Su Ateş Toprak Üzerine Düşünceler...

  • Konbuyu başlatan 43887
  • Başlangıç tarihi
4

43887

Antik Çağların asıl elementlerinden olan Su, Ateş ve Toprak' tan bahsedecegiz; ama herşeyden önce İyon Felsefinden kısaca bahsetmemiz gerekir kanısındayım:

M.Ö. 7.yy.ın sonlarında Anadolu’ nun Ege kıyılarında İyonya Okulu kurulmuştu. İyonya’ da 12 şehir devleti mevcuttu: Didim, Priene, İzmir, Efes gibi.. ve başkanları Milet Şehri idi. Bu ekole dahil olan bilim adamları arasında Miletli Thales, Anaksimandos, Anaksimenes, Efes'li filozof Heraklit sayılabilir.

O zamana kadar mitolojik öykülere bel bağlıyan okulların tersine, İyonya okulunun düşünce tarzı doğa olaylarını gözlemleme ve yorumlamaya, araştırma, astroloji, meteoroloji, biyoloji alanlarından derlenmiş bilgilere dayandırmışlardı. Ayrıca olayları anlamak için bir birleştirici ve ilk temel bulmak istemişler ve bunun için herbiri kendine göre belli bir ögeyi belirtmişti; mesela Thales için bu eleman su idi. Bir olayı çözümlemek için ise iki karşıt ögeyi (su ve ateş veya hava ve toprak ) göstermişlerdi: M.Ö. 5.yy.da Sokrates'in getirdiği yeni bir anlayışın ortaya çıkmasıyla bu düşünürlerin kuramları da yıkıldı.

Şimdi isterseniz ilk element olarak Su ile başlayalım :

SU

Bilindiği üzere su Dünya yaratılışlarını belirten bir çok mitolojide tüm hayat kaynağı olarak karşımıza çıkar, aynı zamanda ise su, baskınları ile yıkıcı bir öğe olarak görünür: Tufanlar, Tanrıların hoşuna gitmeyen devleri sonlandırmak ve yeni bir evreye başlamak için en iyi çözüm şekillerinden biridir.

Psikolojik alanda ise su, gizemli varlıkları barındıran bilinçaltımızın en alt tabakalarının sembolüdür. Her akşam Güneş, batıda ki denizlerde batarak, gece boyunca ölüler krallığın ısıtır: böylece su ve Öbür dünya arasında bir bağlantı kurulmuş olur. Eski Mısır’ daki İsis Kültünde temizleyici ve günahlardan arındırıcı bir işlevi vardı.

Avrupa kozmolojisinde Öteki Dünyanın bir su krallığı olarak resmedilmemesine karşın, bu Mayalarda sık rastlanan bir tema idi. Azteklerde Yağmur Tanrısının Cenneti (Tlalocan), diğer ölülere ayrılmış olan cehennem (Mictlan) çok daha güzel bir yerdi. Orta Amerika takviminin 9. Günü su idi ve bol yağmuru remz ederdi. Aztek dilinde bu günün adı “atl” idi; kim bilir belki Atlas Okyanusu ve Atlas Muh:. L: sının adı buradan gelmekteydi. Meksika hiyerogliflerinde savaşı temsil eden kelime “atl-tlachinolli” nin tam tercümesi “su-ateş” idi..

Toprağın derinliklerinden fışkıran su yer altı tanrılarının bir hediyesi olarak görülürdü ve bilhassa sıcak sular, mineralleri ile tedavi edici özelliklere sahiptiler. Keltlerde kutsal kaynakların ayrı bir önemi vardı çünkü sular ana toprak tanrıçası’ nın iyilik ve iyileştirici gücünü yaymaktaydılar. Bu nedenle, örneğin İngiltere’ de Bath kaplıca kaynaklarında Tanrıça Sulis’ e yaranmak için para atıyor veya hediye veya kurbanlıklar sunuyorlardı. Çünkü su tanrılarını kişileri su-toprak-üretkenlik-mutluluk–zenginlik zincirinde yardımcı olacaklarını düşünüyorlardı.

