osmanlı' da cadı değerlendirmesi...

klaroline

Kayıtlı Üye
Katılım
24 Kas 2012
Mesajlar
125
Tepkime puanı
12
Osmanlı Devleti’nde Cadılar Üzerine Bir Değerlendirme




Osmanlı tarihindeki cadı vakalarının tamamını göçe bağlayamayız. Farklı sebeplerden kaynaklanan, veya herhangi bir özel sebebi bulunmayan cadı vakaları da yaşanmış olabileceğini, hatta, vampirler gibi yaşayıp onlar gibi yok edilen Osmanlı cadılarının, Türkler’e ait batıl inançların Rumeli’de gayrimüslimlere ait batıl inançların etkisi altında şekillenmesi neticesinde, gelenekselleşmenin birer ürünü olarak ortaya çıktıklarını kabul etmek gerekir. Ancak, kendisine intikal eden hemen her cadı vakasında mezarların açılmasına izin verilmesini devletin göçü engelleyici politikası ile açıklayabiliriz. Cadılar hakkında sahip olduğumuz Ebussuud dönemine ait ilk veri, cadılarla mücadele için şer‘an öngörülen yöntemde esas noktanın göç olduğunu kuvvetli bir şekilde ortaya koymaktadır.


Bu arada, 1830’lu yıllardaki, parası devlet tarafından ödenen cadı üstadlarının ardından yaklaşık yetmiş yıllık süreç içinde devlet, göç ve cadılar arasındaki tuhaf ilişkide neler olup bittiği hakkında çok fikrimiz olmamakla beraber, 1900’lerin başına gelindiğinde Osmanlı Devleti’ni cadılara karşı tamamen farklı bir tutum içinde bulduğumuzu belirtmeliyiz. Muzaffer Albayrak tarafından neşredilen, 1904 yılına ait bir arşiv belgesinden öğrendiğimize göre36, Selanik’e bağlı Doyran kazasında cadı, ya da o bölgede kullanılagelen tabirle “vampir”, oldukları iddia edilen iki müslümanın mezarları hiçbir hükümet görevlisine başvurmaya gerek duyulmaksızın açılmış, cenazeleri yakılarak yok edilmiştir. Çok uzun olmayan bir geçmişte mezarların açılıp cenazelerin yok edilmesini onaylayan, hatta bu işi yapanlara para dahi ödeyen devlet, bu defa mezar açanları “şerefsiz” ilan etmiş ve adliyeye yönlendirmiştir. Aslında bu belge bile bir bakıma, yukarıda ele aldığımız vakaların tam zıddı bir yoldan, bizi yine devletin cadılara karşı tutumunun göçe karşı politikası kapsamında ele alınması gerektiği sonucuna ulaştırmaktadır. Resmiyete intikal ettirilmemiş olmasını örnekteki cadı inancının arkasında devleti ilgilendiren herhangi bir etken bulunmaması ile açıklayabiliriz. Doyranlılar’ın şikayetleri arasında can güvenliklerinin olmadığına ve bu yüzden yerlerini terk etmelerine izin verilirse kendilerini daha mutlu hissedeceklerine dair hiçbir ima bulunmamaktadır. Olay, evlerindeki mutfak gereçlerinin görünmeyen varlıklar tarafından karıştırılmasından rahatsızlık duymalarından ve bu rahatsızlıktan kurtulmak için asırlardır uygulana gelen cadı yok etme yöntemini kullanmakta kendilerini özgür hissetmelerinden ibarettir. Evlerdeki mutfak gereçlerini karıştıran görünmez yaratıklara bir açıklama getirmekle uğraşacak değiliz. Burada esas nokta, halkın neye niçin inandığından, ya da inanmak istediğinden çok, devletin halkın herhangi bir batıl inancına karşı hangi şartlar altında ne tepki gösterdiğidir. Yüz yıldan daha kısa bir süre öncesinde mezarların açılıp cenazelerin yok edilmesine izin veren devletin bu defa mezar açanları suçlu bulması, yani cadılara karşı tutumunun normal bir hal alması, işin içinde kendisini ilgilendiren herhangi bir etken olmaması ile ilgili gibi görünmektedir.






