Simya'nın Öyküsü

Thyphon

Kayıtlı Üye
Katılım
18 Kas 2009
Mesajlar
52
Tepkime puanı
5
Yaş
38
Konum
Ankara
İş
Acil Tıp Teknisyeni
Simya'nın Öyküsü

Simyanın özgün anlam ve amaçlarının yeniden kurgulanması çağdaş bilim tarihi yazımının kavrayışlarına bağlıdır. Kısa zaman önce Simya, ya kimya biliminin bir öncüsü biçiminde yani çocuksu, bilim öncesi bir öğreti olarak ya da kültür ile bağıntısı bulunmayan aptalca boş inanlar yumağı olarak değerlendiriliyordu.



İlk bilim tarihçileri, Simya metinlerinde kimyasal olguların gözlemlerini ve ilintili bilimsel buluşların ön izlerini aramışlardı. Ancak böyle bir tutum, büyük edebiyat yapıtlarını içerdikleri tarihsel gerçekler, ahlâk ilkeleri ya da felsefi anlamlar bakımından gruplandırmak gibi yanlış bir yaklaşımla eşanlamlıydı. Simyacıların gerçekten doğa bilimlerinin gelişimine katkıda bulundukları kuşku götürmez, ancak onlar bu katkıyı dolaylı biçimde, yalnızca canlı özdeğe ve minerallere karşı besledikleri ilginin bir sonucu olarak gerçekleştirmişlerdir. Zira simyacılar, soyut düşünürler ya da eğitimli bilginler değil, salt deney yapan kişilerdi. Yine de, deneye olan eğilimleri sırf doğal olanla sınırlı değildi; bitkiler ya da madenler üzerinde yaptıkları deneylerin çok daha tutkulu bir amacı vardı: kendi yaşam biçimlerini dönüştürmek.”


Bilim tarihi yazımında kısa süre önce ortaya çıkan Simya ile ilgili perspektif değişimi kendi başına önemli bir kültürel olgudur. Bu yeni yaklaşımı, J. Needham ve N. Sivin’in Çin Simyası hakkındaki yapıtlarında, P. Krauss ve H. Corbin’in İslam Simyası ile ilgili araştırmalarında, H. T. Shephard’ın Helenistik dönem ve W. Pagel ile A. G. Debus’un Rönesans dönemi ve sonrası üzerine gerçekleştirdikleri incelemelerde gözlemlemek olasıdır.


Simyayı, kendi özgün bağlamı içinde ve daha doğru bir biçimde kurgulayabilmek için akılda tutulması gereken temel öğe şudur: Simya, varolduğu tüm kültürlerde her zaman bir ezoterik ya da mistik geleneğe sıkı sıkıya bağlı olmuştur; Simya, Çin’de Taoculuk ile, Hindistan’da Yoga ve Tantra ile, Helenleşmiş Mısır’da Gnosis ile, İslam ülkelerinde Tasavvuf akımları ile, Ortaçağ ve Rönesans boyunca Batıda Hermetizm, Kabala ve Hıristiyan Gizemciliği ile iç içe geçmiş biçimdedir. Özetle, tüm simyacılar kendi sanatlarının, önde gelen gizemci ya da içrek geleneklerin amaçlarına benzer amaçları olan ezoterik bir teknik olduğunu ifade etmişlerdir.


Bazı Simya uygulamalarının kendine özgü tekil nitelikleri bir yana bırakılırsa, üzerinde titizlikle durulması gereken en önemli genel nitelik “Giz” konusu, doğrusu Simya teknikleri ve öğretilerinin ezoterik bir biçimde aktarımı sorunudur. İS. 2. yüzyıldan kaldığı sanılan ve en eski Helen Simya metni olarak bilinen “Physike Kai Mystike”, bu kitabın bir Mısır tapınağının sütunlarından birinin içine gizlenmesini ve sonradan bulunmasını anlatmaktadır. Klasik bir Hint Simya çalışması olan “Rasarnava”nın giriş bölümünde Tanrıça Şiva, “Jivan-mukta” (yaşarken özgür olan kişi) olabilmenin gizini tanrıların bile bilmediğini söylemektedir. Çinli simyacıların en ünlüsü olan Ko Hung (260 – 340), gizin önemi üzerinde ısrarla durmaktadır: “Giz, etkili reçeteler demektir…yazılı olan maddeler pek sıradan, olağan maddelerdir, ama ilgili formül bilinmiyorsa, bu maddeleri nitelendirmek olanaksızdır.” Simya metinlerinin bilinçli olarak düzenlenen anlaşılmazlığı, Rönesans sonrası Batı yazımında neredeyse ortak bir nitelik kazanmıştır. “Rosarium Philosophorum”da bir simyacı şöyle demektedir: “Yalnızca Felsefe Taşı’nı üretmeyi bilen kişiler, Felsefe Taşı hakkındaki sözleri anlayabilirler.” Üstelik Rosarium, bu konuların “gizemli bir biçimde” aktarılması gerektiği hakkında okuyucuyu uyarmaktadır. Kısacası, bir “Gizli Dil” ile karşı karşıya bulunmaktayız. Kimi yazarlara göre, “gizi kitaplarda açıklamamak üzerine yemin edilmesi” bile söz konusu olmuştur.


