Mustang Ruhu Taşımak

aris

Kayıtlı Üye
Katılım
3 Tem 2008
Mesajlar
660
Tepkime puanı
142
Mustang Ruhu Taşımak

Yazan: Müjde Özdemir

Hipodroma yakın oturduğumuzdan, havasından suyundan etkilenerek jargonundan az buçuk kapmışlığımız ve yarışlara da göz aşinalığımız var. Hatta bir keresinde hipodrom tribününde oturup at yarışı seyredenleri bile seyrettim. Yanlış okumadınız: Evet, ben seyredenleri seyrettim. Atları herkes seyreder, ama yarışı seyredenleri izlemek, yarışın kendisinden daha eğlenceli.

Bir yarış nasıl başlar?

Önce atlar padokta arz-ı endam ederler. Atların görücüye çıktığı bu an, "Müdavimler" için üstüne bahis oynayacakları atı son kontrol anlarıdır. "Acemiler" veya "Geçiyordum uğradım"cılar için ise olsa olsa atın rengine, jokeyin kıyafetine, yanında yöresinde konuşanlardan duydukları tiyolara göre, atı seçtikleri andır. Yani en azından ben ilk defa oynasam, hiç bilgim yokken bahis konusu olacak atı böyle seçerdim, ne yalan söyleyeyim.

Ardından, içlerindeki özgür ruhun şahlanışıyla böyle davrandıklarına inanmak istediğim, ama yarış camiasının müdavimlerinin, diğer atları gördükleri veya ürktükleri için huysuzluk yaptıklarını söylediklerinden beri hayal kırıklığı yaşadığım bir süreç başlar:

Atlar "starting box"ta "yarış hakemi"nin emrine sokulmaya çalışılır.

At olmak da zor iş kardeşim, hem kutuya gireceksin, hem yarış hakeminin emrine. Üstüne üstlük bir de ağzında gem, sırtında eyer, onun üstünde üflesen uçacak bir jokey veya aprantinin de hamallığını yapacaksın. Sonra da işin yoksa doğada keyifle ve gerektiğinde yaptığın bir işlemi; zorla ve hiç gereği yokken, yapay olarak yaratılmış bir rekabet duygusu içinde gerçekleştirmek için, deli gibi koşup duracaksın.

Bazen ben de kendimi, doğasında Mustang ruhu taşırken bir hata sonucu yarış atı olmak için eğitilmiş gibi hissediyorum.

Çocukluğumuzda taşıdığımız o özgür ruha ilk semer vurulan zaman, şanssızsak aile çevresinde altı yaş öncesi, şanslıysak da kaçınılmaz olarak altı yaş sonrası, yani okul çağlarıdır. Eğer ıssız bir adada yaşamıyor ya da balta girmemiş bir ormandaki kabilenin üyesi değilsek, çocuksu yanımız, içinde barındırdığı tüm muziplik, enerji, heyecan, merak, kendine özgü olma ve bağımsızlık öğeleri törpülensin diye, işte bu yaşlarda modern dünyanın "Eğitim Tanrıları"na kurban verilir. Vahşi yanımız eğitilir, toplum kurallarına uymak adına, herkesin hizaya sokulması mevzuu, işte bu noktada biraz abartılır:

Bize uyup uymadığına bakılmaksızın hepimizi aynı kalıba koyarak bir güzel yeniden şekillendirirler. Her bireye göre kalıp yapılacak değildir ya, kalıplara bireyleri tıkıştırmak daha kolaydır.

Bu, biraz da elinizde küçük bir çanta tutuşturulup, içine sadece belli şeyleri koyma hakkı verildiği bir durum gibidir. Her özelliğiniz, her yeteneğiniz nedense çantaya sığmamaktadır. Zaten, eğitilmeniz için gereken bilgileri içerdiği söylenen o koca koca kitapları koyduktan sonra çanta hem tıka basa dolmuştur, hem de kurşun gibi ağırlaşmıştır. Çanta mı bilerek küçük tutulmuştur, yoksa size özgü yanlar mı fazladır sorusuna muhatap bulamazsınız. Hesap ortadadır, sizi siz yapan her ayrıntıyı yolculuk esnasında yanınıza almanıza izin vermeyen bir kural koyucu vardır. İşte o kadar!

