Roma İmparatorluğu

URUMHAMATAHAYİL

Yönetici
Katılım
5 Haz 2008
Mesajlar
7,096
Tepkime puanı
4,962
İş
Wellness Antrenör/Psikolog/ Sosyolog
Roma tarihini çok eski zamanlara kadar götürmek mümkün. Etrüsklerden de başlamak da mümkün. Ama Roma devletinin büyük bir güç haline gelmesi İskender egemenliğindeki Yunan gücünün zayıflayıp parçalanmasından sonradır. Biraz efsane karışımı belirsiz ilk dönemleri çıkıp da Roma tarihini M.Ö. 7. yüzyıldan başlatırsak ve Constantin/İstanbul'un işgali ile yani 1453'de bitirirsek ortaya yaklaşık 2000 yıllık bir devasa egemenlik dönemi çıkıyor. Dünya tarihinde Sümerler hariç hiç bir uygarlığa nasip olmamış uzunlukta bir egemenliktir bu.

Roma egemenliğinin dayandığı iki temel var. Birisi kölelik, diğeri işgaller. Roma devleti işgaller sayesinde eyaletlerden elde ettiği geliri merkeze yığan ve merkezde nerdeyse hemen hiç üretim yapmayan bir imparatorlukdu. Yiyecek ihtiyacı dahil herşey eyaletlerden geliyordu ve Roma yurttaşlarının yaptığı tek iş askerlikti. Bu durum yıkılış döneminde büyük felaketlere yol açacaktır. İmparatorluk, yeni ele geçirilen bölgeleri talan ederek askerleri ve merkezin giderlerini karşılıyor, bunu sürdürebilmek için de sürekli büyümek ve yeni işgal bölgeleri bulmak gerekiyordu. Aynı sistematik işgal ve talan politikası İslamiyet'in birleştirdiği Araplar ve ardından Osmanlı tarafından da uygulanacaktır.



Roma tarihi oldukça zengin bir tarih. Özellikle bir cumhuriyet olması, yılda bir seçimler yapılması, meclislerindeki ateşli tartışmaları, büyük hatipleri ve savaşları ile, demagoji ve entrikaları, askeri diktatörlükleri ile oldukça renkli bir dönem. İmparatorları içinde en çok Sezar bilinir ama aslında Sezar'ın ardından tahtı ele geçiren gelen Octavianus yada sonraki adıyla Augustus (doğ. M.Ö. 63 - öl. M.S. 14) tartışmasız bir şekilde en güçlü iktidar sahibidir.Octavianus ile birlikte Roma cumhuriyeti ilginç bir cumhuriyet haline gelir. Meclis varlığını sürdürür ama soytarıya çevrilmiştir. Roma gücün zirvesine ulaştığında zaten zar zor giden cumhuriyeti iyice budar ve adeta bir hanedanlığa dönüşür. Artık hanedanlıklar dönemi başlamıştır.

Augustus'un devamı olan hanedanlığa Julio-Cladius hanedanlığı adı verilir. Roma gücün doruklarında çürümeye bu hanedanlıkla başladı. İmparatorluk daha bir süre devam edecektir ancak giderek daha da bozulacak ve sonunda barbar istilaları ile yeni bir döneme girilecektir. Julio-Cladius hanedanının Augustus'tan sonraki ilk imparatoru Tiberius'tur, kendi komutanları tarafından hasta yatağında yastıkla boğularak öldürülür ve yerine askerlerin pek sevdiği Kaligula geçer. Kaligula ve ardından gelen Kladius ve Neron'u anlattığımızda gücün doruğundaki Roma'nın nasıl bir çöküş yaşamakta olduğu daha iyi anlaşılacaktır.


Kaligula

Tiberius'un öldürülmesinin ardından askerlerin ve halkın sevimç gösterileri ile Kaligula tahta oturur. Halk kurbanlar kesiyor ve ona "Güneş" diye sesleniyordu. Askerler ise asker ayakkabısı "kaliga" sözcüğünden yola çıkarak Kaligula adını takmıştı ona. Böylece askere yakınlığını belirtiyorlardı.

Kaligula'nın iktidarının ilk yılları pey iyi geçti. Halka buğday dağıttırıyor, eğlenceler düzenliyordu. Senato'ya da saygılı davranıyordu. Aslında ortada cumhuriyet adına pek bir şey kalmamıştı ama Kaligula'nın aklında yine de Mısır kralları gibi sınırsız yetkide bir mutlak monarşi vardı. Küçük başarılarını abarttı ve halkın sevgisine dayanarak iyice şımarmaya başladı. Mısır tutkusu ile Tiberius zamanında yasaklanan İsis kültünü serbest bıraktı önce. Sonra Mısır'dan özel bir gemiyle getirttiği dikilitaş Roma'ya dikildi. Mısır hastalığı bir tutku olmuştu Kaligula'da. Kızkardeşi ile evlenmeye de hazırlanıyordu ki kızkardeşi vakitsiz bir şekilde öldü. Tutu onu tanrılaştırdı, kendisini de tanrılar katına çıkarmaya çalıştı ve Jupiter görünümünde dolaşmaya başladı.

Kaligula'nın çılgınlıkları anlatılır gibi değildi. Çok sevdiği atı için özel ve pek lüks bir saray yaptırdı; konsül seçtirmeyi tasarladığı da söylenir bu atı. Paha biçilmez değerde incileri sirkede erittirip içermiş ve davetlilerin önüne altından ekmek ve yemek koydurur yedirtirmiş.

Bunlar tarihçi Suetonius'un anlattıklarının bir bölümü!

(Server Tanilli, Yüzyılların Gerçeği ve Mirası, İlkçağ, s. 505)

Elbette bütün bunlar büyük harcamalar gerektiriyordu ve vergilere yükleniliyordu. Kaligula'ya karşı tepkiler giderek arttı ve Kaligula giderek daha despot olmaya başladı. Muhafız birliklerinin başını bile öldürttü. Ancak 4 yıllık bir iktidaron sonunda M.S. 41 yılında kendi subayları tarafından sarayın karanlık koridorlarında öldürüldü. Öyle bir kin toplamıştı ki, karısı ve bir yaşındaki kızını bile öldürdüler.


klaudius

Kaligula'nın ölümünden sonra tahta amcasının oğlu Klaudius geçti. Romalılar şimdi de onu istiyordu. Kaligula'Yı öldürenler sarayın bir köşesinde korkuyla gizlenmiş olan Klaudius'u alıp imparator ilan ettiler. Klaudius pek istemeyerek de olsa tahta çıkmış oldu. Aslında sağlık zorunları olan, zayıf bünyeli biriydi. Devlet idaresinden de pek anlamıyordu. Yine de Klaudius'un 13 yıllık saltanatı Roma'nın en parlak dönemlerinden biri oldu ve monarşik rejim daha da sağlamlaştı. Artık kimse Cumhuriyet'ten bahsetmiyordu.

Klaudius içerde geniş bayındırlık çalışmaları yaptı, devlet yönetiminde ise yetenekli azat edilmiş köleleri kullanmayı denedi. Bu yöntemi oldukça da başarılı oldu. Bu eski köleler Senato'yu ve eski aristokrasiyi arka plana itip kendi ceplerini doldurmaya girişseler de imparatorluğun merkezileşmesini sağladılar. O zamana kadar eyaletlerden daha yüksek bir yerde kabul edilen ve eyaletleri sömürerk geçinen Roma ile eyaletler yakıonlaşmaya başladı. Eyaletlerin sözü de devlet yönetiminde öne çıkmaya başlıyordu.

Başarılı devlet yönetim mekanizması dışarıya doğru büyümeyi de kolaylaştırdı. Roma büyümenin son sınırlarına yaklaştı. İngiltere'nin fethi Kladius'a nasip oldu ve adı da İngiltere fatihine çıktı. Doğu'da Karadenizin en uzak köşelerine kadar ulaşıldı, Ermenilere bir kez daha Roma egemenliği kabul ettirildi, Juda (İsrail/filistin) yeniden eyalet haline getirildi, hatta Afrika'da Moritanya'da bile iki yeni eyalet oluşturuldu.

Klaudius evlilikleri ile ünlüdür. Zaten onu mahveden de bu evlilikleri olmuştur. 4 defa evlenir. Bu evliliklerinden rahatlıkla bir roman yazılabilir. Tarihçi Tacitus'a göre 3. karısı Messalina bir nimfomanyak'tır. Onun bir gecede kaç kişiyle yatabileceği konusunda fahişelerle yarışa girdiğini yazar. Hatta Klaudius seyahatta iken sevgilisi Gaius Silius ile açıkça evlenir. Niyeti Silius ve etrafına almayı başardığı bir takım kişilerle Klaudius'a suikast yapmaktır ancak Klaudius baskın çıkar ve hepsini idam ettirir.

Kladius kadınlardan yakasını kurtaracak gibi değildir. Başına bunca şey geldikten sonra bile gider bu sefer de Augustus'un torunu, başı göklerde ve tutkulu bir kadın olan Agrippina ile evlenir. Bu evlilik Agrippina'nın da 3. evliliğidir. Agrippina Kladius'u tamamen kontrolü altına alır ve hatta ilk evliliğinden olan ve kişilik bozuklukları olan oğlu Neron'u evlat edinmesini ve "gençliğin prensi" ilan etmesini sağlar. Çok geçmeden de Klaudius'u zehirletir ve yerine oğlunun geçmesini sağlar.

Görüldüğü gibi Klaudius devlet yönetiminde başarı olsa da bireysel yaşamında son derece zayıf bir kişiliktir. Bütün bunların bu kadar rahat yaşanabilmesinin en önemli nedeni Cumhuriyet'in bütün mekanizmalarının kötürüm edilmiş olmasıdır. İmparator ne isterse yapar, kimse karşısına çıkamaz. Doğu despotları gibi bir hakimdir artık Roma imparatorları da.



neron


Julio-Klaudius hanedanının son imparatoru Neron tahta çıktığında henüz erginleşmemiş bir çocuktu. Bu olay aslında Roma cımhuriyetinin artık tümüyle bir monarşiye dönüşmüş olduğunun da göstergesiydi. Aynı zamanda onun iktidara gelişi bir tür saray darbesi idi. Annesi Agrippina'nin ve onunla işbirliği içindeki egemenlerin iktidarı ele geçirme girişimiydi ve gerçekten de bu sınırsız güçteki imparatorluğu ilk 5 yıl bunlar yönettiler. Hatta bazı askeri başarılar da elde edildi. Doğu'da Ermenistan'ı Partların ele geçirme girişimi püskürtüldüğü gibi Gürcistan ve öteki kafkas kıyıları da ele geçirildi. 63 yılında Pontus da eyalet haline getirildi, Kırım işgal edildi ve Karadeniz tamamen bir Roma içdenizi haline getirildi.

Neron biraz büyüyünce kendini göstermeye başladı. Yaratılıştan şehvetli ve vahşi bir karakterdeydi, aslında düpedüz sa-pıktı. Ona göre doğu imparatorlarının ilkesi geçerliydi: "Hükümdara herşey serbestti" Saray ve Roma akıl almaz bir rezilliğin ce skandal dolu eğlencelerin yatağı olup çıktı. İpleri eline alması o kadar kolay olmayacaktı, ilk uzlaşmazlığı annesiyle oldu ve Neron hemen gerekeni yapıp annesini öldürttü.