Oysa bilindiği gibi gizin korunması; seramik, metalürji, tıp ve matematik gibi tüm tekniklerin ve bilimlerin başlangıcında genel bir kural olarak uygulanmıştır. Eski Çin ve Hindistan’da, Antik Yunan ve Ortadoğu’da yöntemlerin, aygıtların ve reçetelerin gizli aktarımı hakkında zengin bir belge birikimine bugün sahip bulunmaktayız. Üstelik çok daha yakın bir dönemde Galien’nin kendi öğrencilerinden birini, öğrenmekte olduğu tıp bilimini tıpkı Eleusis Gizemleri’ndeki “Telete” gibi algılaması gerektiği hakkında uyardığını bilmekteyiz. Gerçekten bir mesleğin, bir tekniğin ya da bir sanatın gizlerinin bir kişiye açıklanması inisiyasyon anlamını taşımaktadır. Yine de Simyada, gizlerin iletilmesi çok daha geniş bir mitolojik yapının parçasıdır. Bu yapı şöyle açıklanabilir: “Zamanın başlangıcında, Simya gizleri kimi efsanevi kişilere verilmiştir, ancak sonradan bunlar titizlikle gizlenmiş, mühürlenmiştir; bu uzun saklama döneminin sona ermesi çok yenidir ve artık özgün gizlere yeniden ulaşmak olası olmuştur; elbette, bu gizlerin açıklamalarına ulaşma hakkı yalnızca özel bir inisiyasyondan geçmiş birkaç seçkin kişiye aittir.”


Geçmişin karanlık çağlarından beri saklanan ve kısa süre önce yeniden ortaya çıkarılan eski gizlerin açıklanması” biçiminde kalıplaşmış mitler, İsa’dan önceki son dört yüzyıl boyunca büyük bir yaygınlık göstermişlerdir. Bu temaya Hindistan’da olduğu gibi Ortadoğu’da, Mısır’da ve tüm Akdeniz yöresinde rastlanmıştır. Helenistik çağlarda Platon’un öğrencisi Heraclides Ponticus ile başlayan ve sayısız kehanet kitaplarına, evrenin sonu ile ilgili yapıtlara, Yahudilerin epigraflarına ve “Corpus Hermeticus”a kadar uzanan koskoca bir “gizlerin açıklanması” yazımı geliştirilmiştir.


Bu metinlerde açıklanan gizler, tarihin belli başlı ve kısa süre içinde gerçekleşecek olayları ile bağlantılı olabilirler (kehanet kitapları ve evrenin sonu ile ilgili yapıtlarda olduğu gibi); ya da yetkinliği, bilgeliği, kurtuluşu ve hatta ölümsüzlüğü sağlayacak yöntemleri öğretmek savında olabilirler.


Simya ile ilgili yazım ikinci gruba girer; Çinli, Hintli, Müslüman ve Avrupalı simyacıların yazıları, hastaları iyileştiren, insan yaşamını uzatabilen, metalleri yetkinleştiren yani altına dönüşmelerini sağlayan ve insana ölümsüzlük veren yöntem, deney ve formülleri içermektedir. Bu sonuçların elde edilebiliyor olması, giz ve gizlilik ilkelerinin ortadan kalkmasına yol açmaz. Ko Hung’a göre, iksiri elde eden ve böylece ölümsüz (Hsien) olan kişiler dünyada dolaşmaya devam ederler, ancak ölümsüz olduklarını saklarlar ve onların bu niteliklerini sadece diğer simyacılar fark edebilir. Hindistan’da ise, Sanskritçe ya da gizli dillerle yazılmış olan ve “Siddhi”lerden söz eden geniş bir edebiyat vardır (Siddhi’ler, kendilerini nadiren açığa veren, yüzyıllar boyunca yaşayan yogi simyacılardır). Orta ve Batı Avrupa’da da aynı inanç ile karşılaşılır: kimi simyacılar ve hermetistlerin, kimselere belli etmeden sonsuza kadar yaşadıkları varsayılır (Nicolas Flamel ve eşi Pernelle örneğindeki gibi). Aynı mit 17. yüzyılda “Rose-Croix”lar hakkında, 18. yüzyılda ise daha popüler bir biçimde gizemli Saint-Germain Kontu hakkında da yayılmıştır.


Uzun süren karanlık çağların ardından yeniden ortaya çıkartılan özgün gizler ve bugün bu gizlere sahip olup çalışmalarını herkesten saklayan inisiyeler” biçiminde geliştirilen mitolojik örgü, Simyanın anlaşılabilmesi için büyük önem taşımaktadır. Simyada “Opus” (yapıt) bir inisiyasyon sürecidir, yani insanın varlık koşullarını kökten değiştirmeyi amaçlayan bir dizi özel deneyimler silsilesidir. Ne var ki, başarıya ulaşan simyacı, ulaştığı yeni varlık biçimini herkesin anlayacağı bir dille ifade edemez, “gizli” bir dil kullanmak zorunluğunu duyumsar. Diğer taraftan, şaşırtıcı derecedeki uzun yaşamını ya da ölümsüzlüğünü gizlemelidir. Bu gizliliğin nedeni, Budha’nın “Bhikku”lardan mucizevi güçlerini gizlemelerini istemesindeki nedenle aynıdır: “cahillerin aklı karışabilir ve masumlar yoldan çıkabilir”.


Simyanın kökenleri bir yana bırakılsa da; sağlık, uzun yaşam, metallerin altına dönüştürülmesi, ölümsüzlük iksirinin hazırlanması gibi Simya amaçlarının Doğuda olduğu gibi Batıda da çok uzun bir geçmişe sahip oldukları açıktır. Bu geçmiş, oldukça anlamlı bir biçimde, belirgin bir mitsel-dinsel yapıya bağlanmaktadır. Gerçekten, insana uzun yaşam, gençlik ya da ölümsüzlük sağlayan bir su kaynağı, bir ağaç ya da bir bitkiden söz eden sayısız mit vardır: Hint Veda’larında “Soma”, İran’da “Hacma”, Helenler’de “Ambrosia”, Keltler’de ölümsüzlük besininin bulunduğu efsanevi kazan, Gençlik Pınarı, mucize yaratan otlar ve ulaşılması çok zor olan bir ağacın gençlik veren meyveleri. Tüm Simya geleneklerinde, ama özellikle Çin Simyasında, bazı özel meyve ve bitkiler sonsuz gençliğin ele geçirilmesinde ve yaşamı uzatma sanatında büyük öneme sahiptirler.