Genelde yer altı sularını başlangıç kaosu ile bağdaştırılır, fakat gökten yağan yağmurun canlandırıcı ve iyi edici olduğuna inanılır. Bir çok toplumlarda göl, bataklık gibi yerlerde insanları devamlı rahatsız eden su canlılarının ve hatta şeytanların olduğuna inanılırdı. Bu sularda barınan kötü varlıkların dah sonraları uyanıp taşarak etraflarındaki komşulara kötülük yapacaklarından çekinilirdi.

Suların akışkanlıkları ve geçirgenliklerinin arkasında, inanılır ki tatlı sular bereket ve yararlı, tuzlu sular ise daha tehlikeli ve Öbür Dünyanın bağlantıları olarak görülürlerdi.

Ölü, uykuda, canlı veya dalgalı sular her zaman bir geçişe eşlik ederler: yüzeyde akan su bir yol çizer... derinliklerde ise geçiş yaptıkları delikler aynı zamanda Öteki Dünya‘ ya geçiş noktaları olarak görülürler. Su fiziki geçişler yaptığı gibi, sembolik geçişleri de belirtir: örneğin medyum ve falcılar hastalığın iyileşmesini, evlilik gibi olayların gelişmesini ve hatta ölümün gelişini suya bakarak açıklarlardı.

Hıristiyanlıkta şarabın ateşini pasif element olarak suyla birleştirir, böylece karşıt bir çift meydana gelir: bu da İsa’ nın Tanrı ve İnsan olarak betimlenen ikili kişiliğini anlatır. Tarot kartlarında su ve şarabın karışımı ılımlılığı gösterir, halbuki Hıristiyanlıkta su, vaftiz esnasında ilk günahın izinin silinmesinde en önemli rolü oynar. Su ortaçağda büyücülerin iyi insanlardan ayrılabilmesi için bir araç olmuştur: eğer kişi suda batarsa suçsuz ve iyi, eğer bir mantar gibi suda yüzerse Şeytanın büyücüsü olarak sınıflandırılıyordu. Aynı zamanda kutsanmış suyu hırıstiyanlar mutluluk getirsin, kötülükleri uzaklaştırsın diye ev kapılarının eşiğine veya yatak uçlarına yerleştiriyorlardı.

Suyun iyilik verici gücü yalnız katoliklerde sınırlı kalmıyordu; Uzak Doğu’ da transa geçmiş dansçılar da, gerçek hayata döndürülmeleri için kutsal su ile yıkanıyorlardı.

Meksika‘ da vaftize benzer bir uygulama vardı: Doğum anında ebesi, suyun yeni doğana ebevenylerinden gelen kötülükleri uzaklaştırması için dua ederdi. Eski medeniyetlerde, su banyoları aynı şekilde sembolik olarak kötülüklerden arınmaya yarardı. Örnek olarak Girit Konossos’ taki arınma havuzları ve Hinduların Ganj Nehrinde yıkanmaları sayılabilinir. Bu konuda eski bir sözü yeri gelmişken hatırlatmak isterim:

“Saf ve inançlı biri için bir damla yeterlidir, ama kötülüklerle dolu kişiyi okyanusun suları bile aklayamaz.”

İslamda abdest alınması da aynı nedendendir. Yalnız su bulunmayan yerde aynı temizlenme işlemi kum ile de yapılabilinir: burada aynı zamanda negatif enerjinin vücuttan toprağa geçmesi sebebiyle bir rahatlama olması da doğaldır.

Konuyu fazla uzatmadan Eski Çağların birkaç konsepsiyonunu sayalım:


Akan su, bilhassa hırçın deniz kötü ruhları uzaklaştırıcı etkiye sahiptir.

Eğer yer altı tanrılarını uyarmak gerekirse yer altı sularını veya durağan suları kullanmak gerekir.

Eğer iyi niyetli göksel varlıkların yardımı istenirse, yağmur sularını kullanmak gerekir.

Bitki gövdeleri üzerinde yoğunlaşan çiğ Pline’ e göre göz hastalıkları ve abselere gökten gönderilmiş bir ilaçtır. Antik bir inanışa göre ise çiğ, ayın ışınlarından veya Eos‘ un gözyaşlarından meydana gelmiştir. Hıristiyan inanışında ise su, gökten bereketle boşalan Tanrı’ nın iyilikleri ile özdeşleşmiştir.