Klaudius'un devlet yönetimine yerleştirdiği azatlıları atıp yerlerine her emri uygulayacak karakterde olanlar getirildi. Devlet yapısını baştan aşağı değiştirdi. Annesiyle birlikte kendini tahta çıkaran Seneca'yı da sürgüne gönderdi, askeri işlerin başına geçirdiği adam ise bir tür man-yaktı. Eşi olan Klaudius'un kızı Octavia'yı da sürgüne gönderip orada öldürttü. Ardından evlendiği kadın ise Neron'un annesini öldürmeyi birlikte tezgahladığı Poppea idi. Tacitus bu kadın için şöyle diyor: "Her şeyi vardı: Güzellik, zeka, zenginlik. Kalbi yoktu yalnız!" Ancak Neron birgün onu da karnını tekmeleyerek öldürdü. Tarihçi Suetonius'a göre ikinci çocuğuna hamileydi o sırada. (M.S. 65) (Bu arada Nero hakkında olumsuz yazılar yazan tarihçilerin senato yanlısı olduğu ve gerçekleri abarttıkları şeklinde bir eleştiri de var ancak yine de bir gerçekliğinin olduğu aşikar)


Neron'un Altın Evi

Neron'un sefahat düşkünlüğü de anlatılacak gibi değildi. Roma tarihinde görülmemiş bayramlar ve eğlenceler yapılıyordu. Saray hizmetçileri bile lüks giysiler giyiyor, katırlar gümşten nallanıyordu. Görülmemiş görkemli yapılar inşa ediliyordu. "Altın ev" (Domus Aurea) bunların başında geliyordu. Roma'daki birkaç mahalleyi kapsayacak büyüklükteki bu saray bittiğinde Neron şöyle söyler: "Sonunda, insan gibi bir evde oturacağım!"

Neron'Un bu sefahat düşkünlüğü elbette hazineyi hızla tüketiyordu, askerlerin paraları ödenmemeye, emekli maaşları verilmemeye başlandı, paranın ayarı düşürüldü. Roma zenginlerinin mallarına el konulmaya başlandı. Diğer taraftan da halkı oyalamak için spor ve tiyatrolara ağırlık verildi. Aslında bunlar Neron'un kişilik bozukluklarının da ifadesiydi. Edebiyata ve müziğe çok düşkündü ve çevresindekilerin pohpohlamasıyla kendini bir dahi olarak görmeye başlamıştı. Bu yüzden sahneye çıkıp rol yapıyor, şarkı söylüyor, eğlencelerde at üstünde gösteriler yapıyordu. Hatta 67 yılında Yunanistan'a bir sanat turnesine bile çıktığı ve olimpiyat oyunlarına bizzat katıldığını biliyoruz.

64 yılının 18 Temmuz gecesinde meşhur Roma yangını çıktı ve günlerce sürdü. Roma'nın 14 mahallesinden 4'ü tamamen, 7'si de kısmen yandı. Bu sırada Neron bir kuleden kentin yanışını seyrediyor ve hayran hayran Troya'nın düşüşü üzerine mısralar söylüyordu. Aslında yangın iktidarın savsaklamalarının sonucuydu ama Neron bir sürü masum insanı şehri yaktılar diye suçlayıp işiitilmemiş işkenceler yaptırdı onlara.

Neron'a tepkiler giderek artmıştı ve ilk olarak muhalif soylular harekete geçtiler ve bir komplo düzenlediler ama başarısız oldu. Aralarında Seneca'nın da olduğu komplocular kendilerini öldürmeye mahkum edildi Roma halkı da nefret duyuyordu Neron'a artık ama asıl yıkıcı darbeler eyaletlerden geliyordu. Arka arkaya isyanlar patladı. Juda'da iki de bir çıkan isyanlar artık önlenemez hale gelmişti. Britanya ayaklandı, onbinlerce insan öldürüldü ama ayaklanma sürdü gitti. Juda'daki ayaklanma bastırlamamıştı ki bu sefer de Galya'da bir ayaklanma patlak verdi.

Neron hükümeti şaşkınlık içindeydi. Bir taraftaki ayaklanmayı bastırmaya çalışırken başka bir taraf ayaklanıyordu. Neron akıl almaz planlar kuruyordu kafasında. Başkaldıranların önüne çıkıp, elinde sazı onları büyülemeyi düşünüyordu; hatta dekorların hazırlanması ve oyuncuların toplanması emrini bile verdi. Olan bitenin bilincinde değildi kısaca. Önce gözdeleri ona ihanet etti. Muhafız birlikleri başka bir imparator adayı için ayarlandı ve Senato Neron'u "halk düşmanı ilan edip ölüme mahkum etti. Herkes Neron'u terketmişti, kaçma girişimleri sonuçsuz kalınca kendini ölüdrmekte buldu çareyi. Ölürken şöyle diyordu: "Dünya ne kadar da büyük bir sanatçı kaybediyor benimle!"



neron sonrası iç svaş

Neron'ın düşüşü ile birlikte ortalığa bir söylenti yayıldı. İmparator Roma'nın dışından seçilecekti. Bu haber devasa sınırlara sahip imparatorlukta bir sevinç dalgası yarattı. Ama bu işlerin kolay olmayacağı ortaya çıkacaktı.

Bu noktada Roma imparatorluğu'nun ordusuna bakmamız gerekiyor. Ordu kabaca 3 gruptan oluşuyordu. En büyük ve güçlü ordu Ren ordusuydu, doğu Avrupa'dan Karadenizin doğusuna kadar olan bölgede ise Tuna ordusu bulunuyordu. Suriye, Filistin ve Mısır'da ise Doğu ordusu üslenmişti. Her bir ordunun kendi içinde gelenekleri, zafer yıldönümleri vardı. Geleneksel olarak da çıkarları açısından da ordular kendi içlerinde bütünleşmişlerdi.

Neron'un yerine önce İspanya valisi Sulpius Galba geçer. 72 yaşındaki bu diktatörlük düşmanı askerlere karşı sert bir tutum içindeydi. Daha 7 ay geçmeden Muhafız birliklerini satın alan Othon, Galba'yı öldürttü ama o da ancak üç ay tutunabildi. Ordular kendi komutanlarının imparator olmasını istemeye başladılar. Ren ordusu kendi generallerinden biri olan Vitellius'u imparator ilan edip Roma'nın üzerine yürüdü. Othon, 70 bin kişilik güçlü lejyonlardan oluşan Ren ordusunun karşısında direnmeye çalıştı ancak yenildi ve kendi kılıcıyla hayatına son verdi. Dio Cassius'a göre bu savaşta 40.000 kişi öldü. Neron ve Kladius'un pohpohlayıcısı, iğrenç bir kişilik olan Vitellius ordusunun başında Roma'ya girdi ve ne yaptı dersiniz? Roma'yı yağmaladı. Bir ordu kendi başkentini yağmalıyordu. Günlerce süren tecavüz, yağma ve talan şehrin altını üstüne getirdi.



Ren ordusunun Roma'Yı ele geçirmesi Tuna ve Doğu ordusunu iyiden iyiye rahatsız etti. Doğu ordusu birçok defa Ren ordusu karşısında Tuna ordusuna destek vermişti. Yine öyle oldu. Ren ordusunun Roma'yı yağmalamasından birkaç ay sonra bu sefer Tuna ve Doğu ordusu birlikte Roma'nın üstüne yürüyüşe geçti. Doğu ordusunun komutanlarından Flavius Vespasianus'u imparator ilan etmişlerdi. Daha birkaç ay önce Ren ordusunun muhafız ordsusuyla savaştığı yerde bu sefer Doğu ve Tuna orduları, Ren ordusuyla savaşıyordu. Roma kanlı sokak savaşlarıyla alındı. Vitellius vahşice öldürüldü. Senato korkusundan ne yapacağını şaşırmıştı. Vespasianus' imparatorluk ünvanı verdi hemen. Böylece Falvius'lar dönemi başlıyordu.



romanın kültürel ve bilimsel çöküşü

Roma, Klaudius hanedanı'nın ardından Falvius'larla bir yükseliş yaşar. Ancak bütün bu dönemsel büyümeler geçici olacaktır. Çünkü Roma aslında içerden çürümüştür. Hiçbir üretimin yapılmadığı, halka ekmeğin bile devlet tarafından dağıtıldığı, üretimsizlik merkesinde cumhuriyet de tümden kaybolmuş ve sert bir monarşi sürüyordu. Bu ortam kültürel yaşamın da çürümesi demekti. Antik Yunan'dakine benzer bir süreci Roma'da görmek mümkün. İktidarlar mutlakiyete dönüştükçe kültürel hayat da materyalist felsefeden mistizm'e, sanatsal yaratıcılıktan yüzeyselliğe doğru kayıyordu. Zaten imparatorluk her türlü sosyal düşünceyi, özellikle de halktan gelenleri bastırıyordu.

Bu baskılar karşısında sanatın her alanında özün biçime feda edildiği, özentili ve yapmacık bir biçimciliğin öne çıktığı görülür. Trajedyalarda ağdalı, anlaşılması güç ve karmaşık bir dil kullanılır. Aşırı duygusallıklarla dolu ve yapmacık eserlerdir çoğu. Roma edebiyatının en önemli türlerinden olan Yergi ise artık siyasal olayları eleştirmekten çıkıp, sıradan ahlaka aykırı davranışlarda bulunan insanların dergilenmesine dönüştü. Örneğin Martialis, kibar fahişeleri, şarlatan hekimleri, kurnaz meyhanecileri alay konusu yapıyordu. Bir yüzyıl sonra gelecek olan Apuleius ise çok sayıda mistik öğe ile bezenmiş öyküler yazıyordu. Sihir, büyü, inanılmaz mucizeler, düş ve mistik, yergi, erotik sahneler bribirine izlerdi eserlerinde. Bu tür eserler büyük beğeni topluyor, adeta insanların Roma'nın çirkinliğinden kaçıp sığındıkları bir liman oluyordu.

Bu kültürel çöküşün en belirgin özelliklerden biri tiyatroda ciddi türlein (trajedi ve komedi'nin) yerini "mim" adı verilen ve patavatsız, açık saçık kaba güldürülerden oluşan, şatafatlı ama duygudan yoksun "peri oyunları"na bırakmasıdır. Roma'da sirkler ve araba yarışları büyük beğeni görür olmuş, bunlara Gladyatör eğlenceleri de eklenmişti.

Aynı dönemde bilimsel alanda da bir çöküş yaşanıyordu. İnsan aklına olan güven iyice kaybolmuştu. Cumhuriyetin son döneminde kendisini başrahip ilan etmiş olan Sezar gibi imparatorlar bile gizemli, mucizevi şeylerle alay ederken, mistik düşünceler ancak en cahil kesimlerde etkili olurken, şimdi aydın kesimlerde bile ateşli taraftarlar buluyordu. Tarihçi Tranquillus'un "On İki Sezar" kitabında ilk imparatorların yaşamlarını bir yığın, kehanet, mucize ve doğaüstü olayal açıklar. Bir zamanlar gülünen "boş masallar" imparatorluğun heryerinde büyük bir istekli kitlesi buluyor ve her cinsten sihirbazlar, büyücüler, müneccimler, kahinler Roma'da laynaşıp duruyordu. O kadar ki imparatorluk bu kişilere önlemler almak için bazen sert yöntemler kullanmaya çalışıyor, sürügüne yolluyor, öldürtüyordu. Ama bunların hiçbir faydası olmadı, devletin en üstüne kadar her kesim bu salgına tutulmuştu. Klaudius resmen bir kahinler okulu açmış, Hadrianus da astroloji ve büyücülükle uğraşıyordu.

