astroloji

angeldream

Kayıtlı Üye
Katılım
9 Şub 2008
Mesajlar
79
Tepkime puanı
20
Astroloji büyük olasılıkla geçmişi en gerilere dayanan konu olduğu gibi aynı
zamanda da en az dikkate alınanıdır. Astroloji çok, çok eski zamanlardan
kalmadır çünkü insanlık tarihini incelerken gidebildiğimiz geçmişteki en uç
noktada bile var olmuştur. İsa'dan yirmi bin yıl öncesine dayanan Sümer
uygarlığından kalma astrolojik yazıtlara rastlanmıştır. Bu kalıntılarda
kemik üzerine yazılmış astrolojik yazılar ve Ay'ın gökyüzündeki yörüngesinin
çizimleri mevcuttur.

Aslında Hindistan'da bu ilim daha da öncelere dayanır. Rigveda'da ancak
doksan beş bin yıl öncesinde var olmuş olabilecek bir takımyıldızından söz
edilir. Bu yüzden Lokmanya Tilak, Vedalar'ın daha eskiye dayanıyor olması
gerektiği sonucuna varmıştır: Vedalar'ın tarif ettiği takımyıldızı ancak
bundan doksan beş bin yıl önce belli bir anda var olabilmiş olabileceğine
göre, o belli Vedalar'a ait bilgi de en azından doksan beş bin yıl öncesine
dayanıyor olmalıdır.

Vedalar'a ait bu bilgi kitaba daha sonradan eklenmiş olamaz. Daha sonra
gelen genç kuşakların bunca yıl önce var olmuş bir takımyıldızını
saptayabilmiş olmaları mümkün değildir. Oysa artık günümüzde çok uzak bir
geçmişte, belli bir anda yıldızların hangi pozisyonda bulunmuş olduğunu
hesaplayabilmek için başvurabileceğimiz bilimsel yöntemler mevcuttur.

Astrolojinin en derin yasaları öncelikle Hindistan'da keşfedilmiştir.
Gerçekte matematiğin doğmasının tek nedeni de astrolojidir. Astrolojik
hesaplamalar yapabilmek için, matematiğe gereksinim doğmuştur.

Matematikte kullanılan rakamlar Hindistan'da keşfedilmiştir; dünyanın bütün
dillerindeki birden ona kadar olan rakamların temeli Hint kökenlidir. Tüm
dünyada kabul edilmiş olan ondalık sistem de Hindistan'da doğup oradan da
tüm dünyaya yayılmıştır. İngilizce'de dokuz anlamına gelen 'nine' sözcüğü,
Sanskritçe'deki 'nav' sözcüğünün bir türevidir. Sekiz anlamına gelen 'eight'
ise yine Sanskritçe'deki 'aht' sözcüğünden türemiştir. Birden dokuza kadar
olan ve tüm dünya dillerinde yaygın olarak hüküm süren rakamlar varlığını
hep Hint astrolojisinin etkisine borçludur.

Astrolojinin varlığıyla ilgili ilk bilgiler Sümer uygarlığına Hindistan'dan
ulaşmıştır. İsa'dan altı bin yıl önce Batı dünyasına astrolojinin kapılarını
ilk olarak açan da Sümer uygarlığı olmuştur. Yıldızların bilimsel olarak
incelenebilmesi için temel oluşturmuş olanlar Sümerlilerdir. İki yüz metre
yüksekliğinde dev bir kule inşa edilmiş ve Sümerli rahipler yirmi dört saat
boyunca bu kuleden gökyüzünü gözlemlemiştir. Sümerli metafizikçiler kısa
süre içinde insanoğlunun başına gelen her şeyin son noktada bir şekilde
yıldızlara bağlı olduğunu, yıldızların olayların kaynağı olduğunu
öğrenmişlerdir.

İsa'dan altı bin yıl önceki Sümer inanışına göre hastalıklar, salgınlar hep
yıldızlarla ilişkiliydi. Günümüzde bu bakış açısı bilimsel bir temele
dayanmaktadır. Ve günümüzde astroloji bilimini kavrayabilen kimseler,
insanlık tarihini Sümerlilerin başlatmış olduğunu savunur.