Dipnotlar


1 Şeyhülislam Ebussuud Efendi imzalı bu fetvadan ilerleyen satırlarda detaylı olarak bahsedilmiştir


2 Seyahatname, VII : Evliya Çelebi Seyahatnamesi Topkapı Sarayı Kütüphanesi Bağdat 308 Numaralı Yazmanın Transkripsiyonu-Dizini, 7. Kitap, haz. Yücel Dağlı-Seyit Ali Kahraman- Robert Dankoff, İstanbul 2003, s. 279-280.


3 Seyahatname, I : Evliya Çelebi Seyahatnamesi Topkapı Sarayı Bağdat 304 Yazmasının Transkripsiyonu-Dizini, I. Kitap, haz. Orhan Şaik Gökyay, İstanbul 1996, s. 25.


4 Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I, İstanbul 1983, s.253.


5 100 Soruda Türk Folkloru, İstanbul 1973, s. 94-96.


6 Etymologisches Wörterbuch der Slavischen Sprachen, Wien 1886, s. 374-375.


7 “Vampir” kelimesinin kökeni hakkında tüm iddiaları içeren derli toplu bir çalışma için bkz. Katharina M. Wilson, “The History of the Word Vampire”, Journal of the History of Ideas, Vol. 46, No. 4 (Oct.-Dec., 1985), s. 577-583.


8 T. P. Vukanović, “Witchcraft in the Central Balkans I: Characteristics of Witches”, Folklore, Vol. 100, No. 1 (1989), s. 21-22.


9 Reşad Ekrem Koçu, Tarihimizde Garip Vakalar, İstanbul 1952, s. 6-8; Günvar Otmanbölük, “Akılötesi Olaylar-4. Tırnova’da Cadı Avı”, Tarih ve Medeniyet, sayı 22 (Aralık 1995), s. 55-56; Şahmurat Arık, “Osmanlı Döneminde Bir Cadı Avı ve Türk Romanında Cadı Kavramı”, Akademik Araştırmalar Dergisi, 2006, sayı 29, s. 140-142


10 Takvîm-i Vekāyi‘, Sayı: 68 (21 Cemâziyelevvel 1249).


11 Reşat Ekrem Koçu, Yeniçeriler, İstanbul 1964, s. 335-336.


12 İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul 2008, s. 45.


13 Nitekim haberin bütününde yeniçerilere yönelik bir düşmanlık açıkça hissedilebilmektedir. Bu iki yeniçerinin hayatta iken yaptıkları kötülükler ile ölümlerinden sonra başlarına gelenler arasındaki bağlantı vurgulanmaya çalışılmıştır. Son kısımda Tırnova halkının ağzından nakledilen, yeniçerilerden zaten öteden beri nefret ettikleri, bu olaydan sonra ise nefretlerinin iki misli arttığı şeklindeki söz özellikle dikkat çekicidir. Bu haliyle haber, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması esnasında ve sonrasında kendilerine karşı uygulanan sert muamele dolayısıyla yeniçerilerin halk arasında kazanmış olabilecekleri “mazlum” imajını yıkmak için gayet uygun bir araç görünümündedir.


14 “Sarıgöl Folklorundan: Cadılar ve Cadıcılar”, Türk Folklor Araştırmaları, no: 150 (Ocak 1962), yıl: 13, cilt: 7, s. 2606.


15 Vak‘anüvis Ahmed Lütfi Efendi Tarihi, IV-V, haz. Yücel Demirel, İstanbul 1999, s. 766.


16 aynı eser, s. 767.