Arkaik bir mitsel şema ile Simya arasındaki süreklilik, “kökenlere simgesel geri dönüş töreninin” uyarlanması ve yorumlanmasında çok daha açık biçimde görülür. Örneğin eski Hindistan’da, inisiyasyon töreninin arketipi olan “Diksa” ritüeli ayrıntılı olarak bir “regressus ad uterum” (ana rahmine geri dönüş) temsilidir. Aday, ana rahmini simgeleyen bir kulübeye kapatılır; adayın dölüte dönüştüğü varsayılır; kulübeden çıkış rahimden çıkan dölütü simgeler ve adayın “tanrılar evrenine doğduğu” söylenir. Hindistan’ın en ünlü tıp uzmanlarından Caraka, hastaları iyileştirmek ve yaşlıları gençleştirmek için benzer bir tedavi önerir: hasta, karanlık bir odaya kapatılarak “regressus ad uterum” konumuna sokulur. “Ayurveda”nın bir bölümü özellikle gençleşmeye ayrılmış olup bu bölümün adı, tam karşılığı “Özsu Yolu” anlamına gelen “Rasayana”dır. Ancak Rasayana sözcüğü Simya anlamına da kullanılmaktadır. “Rasa” sözcüğü ise sonraları cıva anlamına kullanılmaya başlanmıştır. Görüldüğü gibi, anne karnına simgesel geri dönüş ve daha yüce ruh durumu içine yeniden doğuş biçimindeki inisiyasyon ritüeli, özellikle gençleşme sağlayan bir teknik olarak Hindistan’daki geleneksel tıp uygulamalarından biri olmuştur. Üstelik, bu yöntemin adı daha sonraları “Simya” anlamına da kullanılmaya başlamıştır.


Regressus ad Uterum” yaklaşımı, Taocu bir teknik olan “Dölüt Soluğu” (Embryonic Breathing) denilen bir uygulama için de geçerlidir. Kişinin, dölüt durumuna benzer bir biçimde kapalı devre soluk almayı taklit etmeye gayret ettiği bu yoga uygulamasında ulaşılmak istenen amacı pek tanınmış olan şu sözler açıklar: “Temele inerek ve kökene dönerek, ihtiyarlık kovulur, dölüt durumuna dönülür.” Bir diğer Taocu metin aynı uygulamayı şöyle aktarır: “ İşte bu nedenle Budha, büyük bağışlayıcılığı ile, ateş Simyasının yöntemlerini açıklamış ve böylece insana, döl yatağına geri dönerek, kendi gerçek doğasını ve yaşamın bolluğunu oluşturma yolunu öğretmiştir.
Bu motif Batının Simya metinlerinde de sık sık görülür. Sayısız örnekler arasından belki de en anlamlısı Paracelsus’un yazdıklarıdır: “Tanrı’nın krallığına ulaşmak isteyen kişi, önce bedeniyle annesine girmeli ve orada ölmelidir.” 18. Yüzyıldan kalma bir metinde şu sözler yer almaktadır: “ Eğer ikinci kez doğmazsam, Tanrı’nın krallığına giremem. Bu yüzden, annemin karnına geri dönmek ve gençleşmek istiyorum.”


Tüm bu simge, ritüel ve uygulamalar, temel bir düşüncenin altını çizmektedir: gençliğe yeniden kavuşmak ya da uzun yaşamak için, kökene geri dönmek ve böylece yaşama yeniden başlamak gereklidir. Ancak bu düşünce, zamanı ya da geçmişi yürürlükten kaldırmak anlamını içermekte, daha doğrusu zamanın akışı üzerinde bir denetimi öngörmektedir.


Eski madencilerin inanç ve uygulamalarında, benzer bir düşünceyi görmek olanaklıdır: “Maden cevherleri, toprak ananın kutsallığına katılırlar.” Maden cevherlerinin, tıpkı dölütler gibi, toprağın karnında geliştikleri ve büyüdükleri inancına oldukça sık rastlanır. Madencilik sanatı, böylece bir tür ebelik niteliğine kavuşmaktadır. Madenci, yeraltındaki dölüt gelişimine müdahale eden kişidir: maden filizlerinin gelişme ritimlerini hızlandıran, doğanın yapıtına destek olarak, daha erken doğum yapmasını sağlayan kişilerdir onlar. Kısaca, uyguladığı teknikler sayesinde insan, yavaş yavaş zamanı ele geçirmekte, insanın emeği Zamanın yapıtının yerini tutmaktadır.


Metalürji, “çocuk” maden filizlerini “yetişkin” madenlere dönüştürür. Bu yaklaşımın altında yatan bir düşünce ise şudur: maden filizleri, yeterince zaman tanınması durumunda, Toprak Ananın karnındayken gelişmelerini tamamlayıp, “saf” maden olma niteliğine ulaşacaklardır. Söz konusu düşüncenin daha ileri taşınması, binlerce yıl boyunca rahatsız edilmeden gelişmelerini sürdüren “gerçek” madenlerin sonunda altına dönüşeceği varsayımıdır. Çok sayıda geleneksel toplulukta yaygın olan bu inanç, Batı Avrupa’da sanayi devrimine kadar varlığını sürdürmüştür. Örneğin henüz İ.Ö. 2. yüzyılda Çinli simyacılar, değersiz madenlerin uzun yıllar geçtikten sonra “soylu” madenlere dönüştüklerini yazmışlardır. Güneydoğu Asya’da yaşayan uluslar da aynı kanıyı paylaşmaktaydılar: “Annam’lılar, ocaklardan çıkartılan altının, yüzyıllar boyunca yavaş yavaş oluştuğuna ve eğer toprağın kazılmasında erken davranılırsa, altının çıkarıldığı noktada bronz bulunacağına inanırlardı”.