Roma sosyetesi eski Roma inancını şiddetle destekliyordu. Yeniden canlanan dinsel derneklere akın ediyorlardı. Arkaik, anlaşılmaz dilde okunan dualar, vahşi danslar, "İmparatorluk kültü" rağbet görüyordu. Senato'nun kararı ile ölmüş imparatorlar tanrılaştırılıyordu. Hatta "Augustus'a tapanlar" derneği bile vardı.

Doğulu gizemler de imparatorlukta hızla yayılıyor ve izleyici buluyordu kendine. Kaligula'nın Mısır hastalığından ve İsis kültünü getirme çabasından bahsetmiştik. Klaudius zamanında Küçük Asya kökenlki "Ana Tanrıça" Kibele ve yamağı Attis de güç kazandı. Flavius'lar zamanında ise Doğu ordusunun Roma'yı ele geçirmesi sayesinde doğu eyaletlerinden İranlı bir kült, "ölümü yenen" Mitra kültü getirildi. Suriye'nin Güneş kültü de izleyici buluyordu.

Son olarak Kudüs'ün Roma ile çatışmalarından sonra imparatorluğun çeşitli yerlerine dağılan Yahudi diasporasının yaymaya başladığı Yahudi tektanrıcılığı, beraberinde yığınla mezhebiyle birlikte geldi ve pek büyük bir yayılış gösterdi.

Tam bir "manevi hazırlık" dönemiydi bu. Hıristiyanlık işte bu ortamda doğdu ve karşısında birsürü doğaüstü zırvalığı büyük bir açlıkla dinleyen bir dinleyici topluluğu buldu.

--------------------
yahudi mezheplerinden alınan teorik miras



Hristiyanlığa ait günümüze kalmış ilk metinler MS. 2. ve 3. yüzyıla aitler. Başlangıçta sözlü bir gelenek olarak gelişen anlayışın yazıya dökülmüş ilk metinlerinin hangileri olduklarını ve ne zaman yazıldıklarını tespit etmek de oldukça güç. Ancak kabaca MS. 70-90 yılları diyebiliriz. Yeni Ahit'in ilk dört kitabı Matta, Markos, Luka ve Yuhanna'nın yazılış tarihleri belki de son kitap olan Yuhanna'nın Vahiy'inden daha yakın bir tarih olabilir.

Hıristiyanlığın gelişimine dair en güzel açıklamaları da yine bizzat Yeni Ahit'te bulabiliriz. Havarilerin İşleri kitabı kilisenin kuruluş sürecini açıklar. Hıritiyanlığın Yahudi dinsel yapısından kopuşunu anlayabilmek için dönemin Yahudi mezheplerine kısaca bakalım.


Artık peygamberler birer kral, hakim değil, birer kurtarıcı sayılmaya başlandı. İsrail halkının gelecek olan kralı, kurtarıcısı ve Mesih'i idi. Bu geliş bir felaket, bir tufandı. Öyle ki Daniel ve Hanok kitapları kıyamet kitapları olarak kabul edilir. Roma döneminde de Yahudiler dönem dönem baskı gördüler. Milliyetçi-dinsel yapısı ile Roma egemenliği karşısında ayaklanmaya ve direnişe uygun bir zemini vardı Yahudi dininin. İsrail çok sayıda başarısız isyan girişimine sahne oldu. Hatta bir dönem Şabat günü, sünnet ile Tevrat bulundurmak bile yasaklandı. Bu çalkantılı dönemlerde gelişen mezheplerin aralarındaki ayrılıklarda siyasal sürecin ne kadar belirleyici olduğu görülecektir.

Vaftizci Yahya'nın ortaya çıktığı dönemde 4 Yahudi mezhebinden sözedilir. Bunlar:

Ferisiler: Sadukilerle birlikte iki büyük gruptan biri. Ferisiler gelenekçi Yahudilerdi. Eski Ahit'e sıkı sıkıya ve aynı zamanda biçimsel olarak da bağlılardı. Kıyamete, yeniden doğuşa, meleklerin ve cinlerin varlığına inanıyorlardı. Yeni Ahit metinlerinde İsa ve havarilerinin çatıştığı mezhep olarak adları sık sık geçer. Hıristiyanlığın en önemli ismi Pavlus bu gruptan gelmeydi.

Sadukiler: Ferisilerin gelenekçi bağlılıklarına tepki olarak gelişmiş, biçimsel kabulleri reddeden ancak buna karşın toplumsal huzursuzluk yaratabilecek herşeyi reddeden bir akım. Kıyamete ve yeniden doğuşa inanmaz, doğaüstü melek, cin gibi varlıkarı kabul etmezlerdi. Bu özelliğiyle egemen Yahudi sınıflarına uyuyordu.

Zelotlar: Bunlar en radikal ve Yahudi milliyetçisi Mesih'çi gruptu. İsyanlarda öne çıkmışlar ve çok sayıda Roma yanlısını katletmişlerdi. Ferisiler gibi gelenekçilerdi. İsa'nın havarileri arasında Partizan Simon bu gruptan gelmeydi.

Esseniler: Bu grup hakkında bilgiler son yıllarda bulunan Kumran metinlerine kadar oldukça azdı. Bunun en önemli nedeni de gizemli bir yapıları olmasıydı. Ancak Kumran metinleri ile birlikte bu mezhebin hıristiyanlara olan büyük benzerlikleri ortaya çıktı. Öyle ki kimileri İsa'nın bir Esseni olduğunu ve Essenilerin ezoterizmini daha basitleştirerek anlattığını, Essenilerin de daha sonra tamamen hıristiyan olduğunu ileri sürüyorlar. Gerçekten de Esseniler gizemli bir biçimde ortadan kaybolurlar.


Esseniler ve Hıristiyanlar


Essenilerin metinleri aslında Yeni Ahit'te kullanılan bazı deyimleri de açıklamıştır. Ancak yine de birerbir bir benzerlik sözkonusu değildir. Esseniler katı bir manastır yaşamı sürerken hıristiyanlar halkın içinde yaşıyorlar ve bir misyoner cemaati oluşturuyorlardı. Her ikisi de Mesihçi ve kıyametçiydi, ancak Esseniler iki Mesih bekliyorlardı. Biri onları kutsayacak kahin-Mesih, diğeri savaşın başına geçip zafer kazanacak kral-Mesih.

Ruhbandan olmayanlar aynı hıristiyanlardaki gibi maddi kaynakları bulmakla sorumluydu. Yönetici gruba rabbim deniyordu, ki Yeni Ahit'teki sözcüğün anlamı Kumran metinleriyle açıklık kazanmıştır. Ruhban'dan olan 12 kişi ve 3 rahip ise iç halkayı oluşturuyordu. En yüksek makam "müfettiş"lik yada "çoban"lıktı.

Gruba yeni katılanlar için cemaatle bütünleşmek için erginleyici vaftizi ve yılda bir kez yapılan suyla arınma ritüeli vardı. Aynı hıristiyanlarda olduğu gibi "ekmeğin bölünmesi" ve birlikte yenilen Mesih'in şölen sofrası vardı. Cemaat üyeleri evlenemezdi, çünkü kutsal savaşın neferleriydiler. Hıristiyanların ilk iki yüzyıllık sürecinde apokalipsçi ve batıni gelenekler korunmuştu.

Bir çok ortak özellik olmasına karşın Essenilerde İran etkileri hıristiyanlığın sonraki metinlerine göre daha belirgindir. Bu özellikler daha sonra Gnostiklerde belirgin şekilde korunmuştur.
--------------------
yahudi mezheplerinden alınan teorik miras



Hristiyanlığa ait günümüze kalmış ilk metinler MS. 2. ve 3. yüzyıla aitler. Başlangıçta sözlü bir gelenek olarak gelişen anlayışın yazıya dökülmüş ilk metinlerinin hangileri olduklarını ve ne zaman yazıldıklarını tespit etmek de oldukça güç. Ancak kabaca MS. 70-90 yılları diyebiliriz. Yeni Ahit'in ilk dört kitabı Matta, Markos, Luka ve Yuhanna'nın yazılış tarihleri belki de son kitap olan Yuhanna'nın Vahiy'inden daha yakın bir tarih olabilir.

Hıristiyanlığın gelişimine dair en güzel açıklamaları da yine bizzat Yeni Ahit'te bulabiliriz. Havarilerin İşleri kitabı kilisenin kuruluş sürecini açıklar. Hıritiyanlığın Yahudi dinsel yapısından kopuşunu anlayabilmek için dönemin Yahudi mezheplerine kısaca bakalım.


Artık peygamberler birer kral, hakim değil, birer kurtarıcı sayılmaya başlandı. İsrail halkının gelecek olan kralı, kurtarıcısı ve Mesih'i idi. Bu geliş bir felaket, bir tufandı. Öyle ki Daniel ve Hanok kitapları kıyamet kitapları olarak kabul edilir. Roma döneminde de Yahudiler dönem dönem baskı gördüler. Milliyetçi-dinsel yapısı ile Roma egemenliği karşısında ayaklanmaya ve direnişe uygun bir zemini vardı Yahudi dininin. İsrail çok sayıda başarısız isyan girişimine sahne oldu. Hatta bir dönem Şabat günü, sünnet ile Tevrat bulundurmak bile yasaklandı. Bu çalkantılı dönemlerde gelişen mezheplerin aralarındaki ayrılıklarda siyasal sürecin ne kadar belirleyici olduğu görülecektir.

Vaftizci Yahya'nın ortaya çıktığı dönemde 4 Yahudi mezhebinden sözedilir. Bunlar:

Ferisiler: Sadukilerle birlikte iki büyük gruptan biri. Ferisiler gelenekçi Yahudilerdi. Eski Ahit'e sıkı sıkıya ve aynı zamanda biçimsel olarak da bağlılardı. Kıyamete, yeniden doğuşa, meleklerin ve cinlerin varlığına inanıyorlardı. Yeni Ahit metinlerinde İsa ve havarilerinin çatıştığı mezhep olarak adları sık sık geçer. Hıristiyanlığın en önemli ismi Pavlus bu gruptan gelmeydi.

Sadukiler: Ferisilerin gelenekçi bağlılıklarına tepki olarak gelişmiş, biçimsel kabulleri reddeden ancak buna karşın toplumsal huzursuzluk yaratabilecek herşeyi reddeden bir akım. Kıyamete ve yeniden doğuşa inanmaz, doğaüstü melek, cin gibi varlıkarı kabul etmezlerdi. Bu özelliğiyle egemen Yahudi sınıflarına uyuyordu.

Zelotlar: Bunlar en radikal ve Yahudi milliyetçisi Mesih'çi gruptu. İsyanlarda öne çıkmışlar ve çok sayıda Roma yanlısını katletmişlerdi. Ferisiler gibi gelenekçilerdi. İsa'nın havarileri arasında Partizan Simon bu gruptan gelmeydi.