17 Şahmurat Arık, agm, s. 148


18 Anonim Osmanlı Tarihi (1099-1116/1688-1704), haz. Abdülkadir Özcan, Ankara 2000, s. 148-149.


19 Anonim Osmanlı Tarihi (1099-1116/1688-1704), s. 149. Edirne’de yaşanan bu iki cadı vakası daha önce Markus Köhbach tarafından da ele alınmıştır: “Ein Fall von Vampirismus bei den Osmanen”, Balkan Studies, 20 (1979), s. 83-90.


20 Gerçi, yukarıda ele aldığımız Tırnova’daki cadı vakasında, cenazelerin yakılması için başvurulan şer‘î dayanak noktasında zikredilen ismin Ebussuud Efendi değil, Hoca Sadeddin Efendi olduğunu belirtmeliyiz. Ebussuud Efendi’nin şeyhülislamlığının üzerinden yirmi seneyi çok fazla aşmayan bir zaman geçmişken cadıların şer‘î açıdan gündemi bir kez daha meşgul etmiş oldukları anlaşılıyor.


21 İstanbul Ahkâm Defterleri, İstanbul’da Sosyal Hayat, I, İstanbul 1997, s. 102.


22 “Osmanische Lokalbehörden der frühen Tanzimat im Kampf gegen Vampire? Amtsrechnungen (masarıf defterleri) aus Makedonien im Lichte der Aufzeichnungen Marko Cepenkovs (1829-1920)”, Wiener Zeitschrift für die Kunde des Morgenlandes, 82 (1992), s. 359-374.


23 “The Role of Women In Southeast European Vampire Belief”, Women In The Ottoman Balkans, Gender, Culture and History, ed. Amila Buturović-İrvin Cemil Schick, New York, 2007, s. 236.


24 Aslında biz burada düzeltilmesi gereken bir yanlış anlaşılma olduğunu düşünmekteyiz. Ursinus masarif defterlerinde karşılaştığı cadıcıları devletten para almakla kalmayıp aynı zamanda devlet tarafından atanan görevlilermiş gibi ele almış ve Kreuter de aynen o şekilde değerlendirmiştir. Hatta Ursinus, halk içinde cadıları yok etmekte uzmanlaşmış kimseler zaten mevcutken bu devlet görevlisi cadıcıların ortaya çıkışına bir anlam verememektedir. Bizim anladığımız ise, bunların bağımsız olarak hizmet sunan insanlar olduğudur. Ursinus’un incelediği masarif defterlerinde, isimleri geçen cadıcıların devlet tarafından atandığına dair bir bilgi yoktur. Defterlerden anlaşılan sadece, bu cadıcılara verilen paranın devlete mahsup edildiğidir. Devletin bu masrafı neden üstlendiğinin cevabını ise, cadı ile mücadelenin göçe karşı bir önlem olarak düşünülmesinin yanısıra, bu yılların aynı zamanda Tanzimat yıllarına denk geliyor olmasında da arayabiliriz. Aslında bu bağlantı Ursinus’un da dikkatini çekmiş, fakat o bu konuyu biraz üstü kapalı şekilde bırakmıştır. Devletin, nüfusun büyük çoğunluğunu gayrimüslimlerin oluşturduğu Rumeli köy, kasaba ve şehirlerinde cadı avı için ödenek tahsis etmesini, gayrimüslimlere yönelik Tanzimat ile neticelenecek olan hoşgörü siyaseti kapsamında değerlendirebiliriz.


25 Youssef Ragheb, “Müslüman Ülkelerde Yalancı Ölümler ve Diri Diri Gömülenler”, İslam Dünyasında Mezarlıklar ve Defin Gelenekleri (Cimetiéres et Traditions Funéraires Dans Le Monde Islamique) II, Ankara 1996, s. 59-71.


26 M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislam Ebussuûd Efendi Fetvaları Işığında 16. Asır Türk Hayatı, İstanbul 1983, s. 197-198.