Örnekler daha çoğaltılabilir. 18. Yüzyılda Batılı bir simyacının yazdıklarını yinelemekle yetinelim: ” Tasarılarına karşı çıkan engeller olmasaydı, Doğa daima tüm üretimlerini tamamlardı…Bu nedenle, yetkin olmayan metallerin varlığını, doğanın düşük yapması gibi değerlendirmeli, zira bunların ortaya çıkması, doğanın eylemlerinden saptırılması, ellerini bağlayan bir direnişle karşılaşması ve alışageldiği düzenli davranışları önleyen engellerle uğraşması nedeniyledir. Yine bu yüzdendir ki, yalnızca tek bir metali üretmek istemesine karşın, çok sayıda metali üretmiş olmaktan huzursuzdur. Doğanın arzularının tek evladı altındır. Altın, doğanın meşru çocuğudur, çünkü ancak altın onun gerçek üretimi olabilir.


Öyleyse olgunluğa ulaşan bir ürün olmak, altının soyluluğudur; diğer madenler bayağıdırlar, zira olgun değildirler. Diğer bir ifade ile, Doğanın en son amacı madenler evreninin tamamlanması, olgunlaşmasıdır. Tüm madenlerin doğal biçimde altına dönüşmeleri o madenlerin kaderidir, zira Doğa yetkinliğe doğru yol alır.


Altının kışkırttığı bu aşırı övgü, bu konuda bir süre daha oyalanmamızı gerektirir: “Homo Faber”in olağanüstü mitolojisi, tüm mitler, efsaneler ve epik şiirler, doğanın insanlar tarafından fethedilmeye başlanmasını anlatır. Ancak altın, bu mitolojinin kapsamında bulunmaz. Altın, “Homo Religiosus”un bir yaratısıdır, zira bu metal yalnızca simgesel ve dinsel nedenlere bağlı olarak değer kazanmıştır. Ne alet, ne de silah yapımına yaramadığı halde, insanların belki de en fazla işledikleri maden altın olmuştur. Tarihin akışı içinde, taş kullanımından başlayarak sırasıyla tunç, demir ve nihayet çelik işlenmesine kadar tüm teknik yeniliklerde, altın hiçbir rol üstlenememiştir. Üstelik elde edilmesi en zor madenlerden biridir; 6-12 gram altın elde edebilmek için, tam bir ton maden cevherinin yeryüzüne çıkartılması gereklidir. Yine de firavunlar döneminden günümüze dek, insanoğlu ısrarla altın peşindeki şehvetli arayışını sürdürmüştür. Doğanın ve insan varlığının giderek artan biçimde kutsallığını yitirmesine karşın, altının ilksel-simgesel değeri asla yok olmamıştır.


İS. 3. yüzyıldan başlayarak yazılmış olan ve Veda’lardan daha eski ritüel metinleri olan “Brahmana”larda, “Altın, ölümsüzlüktür” diye yazılıdır. Sonuç olarak, metalleri altına dönüştüren iksiri elde eden, ölümsüzlüğe de ulaşacaktır; madenlerin dönüşümü mucize içeren bir gelişime eşdeğerdir. Ünlü simyacı Arnold de Villanova’ya göre, “Doğada öyle saf bir varlık bulunmaktadır ki, Simya ile elde edilip yetkinleştirildiği durumda, dokunduğu tüm yetkin olmayan varlıkları kendine dönüştürecektir.” Diğer bir ifade ile iksir (ya da “Felsefe Taşı”), doğanın işini üstlenmekte ve tamamlamaktadır. “Speculum Minus Alchimiae”de Simone da Colonia’nın dile getirdiği gibi, “Bu sanat bizlere “el iksir” adı verilen bir ilaç yapmayı öğretmektedir. Bu ilaç, yetkin olmayan madenlerin üzerine dökülürse, onları tümüyle yetkinleştirir. İlacın amacı da budur.”
Ben Johnson, “Simyacı” (Alchimiste, 2. perde, sahne 2) adlı piyesinde aynı düşünceyi işler.Piyesteki kişilerden biri olan Surly, Simya ile ilgili bir yaklaşımını paylaşmakta tereddüt etmektedir. Surly’e göre, madenlerin gelişimi hayvanların dölüt olarak gelişimi ile benzerdir ve yumurtadan çıkan civciv ile eşdeğer biçimde, herhangi bir maden toprağın derinliklerinde yavaş yavaş olgunlaşacak ve sonunda altın biçimine gelecektir. “Zira yumurta, aslında bir “in potentia” civcivdir ve doğanın buyrukları ile bu amacına yönelir” diye açıklar Surly. Oyunun bir diğer karakteri olan Subtle söyle yanıtlar: “Kurşun ve diğer madenler de tıpkı öyledir. Onlara zaman tanınsa, altın biçimine gelirler.” Bir başka kişi, simyacı Mammon söze karışır: “Bizim sanatımız işte böyle gerçekleşir.”