Esseniler: Bu grup hakkında bilgiler son yıllarda bulunan Kumran metinlerine kadar oldukça azdı. Bunun en önemli nedeni de gizemli bir yapıları olmasıydı. Ancak Kumran metinleri ile birlikte bu mezhebin hıristiyanlara olan büyük benzerlikleri ortaya çıktı. Öyle ki kimileri İsa'nın bir Esseni olduğunu ve Essenilerin ezoterizmini daha basitleştirerek anlattığını, Essenilerin de daha sonra tamamen hıristiyan olduğunu ileri sürüyorlar. Gerçekten de Esseniler gizemli bir biçimde ortadan kaybolurlar.


Esseniler ve Hıristiyanlar


Essenilerin metinleri aslında Yeni Ahit'te kullanılan bazı deyimleri de açıklamıştır. Ancak yine de birerbir bir benzerlik sözkonusu değildir. Esseniler katı bir manastır yaşamı sürerken hıristiyanlar halkın içinde yaşıyorlar ve bir misyoner cemaati oluşturuyorlardı. Her ikisi de Mesihçi ve kıyametçiydi, ancak Esseniler iki Mesih bekliyorlardı. Biri onları kutsayacak kahin-Mesih, diğeri savaşın başına geçip zafer kazanacak kral-Mesih.

Ruhbandan olmayanlar aynı hıristiyanlardaki gibi maddi kaynakları bulmakla sorumluydu. Yönetici gruba rabbim deniyordu, ki Yeni Ahit'teki sözcüğün anlamı Kumran metinleriyle açıklık kazanmıştır. Ruhban'dan olan 12 kişi ve 3 rahip ise iç halkayı oluşturuyordu. En yüksek makam "müfettiş"lik yada "çoban"lıktı.

Gruba yeni katılanlar için cemaatle bütünleşmek için erginleyici vaftizi ve yılda bir kez yapılan suyla arınma ritüeli vardı. Aynı hıristiyanlarda olduğu gibi "ekmeğin bölünmesi" ve birlikte yenilen Mesih'in şölen sofrası vardı. Cemaat üyeleri evlenemezdi, çünkü kutsal savaşın neferleriydiler. Hıristiyanların ilk iki yüzyıllık sürecinde apokalipsçi ve batıni gelenekler korunmuştu.

Bir çok ortak özellik olmasına karşın Essenilerde İran etkileri hıristiyanlığın sonraki metinlerine göre daha belirgindir. Bu özellikler daha sonra Gnostiklerde belirgin şekilde korunmuştur.
--------------------
kutsal ruh

Hıristiyan öğretisi zaman içinde bazı değişiklikler yaşadı. Bu yüzden kutsal metinlerini anlayabilmek için aslında çeşitli Yahudi öğretilerine, özellikle de Essenilere ait bilgimizin olmasında fayda var. Yuhanna'nın metinlerinde sıkça geçen "ışık" üzerinde durmak aydınlatıcı olabilir.

Essenilere göre dünya iki ruh arasındaki savaş alanı idi. Gerçeğin Ruhu ( Işık Prensi yada Hakikat Meleği) ışık idi, buna karşın Kötülük ve Yozluk Ruhu ise Karanlıklar Prensi idi. Bu anlayış Gnostiklerin başlı başına bir edebiyat yaratmasına yol açmıştı.

Yeni Ahit'te İsa sık sık ışık olarak tanımlanır. Ayrıca vaftizci Yahya, kendinin su ile vaftiz ettiğini, gelecek olanın, yani İsa'nın ise ışıkla vaftiz edeceğini söyler. İsa'nın doğduğu gün, doğudan gökbilimciler gelir ve Yahudilerin yeni doğan kralına tapınmaya geldiklerini söylerler. Bu da bir İran etkisidir. 6 Ocak'da hıristiyan ülkelerinde kutlanır. Bu kişiler İsa'nın yıldızını gördüklerini söylerler.

İsa, Ferisilerle yaptığı tartışmalarda şöyle der:

"Dünyaya ışık geldi, ama insanlar ışık yerine karanlığı sevdiler. Çünkü yaptıkları işler kötüydü. Kötülük yapan herkes ışıktan nefret eder ve yaptıkları açığa çıkmasın diye ışığa yaklaşmaz." (Yuhanna, 3:19)

Ardından da Ferisileri iblisin yani kötülüğün oğulları olarak niteler.

Bu ışık Kutsal Ruh'tur ve İsa tarafından öğrencileri olan Havarilere de verilir. İsanın ardından öğrencileri de kutsal ruh sayesinde birçok mucizew gerçekleştirirler. Hastaları iyi ederler, ölüleri diriltirler. Habercilerin İşleri'nde bu ışık üzerine yapılan ilginç bir tartışma vardır. Havarilerin (elçilerin) ellerini insanların üstüne koyarak kullandıkları bu büyülü ışığı gören Petrus havarilere bu ışık karşılığında para teklif eder.

Elçilerin bu el koyma hareketiyle Kutsal Ruh`un verildiğini gören Simun onlara para teklif ederek, “Bana da bu yetkiyi verin, kimin üzerine ellerimi koysam Kutsal Ruh`u alsın” dedi. (Elçilerin İşleri: 8:18-19)

Hıristiyanlıktaki "ışık" inancı belirgin bir İran etkisidir. Ezoterik özellikleri dolayısıyla birçok mezhebin de doğmasına zemin oluşturu.

Hıristiyanlık daha sonra Roma kontrolüne girip yeni biçimler alacaktır ama başlangıçta son derece belirgin bir Roma düşmanlığı yapmaktadır.
--------------------
yuhanna ve pavlus

Yeni Ahit'in en ilginç metni hiç kuşkusuz Yunanna'nın Vahyi'dir. Metin M.S. 68 yada 69 yıllarında yani Neron'un son dönemi yada ardından gelen yukarda anlattığımız karmaşa döneminde yazılmış. Yazar, Patnos adasından küçük Asya'daki Mesih yanlılarına seslenir. 7 Kilise diye ifade ettiği şey anadoludaki yeni oluşan küçük hıristiyan topluluklarıdır. Henüz Hıristiyan adı kullanılmamaktadır. Yuhanna görümlerinden (rüya, hayal) söz eder. Dünyanın sonunun yakın olduğunu, Babil'in yani büyük fahişenin cezalandırılacağını söyler. O dönem Babil falan kalmamıştı, yazarın kastettiği Roma idi. Apokalips biçimindeki tek Yeni Ahit metni olan "Vahiy"de oldukça sert, Kuran'ı andıran bir dil vardır. Yazarın Roma'ya duyduğu öfke her satırda hissedilir.

Başlangıçta küçük, sıradan bir Yahudi mezhebi olan hareket giderek bir halk hareketi niteliği almaya başlar. Küçük Asya, Suriye, Mısır'dan başlı***** Roma'nın batı eyaletlerine doğru yayılmaya başlar. Başlarda yaşanan sorun milliyet sorunu olmuştur. Yahudilik İbrahim'in torunlarından çıkıp farklı ulusların dine haline nasıl gelecektir? Burda Havari Pavlus'un katkısını anmadan geçemeyiz. Diğer ulusların elçisi olarak öne çıkıp mezhebin dar ulusal çerçevesini kıran o olmuştur. Yahudiliğe özgü sünnet ve kurban tartışmalarında Pavlus çok net bir tavır alır. Çıktığı geziler ve Tevrat'a getirdiği yorumlarla yeni dinin hedef kitlesini hızla genişletir. Halbuki İsa bile sadece Yahudilere gönderilmiş olduğuna dair sözler sarfetmiştir.

Aslında Yuhanna'nın vahyi de, Pavlus'un doktrinel çabaları da henüz pek bir önem taşımaz. Bu inanışa bağlı olan insan sayısı azdır ve belli belirsizlikler taşımaktadır. II. yüzyılın başlarında bile içine her çeşit masal, efsane ve mitosların karıştığı her türden vaazlar, mektuplar, "vahiyler", yığınla kilise (inanan topluluğu) arasında dolaşıp durmaktadır. Yuhanna ve Pavlus yaşamlarında bu karmaşanın önemsiz bir parçasıydı. 66 yılında Yahudilerin Roma'ya karşı isyanı ve büyük bir felaketle sonuçlanan yenilgilerinin ardından Yeruşalem'den dört bir yana dağılan Yahudiler arasında mezhebin ve özellikle Pavlus'un önemi artar.

--------------------
geleneksel roma dini dilaver

Roma dininin ikinci aşaması Latium bölgesinde köylü topluluklarının inançları çevresinde gelişen ve önceki dönemlerdeki sihir ve büyülerin de işlevlerini sürdürdükleri belli inanç ve tapımları oluşturan dinsel toplulukların oluşturdukları aşamadır.

Bu aşamanın tayin edici özelligi bireysel mülkiyetin gelişmesi, evliligin tek eşlilige dogru yol alması ve tek eşli aile kavramının ortaya çıkmasıdır. Diger soy yakınlarından ayrı yaşayan ayrı bir hane ortaya çıkmıştır. Bu kavram toplumun dinini de şekillendirmiştir. Eski toplumun totemleri, eski klan tanrıları şimdi soyların birleşmesiyle tüm toplumun tanrıları haline gelmiştir. Özel mülkiyetin yaygınlaşmasıyla ruh ya da animizm yerini tanrıya; büyü yerini dua ve sunuya bırakmıştır.

Roma dininin temelini oluşturan Latium köylü dini , ailenin yaşadıgı eve ve eve huzurunu saglayan koruyucu tanrılara odaklanmıştır. Ev ailenin tapınagı, evin reisi olan baba dinin rahibi ve yöneticisidir. Vesta aile ocagının temsilcisi , Penates kilerin koruyusu, Lanus evin kapısının bekçisi, Lares ailenin sürekliligini saglayan, Genius ailenin kutsal gücünü simgeleyen tanrılar olarak ev tanrılarının en önemlileridir. Ölen ataların ruhları olan Di Manes ev halkının huzurunun ve güvenliliginin sürekliligini saglayan ve bunun için özel tapımlarla ve günlük sunularla yatıştırılması gereken güçlerdir.

Roma'nın geleneksel dininin tanrıları Numen lerdir. Numen ler çiftçilik gelenegi ile beslenen toplumda tarım kültürü ve aile yaşantısı ile içiçe olan kutsal ruhlardır. Bu ruhlar eski gelenekten yola çıkmış ve şimdi tanrı olma aşamasındadırlar.

Alomena yeni dogmuş bir bebekten sorumludur. Nona ve Decima gebeligin kritik aylarını gözetir. Iuno evli kadının yanında yer alan güçtür. Ianus kapının koruyucusu, Terminus ise tarlanın sınır taşıdır. Bu tanrıların her biri eski klanların ata ruhlarıdır.

Romulus Roma'yı kurarken 100 Latin soyunu bir araya getirmiş, bunlara 100 Sabine soyunu katmış daha sonra bunlara 100 Etrüsk soyu da katılmıştır. Evvelce hepsi soyların koruyucu ruhları ve ataları olan bu isimler şimdi yeni toplumun tanrıları olmuşlardır.