1920 yılında Rus bilimci Chijevsky bu konuyu derinlemesine incelemiş ve her
on bir yılda bir Güneş'te dev patlamalar meydana geldiğini saptamıştır. Her
on bir yılda bir Güneş'te nükleer bir patlama meydana gelmektedir. Chijevsky
Güneş'te bu nükleer patlamalar olduğu zaman, dünyada da savaşlar ve
ihtilallerin ortaya çıktığını keşfetmiştir. Ona göre geçmiş yedi yüzyıl
boyunca, bu olgu ne zaman ortaya çıksa, dünyada da felaketlerin oluşmasına
neden olmuştur.

Chijevsky'nin bu saptaması inkâr edilemez olduğu halde Marksist bakış
açısına ters düştüğü için onun 1920'de Stalin tarafından tutuklanıp hapse
atılmasına neden oldu ve ancak Stalin'in ölümünden sonra serbest
bırakılabildi. Stalin Chijevsky'nin vardığı sonuçları çok tuhaf bulmuş
olmalı. Marksist ve komünist düşünceye göre dünyada meydana gelen her
devrimin temelinde insanlar arasındaki ekonomik farklılıklar yatıyordu. Oysa
Chijevsky devrimlerin nedeninin Güneş'teki patlamalar olduğunu savunuyordu.

Güneş'te meydana gelen patlamaların insanların yoksul veya zengin
oluşlarıyla nasıl bir bağlantısı olabilirdi ki? Eğer Chijevsky'nin tezi
doğruysa, Marks'ın sistemi tümüyle çöküyordu. O zaman artık devrimlerin
nedeni ekonomi ve sınıfsal çatışmaya dayandırılamı- yordu; bu durumda
devrimlerin nedenini artık yalnızca astroloji açıklayabiliyordu.

Chijevsky'nin yanıldığı kanıtlanamadı. Yedi yüzyılı kapsayan hesaplamaları
öylesine doğru; Güneş'in patlamalarıyla birbirine bağladığı dünyevi olaylar
öylesine yakındı ki, yanıldığını kanıtlamak çok güçtü. Oysa onu Sibirya'ya
göndermek çok basit bir çözümdü.

Stalin'in ölümünden sonra Khrushchev, Chijevsky'in Sibirya'dan geri
dönmesini sağladı. Bu adamın yaşamının neredeyse en verimli elli senesi
Sibirya'da boşa gitmişti. Serbest kaldıktan sonra yalnızca beş altı ay daha
yaşamış olmasına karşın, teziyle ilgili daha da önemli kanıtlar toplamayı
başarmıştı. Bu sırada dünyadaki salgın hastalıkları da Güneş'in etkilerine
bağladı.

Güneş bizim genel kanımızın aksine sabit bir ateş topu değil, sonsuz
derecede canlı, dinamik ve ateşli bir organizmadır. Güneş'in durumu her
dakika değişir. Ve onun durumu biraz da olsa değiştiğinde bu, dünyadaki
yaşamı da etkiler. Güneş'te bir şey gerçekleşmeksizin, dünyada da
gerçekleşmez. Güneş tutulması olduğu zamanlarda ormandaki kuşlar yirmi dört
saat önceden ötmeyi bırakır. Tutulma sırasında dünya tümüyle sessizleşir.
Kuşlar ötmeyi bırakır ve tüm hayvanlar stres altına girip, ürkek ve endişeli
bir hal alırlar. Maymunlar ağaçlardan aşağı inerler. Daha korunaklı bir
ortam sağlayabilmek için gruplar oluştururlar. Normalde sürekli aralarında
dedikodu yapan, birbirlerini yuhalayan bu maymunların tutulma sırasında
meditasyon yapan bir kişiden bile daha sessiz bir hal alıyor olmaları da
oldukça şaşırtıcıdır.