Dahası, iksirin tüm organizmaların zaman ritmini, yani gelişmelerini hızlandıracağına da inanılırdı. Ramon Lull şunları yazmıştı: “İlkbaharda muazzam ve harikulade sıcaklığı ile “taş”, bitkilere yaşam verir; bir tuz taneciği kadarını su dolu bir ceviz kabuğu içinde eritirsen ve bununla bir asmayı sularsan, mayıs ayında olgun üzümler elde edersin.” Tıpkı Arap ve Batı Simyası gibi, Çin Simyası da iksirin tedavi edici evrensel özelliklerini hep övmüştür. Ko Hung sık sık, iksirin sıradan metalleri “iyileştireceğini” ve onları altına dönüştüreceğini yineler. Roger Bacon, “Opus Majus” adlı yapıtında felsefe taşı ya da iksir terimlerini kullanmaksızın “en değersiz madenlerin bile saflıklarını ve yetkinliklerini sağlayacak, bedenin pisliklerini yok edecek ve böylece ölümü engelleyerek, yaşamı yüzyıllar boyu sürdürecek bir ilaç” bulunduğundan söz etmektedir. Arnold de Villanova’ya göre “felsefe taşı tüm hastalıkları iyileştirir…Bir ay sürecek bir hastalığı bir günde, bir yıl sürecek olanı on iki günde, daha uzun sürecek olanı ise bir ayda iyileştirir. Yaşlılara gençliği geri verir. ” Böylece, “Opus Alchimicum”un temel gizinin, simyacıya “insansal zaman” ile “kozmik zaman” üzerinde egemenlik vermek olduğu anlaşılır.


Doğada üç farklı zaman ritminin bulunduğu ayrımsanabilir; jeolojik zaman, bitkisel ve hayvansal zaman, ve insansal zaman. Diğer bir söyleyiş ile, doğa muazzam bir canlı organizmadır ve doğayı oluşturan her şey – madenler, taşlar, bitkiler, hayvanlar ve insanlar – bir tohumlama, bir filizlenme ve bir doğum sonucu meydana gelmiştir. Yine de yaşam ritimleri her yaşam biçimi için farklıdır; madenlerin olgunluk düzeyine ulaşmaları binlerce yıl sürer, oysa bitkiler bir kaç ay içinde büyürler, çoğalırlar ve ölürler. Zamana egemen olmak için bu farklı ritimleri denetlemek, zamansal döngüleri değiştirebilmek gerekir. Daha önceden sözü edildiği gibi, eskiden madenciler ateş sayesinde madenlerin gelişimini hızlandırdıklarına inanırlardı. Simyacılar daha tutukluydular: değersiz madenleri “iyileştirerek”, onların olgunlaşma için gereken sürelerini hızlandıracaklarını, bu madenleri daha “soylu” madenlere ve en sonunda altına dönüştürebileceklerini düşlerler; daha da ileri giderek, iksir sayesinde insanları hastalıklardan kurtaracaklarına, gençleştireceklerine ve yaşamlarını sonsuza kadar uzatarak onlara ölümsüzlüğü vereceklerine inanırlardı. Özetle, simyacılar için yaşam, organik zamanın “Epiphania”sıydı (Cisimleşme). Ancak, doğal çevrime etkin olarak müdahale eden simyacı, “Eskatolojik” olarak nitelendirilebilecek yeni bir olguyu devreye sokmaktaydı. İyileştirme, hızlandırılan olgunlaşma ve doğanın yarattıklarının yetkinleştirilmesi, yani bir bütün olarak “Opus Alchimicum”, doğal bir eskatolojinin meydana çıkmasına neden olmaktadır; zira simyacı, doğanın “gerçekleşmesini ve sonunu” öncelemektedir.

Böylesi bir yaklaşım, İsa sayesinde kozmik bir kurtuluşa ulaşmayı hayal eden, yani ayinin kutsallığı vasıtasıyla kozmik özdeğin dönüşümünü ümit eden, Teilhard de Chardin’in düşünceleri ile kıyaslanabilir. Batılı Simyanın içerdiği dinsel ideoloji ile Teilhard de Chardin’in iyimser teolojisi arasında bir simetri bulunmaktadır.


Ancak öncelikle Batı ve Orta Avrupa’da simyanın nasıl geliştiğine kısaca göz atmak doğru olur. İtalya’da Rönesans döneminin başlangıcında Helen Hermetizminin ve Neoplatonculuğun yeniden keşfedilmesinin yarattığı heyecan yaklaşık olarak iki yüzyıl kadar sürmüştür. Neoplatoncu ve Hermetik öğretilerin, o dönemdeki felsefe ve sanat üzerinde derin ve yaratıcı bir etki yaptıklarını; doğa bilimleri ile Simyanın eğitimin ve politika kuramlarının gelişiminde önemli bir rol oynadıklarını bugün biliyoruz.


Simyanın, madenlerin “büyümesi” ve dönüşümü, zorunlu giz saklama, felsefe taşı ve iksir gibi temel bazı unsurlarının Ortaçağdan başlayarak Rönesans ve Reforma kadar nesilden nesile aktarıla geldiğini anımsamalıyız. Örneğin 17. yüzyıl bilim adamları, madenlerin “büyümesi” hayalinden hiç kuşku duymadan, tam tersine, simyacıların doğaya destek olup olamayacaklarını irdeliyorlar, “bunu daha önce gerçekleştirdiğini ileri sürenlerin ise, namuslu mu, salak mı, yoksa şarlatan mı olduklarını tartışıyorlardı”. Rasyonel kimyanın ilk büyük temsilcisi olduğu kabul edilen, deneysel çalışmaları ile ünlü Herman Boerhaave (1664-1739), madenlerin dönüşümü hakkındaki inancını sürdürüyordu. Simyanın Newton tarafından gerçekleştirilen bilimsel devrim üzerindeki önemli etkisi de göz ardı edilmemelidir.