Su topraktan bitkilerin kökü ile yukarı doğru çıkar, sonra buhar olur göğe yükselir, nihayet yağmur olur, toprağın derinliklerine tekrar kavuşur; yani hayat gibi bir dolaşım gösterir.

Psikanalitik olarak bakarsak, su çok önemlidir, çünkü hayat verir; hıristiyanlık resimlerinde doğumların bir su birikintisi veya kuyu yanında gösterilmesi işte bu nedendendir. Tüm bilinçaltı enerjilerinin ana sembolüdür:

Berrak sular, Kore’ nin genç kızı ışıldayan Persepone’ yi çağrıştırır ve animasında, yani kadının psişik yapısında erkeğe sevgiyi veren kısmıdır.

Durgun suların koyu rengi ise daha çok anne imajı ile bütünleşememiş hırçın ve tahrip edici bir anima’ yı gösterir.

Okyanuslar denizler gibi büyük sular ise Ana’ nın ilk örneğini oluştururlar, hatta daha diplerde bilinçaltınının derinliklerini saklarlar.

Bu bağlamda büyük düşünür Mevlana ne demektedir, hatırlayalım:

“En hırçın nehirler bile Okyanus ile karşılaşıp kucaklaştıklarında sakinleşmezler mi ?”

Bu cümle,

hırçın karakterin anne bağrında ne kadar yumuşadığını veya sert düşüncelerin bilinçaltında nasıl saklandığını ne kadar veciz bir şekilde anlatıyor değil mi?


ATEŞ:

Bu element de içinde iki anlamı barındırır:


Pozitif yönden bakarsak, her şeyden önce ev ocağının kutsal sembolüdür: Yunanlılarda ki Tanrıça Hestia’ nın Romalılardaki karşılığı Vesta’ dır ve kutsal ocak kültünün kutsal ateşi o devirlerde Vestal adı verilen bakireler tarafından korunur ve hiç söndürülmezdi. Hristiyanlık aleminde ise Paskalya bayramında havarilere Kutsal Ruh bir ateş dalgası olarak görünmüştür. Aynı şekilde eski Meksika ‘ da, yeni senenin başlangıcında yeni sene ateşi yakmak kutsal bir görevdi.


Negatif açıdan ise ateş bize cehennemin alevlerini, büyük yangınları hatırlatır. Hatta Tanrıların göklerinden inen ateş yani yıldırımın veya toprağın karanlıklarından gelen yani volkan ateşini hep yıkıcı, tahripkar unsurlar taşır.

Demek ki daha sakinleştirici, hatta ateşi yok edici su ile karşılaştırmadan önce bile, ateş kendisi kendisiyle tenakuz halindedir; yani faydalı olabildiği gibi çok zarar da verebilir.

Dişi bir eleman olarak sınıflandırılan suyun tersine, ateş erkil bir öğe olarak kabul edilir ve hayat enerjisi, doğurma, kalp ve güneşle bağdaştırılır: böylece pozitif yönü ile bizim fikren aydınlanmamıza yardımcı olur.

Halbuki negatif açıdan ele alırsak, eski zamanlarda kim ne zaman “ignis” ateş derse sembolik ve sihirli açıdan etki etmesin diye hemen su dökülürdü. ..

Peki, ateşin yıkıcı etkisinin pozitif yanını düşünmemiz de gerekmez mi ? Ateşin yok ettiği binalar, şehirler tekrar ve daha güzel yapılmış olarak karşımıza çıkmaz mı ? Bu bağlamda, ateşin evcilleştirilmesinin insanlığın başlangıcı kadar eski olduğunu unutmamamız gerekir. “Les Structures anthropologiques de l’ imaginaire” adlı eserinde Gilbert Durand insanın ateşi meydana getirmesinde 2 yoldan bahseder:


Ya 2 taşın birbirine sertçe vurdurulmasıyla ki burada dikey bir hareket vardır ve aydınlama kavramını betimler.

Veya 2 odun parçasının birbirlerine sürtüşmeleriyle ki genelde birinin dairevi hareketlerle diğerinin içine girmesi şeklinde gerçekleşir; böylece ateşin seksüel ve döllendirici tarafı öne çıkmış olur: antik çağlarda ateşin genç kızları döllendirebileceği düşünülürdü. Bu da ateşin phallus işlevini hatırlatmaktaydı.

