Yaşanmış bir olay - Altın Yapımı

Doganay

Kayıtlı Üye
Katılım
27 Ara 2008
Mesajlar
177
Tepkime puanı
13
Konum
Eskişehir
Aşağıdaki notlar Madam Morag Murray Abdullah’ın başında geçen olayları anlatmakta olup kendi izniyle yayınlanmaktadır. Madam Abdullah, bir Afganlıyla evlidir ve 30 otuz yıldan beri doğuda yaşamaktadır.

Akil Han bir simyacıydı. Canı istese dilediği kadar altın yapabilecek bu adamın bir mağarada yaşması gerçekten tuhaf görünüyor. Ancak bu durmun açıklanmasını sevdiği şekeri yemeğin sonuna saklayan çocuklar gibi öykünün sonuna bırakıyorum.

Dış görünüşe bakarak hüküm verenler Akil’ i güven verici bulmayabilir. Hayber’se çok rastlana patanlar gibi uzun boylu, ince yapılı, sakallı, kafası türbanlı, derisi maun rengi bir adamdı. Kirli beyaz dar bir pantolon, askeri bir tunik giyiyor çok az konuşuyordu. Ortak dostumuz Ahmet, İngiltereden çok önemli bir arkadaşının onu görmek ve altın yapımına dair bilgi almak istediğini söyledi. Bu sözler Akil’i hiç etkilememişe benziyordu-bize bakmadı bile. Yalnızca omuzlarını silkip “canı isterse” gibi bir şeyler mırıldandı. Görüşmek için ilk koşulu, banyo yapmamız ve temiz giysiler giymemizdi. İkinci koşul, doğru anlayabildiysek, sessiz olmamızdı.

Ahmet ile birlikte Akil görününceye kadar mağaranın önünde bekledik. Sessiz bir tavırla ellerimize birer şişe tutuşturdu ve yürümeye koyuldu. Bizde ardından yürüdük. Sıcak bir gündü. Akil, ağaçların gölgesinden yürümeye başlayınca ona teşekkür ettik. Birkaç mil yürüdükten sonra bir çiti ve demiryolunu aşarak yeniden ormana daldık. İki mil kadar sonra Akil durdu.
Bulunduğumuz yerde Hindiba çiçeğini andıran uzun bitkiler vardı. Simyacı, bunların köklerini kopararak özsuyu şişesine dolduruyordu. Şişe çok yavaş doluyordu; bizimde aynı şeyi yapmamızı istediğini anladık. İki saat boyunca ellerimiz yapış yapış ve dudaklarımız kavrulmuş bir halde, bitkilerin özsuyuyla şişelerimizi doldurduk. İkimiz 100 ml kadar özsuyu toplayabilmiştik. Akil bize dönerek şişelerimiz aldı ve içindekileri kendi şişesine boşalttı. Sonra geri döndük.

Kimse susuzluktan şikayet etmiyordu. Mağaranın yakınındaki bir kaynakta yüzümü yıkarken, birkaç damla suyu ağzıma aldım. Akil dehşetle başını salladı. Çok disiplinli bir adam olduğu anlaşılıyordu. Her davranışı bir ritüeli andırıyordu. Bize hiçbir şey söylemediği için onu dikkatlice izliyorduk. Bir süre sonra Londra’yı satın alabilecek kadar altınımız olabilirdi.

Düşünceli bir tavırla birkaç dakika oturan Akil Han gitmemizi işaret etti. Yolda, Ahmet altını koruyan cinlerin ortalıkta neler döndüğünü anlamamaları için simyacıların altın yapımı sırasında konuşmadıklarını anlattı. Ertesi gün şafak sökerken yeniden mağaraya gittik. Bizi bekliyordu, bu kez, gittiğimiz yolun ters yönünde yürümeye başladık. Ormanda üç saat yürüdükten sonra bir açıklığa geldik. Açıklığın ortasında küçük buz gibi bir suyu olan bir dere akıyordu. Derenin iki yanı hardal rengi nemli bir toprakla kaplıydı. Akil toprağın hemen yüzeyindeki kirli sarı çamurları toplamaya başladı. Her birimiz birer kilo kadar çamur topladık ve hepsini birleştirerek büyük bir top haline getirdik. Bu topu bir bez parçasına sarıp beze sıkı düğümler attıktan sonra geri döndük. Bütün bunlar olurken Akil’ in ağzından tek bir sözcük bile çıkmadı, büyü okuduğunu gösteren bir davranışta da bulunmadı.

Mağaraya döndüğümüzde Akil sarı çamurdan, her biri 15 cm. çapında iki derin çanak yaptı. Bunları kuruması için güneşe bıraktıktan sonra bize gitmemizi söyledi.

Ertesi gün odun toplamak için uzun bir yürüyüşe çıktık. Oysa mağaranın ağzında bir odun kümesi yığılıydı. Topladığımız odunları sert ve koyu kahverengi farklı bir ağacın dalları olması dikkatimi çekti.