27 Ahmet Tabakoğlu, Gerileme Dönemine Girerken Osmanlı Maliyesi, İstanbul 1985, s. 230, 289.


28 Önceleri kaçak yükümlülerin cizyelerinin sadece bir yarısı köylüler arasında paylaştırılır, diğer yarısı ise timar sahibinden tahsil edilirdi. Fakat XVI. yüzyılın sonlarından itibaren timar sisteminin çökmesiyle birlikte timar sahibi aradan çekilmiş ve vergi açığının tamamı köylülerin üzerine kalmıştır. Halil İnalcık, “Cizye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, VIII, İstanbul 1993, s. 46.


29 Mevkufâtî, Vakı‘ât-ı Rûzmerre, II, TSMK, Revan 1224, vr. 158b.


30 BA, KK, nr. 3508, s. 82.


31 A. Tabakoğlu, aynı eser, s. 231.


32 A. Tabakoğlu, aynı eser, s. 230-231, 288-291.


33 BA, MD, nr. 100, s. 76/287.


34 Ahmed Refik Altınay, Onuncu Asr-ı Hicrî’de İstanbul Hayatı (1495-1591), İstanbul 1988, s. 139-140. Burada sureti verilen Safer 975 (1567) tarihli hükümde son beş yıl içinde İstanbul’a gelip yerleşenlerin tespiti ve bundan sonra dışarıdan gelen hiç kimsenin şehirde mesken tutmasına izin verilmemesi üzerinde durulmaktadır.


35 Silahdâr Târîhi, II, nşr. Ahmed Refik (Altınay), İstanbul 1928, s. 543-544.


36 “Cadı Avcılarına Takibat”, NTV Tarih, Sayı: 9 (Ekim 2009), s. 67
alıntı
sevgilerle...
 

aşk1

Banlı Kullanıcı
Katılım
31 May 2010
Mesajlar
852
Tepkime puanı
20
A Review Of Witches At The Ottoman State

Zeynep Aycibin∗

Özet

Ulaşabildiğimiz kadarıyla en erken XVI. asrın ortalarından itibaren,
aynen batılı vampirlere benzeyen Osmanlı “cadı”ları vardır. Rumeli’de
gayrimüslim milletlerdeki muhtelif inanışların etkisi altında şekillenmiş
bulunan “cadı”ların varlığından çok, Osmanlı Devleti’nin bunlara karşı
takındığı tavır ilginçtir. Şeyhülislamın onayını arkasına alan devlet,
mezarların açılmasına ve açılan mezarlardaki cenazelerin her türlü yok
edici işleme tabi tutulmasına izin vermektedir. Hatta XIX. asrın ortalarına
gelindiğinde artık, “cadıcılar” ya da “cadu üstadları” adı altında ücretlerini
devletten alan bir zümre dahi mevcuttur. Osmanlılar’ın cadılara karşı
yaklaşımını, özellikle batılı araştırıcıların nazarında olduğu gibi, koca bir
devletin boş işlerle meşguliyeti şeklinde mi değerlendirmeliyiz? Yoksa bu
yaklaşımın arkasında bir gerçeklik mi aramalıyız? İkinci yolu tercih ederek
başladığımız çalışmamızda, Osmanlılar’ın cadılara karşı mücadelesinde
göçün önemli bir etken olarak yer aldığı neticesine vardık. Osmanlı
Devleti’nde, yerlerini değiştirebilmek için kabul edilebilir bir bahaneye
ihtiyacı olan insanlar yeterince sağlam birer bahane oldukları düşüncesiyle
cadıları öne sürmüşlerdir. Bu durumda devlet, insanların yerlerinde
oturmalarına verdiği önem ölçüsünde cadıları da önemsemek zorunda
kalmış, böylece zaman içinde gelenekselleşecek olan batılı tarzda bir cadı
yok etme merasimi ortaya çıkmıştır.