Bu "İşte o kadar!"ın ne kadar sert söyleneceği, sizin büyük çanta talebi veya sorgulama kabiliyetinizin gelişmişliği ile doğru orantılıdır. Genelde en dirençli ısrarlarınızı bile kibrit çöpü gibi kıracak kadar dirençli bir "İşte o kadar!" cümlesi sistemde mevcuttur.

Kuralı kimin koyduğu sorusuna da yanıt veren yoktur, çünkü o kadar eski bir kuraldır ki kim tarafından ve ne zaman konulduğu çoktaaan unutulmuştur. Hatırlanan tek şey kuraldır. Kraldan çok kralcı olan kural savunucuları için önemli olan da budur. Sonuçta, sizi siz yapan özelliklerinizin bir kısmını, eğitim serüveninden döndüğünüzde bulabilmek umuduyla yatağın altına, dolaplara, sandıklara tıkar ve semerinizi, pardon çantanızı sırtınıza yüklenip yola düşersiniz.

Daha henüz yolun nerede biteceği hakkında bir fikriniz olmadığından, sanırsınız ki kısa süre sonra onlara yeniden kavuşacaksınız. Evet, doğal olarak belki her gün eve dönersiniz ama onları tıkıştırdığınız yerden çıkartacak haliniz kalmaz. Çünkü doğal olmayan bir şekilde bu eğitilme işi hayli yorucudur ve çok da vakit alıcıdır.

İçinizden bir ses arada isyan eder: Neden eğlenmeye ve kendi içimize dönmeye vakit ve enerji kalmayacak kadar yoğun geçmektedir günler? Neden kendi istediklerinizi istediğiniz zaman değil, onların istediklerini yine onların direttiği zamanlarda öğrenmektesinizdir? Ama gerçekten yorgunsunuzdur ve bu soruya cevap bulma işini, daha az yorgun olduğunuz bir gün enine boyuna düşünmek üzere ileriki bir tarihe ertelersiniz.



Daha çocuksunuz ya, umutlusunuzdur. Bu eğitilme işinden bir sıyırınca yakında özgür olabileceksinizdir. Şimdilik koş dediklerinde koşmak, sınavlara hazırlanmak ve itaat etmek zamanıdır. Alternatifi yoktur, çünkü çevrenizdeki herkes ama herkes aynı şeyi yapmaktadır, demek ki doğru olan budur. Herkesin yanlış, bir tek sizin doğru olacak haliniz yoktur ya...



Sonra zaman geçtikçe huylanmaya başlarsınız, "Bu eğitim dedikleri sürecin amacı nedir?" sorusu beyninizi tırmalar. Birden anlarsınız ki eğitim, sizi "Hayata atılmak" denen diğer bir sürece hazırlayan bir ön alıştırmadır. Akıllıysanız, çevrenize bakınıp bu yoldan geçen büyüklerinizin hayata atılma sonrası halini analiz edersiniz.



Ne gördünüz?

Neymiş hayata atılmak?



Okulu bitirip iş bulma yarışı, ardından bir karşı cinsle baş göz edilme telaşı, mal mülk istiflemeye çalışma koşuşturması arasında, hayatın asıl özünün parçalı bulutlu bir havada belli belirsiz görünen güneş kadar soluk algılandığını farkedersiniz. Derler ya güneşsiz günlerde, insanlar vital enerjiden yoksun kalıp depresif olurlar diye, işte bizim de mutsuzluğumuz bu yüzden.



Hayatı değil, hayatın üçüncü hamur kağıda bilmem kaçıncı fotokopi baskısını görmek ne kadar mutlu ederse o kadar mutlu, o kadar doyumlu yaşar gidersiniz bir süre. Sonra sizin için belirsiz, ama evren için belirli bir anda bir şey olur:

Hayat bakar ki siz onun gerçek doğasına bir türlü giriş yapamıyorsunuz, "Eee, sen kaşındın!!!!" diyerek o size okkalı bir tokat veya sıkı bir kazık atarak bir güzel girişir.