Romalılar bir doga olayıyla kendini belli eden bu Numen'lerin isteklerini, bu doga olaylarını gözlemleyip yorumlayarak anlamaya çalışırlardı.Bu durum Roma dininde kahinligin gelişmesine ve kehanet kurumlarının gelişmesine neden olmuştur. Kehanet tanrıların gönderdigine inanılan gök gürültüsü, şimşek, yıldırım gibi bir takım doga üstü olayları ve kutsal sayılan bazı hayvanların iç organlarına bakarak ya da kuşların uçuş yönleriyle yem yeme biçimlerini yorumlayarak yapılır ve Roma'nın siyasi, askeri ve sosyal olaylarının yönünü belirlemede etkin olurdu. Bu işle ugraşan kişiler Roma senatosunun içinden ve yüksek görevlilerden seçilir ve yaptıkları işe göre adlandırılırlardı.

Özellikle kartal ve akbabaların uçuşuna göre kehanette bulunanlara Augur ( kuşbilici ), hayvanların iç organlarına bakarak kehanette bulunanlara Haruspex denirdi.

Livius ; İ.Ö. 340 yılında yapılan bir savaş sırasında Roma ordusunun muharebeye kalkışmadan önce bir kurban adadıgını ve bu kurbanın karacigerini inceleyen haruspex in o dönemin konsülü Decius'a karacigerin olagan konumunda bulundugunu belirttigini ve bu kehaneti alan Roma ordusunun, tanrıların kendi yanında olduguna inanarak savaşa giriştigini, aktarır.

Romulus'tan Servius Tulluius'a kadar hanedan anaerkil bir biçimde kızlara koca olan damatlar şeklinde devam eder. Bu dönemde anasoydan atasoya dogru bir geçiş söz konusudur. Servius Tulluius ile birlikte Roma bir devlet halini alır ve artık ataerkil tanrılar önem kazanır. Bu dönemin en önemli tanrısı Mars'tır. Ancak sembolik olarak tanrıyı öldürme törenleri yapılır.

Daha sonra savaş tanrısı olacak olan Mars başlangıçta bitki tanrısıydı. Roma çiftçileri ürünün verimli olması için Mars'a dua ederlerdi. Aryal kardeşler rahip grubu yalnızca Mars'a dua ederdi, bol bir hasat için Ekim ayında Mars'a bir at kurban ederlerdi.

Dinin bu aşamasında tek tek ailelerde düzenlenen törenler, tüm toplumu içine alacak biçimde düzenlenen törenlere dönüşünce , bu dinsel törenleri düzenleyecek ve denetimi saglayacak kurumlara ihtiyaç duyulur, ve bu durum ruhban sınıfının doguşuna yol açar. Pontifex' lik ( rahip ) kurumu ile birlikte ve Yunan etkisi ile Roma dini üçüncü aşamasına girer

--------------------
roma imparatorluk dini dilaver

Çiçero şöyle der : "Ailemiz ve atalarımızla ilgili dinsel törenleri korumak, eski zamanlar tanrılara çok yakın olduguna göre, adeta tanrılardan devralınan dini korumakla eşittir."

Roma devlet dini İ.Ö. 7 yy dan başlayarak, İtalya dışından gelen kültürlerin, özellikle Etrüsklerin inançlarıyla ve İ.Ö. 3 yy dan itibaren Yunan dininin etkisiyle üçüncü aşamasına girmiştir.

Yunan etkisiyle, Homeros ve Hesiodos'un destanlarındaki Yunan tanrıları herbirinin kendine özgü söylenceleri Roma tanrılarına Latince adlarıyla geçti. Bu dogrultuda eskiden fırtına ve çiftçilikle ilgili olan bitki Tanrısı Mars, Yunanlıların Ares'iyle özdeşleşip savaş tanrısı oldu ve Romalılar için en önemli tanrı olma özelligini korudu. Roma şimdi emperyal sömürgeci bir devlet olma yolunda ilerliyordu ve burada da Tanrı Mars a çok iş düşüyordu.

Tanrılar'ın babası Juppiter, Zeus'la; kadınların ve evliligin koruyucusu Juno Hera ile; tanrıların habercisi Mercurius Hermes'le özdeşleşti. Sanatçıların ve zanaatkarların tanrıçası ve Roma bigeliginin ruhu Minerva, Pallas Athena'nın ; aşkın tanrıçası Venüs, Aphrodite'nin öyküleriyle anıldı. Neptunus, Poseidon ; Vulcanus, Hephaistos ; bugday ve bereket tanrıçası Ceres, Demeter ; kırların tanrısı Liber ise Dionysos ya da Bacchus oldu. Avcıların ve ormanın tanrıçası Diana, Artemis'e, kardeşi Phoebus ise Apollon'a eş tutuldu.

Bu ilk dinin temeli eski klan ataları idi. Diyelim ki on klan bir kabileyi meydana getiriyordu; her klanın atası kabilenin panteonunda bir tanrı olarak yer alır ve güçlü ve hakim klanın atası ise kabilenin baş tanrısı olurdu. Dinin bu biçiminde tanrılar henüz net olarak dogadan kopmuş degillerdi. Tamamen insansı özellikler taşır, insanlar gibi yer, içer eglenirlerdi. Tek özellikleri ölümsüz olmaları idi. Kabile ya da daha sonra devlet tapımı haline geldiklerinde bu tanrılar için şölenler düzenlemek adet olmuştu. Bu törenlerde, tanrı heykelleri yiyecek ve içeceklerle bezenmiş sofraların yanındaki sedirlere yerleştirilerek halka sunulur ve insanlarla tanrılar yakın bir ilişki içinde bulunurdu.

Livius bu törenlerin 9 gün sürdügünden ve tüm kent halkının efendi-köle, soylu-halk, kadın-erkek ayrımı yapılmadan tanrıları duyumsamak ve onlara yakın temasta bulunmak için törene katıldıgından söz eder.

Roma'nın devlet tanrılarına gösterdigi bu özenin yanında siyasal yayılımı kolaylaştıracagına inanıldıgından, fethedilen ülke tanrılarına da hoşgörülü yaklaşımı vardı. Yöneticiler devlet diniyle büyük bir uyumsuzlık yaşamadıgı sürece egemenlikleri altına aldıkları ulusların dinine hoşgörüyle yaklaşmış, tapınaklarını yagmalamamış ya da tanrılarını mekanlarından kovmamışlardır. Aksine o tanrıları Roma Panteonunun içerisine dahil etmişlerdir.

İ.Ö.205-205 yılları arasında Kartaca savaşlarının en bunalımlı dönemlerinde Hannibal ile büyük bir savaşım içindeyken, bu durumdan kurtulmak için başvurdukları Sibylla kehanet kitaplarının yanıtları dogrultusunda Kybele kültünün İ.Ö. 205 te Roma'ya aktarılması saglanmıştı. Gemilerle çok zor bir yolculuktan sonra Kybele Anadolu'dan Roma'ya gelmişti. Bunun sonucu Roma'nın galibiyeti oldu.

Gene Sibylla kitapları aracılıgıyla İ.Ö. 294 yılında saglık tanrısı Aesculapius, bir yılan olarak Tiber'de bir adaya getirilmişti.

Roma devlet dininde Yunan dininin bir diger etkisi ise, tapınak anlayışında kendini göstermiştir. Roma dinindeki Numen gibi soyut bir anlayışın tapınaga gereksinim duymamasının sonucu, önceleri evin ocagını, kilerini veya eşigini ya da koru, magara, pınar gibi dogal alanları birer tapınma yeri olarak gören Romalılar Yunan'lıların etkisiyle gerçek anlamda tapınak kavramıyla karşılaştılar. Önceleri augurların falcılık yaptıkları yerler olan tapınaklar, insan olarak düşünülen tanrıların ikametgahları olarak görülmeye başlandı. Roma kentinde ilk tapınak Capitolium tepesinde Juppiter, Minerva ve Juno'ya adanarak kuruldu. Önceleri belli sembollerle betimlenen Numenler artık tanrı heykelleri ile özdeşleşti.

Yunan dininin Roma'nın dindel içerigine bir başka etkisi tanrıların efsanelerinin ve soylarının anlatıldıgı söylencelerin tanıtımı aşamasında yaşanmıştı. Cinsiyeti belli olmayan Roma tanrıları bu etkileşim sonucunda cinsiyet kazandılar ve Yunan tanrılarına benzer soy tarihleri ve aşk öyküleri oldu.

--------------------
romanın yıkılmasından duyulan korku


Şimdi ben senin yazdıklarından da yararlanarak bazı kısımları öne çıkarmaya çalışayım. Hıristiyanlığın en önemli efsanevi öykülerinden biri İsa'nın kendini insanlık için feda etmesi, çarmıha gerilip, göğe yükselmesidir. Bu öykü bir tür insan kurban etme öyküsüdür. Roma'nın kuruluşuna ait Remus ve Romulus öyküsünde de Romulus kardeşini işlediği ilk günahtan ötürü kurban eder. Eliade şöyle diyor:

"Roma tanrılarına sunulan bu ilk kanlı kurban, halkın belleğinde hep korkunç bir anı olarak kalacaktır. Kuruluşun üzerinden yedi yüzyıldan fazla bir süre geçtikten sonra, Horatius bu olayı hala bir tür ilk günah olarak görnekte ve bu günahın sonuçlarının kaçınılmaz bir biçimde Romalıların birbirini boğazlamasına, dolayısıyla kentin yok oluşuna yol açacağını düşünmektedir. Roma tarihinin her bunalımlı anında, üzerinde bir lanetin ağırlığını hissettiğini sanarak kaygı içinde kendini sorgulayacaktır. Roma doğuşu sırasında ne insanlarla ne detanrılarla barış içindeydi. Bu dinsel kaygı kentin kaderi üzerinde ağırlığını hissettirecektir."

Roma dinsel inancında çok çeşitlilik vardı. Ancak hiç kuşkusuz mucizelerin anlamını çözmek hep kafalarını meşgul etmişti. Bu iş ancak meslekten olan kahinler, biliciler, ciğer yada bağırsaklara bakıp kehanette bulunan falcılar yada sonradan Sibylla Kitaplarının şifrelerini çözümleyip yorumlayanlar tarafından yapılabilirdi. Bir tür peygamberlik inancıydı bu.

Yaşanan felaketli yıkımlar Roma halkında hep bir korku yaratıyordu: Roma'nın yok olması idi bu korku. Kıyamet gelecek ve şehir yok olacaktı. 12 sayısı efsanelerde mistik sayı olarak bir ürkü yaratıyordu. Birçokları Roma'nın kuruluşundan 120 yıl sonra kıyametin kopacağını düşünüyordu. Sonradan bu sayı sürekli değiştirildi. Bu korkuya Roma'nın en büyük saplantısı bile diyebiliriz. O kadar etkiliydi ki MS. 1000 yılında aynı korku tekrar bütün Avrupa'ya yayıldı. Bunun 2000 yılında bile olduğunu gördük.