Günümüz Türkiye’sinde cadılar, yaramaz ve sevimli kız çocukları ile yaşlı
ve huysuz kadınlardan ibarettir. Bunun dışındaki genel inanış cadının, başında
sivri şapkası ve elinde süpürgesi ile yabancı bir yaratık olduğu yönündedir. Öte
yandan, folklorik bir motif olarak cadı, Osmanlı döneminde günümüz
Türkiye’sinde olduğundan çok daha yerli bir görünümüne sahiptir.
Anadolu’daki karakoncoloslara, çarşamba karılarına, albastılara ve daha
başkalarına karşılık Rumeli’deki Osmanlı topraklarında batı kültürü ile
etkileşimden kaynaklanan cadılar vardır. Ellerinde, cadılar hakkında kapı gibi
sağlam bir şeyhülislam fetvası1 ile Osmanlılar, bu tuhaf yaratıkla ilgili bugünkü
Türk halkının sahip olduğundan çok daha fazla bir birikim ortaya koymuşlardır.
Bugün artık unutulmuş olmakla beraber, İstanbul’daki Caddebostan semtinin
isminin Osmanlı döneminde Cadıbostanı olması bile Osmanlılarla cadılar
arasındaki yakın münasebetin bir işaretidir.
Bugün Anadolu’da varlığını hâlâ koruyan inanışlar düşünülecek olursa,
yabancı kültürlerle temas halinde bulunan bölgelerde Türkler’e ait sivil cadı
hikâyelerinin ortaya çıkmış olmasını normal karşılamak gerekir. Ancak içinde
devleti de barındıran resmîleşmiş cadı hikâyeleri aynı ölçüde normal
görünmemektedir. Resmî kayıt altına alınmış ilk cadı vakası ile karşılaştığımızda
içine düştüğümüz şaşkınlık, zaman içinde benzeri başka vakaların da bulunduğunu tespit etmemiz ile iyice arttı ve nihayet, devletin cadılarla olan
ilişkisinin nasıl başlayıp zaman içinde ne doğrultuda ilerlediği, ayrıca bu ilişkinin
hangi esasa dayanıyor olabileceği hakkında böyle bir çalışma ortaya çıktı.
Konumuz resmî kayıtlara yansıyan cadılar olmakla beraber, önce cadının
resmî olmayan bir tanımını yapmamız gerekiyordu. Cadı denen yaratığın kim, ya
da ne olduğunu iyice anlayabilmek için kısa bir araştırma ile ilk adımı attık.
Araştırmamızın başında aklımıza ilk gelen isimlerden biri Evliya Çelebi oldu.
Nitekim on ciltlik koca Seyahatnâme bizi elimiz boş bırakmadı. Hemen her
konuda anlatacak ilginç bir hikâyesi bulunan Evliya Çelebi elbette cadılar
hakkında da söz sahibi olacaktı. Gerçi kendisi bizzat bir cadı ile karşılaşmamıştı,
fakat cadıya emsal bir başka yaratığın yüzlercesini bir arada gördüğünü iddia
etmekteydi.
Seyahatnâme’nin Çerkezler’e dair olan kısımda Evliya Çelebi, ayrı bir başlık
halinde uzun uzadıya üzerinde durduğu “obur” denen yaratıktan, “meğer obur
demek sehhâr câzûlara derlermiş” şeklinde bahsetmektedir. Bu, öldükten sonra
mezarından kalkan, canlıların kanını emen bir yaratıktır. “Obur tanıtıcı” denen
ihtiyarlar bunların mezarlarını tesbit edebilmekte, mezarı bulunan “obur”lar
göbeklerine kazık saplanarak ve daha sonra yakılarak ortadan
kaldırılabilmektedir. Abaza ile Çerkez toprakları arasındaki Obur dağı
bölgesinde bulunduğu esnada, Şevval ayının yirminci gecesi bizzat şahit
olduğunu söylediği bir hadiseyi Evliya Çelebi hayretle anlatmaktadır. Hadise, her