Ne var ki, Neoplatonculuk ve Hermetizm etkisi altında Ortaçağın Simyası başvuru dizgesini genişletmekteydi. Aristocu model artık yerini; insan, evren ve yüce Varlık arasında bağlantı sağlayan tinsel arabulucular üzerinde ısrarla duran Neoplatoncu modele bırakmıştı. Simyacı ile doğa arasında işbirliğini öngören eski ve evrensel inanış, bu gelişme ile birlikte din bilimsel bir anlam kazanıyordu. Buna bağlı olarak Simyacılar, tıpkı İsa’nın ölümü ve dirilişi ile insanlığı kurtarması gibi, “Opus Alchimicum” ile doğanın kurtuluşunun sağlanacağını düşünüyorlardı. 16. Yüzyılda yaşayan hermetist Heinrich Kunrath, felsefe taşı ile “Makrokozmosun Oğlu” İsa’yı özdeşleştiriyordu; insan denen Mikrokozmos zaten İsa tarafından bütünlenmemiş miydi! Jung, Rönesans dönemindeki Simyanın bu dinsel niteliğine büyük önem vermiş, İsa ile felsefe taşı arasındaki koşutluğu titizlikle incelemişti. 18. Yüzyılda, Benediktin keşişi Dom Pertney, Hıristiyan Gizeminin simyacı yorumunu şöyle kaleme almıştı: “…İksir dedikleri aslında, erden bir toprakta cisimleşen evrensel tinin bir parçasıdır; damıtılarak elde edilmeli, sarsılmaz yetkinliğe ulaşması için gereken tüm işlemlerden geçirilmelidir. İlk aşamada bulanıktır, kendi kanını akıtır; çürüme sırasında ölür; siyah rengin ardından beyazlaşma başlayınca mezarın karanlıklarından sıyrılır ve zaferle dirilir; çok incelerek göğe yükselir, oradan yaşayanları ve ölüleri yargılar, her birini yapıtlarına göre ödüllendirir. Ölüler, insanın saf olmayan, özünden uzaklaşmış kısmıdır; ateşe dayanıklı değildir ve “Gehenne” (Cehennem) içinde yok olur.

Rönesans’tan itibaren eski işlevsel Simya, yeni kazandığı mistik ve dinsel yorumlamaları ile birlikte, doğa bilimlerini ve sanayi devrimini zafere taşıyacak olan olağanüstü kültür değişimi üzerinde ağırlıklı bir rol üstlenmiştir. Simyanın yapıtları sayesinde, insanı ve doğayı yeniden kazanmak umudu, Batıda Hıristiyanlığın Giacchino del Fiore’den beri saplantısı biçimine gelen kökten bir “Renovatio” (Yenilenme, Yeniden Doğuş) özleminin uzantısından başka bir şey değildir. Bu gençleşme ya da “Tinsel Rönesans”, Hıristiyanlığın temel amacıdır; ancak çeşitli nedenlerle kurumsal din yaşantısı içinde giderek önemini yitirmiştir. Arda kalan bir “tinsel yeniden doğuş” özlemi, kolektif bir “metanoia” umudu, Ortaçağdaki “Bin Yılcı” halk hareketlerini esinlendiren beklentinin biçim değiştirmesi, kehanetler, mistik hayaller ve Hermetik Gnosis’tir. Tüm bu umutlar, “Opus Alchimicum”un yeniden yorumlanmasında esin kaynağı olmuştur. Ünlü simyacı, matematikçi ve bilim adamı John Dee, madenlerin dönüşüm gizine sahip olduğuna inanıyordu ve İmparator II. Rudolf’u buna ikna etmişti. Dee, okült işlemler vasıtasıyla özgür bırakılan tinsel güçlerin dünyayı değiştirebileceğini düşünüyordu. Sayısız çağdaşı gibi İngiliz simyacısı Elias Ashmole da; Simya, astroloji ve büyünün o dönemdeki bilimlere katkıda bulunduğuna inanıyordu. Paracelsus ve Van Helmond’un öğrencileri için ancak “Kimya Felsefesi” (Simya) ya da “Gerçek Tıp” çalışmaları ile doğayı anlamak olanaklıydı; dünyanın ve evrenin gizlerini açıklayacak olan astronomi değil, kimya idi; ve de Simyanın tanrısal bir anlamı vardı.

Yaratılışı bir çeşit kimya işlemi olarak değerlendirince, dünyadaki ve uzaydaki olguları da kimya terimleri ile yorumlamak gerekiyordu; simyacı, dünyada ve uzayda yer alan varlıkların gizlerini Makrokozmos-Mikrokozmos ilişkisine dayanarak öğrenebilirdi. Robert Fludd, insan bedenindeki kan dolaşımına, güneşin devinimine koşut bir açıklama getirmişti.

Çoğu çağdaşları gibi Hermetizm ve Simya meraklıları da, tüm sosyal, kültürel ve dinsel kurumlarda kökten bir dönüşüme hazırlanmakta ve bu değişimi beklemekteydiler.
Bu evrensel “Renovatio” için kaçınılmaz ilk aşama bilimde reform olmalıydı. 1614 Yılında yazarı bilinmeyen bir yapıt, “Fama Fraternitatis” bilimin yenilenmesi çağrısı ile “Rose-Croix” tarikatının düşünsel akımını başlattı.