Roma'nın altın çağını yaşadığı Augustus devrinde, Vergilius kentin kendini dönemsel olarak yenileyeceğini göstererek bu kaygıları yatıştırmaya çalışıyordu. "Jam redit et Virgo" Yani Bakire (Başak Burcu) geri geliyordu. Dünyanın her yanında bir "altın ırk" ortaya çıkar ve Apollon da onların hükümdarıdır. Aslında Augustus'un karısı Scribonia'nın hamileliliği ile ilgili olup hanedanın güven altında olduğunu, yeni veliahtın doğacağını anlatan Vergilius'un şiiirleri daha sonra hıristiyanlar tarafından İsa'nın ve Bakire Meryem'in gelişini belirten kehanet sözleri olarak kullanılacaktır
 

URUMHAMATAHAYİL

Yönetici
Katılım
5 Haz 2008
Mesajlar
7,096
Tepkime puanı
4,962
İş
Wellness Antrenör/Psikolog/ Sosyolog
romada dinsel baskılar ve yasak dinler

Roma'nın dinsel süreci görüldüğü gibi oldukça karışık. Roma'nın korunması herşeyden önemliydi ve bunun uğruna Sıbylla kiatpalrına göre insan kurban edilmesi gerekiyordu, iki Yunan ve iki Galya'lı diri diri toprağa gömüldü. Hannibal zaferinden sonra Kybele'nin meşhur kara taşı Roma'ya getirildi. Herşey Roma içindi. Eski imparatorların tanrılaştırılması da önemliydi ve bazı imparatorlar bunlara uymayanlara daha sert davranıyorlardı. Hıristiyanların katledilmelerinden çok daha önce başka dini gruplara da eziyetler yapıldı. M.Ö. 186'da Bakkhusçuların Roma'da ne kadar yayılmış oldukları farkedildi, çılgın orji törenleri yapıyorlardı ve şiddetlke cezalandırıldılar. 7000 kişi son derece iğrenç suçlamalarla yargılandı ve önemli bir kısmı idam edildi.

Bacchanalia'ya karşı alınan önlemlerin sertliği Senato'nun kendi denetimi dışında kalan dinsel cemiyetlerden ne kadar kuşkulandığını gösteriyordu. 300 yıl sonra Neron'la başlayarak hıritiyanlar üzerine de aynı baskılar uygulanacaktı.

Hıristiyanlar'ın imparator tapımını kabul etmemeleri baskıların gerekçesiydi. Hıritiyanlığa karşı başlarda geniş bir kamuoyu tepkisi de vardı ve bu yeni din ilk iki yüzyıl boyunca "yasak din" ilan edildi. (religio illitica) Hıristiyanlar ilk zamanlar toplantılarını mezarlıklarda (Roma'da katakomp denilen yeraltıu gömütlerinde) yapıyorlardı. Mezarlarının üstüne de, umutlarının simgesi olan resimler ve işaretler çiziyorlardı; bir koyun, bir çoban, bir asma yada bir balık. Bu toplantılarda "mektuplar" yada İnciller okunur, ardından , katılanlardan biri kendinden geçerek, örnek alınacak bazı sözler söyler ve gelecekten haberler verirdi. Dine yeni girenler, eski günahlarından kendilerini arındıracak bir suda yıkandıktan, yani "vaftiz" edildikten sonra kiliseye (yani cemaate) kabul edilirlerdi ve toplantı ekmekle şaraptan oluşan sade bir akşam yemeği ile biterdi.


roma gizem dinleri dilaverden



Romalılar yeraltı dünyasının ürkütücü manzarası, dehşet yaratan tanrıları ve özel ödül ya da ceza kavramlarıyla Etrüskler ve Yunanlılar vasıtasıyla tanışmışlardır. Bu kültürlerin inançları, Pluto, Dis Pater gibi insan biçimli yeraltı tanrılarını; üç başlı Cerberus, Acheron Irmagı ya da
Minos ve Rhadamanthus gibi yeraltı yargıçlarını Roma'nın özgün, sakin, işkencesiz ve harhangi bir kötülügün olmadıgı yeraltı dünyasına sokarak burayı hayalleri bile zorlayan bir mekana dönüştürmüştür.

Stoacıların "ruhun bedende bir hapisteymiş gibi yaşadıgı, ölümle baraber kurtuluşa ulaşacagı" şeklindeki görüşleri Orpheus gizemcileri ile birleşmiş ve yeni kült dinleri yaygınlık kazanmıştır. Orpheus gizemcileri ruhun asıl evinin yıldızların en üstünde oldugunu ve buraya ancak bedenin
ölümüyle ulaşacagını belirtirler. Bu kişiler ruhun kalıcı bedenin geçici olduguna inanırlar.

Roma'da etkinligini hissettiren başlıca gizem dinleri şöyle sıralanabilir :

1- Bacchus tapımı

2- Kybele- Attis tapımı

3- Ceres (Demeter) - Proserpina ( Persephone ) tapımı

4- İsis- Osiris tapımı

5- Mitras tapımı

Bu gizem dinlerinin ortak özelliklerini ise şöyle sıralamak mümkündür :

1- Gizeme konu olan tanrının öyküsü açıktır ama öykünün ayrıntıları gizli tutulur ve sadece dine giren kişilere açıklanır.

2- Her gizem dininde varolan, ölen ve dirilen tanrı betimlemesi, her bahar ayında yeniden dogan ve her kış ölen bitki örtüsünün yıllık çevrimini yansıtır. Dine kabul edilen kişi, dogadaki yeriden dogumu, ölümü, yavaşlamayı ve gelişmeyi görür ve kendisinde bu çevrimi hissederek dogayla özdeşleşir.

3- Gizemdeki tanrı ya da tanrıçaların söylemlerinde, onların düşmanlarını yendiklerine ya da yeryüzünü günahtan kurtararak, yaşama dönüp ölümü yendiklerine inanılır. Tanrının bu öyküsü canlandırılarak dine kabul edilenlerin, söylencelerin içindeki yeniden dogumu büyük bir esrime
halinde duyumsamaları saglanır.

4- Gizem dinleri sevgi yoluyla taraftarlarının tanrıyla yakın ilişki içine girmelerini saglar. Sevgi yoluna girenler insanın tanrının sevgisine layık olmadıgını düşünür ve buyüzden bedenlerini küçümseyerek ruhlarını yüceltmeye yönelirler.

5- Gizem tanrıları, ölümlüler gibi acı çeker ve ölürler. Osiris, Orpheus, Hercules, Bacchus, Attis ve Adonis ölen ve dirilen tanrılardır. Bunlar yeraltına inip oradaki ruhların da günahtan arınmalarını saglarlar.

6- Gizem dinlerinin temel içerigi , acı çeken tanrının acısına da ortak olmadır. Gizeme kabul edilen kişiler tanrının yazgısını kendilerine örnek alarak yas tutarlar. Bu yası, tanrının kurtuluşuyla birlikte beliren coşku ve sevinç takip eder.

7- Gizem dinlerinde tanrıların yazgılarını paylaşan taraftarlar tanrıları gibi davranırlar.

8- Gizem dinlerinde doganın sakladıgı gizler, sadece onların gerçek anlamını çözmüş rahipler tarafından yorumlanır. Kybele törenlerinde hadım etme eylemi aslında ekinin biçilmesidir. Ya da taraftarların kollarını bıçakla kesmesi topragın yarılmasıdır.

9- Her mevsim yapılan dinsel geçitler, arınma gösterileri, oruç tutma ve gizlerle örtülü törenler gibi dine kabul edilmek için düzenlenen ayinler de gizem tanrı ya da tanrıçası ile birleşmenin, gizemi ögrenerek ondan kutsal bir ödül almanın yoludur.

Romanın degişik zamanlarında etkin olan bu dinlerden İsis-Osiris kültünün bir özelligine deginerek ayrıntılara girmek istemiyorum.

İsis'in dinine kabul edildigini ögrenen aday, diger ernlerle birlikte tanrıçanın tapınagının yanında bulunan hamamlardan birine götürülür ve burada yıkanarak arınırdı.Yıkanma işlemi Nil'den getirildigine inanılan bir suyun adayın bedenine serpiştirilmesiyle gerçekleşirdi. Yıkanma
ve arınma, İsis kültünde kötülüklerin uzaklaştırılması için en önemli aşamalardan biridir.

Eski çagdan başlayarak Gizem dinleri üç biçimde örgütlenmişlerdi :

1- Dinsel delilik halinde dolaşan esrik rahipler. Bunlar özellikle Kybele ve Bacchus rahipleri idiler.

2- Bir kutsal tapınaga baglı olan rahipler : Delphi bilicilik merkezi, Aesculapis tapınagı bu tür yerlerin en iyi bilinen örnekleridir.

3- Ortak bir grup halinde bir araya gelen katılımcıların oluşturdukları dinsel topluluklar. Bu topluluklara katılanlar, benimsedikleri tanrıyla kendi aralarında ve birbirleri arasında yakın baglar oluşturmak için, özellikle kurban törenleri ve kesilen kurbanın etinin yendigi ve şarabın içildigi görkemli şölenler düzenleyerek ortak etkinliklerde bulunurlardı.

Bu örgütlenmeler daha sonra manastır ve çöl keşişleri örgütlenmelerine temel teşkil edecektir.

Tüm gizem dinleri arasında Roma'yı derinden etkileyen din Mitras dini olmuştur. Bu din ile birlikte tanrı artık göksellige dogru kaymakta , evrensel ve sonsuz güçle donanmış olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yüzden Mitras dinine ayrıca deginmekte fayda vardır.

--------------------
mitraizm

.Ö. 128 yılında o zamanın gökbilimcileri ve astronom- astrologları için çok önemli bir şey gerçekleşti. Anadolu'lı Hipparkus gök ekinokslarının gerilemesi olgusunu keşfetti. Hipparkus'un buluşu bahar ekinoksunun Koç burcunda oldugu Yunan-Roma döneminden önce, ekinoksun Boga da oldugunu açıkça ortaya koymuştu.

Bu evren hakkında görüşleri geliştirerek bu degişimi yapabilecek olaganüstü güçlü bir tanrı fikrine ulaşmayı sagladı. Roma tanrıları şimdiye kadar hep doga ile içiçeydiler. İnsanlardan kopuk degillerdi. Gizem kültleriyle biraz mistik hale gelmişlerse de insani özelliklerini kaybetmemişlerdi. Fakat şimdi yepyeni bir olgu ortaya çıkıyordu. Tanrı gökselleşiyor ve insanlardan uzaklaşıyordu. Üstelik de gücü evreni ve yıldızları yerinden oynatacak kadar fazlalaşıyor, sonsuzlaşıyordu. Bu tanrının soyutlanmasının ve tamamen cismini kaybetmeden önceki son aşamadır aslında.

Kilikya'nın başkenti Tarsus'ta ,geleneksel Stoa felsefesinin konuları olan astroloji, astral inançlar ve astronomik süreçler ile yakından ilgilenen bir grup Stoacı entellektüel Hipparkus'un ekinoksların gerilemesi ile ilgili buluşundan haberdar oldular. Bütün uzayı yerinden oynatabilecek kadar güçlü bir tanrının bu yeni kozmolojik olaydan sorumlu oldugu tezini şekillendirdiler. Stoacı gelenege uygun olarak bu yeni kozmik olguyu, bir yerel tanrı olan ve bir takım yıldızın sembolü olan Perseus'un kimligi ile kişileştirdiler. olgu için en uygun sembolün bir boganın ölümü düşüncesi Perseus'un boganın tam üzerindeki takım yıldız olması konumuyla birleştirilerek , Perseus'un bogayı öldürme tablosunu yarattılar. Bu sahne Perseus'un bahar ekinoksunu boga burcundan çıkarmak için bütün uzayı yerinden oynattıgını göstererek onun büyük gücünü vurguluyordu.