taraflarından ateşler saçan yüzlerce Çerkez ve Abaza “obur”unun gökyüzünde
uçarak birbirleriyle savaşa tutuşmalarıdır. Gün doğana dek süren savaş boyunca
kulakları sağır eden bir gürültü ortalığı kaplamış, havadan yere keçe, sırık, küp,
tekne vs. eşya parçaları, araba tekerlekleri, en nihayet insan ve at uzuvları
düşmüştür2.
Önceleri bu tür şeylere inancı olmadığını söyleyen Evliya Çelebi,
Türkler’de de aşağı yukarı “obur”ların yerini tutan “kara koncoloz”un varlığına
işaret ederek konuyu kapatmıştır. Bu “kara koncoloz” ise, yine Evliya Çelebi’nin
bir başka yerde belirttiği üzere, “câdû”nun tam kendisidir3.
“Kara koncoloz”un cadı için kullanılan bir başka isim olduğunu Mehmed
Zeki Pakalın da ifade etmektedir4. Pertev Naili Boratav’a göre ise “kara
koncoloz”, cadıdan farklıdır. Zemherirde ortaya çıkan “kara koncoloz”,
evlerdeki yiyeceklere tükürerek ya da işeyerek türlü hastalıklara yol açmakta; bazen de insanları uykuda iken alıp dışarı götürerek donmalarına sebep
olmaktadır. Buna karşılık cadı, hortlayan ölüdür. Mezarlardaki taze cesetleri
yiyerek beslenmekte ve bu haliyle, batı inanışındaki vampire denk düşmektedir5.
Hatta, Avusturyalı dilbilimci Franz Miklosich, “vampir”in Türkçe kökenli
bir kelime olduğu ve Slav dillerinde “upior”, “opyr”, “opir”, “upir” gibi
versiyonları görülen cadı manasındaki “uber”den geldiği görüşündedir6. Bu
etimolojik görüş, Türkler’in “cadı”sı ile batılıların “vampir”i arasındaki ilişkiyi
basit bir benzerlikten daha farklı boyuta taşımaktadır. Öte taraftan “vampir”
kelimesinin kökenine dair Miklosich’ten sonra başka iddialar da ortaya atılmış,
bunlar arasında, kelimenin Slav kökenli olduğu yönündeki iddia ekseriyetle
kabul görmüştür7.
Cadı ile vampir arasındaki mukayese ve vampir kelimesinin kökeni
hakkındaki tartışma bir tarafa, pek çok millette olduğu gibi Türkler’de de bu tür
yaratıklara dair inanışın varlığı muhakkaktır. Özellikle vampirlerin anavatanı
olarak kabul edilen Macaristan ya da Transilvanya’nın uzun yıllar Osmanlı
hakimiyeti altında kalmış bölgeler olması dikkate alındığında, yaşayan ölülerin
Osmanlı Türkleri’nin zihnini hiç meşgul etmemiş olduğu düşünülemez.
Sırbistan’ın Ibar Valley bölgesinde, Sırplar arasında hâlâ anlatılagelen bir cadı
hikâyesinde baş rolü Ali Ağa isimli bir Türk kahramanın oynuyor olması
ilginçtir. XIX. yüzyıla ait bu hikâyede, bölgenin subaşısı Ali Ağa, kendisine
başvuran bir adama, karısını cadılıktan kurtarmakta yardımcı olmuştur8.
Hikâyedeki Ali Ağa’nın olaya hakimiyetinden, Türkler’in cadılara gayet alışkın
olduğu gibi bir sonuç çıkarılabilir. Buna benzer hikâyelere değişik bölgelerdeki
günümüz Türk halkı arasında da rastlamak belki mümkündür. Ancak bu
çalışmada bizi asıl ilgilendiren halk arasında anlatıla gelenlerden çok, Osmanlı
dönemine ait, içine devletin de müdahil olduğu, kayıt altına alınmış cadı
vakalarıdır.
Daha önce birkaç kere ele alınmış, artık orijinal yanı kalmamış bir vaka ile
başlamak okuyucuyu konuya ısındırmak için uygun olabilir.