Sembolik psikoloji bize ateş ile evin ve ailenin merkezini belirten ocağın arasındaki yakın ilişkiyi göstermektedir: yemeğin pişirilişi, madenlerin eritiliş de hep bu ateş ocağında gerçekleşmektedir.

Ateş ayrıca sembolik psikolojide aşk alevinin şiirsel görüntüsünde de karşımıza çıkmaktadır.

Sembolik psikolojide eski devirlerde kahinler ateşe ve göğe yükselen alevlere bakarak tanrısal güçlere yaklaştıklarını düşünürler ve gelecekten haber verirlerdi.

Aeppli göre tutkunun ateşi ve fikirlerin aşkı ile çok yakınlaşmak insanın kendi kendini yanıp tutuşmasının nedeni değil midir ? Bu da insan ruhunun tutku ateşi ile bir çeşit yenilenmesi değil de nedir ?

Bu yazımda bahsettiğim 3 element ten biri olan ateş, aynı zamanda insan tarafından üretilebilen yegane elementtir. Bu yönüyle de insanın tanrılarla olan benzerliğinin bir kanıtıdır: zaten yunan mitolojisine göre başlangıçta tanrıların sahibi olduğu ateşi insanoğlu ilahlardan çalmamış mıdır ?

Ateşin aynı zamanda kötüyü yok ederek arındırıcı bir etkisi de vardır. Eski zamanlarda büyücüleri yakarak şeytani etkilerden korunmaya çalışılırdı. Zoroastr’ larda bu yön çok belirgindir. Hala bir çok kıtada yapılan ayinlerde kızgın kömür üzerinde çıplak ayakla yürümek, muhtemelen yeni senenin şafağında yapılan bir arınma ayiniydi ve yakın zamanlarda bile Tibetlilerde senenin ilk ayının 15. Günü yapılmaktaydı ve böylece Tibetlilerde ateşin yardımıyla temizlenmek ve yenilenmeyi gerçekleştiriyorlardı.

Eski devirlerde ateş tabiatüstü bir güç olarak ta görülüyordu: günahkarlar veya akıl hastalarının etrafında ateş çemberi oluşturularak iyileşmeleri, günahlarından arınmaları deneniyordu. Gen Yunan mitolojisinde tanrıça Demeter, günahlarından arındırmak ve ölümsüz kılmak için kahraman Demephon’ u alevlere atıp ateşle yıkmaya çalışmıyor muydu?

Simyacılarda ateşin gücüne dayanarak kolay elde edilen kurşun madeninin eritilerek altın elde edilmesine çalışmıyorlar mıydı ?

Canlı alev genellikle pozitif bir olay olarak düşünülür ve eskiden yürüyüşlerde alevler eşlik ederdi; buna en güzel örnek memleketimizdeki fener alaylarıdır. Aynı konuda masaların üzerine dekorasyon amacıyla koyduğumuz mumları da sayabiliriz. Hiristiyanlıkta vaftiz veya komünyon ayinlerinde kutsal ışığı taşıma bakımından mumlar büyük bir rolü vardır.

Uzakdoğu’da bilhassa Hindistan da ateş merkezi ve önemli bir sembol olarak algılanır. Hem ateş tanrısı Akni, hem yıldırım ve şimşekler tanrısı İmra, hem de güneş tanrısı Surya hep ateşle simgelenir. Ateş en önemli arındırma elemanı olduğu için tüm kurban ayinleri bu elemana dayanırdı. Işık ve düşünceyle beraber yogada mistik aydınlanmayı arayan en önemli öğedir. Burada hem Tibet Tantirizminde, hem de Budizmde insanın içindeki ateşi gösteren Kundalini yılanını sayabiliriz.

TOPRAK

Bir çok eski belge toprak ana tanrıça ile beraberdir: Yunanca Gaia, latinlerde Tellus, Germenlerde Nerthus, polinizide Papa,daha nadiren ise Mısır Geb tanrısında olduğu gibi bir erkek varlıkla birleştirilir.