Tarikatın efsanevi kurucusu Christian Rosenkrantz, tüm bilimlerin gerçek gizlerine ulaşmış bir kişi olarak düşünülürdü. Yalnızca Rose-Croix üyelerinin bildiği ve herkesten saklanan birçok kitap yazdığı ileri sürülürdü. İşte böylece 18. yüzyıl başlarında çok iyi bilinen bir olgunun yinelenmesini görmekteyiz: mitolojik bir kişi, bir gizli inisiye grubuna temel açıklamaları aktarmıştır; yüzyıllarca saklı tutulduktan sonra bu bilgilere yeniden ulaşılır; sayısız Çin ve Yunan metinlerinde görüldüğü gibi, bu buluş tüm dünyaya duyurulur; içtenlikle gerçeğin ve kurtuluşun peşinde koşan kişilerin dikkatlerine sunulur; yine de bu gerçekler, tarikat dışındakilerden gizlenecektir. “Fama Fraternitatis” yazarı aslında Avrupa’nın tüm bilim adamlarından bilgilerini gözden geçirmelerini ve reformu hızlandırmak için Rose-Croix’lara katılmalarını istemektedir.


Bu çağrıya yanıt öylesine geniş oldu ki, on yıldan daha kısa bir süre içinde, bu gizli örgütle ilgili yüzlerce kitap ve broşür yayınlandı. 1619 Yılında, “Fama Fraternitatis” yazarı olduğu düşünülen Johann Valentin Andreae, Bacon’a “Yeni Atlantis” adlı yapıtın esinini verecek olan “Christianopolis” adlı bir kitap yayınladı. Bu kitapta Andreae, bir kent-örgüt kurulmasını öneriyordu. Bu örgütün amacı, “Felsefi Kimya” üzerine yapılanan yeni bir bilgi yöntemini geliştirmek olmalıydı. Bu ütopik kentin merkezi, “gök ile yerin birleştiği ve doğa kitabına yazılmış tanrısal gizemlerin araştırılacağı” bir tür laboratuar olacaktı.


Fama Fraternitatis” ile Rose-Croix’ları destekleyenler arasında, “Kraliyet Koleji” üyesi ünlü mistik simyacı Robert Fludd önde geliyordu. Fludd, okült bilimler üzerinde ciddi bir eğitimi olmayan kimselerin doğa felsefesinin bilgilerine ulaşmalarının olanaksız olduğunu ateşli bir dille belirtmekteydi. Fludd için, “Gerçek Tıp” bu felsefenin temeliydi: Mikrokozmos, yani insan bedeni, hakkındaki bilgilerimiz bize evrenin yapısını da öğretmekte ve bizi Yaratıcımıza yönlendirmekteydi; üstelik, evren hakkında ne kadar çok şey öğrenebilirsek, kendimiz hakkında bilgimiz o denli artmaktaydı.


Son dönemlerde gerçekleştirilen kimi çalışmalar, özellikle Delsus ve Yates tarafından yazılanlar, “Felsefi Kimya” ile okült bilimler üzerine yapılanan doğa bilimleri araştırmalarının sonuçlarını yeni bir ışık ile aydınlattılar. Yeterli teknik donanıma sahip laboratuarlarda gerçekleştirilen deneyler ile Simya reçetelerinin geliştirilmesine verilen önem, rasyonel kimyanın önünü açmaktaydı. Bilim adamları arasında sürekli ve sistemli bilgi alışverişi, çok sayıda akademilerin ve bilim derneklerinin kuruluşuna öncülük ediyordu. Yine de, “Gerçek Simya” düşü, bilimsel devrimin yaratıcılarını etkilemeyi sürdürmekteydi. 1658 Yılında yayınlanan bir denemesinde Robert Boyle, Simya gizlerinin özgür dolaşımını talep ediyordu; Newton ise, tam tersine, Simyanın gizlerinin tehlikeli olduğunu düşünüyor ve “Royal Society of Sciences” (Kraliyet Bilimler Derneği) sekreterine yazdığı bir mektupta Boyle’nin Simya bilgilerini gizli tutması gerektiğini bildiriyordu.


Newton, kendi Simya araştırmalarının ve deneylerinin sonuçlarını hiç yayınlamadı; ancak, 1940 yılına kadar ihmal edilen sayısız el yazmaları Profesör Dobbs tarafından incelendi ve “The Foundations of Newton’s Alchemy” (Newton Simyasının Temelleri) adlı bir yapıtta toparlandı. Dobbs, Newton’un “ne kendisinden önce, ne de kendisinden sonra yapılmadığı kadar derinlemesine, tüm eski Simya yapıtlarını incelediğini” belirtiyordu. Newton, bu yapıtlarda kendi kozmolojik sisteminde kullanabilmek için dünyanın yapısını araştırıyordu: çekim gücü hakkındaki buluşu bile Newton’u tümüyle doyurmamıştı. 1668’den başlayarak süren yoğun deneylerine karşın, 1679-1680 yıllarında yörünge deviniminin dinamiğini titizlikle incelemeye başlayıncaya kadar, cisimlerin devinimini yöneten enerjiyi bulamamıştı; bu çalışmalar Newton’un kozmosun kimyasal çekimi hakkındaki düşüncelerinin uygulamasıydı.


Newton, ilk zamanlardan bu yana “Tanrının, gerçek din ve doğa felsefesi gizlerini birkaç seçkin kişiye öğrettiğine, sonradan bu bilgilerin yitirildiğine, ancak kimi bölümlerini yeniden bulunduklarına ve masallara, mitolojik öykülere karıştıklarına” inanıyordu. Modern çağlarda bu bilgilere ancak deneyler yoluyla ulaşılabilirdi. İşte bu nedenledir ki Newton, gerçek gizleri barındırdığını varsaydığı ezoterizme yönelmişti.


Modern fizik ve mekanik bilimlerinin kurucusu olan Newton’un, ne okült açımların teolojisini, ne de Simyanın temeli olan madenlerin dönüşümü ilkesini asla reddetmemiş olması çok aydınlatıcıdır. Optik üzerine çalışmasında şunları yazmıştır: “Cisimlerin ışığa dönüşmesi ya da bu dönüşümün tersi, bu tür dönüşümlerden mutlu olduğu belli olan doğanın yasalarına uygundur.”