Bu konuyu tümüyle Chijevsky açıklığa kavuşturmuş olsa da, bu tarz düşünce
biçimi öncelikle Sümerlerde ortaya çıkmıştır. Daha sonra Paracelsus adında
İsviçreli bir fizikçi bu konuda yeni keşiflerde bulunmuştur. Eşi bulunmaz
bir keşfe imza atmıştır ki bu bilgi bugün olmasa bile bir gün mutlaka tıp
bilimini olduğu gibi değiştirecektir. Şu ana kadar bu keşif geçerli
sayılmıyordu çünkü astroloji oldukça göz ardı edilmiş bir daldır; en eski,
en göz ardı edilmiş ve aynı zamanda da en çok saygı gören daldır.

Geçen yıl Fransa'da nüfusun yüzde kırk yedisinin astrolojiye inanmakta
olduğu saptanmıştır. Amerika'da ise şu anda beş bin adet astrolog gece
gündüz demeden sürekli çalışmaktadırlar. O kadar çok müşterileri var ki asla
işlerini tamamlayamıyorlar; Amerikalılar her yıl astroloji için milyonlarca
dolar harcıyor. Dünya nüfusunun yaklaşık yüzde yetmiş sekizinin astrolojiye
inandığı sanılıyor. Bu yüzdeyi sıradan halk oluşturuyor. Düşünürler ve
entelektüeller ise astroloji dendiği anda hemen kırmızı alarma geçiyorlar.

C. G. Jung üç yüzyıldır üniversitelerin kapılarının astrolojiye kapalı
olduğunu ama gelecek otuz yıl içinde bu kapıların yeniden açılacağını
söylemişti. Bunun gerçekleşeceğini, çünkü astrolojinin şu ana kadar
kanıtlanamamış olan saptamalarının kanıtlanabilir hale geleceğini
düşünüyordu.

Paracelsus kişinin ancak kendisiyle, doğum anında oluşmuş olan yıldız dizimi
arasındaki uyum bir şekilde bozulduğu zaman hasta olabileceğini
keşfetmiştir. Bu konu biraz açıklama gerektirir. Paracelsus'tan uzun yıllar
önce, MÖ altı yüzyıl kadar önce Pythagoras gezegenler arası uyum prensibini
ortaya çıkarmıştır. Pythagoras Yunanistan'da bu iddiayı ortaya attığı zaman,
Mısır ve Hindistan'dan yeni dönmüştü. Hindistan ziyareti sırasında orada
Buda ve Mahavir'in fikirleri yoğun bir biçimde özümsenmiş durumdaydı.
Yunanistan'a döndükten sonra raporlarına Budist ve Jaina rahipleriyle ilgili
bilimsel bilgiler de eklemişti. Jaina rahiplerine Jainasophists adını verip
çıplak dolaştıklarını da yazılarına eklemişti.

Pythagoras'a göre her yıldız, her gezegen ve her uydu uzayda dolaşırkenki
hareketi esnasında benzersiz bir titreşim yayıyordu. Yıldızların her
hareketi bir titreşim yaydığı gibi, her yıldızın kendine özgü, bireysel bir
hareket etme biçimi mevcuttu. Tüm yıldızların toplam hareketi onun evrenin
uyumu adını verdiği müzikal bir armoni oluşturuyordu.

Doğduğun zaman yıldızların o anda oluşturduğu melodi zihnine en taze, en
bilgisiz ve en hassas olduğu anda, yani doğum anında yazılır. Yaşamın
boyunca bu sana sağlık veya hastalık getirecektir. Doğum anında gerçekleşmiş
olan orijinal melodiyle uyumlu bir şekilde yaşarsan sağlıklı olursun. Bu
temel müzikal armoniyle olan uyumun kesintiye uğradığı zaman da hasta
olursun.

Bu anlamda Paracelsus çok önemli işlere imza atmıştır. O, hiçbir hastaya o
kişinin kundalini'sini, yani astrolojik doğum haritasını görmeksizin ilaç
yazmazdı. Ve ilginçtir ki bir kez yıldız haritasını inceledikten sonra —
başka doktorların kafasını karıştırmış — tedavi edilmesi mümkün olmayan
hastaları iyileştirirdi. O, "Kişinin doğduğu anda yıldızların pozisyonunu
bilmeden, onun içsel ahenginin notalarını bilmem de olanaksızdır. Ve içsel
ahenginin düzenini bilmeksizin onun sağlığına kavuşmasını nasıl
sağlayabilirim?" derdi.