Bunu ne kadar erken yaparsa o kadar iyi. Çünkü zaman geçtikçe kariyer, mal sahibi olma, şan şöhret, tanınmışlık, "Çevre ne der?", "Bu saatten sonra neyi değiştiririm?", "Böyle gelmiş böyle gider." etiketli prangalar çoğalırken, şimdiki zamanın coşkusunu azaltmaya yarayan, "Gelecek zaman hayali" adlı uyuşturucunun dozu çoğalır.

Bize attığı kazık ya da tokat yüzünden hayata küsmek, enayiliktir. Tekdüzeliği bozan kaotik bir durum olmasa nasıl kurtuluruz ki döngüden? Dengedeymiş gibi görünen, yaşadığımız hayat dediğimiz illüzyon; sarsılıp yerle bir olmasa, hangimizin aklına gelir ki her şeyi sil baştan yapmak? Hatta hazır her şey darmaduman olmuş ve yıkılmışken, eskisinden farklı bir şekilde yeniden yapılanma cesaretini bulabilir miydik ki içimizde? Şimdi, yaşadığınız depremle çevrenize ördüğünüz duvarlar, yani kozanız yıkılırken, bir moloz gelip içinizdeki sandığın kilidini kırmasaydı, yıllar önce serüvene başlarken çantaya sığmadığı için geride bıraktığınız cesaretinizi hatırlayacak mıydınız?

Ben hatırlamazdım şahsen. Kim bilir belki de herkesi kendim gibi sanma yanılgım burada da beni şartlandırmıştır. Herkesi kendim gibi sanma yanılgım olduğu konusunda yanıldığımı düşünenler parmak kaldırsın.

Hayatın bizi silkeleme meselesine geri dönelim. Belki bir yakınımızı kaybetmek, amansız bir hastalığa yakalanmak, işsiz kalmak, iflas etmek, dolandırılmak gibi etkenlerle bazen dış dünyanın baş döndürücü rutin döngüsünün dışına fırlarız. "Dışına" lafı bizi yanıltmasın, döngünün dışı, bizim içimizdir aslında.

Gözlerini sıkı sıkıya kapalı tutar ve tekrar geldiğin yere dönmek için çırpınırsan bunu başarman mümkün. Tabii buna başarı diyorsan. Oysa gözünü açsaydın serüvenin başında bıraktığın her şeyin içinde olduğu hazine sandığını keşfedebilecektin. Çırpınmasaydın da akıntı seni zamanı eğip bükebileceğin, kendini bulacağın iç dünyanın sahiline taşıyacaktı.

Hayat seni şimdiye kadar en az bir kere dış dünyadan kendi içine fırlattıysa ve sen de bu şansı korkuların yüzünden kaçırdıysan üzülme. Bu yazının sahibinin kaç fırlatılma denemesi ile hayat mekanizmasının feleğini şaşırttığını bilsen küçük dilini yutardın. Kendi içimde kaç kere dibe vurduğumu ise bir ben bilirim. Tek fark, gözlerim açıktı ve ben her seferinde o dipten kum çıkarttım. Onun dışında şans kaçırdığını düşünenlerden gram fazlam yok.

Atlar son düzlüğe girdiler, benim tuttuğum at, tam bitiş çizgisinde zınk diye durup, jokeyini de müsait bir yerde indirsin ve seyircilerin şaşkın bakışları arasında, geri dönüp, bulduğu ilk açıklıktan hipodromdan kaçsın diye boşuna bekledim. Ne bilsin haralarda bakıcıların eline doğmuş Allahın safkan İngiliz'i "Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur" lafını. Hiç işte.

İşte bir yarış daha böyle bitti.



Yarış boyunca heyecandan sıktığım yumruklarımı açtım ve parmaklarımın arasından süzülen ıslak kumlara öylece bakakaldım.
alıntı
 
Üst