Profesör Dobbs’a göre, “Newton’un Simya hakkındaki düşünceleri öylesine derin temellere sahiptir ki, genel olarak onların değerinden asla kuşku duymamıştır ve 1675’ten sonra tüm çalışmalarını, Simyayı mekanik ile bütünleştirmeye adamıştır”. Newton’un ünlü yapıtı “Principia” yayınlandığında, düşmanları kitapta açıklanan güçlerin aslında okült güçler olduğunu ileri sürmüşlerdir. Dobbs, bu eleştirinin yabana atılmaması gerektiğini belirtir: “Newton’un güçleri, Rönesans okült literatüründe görülen, sempati ve antipati etkilerine çok benzemektedir. Ancak Newton bu güçlere, madde ve enerjiye denk gelen ontolojik bir statü kazandırmıştır. Bu güçleri ölçümleyerek, mekanik bilimini hayalcilikten kurtarmıştır.”


Richard Westfall, “Force in Newton’s Physics” (Newton Fiziğinde Güç) adlı yapıtında modern bilimin, hermetik gelenek ile mekanik felsefenin birleşmesinden doğduğu sonucuna ulaşır. Ancak bilim, şaşırtıcı gelişimi sırasında, hermetik mirasını bilmezden gelmiş ya da reddetmiştir. Diğer bir anlatım ile, Newton mekaniğinin başarısı kendi bilimsel ülküsünün ortadan kalkması ile sağlanmıştır; aslında Newton ve çağdaşları, gerçekleşenden çok farklı bir bilimsel devrimi beklemekteydiler.


Rönesans dönemi simyacılarının umutlarını ve doğayı kurtarma yönündeki amaçlarını geliştirerek ve sürdürerek Paracelsus, John Dee, Comenius, Andreae, Ashmole, Fludd ve Newton gibi farklı insanlar, Simyada çok daha tutkulu bir girişimin modelini görebilmekteydiler: yeni bir bilimsel yöntem ile insanın yetkinleşmesi. Onlara göre böylesi bir yöntem; doğa bilimleri, hermetik gelenek ve boş inançların üstünde bir Hıristiyanlığın bütünleşmesini sağlayacaktı. Bu tutkulu sentez, gerçekten de Platoncu, Aristocu ve Neo-platoncu metafizik düşüncelerin sentezi ile kıyaslanabilecek ölçüde önemli bir dinsel yenilik anlamına da geliyordu.


17. Yüzyılda ortaya çıkan bu yeni bilim yaklaşımı, Hıristiyan Avrupa’nın son dinsel atılımı oldu. Eski Yunan’da bilimin dinsel sistemlere bağlanmasını Pisagor ve Platon, önermişlerdi. Ama din-bilim bütünleşmesi en yoğun biçimde Çin kültüründe kendini göstermişti; bu nedenle, Çin’de kozmolojik, etik ve ontolojik etkileşimlerini dikkate almadan sanat, bilim ve teknolojinin kavranması olanaksızdır.


Sonuç olarak simyacının, ilk insanların doğayı değiştirmeleri ile başlayan çok eski bir projenin son aşamasını tamamladığı söylenebilir. Simyanın dönüşüm kavramı, doğayı değiştirmek isteyen insan eylemi hakkındaki unutulmuş bir inancın son ifadesidir. Simya miti, çok ender rastlanan iyimser mitlerden biridir; aslında “Opus Alchimicum” sadece doğayı dönüştürme, yetkinleştirme ya da yenilemekle yetinmez, yetkinliği insanın varoluşuna da yaygınlaştırmaya çalışır; insana sağlık, sonsuz gençlik ve hatta ölümsüzlük vermeye çabalar.


Dinler tarihi perspektifi altında, yitirilmesi tüm dünya üzerinde sayısız acıklı efsanelere esin kaynağı olan, insanın özgün yetkinliğine yeniden kavuşması umudunun Simyanın amacı olduğu belirtilmelidir.


Simyacı için, insan da bir “Yaratıcıdır”: doğayı yenileyebilir ve zamana egemen olabilir; böylece tanrısal yaratımı yetkinleştirir. Bu doğal eskatolojiyi, Teilhard de Chardin tarafından geliştirilmiş bulunan ve bilinen en iyimser Hıristiyan yaklaşımı olan evrimci teoloji ile kıyaslamak olanaklıdır. Kuşkusuz insanoğlunun, sonsuz imgelemi olan yaratıcı bir varlık olarak kavranması, 19. Yüzyıl düşüncesinde Simya ülkülerinin etkilerini sürdürmelerini açıklamaktadır. Ancak bu ülküler o dönemde tümüyle laikleşmişler; Simyanın kendisi yok olduğu için, genel düşünsel eğilimlerle uzlaşmışlardır. Deneysel bilimlerin zaferi, Simyanın düşlerini ve ülkülerini ortadan kaldıramamış ve 19. yüzyılın yeni ideolojisi, bu düş ve ülküleri sonsuz gelişim miti çevresinde billurlaştırmıştır. Sanayiin ve deneysel bilimlerin gelişimi ile doğrulanan bu ideoloji, simyacıların kökten laikleşen düşlerini yeniden ele alarak, bunlara farklı boyut ve atılımlar kazandırmıştır. Doğanın kurtarılması ve yetkinleşmesi mitleri, biçim değiştirerek sanayileşmiş toplumların “Prometheus” benzeri projelerinde yaşamaya devam etmektedir.

Kaynaklar

Mircea Eliade, Le Mythe de l'Alchimie

Mircea Eliade, Forgerons et Alchimistes

Titus Burckhardt, Astroloji ve Simya
 
Üst