Peki burada sağlıktan ne kastediliyor? Bunu anlamamız lazım. Normalde bir
doktora sağlığın ne anlama geldiğini sorarsak, hastalıksız olmak anlamına
geldiğini söyleyecektir. Oysa bu olumsuz bir tanımlamadır. Sağlığı hastalık
üzerinden tanımlıyor oluşumuz talihsizliktir. Sağlık olumlu, hastalık ise
olumsuz bir şeydir. Sağlık bizim doğamız, hastalık ise doğamızın uğradığı
bir saldırıdır. Demek ki sağlığı hastalık üzerinden tanımlıyor oluşumuz
oldukça tuhaftır. Ev sahibini konuk üzerinden tanımlamak çok tuhaftır.

Sağlık bizimle birlikte var olur, hastalık ise arada sırada gelir. Sağlık
bize doğumla birlikte eşlik etmeye başlar, hastalık ise yüzeysel bir
olgudur. Oysa bir doktordan sağlığın tanımını yapmasını istediğimizde o
yalnızca sağlığın hastalığın yokluğu olduğunu söyleyebilecektir.

Paracelsus bu yorumun yanlış olduğunu, sağlık kavramının olumlu olarak
tanımlanması gerektiğini savunurdu. Peki sağlık kavramını olumlu olarak
yorumlayacak, yaratıcı bir tanıma nasıl ulaşabiliriz?

Paracelsus, "İçsel ahenginizin içinde bulunduğu durum bilinmeden, yalnızca
hastalığınızdan azat edilmeyi umabilirsiniz çünkü asıl sağlık kaynağınız
içsel ahenginizdir. Bir hastalıktan kurtulsanız bile hemen diğerine
yakalanırsınız çünkü içsel ahenginizle ilgili bir çalışma yapılmamıştır.
Oysa onun desteklenmesi şarttır." derdi.

Paracelsus'un üzerinden beş yüz sene geçti ve onun keşifleri unutulup gitti.
Oysa son yirmi yıldır astroloji yeniden su yüzüne çıkmaya başladı. Bu
süreçte yeni bir bilim dalı ortaya çıktı. Size biraz bu yeni daldan söz
edeceğim ki astroloji ilmini daha iyi anlayasınız.

1950'de kozmik kimya adında yeni bir bilim dalı doğdu. Bu bilim dalını
ortaya çıkaran kişinin adı Georgi Giardi'dir ve bu yüzyılın en önemli
kişilerinden biridir. Bu adam sınırsız laboratuvar deneyi yaptıktan sonra
tüm evrenin organik bir bütünlüğe sahip olduğunu, tüm evrenin tek bir
bedenden oluştuğunu bilimsel olarak kanıtlamıştır. Parmağım acıdığında
bundan tüm bedenim etkilenir. Beden hiçbir uzvun ayırt edilmemesi, hepsinin
bir arada olması anlamına gelir. Gözüm acıyorsa, ayak parmağım da bu acıyı
hissedecektir. Ayağım acıdığında, mesaj kalbime de ulaşır. Zihnim
hastalanırsa, tüm bedenim bundan etkilenecektir. Tüm bedenim yok olursa,
zihnim nerede var olacağını bilemez hale gelecektir. Beden organik bir
bütündür: Bir noktasına dokunulduğunda tüm beden titreşir; her tarafı bundan
etkilenir.