Tarsus kentinin geleneksel ambleminde bir boganın ölüm sahnesinin yer alması da olgunun ifadesinde bu sahnenin seçilmesinde etkili oldu. Temel motif olarak boga öldürme seçildikten sonra, tanrının sadece ekinoksların degil, bütün gökyüzü ekvatorunun konumunu degiştirmeye gücü oldugunu vurgulamak için bahar ekinoksu Boga burcunda iken ekvator üzerinde yer alan bütün takımtıldızlar aynı sahnede yer aldı.

Kült daha sonra bütün denizciler gibi gökyüzü hareketleri ile ilgilenen Kilikya korsanları arasında yayıldı. Son olarak Mitra'nın adını taşıyan ve mitolojik olarak Perseus'un soyundan geldigine inanılan kral Mitridates ile korsanlar arasındaki ittifak ilişkisi sonucu yeni tanrı için Mitras isminin benimsenmesine yol açtı.

Mitras, İran tanrısı Mitra ile içiçedir ama bu yeni dinin Pers Mitra dini ile bir alakası yoktur. Pers Tanrısı Mitra'nın sembolü güneştir, güneş tanrısıdır. Zerdüşt dininde yargılama esnasında Ahura Mazda'nın yanında yer alır ve insanların yargılamasında bulunur. Ancak Mitras dininde güneş Mitras'ın önünde diz çökmüş olarak gösterilir. Mitras evreni yöneten çok güçlü bir tanrıdır artık ve güneş de o yıldızların en güçlüsüdür. Gene de Mitras karşısında bir hiçtir.

Stoacılara göre uzay ve yıldızlar canlı, kutsal varlıklardı. Gezegenler belli bir süre sonra, evren ilk yaratıldıgında gökyüzünde enine boyuna yer aldıkları noktaya geri dönmekte ve işte o zaman her şey yok olmaktadır.Bu inanışlarla birlikte Roma'da kıyamet teorisi kabul edilen bir dogma haline geldi, uzayın ömrünün gezegenlerin devinimi ile belirlendigine inanıyor ve buna Büyük Yıl adını veriyorlardı.

Vücut bulmaya gelen ruhlar- ki buna yaradılış deniyordu- dünyaya zodyakın en kuzeyinden Yengeç burcundan bir kapıdan inerler; ölenler de tanrısal diyara dogru yolculuklarında zodyakın en güneyinde yer alan Oglak burcundaki bir kapıdan çıkarak yükselirlerdi. Mitras'a yaratılışın tanrısı deniyor ve bu ruh trafigini yönettigine inanılıyordu.

Oglak ve Yengeç samanyoluna yakındır; Yengeç kuzey, Oglak ise güney ucundadır. Pitagoras'a göre hayal ülkesi ruhlarla doludur ve bunların hepsi Samanyolunda toplanmıştır. Samanyolu bu ruhların yaradılışa düştükleri zaman beslendikleri sütle doludur, bu nedenle Samanyoluna Milkway adı verilmiştir.

Nitekim daha sonra Tarsuslu Paul " Anavatanımız gökyüzüdür, kurtarıcımızı da oradan bekleriz . O bizim zavallı gövdelerimizi kendi muhteşem vücuduna dönüştürecektir, çünkü o bütün evrene boyun egdiren gücün sahibidir. Henüz olgunlaşmamışken bizler uzayın temel güçlerinin esiriydik, ama günü geldigi zaman bizleri kurtarmak için tanrı oglunu gönderdi. " diyecektir.

Roma'da ölümden sonra hayat inancın esas biçimi haline gelmeye başlamıştı. Her ne kadar ölenin vücudunun mezarda yaşamaya devam ettigi ve ruhun da Hades'e gittigine inanç devam ediyorsa da artık hakim olan ögreti, göksel ölümsüzlük ön plana geçmeye başlamıştı.

Mitras, insanlıga hizmet için , iyinin zafer kazanması için, boga öldürme sahnesini her zaman gerçekleştirmeye hazırdı. o insanlıgın kurtuluşu için cennetten sürülmüş bir Mesih'ti. İnsanların günahını taşıyan ve onların yargıcı olarak dönüşü beklenen güçtü.

Mitras gizemciliginde, gökyüzündeki iki yörünge olan sabit yıldızlar ve gezegenler kürelerinin ve bunların aralarındaki ruhların geçişinin bir sembolü vardır. Bu sembol yedi kapısı olan bir merdiven ve en tepesinde bir kapıdır.

Mitras dininin en büyük özelligi halka açık olarak kutlanan hiç bir kutsal töreninin olmamasıdır. Sadece kabul edilenlere açıktır, başka gizem dinine katılanlar bu dine katılamazlar. Katılım törenlerine yalnız erkeklerin girmesine izin verilir, kadınlar yer alamaz.

Mitras dininin gizemi Hipparkus'un buluşudur. Bu dine girenler bu sırrın, yani Mitras tarafından evrenin düzeninin degiştirildigi gizinin saklayıcısıdırlar. Bu gizi ögrenmek isteyen adaylar dine giriş ritüelinde yedi aşamadan geçerler. Bu aşamalar; Kuzgun, Gelin, Aslan, Asker, Pers , Güneşin Koruyucusu ve Baba aşamalarıdır.

İlk aşama Merkür'ün hakimiyetindeki Kuzgun ( Corvus ) aşamasıdır. Adayın ölümünü simgeler. Adayın ilk aşamada ölmesi, günahlarından suyla arınarak yeniden dirilmesi için ona verilen bir fırsat olarak degerlendirilmelidir.

İkinci aşama Venüs'ün hakimiyetindeki Gelin ( Nymphus ) aşamasıdır. Mitras'ın gelini olarak düşünülen adaya bir duvak takılır ve eline bir lamba verilir. Görevi Mitras heykeline bir kap su sunmaktır. Kap onun kalbini , su ise aşkını simgeler. Bu aşamada aday henüz hakikat ışıgını görmekten yoksundur.

Üçüncü aşama Mars'ın hakimiyetindeki Asker ( Miles ) aşamasıdır. Aday eski yaşamından sıyrılmak üzeredir. Kördügüm atılmış bir ipi elleriyle çözer. Kendisine bir taç verilir. Bunun anlamı maddi dünyanın baglarından kurtulmasıdır. Tacı başında çevirir, omuzuna koyar.Onun
tacının, Mitras tanrının kendisi oldugunu kabul eder. Bunun anlamı, adayın kendi zihnini başından uzaklaştırması ve kendine önder olarak Mitras'ı seçmesidir. Bu aşamada aday kendi benligine gerçek bir savaş açar. O artık gerçek düşmanıyla savaşan bir askerdir.

Dördüncü aşama Juppiter'in hakimiyetindeki Aslan ( Leo ) aşamasıdır.Bu aşamada ateş elementine girilir. Bu yüzden adayın tören sırasında, suya dokunmaması ve ellerini su yerine, saglık ve bereketin simgesi olan balla yıkaması istenir. Aslan aşamasındaki aday,kendisinden daha aşşagı aşamalarda bulunan adayların hazırladıgı yemegi, kutsal tören yemegine götüren kişidir. Bu yemek, Mitras'ın güneşin arabasıyla göge çıkmadan önce, son kez arkadaşlarıyla ekmek ve şarap yemesini canlandıran önemli bir olaydır.

Beşinci aşama Ay'ın hakimiyetindeki Pers ( Persa ) aşamasıdır .Adayın bilgeligin en üst aşamasına kabul edilebileceginin bir göstergesidir. Bu aşama, adayın ilkel, hayvanımsı yanının yok olmasını betimler. Kabul edilen aday balla arınır.

Altıncı aşama Güneş'in hakimiyetindeki Güneşin Koruyucusu (Heliodromos ) aşamasıdır. Bu aşamaya ulaşan aday Mitras'ın yanına oturarak güneşe öykünür. Üstünde güneşin, ateşin ve yaşam taşıyan kanın simgesi olan kırmızı bir giysi vardır.

Yedinci aşama olan Baba ( Pater ) Saturnus'un hakimiyetindedir. Buraya erişen aday artık Mitras'ın yeryüzündeki temsilcisidir. Cennetin ışıgı ve egemenligindeki toplulugun ögretmenidir. Kırmızı bir başlık takar ve kırmızı, dökük bir pantalon giyer. Ayrıca ruhsal görevinin sembolü olan
bir asa taşı***** bu son aşamanın tüm heybetini görüntüsünde yansıtır.

Son olarak Mitras tapınaklarının yer altında kayalık içerisindeki magaralarda oldugunu, bunu da Mitras'ın kayadan dogumundan kaynaklandıgını belirtmek gerekiyor. Mitras magaraları en fazla yüz kişi alabilen yeraltı magaralarıydı. Magaralarda hep kuyu bulunurdu. Bu magaralara bir dizi yeraltı geçidiyle ulaşılır ve bu geçitler külte kabul törenlerinde kullanılırdı.
--------------------
devam edecek

Mitraizm - Eliade'nin değerlendirmesi

Mircea Eliade'den bir bölüm aktarmak yararlı olacak. Eliade söze Ernest Renan'ın meşhur sözüyle başlar: "Eğer büyüme aşamasındaki Hıristiyanlığın yolu, herhangi bir ölümcül hastalık tarafından kesilseydi, dünya herhalde Mithracı olurdu." Bu söz Mithra dininin gücünü gösterdiği kadar Roma'nın dinsel gelişme üzerinde de ne kadar etkili olduğunu anlatıyor. Biz sözü Eliade'ye bırakalım.

Renan, Mithra mysteria'larının III. ve IV. yüzyıllardaki saygınlığından ve halk arasındaki yaygınlığından etkilenmiş olsa gerek; herhalde ona en çarpıcı gelen de, bu mysteria'ların Roma İmparatorluğu'nun bütün eyaletlerine yayılmış olmasıydı. Gerçekten de bu yeni mysteria dini, gücü ve özgünlüğüyle ağır basıyordu. Gizli Mythra tapımı, İran mirasını Yunan-Roma sentezine katmayı başarmışstı. Onun panteonunda, klasik dünyanın başlıca tanrıları Zurvan ve diğer Doğu tanrıllarıyla yan yana boy gösteriyordu. Ayrıca Mithra musteria'ları imparatorluk çağına özgü tinsel akımları, astrolojiyi, eskatoloji spekülasyonlarını, güneş dinini (filoızoflar tarafaından güneş tektanrıcılığı olarak yorumlanıyordu) özümsemiş ve bünyelerine katmıştı. İran mirasına karşın, tören dili Latinceydi. Yabancı (Mısırlı, Suriyeli, Fenikeli) bir ruhban sınıfı tarafından yönetilen diğer Doğulu selamet dinlerinden farklı olarak, mysteria'ların şefleri, parter'lar İtalya yarımadasındaki nüfus gruplarından ve Roma eyaşetlerinden çıkıyordu. Ayrıca Mithracılık, orji nitelikli
veya canavarca ritüeller içermemesiyle de diğer mysteria'lardan ayrılıyordu. Tam bir asker dini olan bu tapım, üyelerinin disiplini kanaatkarlığı ve ahlakıyla, eski Roma geleneğini anımsatan bu erdemlerle bu dinin dışında kalanları da gerçekten etkiliyordu.


