dinler gelecekle ilgili bazı bilgileri o zamanın yetersiz ilimlerinden önce haber vermesiyle insanlara bazı kanıtlar sunarlar. Burada bahsi geçen uzaylı varlıksa ilme sahip olduklarını, bunu kötüye kullanmadıklarını, geçmişteki bazı olayları (piramitler gibi) kendilerine kanıt olarak sunmuşlar. Piramitleri insanların yaptıkları aşikar. İşin ilginç yanı insanlar tarafından mitolojik olarak anılan olayların (Örneğin Atlantis olayı) malzemeye adapte edilişi çok zekice. Bermuda şeytan üçgenine sebep olarak da şu tüm Samanyolu Galaksisi'ne zarar verebilecek etkideki silahın orada gömülü bulunması kanıt olarak sunulmuş. Açıkcası bu bana başka bir olayı anımsattı (Sevgili Hristiyan arkadaşlarım, amacım dininizi kötülemek değil ancak benim inancımda değiştirilmemiş Hristiyanlığın bu yöntemle münafıklar tarafından değiştirildiği bildirildiğinden bu açıklamayı yapıyorum. Zaten bu konu haricindeki tüm görüşlerimi eminim ki Hristiyan arkadaşlar da destekleyeceklerdir).

Eski Yunan bilginlerinden bazıları Hristiyanlığın önlenemez şekilde yayılışını görünce, kendi atalarından kalma bazı hususları (Çok tanrılıkla ilgili hükümleri) Hristiyanlığa adapte etmek istemiş ve bu düşünceyle (İslami düşünceye göre değiştirilmemiş Hristiyanlıktaki) Hristiyanlıkdaki tek tanrı inancını teslis yani üç tanrı inancıyla değiştirmişlerdir (Baba - Oğul - Kutsal Ruh). Zamanla yayılan bu görüşlerle Hristiyanlıkda çıkan ihtilaflar İznik Konseyi'nde tartışmalarla sonuçlandırılmış ve teslis (üç tanrı ünancı) Hristiyanlar tarafından kabul görmüştür. Burada yazdıklarım olaya İslami açıdan bakış açısıdır, Hristiyan arkadaşlara ve dinlerine kesinlikle başka bir amaç için yazmıyorum, sadece görüşlerimi açıkladım.

İşte bu Hristiyanlıkdaki değişim olayını baz almışlar gibi geldi bana buradaki uzaylı bahsiyle. Aynı sistemle semavi dinlere tahribat ve ihtilaf açma çabaları gibi göründü gözüme arkadaşlar.

Dördüncü olarak insanların açgözlü, hırslı vs. kötü hislerle bezendiğini, bunlardan kurtulmakla ancak bilgi ve erdeme ulaşabileceklerini söylemiş. Semavi dinler dahil diğer dinlerde bu konuya aynı açıdan bakar ancak insanı zaaflarıyla kabul ederler. Bu uzaylı varlıksa bizim bu sebeplerden ötürü aciz olduğumuzu ve tamamen kurtulmamız gerektiğini söylüyor. İnsanlar zaten tekdüze olsaydı Dünya gezegeninde kimse hiyerarşik bir yapıya sahip olamazdı. İnsanlar mükemmel olsaydı bizi melek diye çağırırlardı ve Rahman bizi o sıfatla yaratırdı. Ben inancım gereği her insanın zaafı olduğunu kabul ediyorum. Zaten Rahman bu sınavı iyiden kötüyü ayırmak için yapmış. Evreni yaratan Rahman, insana mükemmellik vermekten (haşa) aciz olur mu hiç? Herşeyin bir sebebi vardır kainatta.

Buradaki uzaylı varlık aslında alttan hissettirmeden insanların zaaflı kendi ırkının ise böyle kötü vasıflara sahip olmadığını ve bize bakıcılık yapıldığını söylemiş. Kendi gezegeninde sadece bilgi ön plandaymış. Sonuçta bilgi için buraya geldiyse, kendisi de menfaat arayan bir varlık değil mi? Peki Rahman öyle mi? Hayır asla. Bize karşılıksız olarak her türlü olanağı vermiş. Tek şartı onun varlığını kabul etmemiz. İnanın bana insanlar sadece Allah'ın verdiği hikmet sebebiyle günaha düşmüyorlar. İster uzaylı olun, ister Andromedalı, beden ve ruhun gereksinimleri vardır ve yaşayan her canlı yaşamdan menfaati doğrultusunda faydalanmak için uğraşır. Bize verilen ekstradan iman vasıtasıyla iyi tarafa yakın oluyoruz ki bu bizi meleklerden üstün kılıyor. Ama aklımıza rağmen kötülüğe meylediyorsak da hayvanlardan aşağı duruma düşüyoruz.
 

sécréd

Kayıtlı Üye
Katılım
21 Ocak 2010
Mesajlar
24
Tepkime puanı
3
Güzel bir yere değinmişsiniz Ken. Kutsal metinler Adem ve Havvâ'dan bahseder ama insan bu yaratılışı düşündüğünde pek bir açıklama yapamıyor bununla birlikte Yaratan'ın tek olduğunda hem fikirim ama çok eski zamanlarda O dişi olarak düşünülmüş şimdi ise O'na baba deniyor. Ayrıca O sonsuzdan gelen ve sonsuza giden tek varlık ama onun varolabilmesi içinde bir başlangıcı olması gerekir. O'nun varlığını başlatan birşeyinde olması gerekir ve bunun sonucunda insan sadece enerji olduğunu düşünmeye başlıyor.