Kozmik kimyaya göre tüm kozmos tek bir bedene sahiptir. İçinde hiçbir şey
tek başına durmaz, her şey birleşik durumdadır. Bu yüzden bir yıldız bizden
ne kadar uzakta olursa olsun onun yaşadığı değişim bizim kalp atışımızı da
değiştirir. Güneş de ne kadar uzakta olursa olsun, onun dengesi bozulduğunda
bizim kan dolaşımımızın da dengesi bozulur. Her on bir yılda bir Güneş'te
atomik bir fırtına meydana gelir. En son böyle bir atom fırtınası ve alevli
patlama gerçekleştiğinde Tamatta isminde bir Japon doktor müthiş bir keşfe
imza atmıştır. Bu doktor yıllardır kadınların kanıyla ilgili çalışmalar
yapmaktaydı. Kadınların kanında erkeklerinkinde rastlanmayan benzersiz bir
özellik vardı. Kadınlar adet gördükleri sırada kanları seyrelir,
erkeklerinki her zaman aynı kalır. Kadınların kanı adet sırasında seyrelir,
bu hamilelik dönemi için de geçerlidir. Tomatta'ya göre kadın ve erkek kanı
arasındaki temel fark budur. Oysa Güneş'te atom enerjisi patlamaları meydana
gelirken erkeklerin kanı da incelmekteydi. Bu çok yeni bir bulguydu. Daha
önce Güneş'teki değişimlerin erkeklerin kanını etkilediğine dair hiçbir
bilgi kaydedilmemişti. Eğer kan bu kadar etkilenebiliyorsa bu her şeyin
etkilenebileceğinin göstergesidir.

Frank Brown isimli Amerikalı düşünür uzay yolculuğuna çıkan insanlara servis
ve güvenlik sağlamak üzere çalışmalar yürütmektedir. Hayatının yarısını
uzaya yolculuk yapan kimselerin hiçbir zorlukla karşılaşmamasını sağlamaya
adamıştır. Karşılaşılabilecek en büyük sorun dünyadan ayrılmanın bu insanlar
üzerinde nasıl bir etki yaratabileceğidir. Ne miktarda atomik radyasyonla
karşılaşacaklarını veya bundan nasıl etkileneceklerini kimse bilmemektedir.

Aristotales'ten iki bin yıl sonrasına kadar Batı'da uzayın boş olduğuna,
orada hiçbir şeyin var olmadığına ve dünyanın iki yüz mil ötesinde
atmosferin yok olup uzay boşluğunun başladığına inanılmıştır. Oysa uzay
araştırmacıları bu inanışın tersini kanıtlamışlardır. Uzay boş değil, tam
tersine dopdoludur. Ne boş ne de ölüdür, aksine son derece canlıdır.

Gerçekte dünyanın iki yüz mil genişliğindeki atmosferi bizi birçok tehlikeli
etkiden korumaktadır. Oysa uzayda insanın etkilerine dayanamayabileceği
birçok tuhaf akım dolaşmaktadır.

Bu seni şaşırtabilir, hatta güldürebilir ama Frank Brown insan göndermeyi
göze alabilmek için uzaya önce bir patates göndermiştir. Brown'ın tezine
göre temelde insanla patates arasında çok az bir fark vardır. Eğer patates
çürürse, bu insanın da yaşamını sürdüremeyecek olduğunu gösterir; patates
canlı kalırsa, insan da canlı kalabilir. Patates çok dirençli bir
organizmadır; insansa oldukça hassastır. Eğer bir patates bile uzayda canlı
kalamıyorsa insanın hiç şansı yok demektir. Eğer patates canlı olarak geri
dönüp, toprağa ekildikten sonra da filiz verebiliyorsa, demek ki insanın
uzaya gönderilmesinde de bir sakınca yoktur. Buna karşın yine de insanın
canlı kalmasıyla ilgili bazı endişeler olacaktır.

Brown'ın bu deneyi bir şeyi daha kanıtlamıştır; toprağa atılmış bir patates
tohumu veya herhangi bir tohum yalnızca Güneş'le bağlantılı olarak
büyüyebilir. Yalnızca Güneş onu harekete geçirir ve büyümeye teşvik eder.
Yalnızca Güneş cenin durumundaki bitkiyi cesaretlendirip, ikna ederek onun
büyümesini sağlar.

Brown farklı bir alanda da araştırmalar yapmıştır. Bu diğer konu hâlâ uygun
bir şeklide adlandırılamamıştır ama şu anda gezegensel kalıtım olarak
bilinir. Kullanılan bir başka sözcük de İngilizce'deki horoscope sözcüğüdür
ve o da kökenini Yunanca'da kullanılan horoscopos'tan almıştır.
Horoscopos'un anlamı şudur: Meydana çıkan gezegenleri gözlemliyorum.