Mithracılığın kazandığı yaygınlık ise mucizevi boyutlardaydı: İskoçya'dan Mezopotamya'ya, Kuzey Afrika ve İspanya'dan Orta Avrupa ve Balkanlar'a kadar yayılmıştı. Tapınakların çoğu eski Roma eyaletleri olan Daçya, Pannonia, Germania'da bulunmuştur. (Tapım ne Yunanistan'a ne de Anadolu'ya girememiş gibidir) Bununla birlikte her bir gizli cemiyetin en fazla 100 üye kabul ettiğini de hesaba katmak gerekir. Dolayısıyla belli bir anda yüz kadar tapınağın bulunduğü Roma'da bile, müritlerin sayısı 10.000'i geçmiyordu. Mithracılık neredeyse yalnızca askerlere açık gizli bir tapımdı; dinin yayılma hatları lejyonların hareketlerini izliyordu. Erginlenme ritüelleri hakkında sahip olduğumuz kısıtlı bilgi, Mısır ve Frigya mysteria'larından çok, Hint-Avrupa "erkek cemiyetleri"nin erginlenmelerini hatırlatmaktadır; çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi, Mithra ölümü tanımamış tek mysteria tanrısıydı. Diğer gizli tapımlar içinde yalnızca Mithracılık kadınları kabul etmiyordu. Kadınların selamet tapımlarına katılımının daha önce hiç görülmemiş oranlara ulaştığı bir çağda, böyle bir yasak tüm dünyanın Mithracılığı kabul etmesini tamamen olanaksız kılmasa bile, en azından çok güçleştiriyordu.

Yine de Hıristiyanlık savunucuları Mithracılığın olası "rekabet"inden çekiniyordu; çünkü mysteria'ları efkaristiyanın (kutsal ekmek ve şarap ayini) şeytani bir taklidi olarak görüyorlardı. Justinus, ekmek ve suyu kutsama için kullanmayı öngören "kötü şeytanları" suçluyordu. Tertullianus "ekmeğin kurban olarak adanması"ndan söz ediyordu. Gerçekten de erginlenmişlerin ritüel yemeği, boğanın kurban edilmesinden sonra Mithra ve Sol'un yaptığı şölenin bir anısıydı. Bu tür şölenlerin Mithracı erginlenmişler için bir kutsama yemeği mi oluşturduğunu, yoksa imparatorluk çağında çok yaygın olan diğer ritüel ziyafetlerine mi benzediğini saptamakgüçtür. Her ne olursa olsun, Mithracı (ne de diğer mysteria'lı tapımlardaki) şölenlerin dinsel bir anlama sahip olduğu inkar edilemez; çünkü belli bir tanrısal örneği takip etmektedirler. Hıristiyanlık savunucularının onlara yönelttiği sert suçlamalar, bu yemekleri ekmek-şarap ayininin şeytani taklitleri olarak kınamaları da onların kutsal niteliğini göstermektedir. Erginlenme vaftizini başka tapımlar da uyguluyordu. Ama II. ve III. yüzyılların Hıristiyan teologları açısından, Mithracılıkla olan benzerlikler daha da rahatsız edicidir; kızgın demirle alına dağlanan işaret, onlara vaftiz kutsamasını tamamlayan bir ritüel olarak signatio'yu hatırlatıyordu; ayrıca II. yüzyıldan itibaren iki din de tanrılarının doğumunu aynı günde (25 Aralık) kutluyor ve dünyanın sonu, kıyamet ve ölülerin dirilişii konusunda benzer inançları paylaşıyordu.



Bütün bunlara karşın Eliade, Hıristiyanlıkla Mithracılık arasındaki paralelliklere fazla itibar etmiyor. Okumaya devam edelim.

Ama bu inançlar ve bu mitsel-ritüel senaryolar zaten Helenistik çağ ve Roma döneminin Zeitgeist'ının bir parçasıydı. Anlaşılan o ki, farklı bağdaştırmacı selamet dinlerinin teologları, değerini ve başarısını önceden bildikleri bazı düşünce ve kalıplaşmış ifadeleri alıp kullanmakta sakınca görmüyorlardı (bu konuda daha önce Frigya mysteria'ları örneğini vermiştik.) Sonuçta asıl önemli olan, dini kabul ve erginlenme sınavları yoluyla öğrenilen mitsel-ritüel senaryayo getirilen teolojik yorum ve kişisel deneyimdi (bu konuda hem Hıristiyan olmayan kitleler içinde, hem de Hıristiyanlık tarihinde çeşitli kutsamlara yüklenen çok sayıda ve farklı değeri hatırlamak yararlı olacaktır).

Birçok imparator, özellikle de siyasi nedenlerle, Mithracılığı destekledi. Diocletianus ve diğer Augustuslar 307 veya 308'de Carnutum'da "imparatorluğun yardımcısı" Mithra'ya bir sunak adadılar. Ama Konstantinos'un 312'de Milvius köprüsünde kazandığı zafer, Mithracılığın sonunu getirdi. Julianos'un çok kısa saltanatında tapım tekrar eski saygınlığına kavuştu; bu filozof-imparator Mithracı olduğunu açıklıyordu. Onun 363'te ölmesinden sonra bir hoşgörü dönemi başladı, ama Gratianus'un 382 tarihli kararnamesi Mithracılığa verilen resmi desteği sona erdirdi. Tüm batıni selamet dinleri ve gizli cemiyetler gibi, Mithra tapımı da baskı ve kovuşturmaya uğrayınca tarihsel bir gerçek olarak ortadan kayboldu. Ama İran dinsel dehasının başka yaratımları, giderek Hıristiyanlaşan dünyaya sızmaya devam etti. III. yüzyıldan itibaren, Maniheizmin başarıları kilisenin temellerini sarstı ve Maniheist dualizmin etkileri tüm ortaçağ boyunca sürüdü. Diğer yandan İran kaynaklı birçok dinsel düşünce -özellikle İsa'nın doğumuna ilişkin birkaç motif, meleklerle ilgili bilgiler, magus izleği, Işık teolojisi, Gnostik mitolojinin bazı unsurları- sonunda hem Hıristiyanlık hem de İslam tarafından özümsendi; bazı örneklerde bu düşüncelerin izleri erken ortaçağdan Rönesans'a ve Aydınlanma çağına kadar takip edilebilmektedir.



Flavius Hanedanı

Hıristiyanlığın doğduğu sıradaki dinsel iklimi anlatır ve etkilendiği çeşitli dini yapıları sıralarken Roma'dan biraz uzaklaşmış olduk. Roma'yı son olarak bir iç savaş sonrası Flavius hanedanlığında bırakmıştık. Kaldığımız yerden devam edeceğiz. Ancak imparatorlukta esip duran dinsel atmosferi tekrar toparlarsak Hıristiyanlığı etkileyen üç temel kaynaktan bahsetmek mümkün görünüyor.Bunların birincisi ve hiç kjuşkusuz en önemlisi yeni dinsel düşüncenin içinden doğup geldiği Yahudi felsefesidir. Burda özellikle Esseniler'in Hıristiyan teolojisini nasıl etkilemiş olduğunun tekrar altını çizelim. ikinci büyük etki ise İran etkisidir. Mitra dininin Romayı nerdeyse ele geçirebilecek kadar güçlendiğini yukarda gördük. Önemli sayıda ritüel ortaklıkları ve yakınlıklar yüzünden hem Hıristiyanlığın sıkı bir rakibi hem de güçlenmesini kolaylaştıran bir etken oldu. Üçüncü olarak Roma'ya ait olan geleneksel ve imparatorluk tapımları geliyor.

Elbette Hıristiyanlığın adım adım bu etkenlerden nasıl etkilendiğini izleyebilmek oldukça kapsamlı bir çalışmayı ve bilgiyi gerektiriyor. Bizim yapmaya çalıştığımız daha çok Roma'nın siyasal süreci izleğinin içine dinsel ve kültürel gelişmesini oturtmaya çalışmak. Flavius'larla devam edeceğiz.

Neron'un 68 yılındaki ölümünden sonra yaşanan ve derin felaketlerle sonuçlanan İç Savaş Flavius hanedanı ile sonra erdi. Flaviuslar birinci yüzyılın sonuna kadar egemenlik sürdürdüler, ardından ise Antoninus'lar hanedanını görüyoruz. Antoninus'ların sonuncusu olan Commudus'a kadar olan süreçte Roma içine girdiği felaketli yıllardan çıkmayı başardı. Tekrar eski gücüne ve şatafatına kavuştu. 3. yüzyıl ise Roma'nın kriz dönemi idi.

Hıristiyanlık ise Roma'nın çöküş sürecine ters paralel olarak aynı süreçte giderek güçlendi. Yavaş yavaş soylu çevrelere, hatta imparatorların ailelerine sızdı ve sonunda tümüyle fethetmeyi başardı. Ele geçirdiği Roma'yı bir daha hiç bırakmayacaktı.
 

URUMHAMATAHAYİL

Yönetici
Katılım
5 Haz 2008
Mesajlar
7,096
Tepkime puanı
4,962
İş
Wellness Antrenör/Psikolog/ Sosyolog
Vespansianus


Roma'nın ikinci altın çağı diyebileceğimizi bu çağın ilk imparatoru Vespansianus. Vespansianus aslında sıradan bir köylüydü, ama gayretiyle, köylü kurnazlığıyla, askerlik ve idarede gösterdiği başarıyla ordu içinde hızla yükselmişti. İç savaş Roma'da bir şeyi daha değiştirmişti. Soyluların egemenliğindeki Roma artık tamamen askeri bir diktatörlüğe dönüşmüştü. İşte Vespasianus bu dönüşümün parlak bir temsilcisi oldu. Yüzbinlerce askerin ölümüne ve Roma'nın kendi orduları tarafından talan edilmesinden sonra Vespasianus'un sert bir yönetim kurması hiç de zor olmadı. İstediği kararı rahatlıkla aldırabiliyordu. Senato her istediği kararı hemen çıkarıyordu artık.

Ayrılıkçı hareketleri ve isyanları bastırmak için epey çaba harcadı. Juda'da yeniden çıkan isyanı da bastırdı. Bunun için oğlu Titus'u gönderdi İsrail'e. Onun yaklaşımı Yahudiler tarafından insancıl bulunmuş ve sevilmişti. Bu belki de kendinden sonra imparator olan diğer oğlu Domitianus'un ve daha önceki isyanlarda vali Herod'un Yahudilere yaptığı zulümlerden dolayıdır.



Vespasianus, paraya da büyük önem verdi. Neron ve öncekilerin har vurup harman savurduğu hazineyi yeniden altınla doldurdu. Ama bu işte de aşırı şekilde ileriye gitmişti. Vergileri iki katına çıkarıp helaları bile vergiye bağlamıştı. Oğlu Titus babasını bu yüzden eleştirdiğinde Vespanianus avucundaki bir avuç parayı oğlunun burnuna uzatıp şöyle der:

"Paranın kokusu yoktur oğlum!"
 

circe

Kayıtlı Üye
Katılım
23 Ara 2008
Mesajlar
20
Tepkime puanı
0
herşey bir yana roma hukuk alanında çağını aşmıştı ve halen kıta avrupası ülkelerinde o dönemden kalma bi hukuk sistemi kullanılmakta.gıbta etmemek mümkün değil
 
Üst