Gök ile toprak arasındaki Kutsanmış düğünlerde (Hieros Gamos) bir çok arkaik ritin ve kısırlığa karşı bir çok kültün, aynı zamanda Yunan tanrıçası Demeter’in gizemlerinde karşımıza çıkar. Toprak bereketin başlangıcı olarak düşünülür ve tüm zenginlikler ondan kaynaklanırdı. Toprak hem insanı hem de ekinleri döllerdi:toprakla birleşen genç tanrı mevsimlerin ritmiyle buğday başağında doğar,büyür,ölür ve tekrar doğar.Bu hamilelik işareti insan hayalinde o kadar etkindir ki bir çok kültürlerde çiftçinin kara saban ile tarlada çizdiği çizgi kadının vulvası ile eşit sayılırdı. Hatta doğan çocuk anne karnından çıktıktan sonra eğer toprak yüzeyine bırakılmamışsa hakikaten doğmuş sayılmazdı. Böylece hem anne karnından doğmuş oluyor hem de kendi başına bir varlık olarak hayatına başlamanın tekrisini gerçekleştiriyordu. Simya işte bu derin kuramdan doğmuştur: her çocuk ilk maddeden oluşur sonra bir felsefi çocuk olarak gelişmek için çalışır. Aynı şekilde Cherokees kızılderililerin şamanı ile XVI. Yaşamış olan matematikçi Jerome Cardan toprağın tüm değerli taşların anası olduğunu, koynunda tüm metalleri olgunlaştırdığını ve hatta feotus embryondan doğuma hazır bebek gibi kristali pırlantaya dönüştürdüğünü söylerler. Topraktan bitkiler doğduğu gibi insanlarda doğar; bu bağlamda Fransızca mezarlık anlamına gelen cimetiere kelimesi zifaf gecesi anlamına gelen Yunanca koimeterion kelimesinden türer.

Çinliler için toprağın kare bir şekli vardı ve üstü göğün yuvarlaklığında bir baldeken ile korunmuş arabaya benzerdi. Gök ve yer onlar için tüm evreni belirtirdi. Dünyanın dört köşesinde ise insan üstü varlıkların koruduğu ağaçlar ve direkler dikilmişti. Yukatan Mayaları ise dört köşesinde insan üstü varlıkların olduğu ve tam ortasında kutsal bir ağacın yükseldiği bir dünya vardı. Yer sarsıntıları kainatı düzenini bozmak için uğraşan güçleri belirttiğinden düzeltilmeleri gerekirdi. Zaten eski çağ tapınakları mimari olarak ideal dünyanın yapısını yansıtırlardı.

Sainte Hildegarde de Bingen (1098-1179) De operatione Dei adlı eserinde : “Yaşayan toprak kilisedir. Havarilerin mesajlarıyla dünyaya doğruluk tohumları ekmektedir. Havariler aynı zamanda tanrının sözünü ekerek elde edilmiş inanç dolu yeşil bitkilerdir. Ve tanrının kanununa göre bu ağaçlar tanelerinde meyveler vermek zorundadırlar. Buraya zina giremez insanlar tam ve doğru üretim şekliyle çocuklarını doğururlar.”

İslamda da toprak önemli bir rol oynar çünkü ilk insan topraktan ve çamurdan yapılmıştır.

Dünyanın oluşumunu anlatan bir çok çamur tanrıların insanı yarattı. Dünyanın oluşumunu anlatan bir çok efsanede tanrılar insanı balçıktan meydana getirmişlerdir. Buna en güzel örnek eski mısırdaki koç başlı Knoum veya Gılgamış destanında bahsedilen tanrıça Aruru ‘dur. Her iki efsanede de neolitik çağdaki topraktan çanak çömlek yapma metotlarıyla ilk insanlara şekil verme anlatılır. Toprak oluşumun başında olduğu gibi oluşumun sonunda da vardır. Başka bir deyişle başlangıç sondur son ise başlangıç; Ölümün tersi ise hayat değildir; doğumdur. Ölüm sembolik olarak ruhun hakiki yaşantısına başlamanın tekrar doğumunu belirtir. Bu son cümle bize Hiram efsanesini hatırlatmıyormu.? Bu üstat ki kalfalar tarafından katedildi, usta masonlarda tüm parlaklığıyla tekrar doğdu.

Ölüm toprağa tekrar dönüştür ve kutsal bir ensest olarak tekrar doğumu müjdeler...

Dr. Ahmet Girgin
 
Üst