Bir çocuk dünyaya geldiği anda dünyanın ufkunda birçok yıldız belirmektedir.
Güneş'in her sabah doğup, her akşam battığı gibi yıldızlar da uzayda yirmi
dört saat boyunca doğup batar. Çocuk sabah saat altıda doğmuşsa, o saatte
Güneş de doğmaktadır. O sırada bazı yıldızlar da doğmakta ve bazıları da
batmaktadır. Bazı takımyıldızlar yükselirken bazıları da inişe geçmektedir.
Çocuk doğarken yıldızlar da uzayda belli bir düzen içinde bulunmaktadır.

Şu ana kadar Ay ve yıldızların insanla herhangi bir bağlantısı
olabileceğinden kuşku duyduk, ki bu konuyu yakından takip etmeyen kimseler
hâlâ bu kuşkuya sahiptir. Yıldızların nerede bulunduğu, köyün birinde
doğmakta olan bir çocuk için neyi değiştirebilir ki? Ayrıca aynı gün, aynı
yıldız dizimi altında yalnızca bir değil binlerce çocuk doğmaktadır.
Bunların arasından bir tanesi bir ülkenin cumhurbaşkanı olabilir ama
diğerleri olamayacaktır. Bunların bir tanesi yüzyıl yaşayacak, bir diğeri
ise iki gün içinde ölecektir. Bir tanesi dâhi, bir diğeriyse geri zekalı
olacaktır. Demek ki kişi yüzeysel bir noktadan baktığında bir çocuğun nasıl
sadece belli bir takımyıldızı ya da gezegen düzeni sırasında doğduğuna
bakılarak bir burçla ilişkilendirilmesinin mümkün olabileceğini sorabilir.

Bu tarz bir sorunun mantığı açık ve doğrudandır: Neden yıldızlar tek bir
çocuğun doğumunu umursasın ki? Ve aynı zamanda tek bir çocuk değil aynı
yıldızların altında birbirine benzemeyen bir sürü çocuk doğmaktadır. Bu
mantıkla yaklaşıldığında bir insanın doğumuyla yıldızlar arasında hiçbir
bağlantı yokmuş gibi görünmektedir.

Oysa Brown, Picardi ve Tomatto'nun araştırmalarından büyük bir çıkarıma
varabiliriz. Tüm bu bilim adamlarına göre henüz bir çocuğun bireysel olarak
yıldızlardan etkilendiğini iddia edemesek bile artık kesin olarak yaşamın
genelinin etkilendiğini söyleyebiliriz. Bir çocuğun kişisel olarak etkilenip
etkilenmediğini bilmiyoruz ama yaşam bütün olarak etkileniyor. Ve yaşam bir
bütün olarak etkileniyorsa, maddenin gerçeklerini daha derinlemesine
incelediğimizde bireyin de yıldızlardan etkileniyor olduğunu göreceğiz.

Burada üzerinde düşünülmesi gereken bir nokta daha söz konusudur. Astroloji,
çok eskilere dayanan bir bilim dalı olduğu için gelişememiş olduğu
düşünülmektedir. Oysa bana göre durum bunun tam tersidir. Astroloji son
derece ileri bir uygarlık tarafından, sonsuz derecede geliştirilmiş bir
bilim dalıydı ama o uygarlık yok olduğundan bizim elimizde de astrolojinin
eksik parçaları kaldı.
Astroloji geliştirilmesi gereken yeni bir bilim dalı değil, bir zamanlar son
derece gelişmiş olan bir daldır. Daha sonra onu geliştirmiş olan uygarlık
yok olmuştur. Uygarlıklar her gün gelip geçiyor, onların geliştirdiği temel
söylemler, temel ilkeler de yok olup gidiyor. Günümüzde bilim, yaşamın bütün
olarak yıldızların hareketinden etkilendiği tezini kabul edebilecek bir
noktaya gelmek üzere.
 
Üst