Ama birde şöyle birşey var inandığımızda ve O'nu kalbimizde hissettiğimizi söylediğimizde herşey daha iyi oluyor. Sanki biri geliyor ve bize hoş bir büyü yapıyor. Açıklaması zor bir durum.
 

Ken

Kayıtlı Üye
Katılım
2 May 2011
Mesajlar
113
Tepkime puanı
35
Konum
Kocaeli
Sevgili fairy..chi,

Yaradan'ı erkek veya dişi olarak düşünenler zandan öteye birşey düşünmemişlerdir. Zaten bizler insan olduğumuz için zanlarımız da kendi his, duygu ve bilgi birikimimizin ürünleri kadar gelişmiş oluyor. Üstelik insanların her bilgiye vakıf olmuş da sadece yaradanın nasıl olup da sonsuzluktan geldiğini anlamaya çalışmasına anlam veremiyorum. Sözüm sana değil, lütfen yanlış anlama. Demek istediğim biz insanlar akıllı varlıklarız, evet ancak bize verilen bilgi kadarıyla bilgiliyiz. Yaradan bize kendi vasıflarıyla ilgili yeterli kadar gördüğü bilgileri zaten açıklamış. Ayrıca bize gereksiz bilgileri vermemiş ki evreni ve bizleri yaratandan daha fazla bu konuda bilgi sahibi olabilecek ve ayrıntısıyla bilgi verebilecek başka bir varlığın olduğunu açıkcası düşünmüyorum. Şeytan ve diğer kötü varlıklar insanların zaaflarını çok iyi bildiklerinden bunları ona karşı kullanıyorlar. Biz daha bırakın cinleri, kendi ruhumuzla ilgili bilgileri bile ayrıntılı şekilde bilemiyoruz. Kim ne derse desin varlıklar içinde en üstün olsak da bizler de aciz varlıklarız. Allah meleklere dahi gerektiği kadar bilgi vermiş ki bunu ayetlerden anlıyoruz. Allah meleklere eşyaların isimlerini soruyor ve melekler de cevaben; "Biz senin bize bildirdiğinden fazlasını bilmeyiz" diye acizliklerini söylüyorlar. Adem aleyhisselama sorulduğunda Adem aleyhisselam tüm eşyaların isimlerini söyleyince melekler secdeye kapanıyorlar. Çünkü orada Allah'ın ilminin fazlalığına birkez daha şahit oluyorlar.

Elbette ki anlıyorum, soru sorup anlamak istiyorsunuz. Ancak bizim dünya için yaradılan beynimizi aşan bir konu olduğunu düşünüyorum bunun. Ben daha Cennet'de sonsuza kadar olan yaşamı bile çözmemişken bunu düşünmek aklıma hiç gelmemişti doğrusu. Ama evrende görebildiğim Rahman'ın kanıtlarıyla diyorum ki; "Bunları yaratmış olana hiçbirşey zor gelmez". En basitinden sevdiğim insanı o yaratmış ya :) Kalbimi ısıtan kişi bile kanıtsa, başka ne arayayım?
 

Associazione

Kayıtlı Üye
Katılım
21 May 2011
Mesajlar
35
Tepkime puanı
4
emeğine sağlık bu yazı beni inanılmaz etkiledi diyebilirim çarpıcı bir metin.
 

taakuk

Banlı Kullanıcı
Katılım
17 Şub 2011
Mesajlar
67
Tepkime puanı
7
Bu yazı beni şoke etti açıkçası. Çoğu durumu açıklayan bir ayet var Kur_an'da. '' Yeryüzündekilere merhamet edin ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin''. Tüm insanlık kendi sonunu kendi hazırlıyor.
 

selin1

Kayıtlı Üye
Katılım
1 Eyl 2010
Mesajlar
16
Tepkime puanı
1
Ben aslında dinle çelişki göremedim . Ancak en önemlisi daha bilmediğimiz pek çok şeyin olması . Öğrendiğimiz şeyleri de sadece kötü şeyler için kullanmamız .
 

Bulut_atlası

Kayıtlı Üye
Katılım
28 Ocak 2013
Mesajlar
780
Tepkime puanı
31
İnsanlar için bu kadar emek sarf ediliyor ama kıymetini bilmiyorlar
 

Mcahit

Kayıtlı Üye
Katılım
5 Tem 2013
Mesajlar
84
Tepkime puanı
1
Bu yazı beni şoke etti açıkçası. Çoğu durumu açıklayan bir ayet var Kur_an'da. '' Yeryüzündekilere merhamet edin ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin''. Tüm insanlık kendi sonunu kendi hazırlıyor.
'' Yeryüzündekilere merhamet edin ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin'' sözü Hadistir.Ayet değil.
Bu arada konu çok uzun geldi vaktim olduğunda okuyacağım.Ellerine sağlık.
 
Üst