Ertesi gün bir taş ocağına giderek taş topladık. Bu taşlar gri, kare biçiminde ve kriket topu iriliğindeydi. Akil daha sonra mağarnın önünde ateş yakmamızı istedi. Yarım daire şeklinde bir duvar ördük, bir çukur kazarak içinde, önce üstüne kareler çizilmiş kağıtlar, sonra özel olarak topladığımız odunları, sonra odun kömürü ve sonrada beyaz bir keçinin kurutulmuş kanını yaktık.
Kanı yakmadan önce üstüne Hindistan cevizi tozu, tarçın ve Hindu tütsüsü serptik. Akil bir kez konuştu ve ateşin dört gün dört gece hiç sönmeden yanması gerektiğini söyledi. Ateş sönerse her şeyi yeni baştan yapmak zorunda kalacaktık. Bu iş içinde yeni ayın ilk gecesini beklemek zorundaydık. Ateş yandığı sürece bazı şeyler olmamalıydı. Bunlardan biri çakal uluması öteki baykuş sesiydi. Gece boyunca sırayla nöbet tutarak ateşi bekledik.
Akil, uzun uzun yıldız falımıza bakarak kötü etkiler taşıyıp taşımadığımız araştırdı. Sonunda her şeyin yolunda olduğuna karar verdi. İki çanak çıkardı ve bunlar yere yaydığı iki metre kare genişliğindeki bir bezin üstüne koydu. Sonra, 50 m. Uzunluğunda bir pamuklu kumaş çıkarıp bunu 2.5 genişliğinde parçalara ayırırak bezin üstüne attı.

Çanakların içindeki dere suyu çamurlanmıştı. Akil iri bir kayısı büyüklüğünde bir taşı çanaklardan birine koyarak üstüne kesmeşeker büyüklüğünde bir gümüş parçası yerleştirdi. Bunların üstüne topladığımız özsuyundan iki çorba kaşığı döktü. Bunları yaparken bir yandan da saate bakar gibi yıldızlara bakıyordu. Sonra, ikinci çanağı, içinde taş gümüş ve özsuyu olan birincisinin üstüne tersten kapattı. Böylece iki çanak, bir küre görüntüsü aldı. Sonra bu küreyi çamura bulanarak yapış yapış olmuş bez parçalarıyla, özenle sardı. Bütün bez bitene kadar sarmayı sürdürdü. Küre artık iyice büymüştü. Bunun üstünü çamurla sıvadı ve paket halindeki küreyi ateşin üstüne oturttu.
Yeniden nöbet tutmaya başladık. Çanak yedi gün yedi gece korların üstünde durmalıydı. Neyse ki sürekli olarak ateş yakmak zorunda değildik. Ancak, çanağın başında nöbet tutmak gerekiyordu. Çünkü, “Şeytan altın yapamaz. Ancak altın yapımı sırasında nöbet tutulmazsa çanağı çalıp sırrımızı öğrenebilir. Ahmed ile bende artık merakla yıldızlara bakmayı alışkanlık edinmiştik. Çok heyecanlıydım. Akil kesin konuşmuştu; deney bitene kadar konuşulmayacak, gülünmeyecek. Nöbet tutarken yenilmeyecek ve içilmeyecek!

Yorgun günler ve geceler geçirdik. Sonunda Akil kırmızı küreyi ateşten aldı ve soğuması için kum birikintisine bıraktı. Kürenin soğuması on iki saat sürdü. Akil, külleri temizlerken, çamurun kurumasıyla bezin bir kısmının yanmamış olduğunu gördük.

Uzunca bir süre sonra iki çanak ayrıldı. İçinde sarı bir metal parçası duruyordu. Akil bana “Bu metali bir kuyumcuya götür ve gerçek altın olup olmadığını sor” dedi. Ben, işin içinde bir hile olduğunu düşünüp duraksayınca mağaraya geri dönerek büyük kumaş bir çanta çıkardı. Bu çantada avucumdaki metali tıpkısı, 50 kadar metal parçası daha vardı.

“Önceleri bende senin gibi inanmıyordum. Bu işe otuz yılımı verdim. Otuz yıl…su, ceviz yaban çileği ve açlık ; tefekkür ve çalışma. Gökyüzünü incelemek, hayvanları evcilleştirmek ve işaretleri anlamak zorundaydım. Bu işe başladığımda elimde kargacık burgacık harflerle yazılmış bir formülden başka bir şey yoktu. Her şeyi kendim bulmak zorundaydım. Doğru katkı maddelerini bulmak…yıllarımı aldı.”

Şimdi ne yapmak istediğimi sordum. “Şimdi?” Beş yıldan beri tekniğimi mükemmelleştirdim. O zamandan beri altın yapıyorum. Başka bir şey yapamam yapmak da istemiyorum. Bütün bunlar neye yarar? Hocamın öğütlerini tutmadım. Birkaç kişi dışında kimsenin yapamadığı bir işi yapmak sevindiriyor beni, başkaca bir isteğim yok.

“Altın neye yarar? Yaşamı geri getirebilir mi? Ben onun kölesiyim. Ondan kaçamıyorum. İşte dostum benim öyküm bu. Altının görkemi beni tutsak etti. Altınımı veremem, satamam, başkasının almasına da dayanamam. Neden böyle yaptığımı bilmiyorum.”

Altını kuyumcuya götürdüm. Satın almak istedi; elinden kapıp Akil’e geri götürdüm. Bir kömür parçasıymış gibi mağarasının derinliklerine fırlattı. Bana; “Londra’ya geri dön!” dedi. Bugüne dek bu olaya anlamlı bir açıklama getiremedim.

Morag Murray’ ın tuhaf öyküsü burada bitiyor…


Kaynak: Doğu Büyüleri - İdris Şah
 
Üst