Takvîm-i Vekāyi‘nin 21 Cemâziyelevvel 1249 (6 Ekim 1833) tarihli
nüshasında Bulgaristan’ın Tırnova kazasında yaşanan bir cadı avı haber konusu
edilmiştir. Tırnova Naibi Ahmet Şükrü Efendi tarafından merkeze iletilen
haberde, bazı görünmez yaratıkların evleri basarak ortalığı karıştırdığından,
insanların üzerine saldırdığından bahsedilmektedir. Olup bitenlerden dolayı
korkuya kapılan Tırnovalılar’dan iki mahalle dolusu insan evlerini başka yerlere
taşımak zorunda kalmışlardır. Nihayet bu görünmez yaratıkların “cadı”, ya da
günümüzdeki daha popüler adıyla “hortlak” olduğuna karar verilmiş ve
hortlakların yattığı yeri bulmakla meşhur Nikola denen bir gayr-i müslimin
yardımına başvurulmuştur. Tırnova mezarlığında cadı avına çıkan Cadıcı
Nikola’nın tespit ettiği mezarlar iki eski yeniçeriye aittir. Mezarlar açıldığında
karşılaşılan manzara ise yeniçerilerin çürümemiş cesetleridir. Bedenleri
büyümüş, saçları ve tırnakları uzamış, gözleri ise kan dolmuş vaziyettedir. Bütün
bu alametler her iki yeniçerinin cesedinde kötü ruh barındığını ispatlamaktadır.
Kötü ruhlardan kurtulmak için Nikola’nın salık verdiği ilk yöntem cesetlerin
karınlarına kazık saplanıp yüreklerine kaynar su dökülmesidir. Ancak yöntem
işe yaramamıştır. Bunun üzerine Cadıcı Nikola, cesetlerin ateşe verilmesi
gerektiğini bildirmiştir. Şer‘an uygun olduğunun onaylanmasından sonra cesetler
yakılmış ve böylelikle Tırnova halkı cadı belasından kurtulmuştur10.
Bu tuhaf olayın devletin resmî yayın organında kendisine yer edinebilmiş
olmasını, o dönemde yaşanan siyasî veya sosyal gelişmelerle açıklamaya çalışmak
doğru bir yaklaşımdır. Nitekim önce Reşad Ekrem Koçu’nun11, ardından İlber
Ortaylı’nın12, olaydaki iki kahramanın yeniçeri olması üzerinde önemle durarak
hikâyeyi, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasının üzerinden henüz çok yıllar
geçmemiş olmasına bağlamaları yersiz değildir. Hükümetin, mezarlarından
hortlayarak etrafa dehşet saçan iki yeniçeri hakkındaki bu haberi yeniçeriliği
karalamak için bir propaganda aracı olarak kullanmış olabileceği fikrini hepten
reddedemeyiz13. Ancak haberin baştan sona hükümetin uydurması olduğunu
peşinen kabul etmenin bize çok doğru görünmediğini de belirtmeliyiz.

Nitekim haberin bütününde yeniçerilere yönelik bir düşmanlık açıkça
hissedilebilmektedir. Bu iki yeniçerinin hayatta iken yaptıkları kötülükler ile
ölümlerinden sonra başlarına gelenler arasındaki bağlantı vurgulanmaya çalışılmıştır. Son
kısımda Tırnova halkının ağzından nakledilen, yeniçerilerden zaten öteden beri nefret
ettikleri, bu olaydan sonra ise nefretlerinin iki misli arttığı şeklindeki söz özellikle dikkat
çekicidir. Bu haliyle haber, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması esnasında ve sonrasında
kendilerine karşı uygulanan sert muamele dolayısıyla yeniçerilerin halk arasında
kazanmış olabilecekleri “mazlum” imajını yıkmak için gayet uygun bir araç
görünümündedir.

Osmanlı’da yaşanan cadı vakalarını, o zamanın siyasî ve sosyal şartları
doğrultusunda değerlendirmeye yönelik bir başka fikir de Osman Saygı’dan
gelmiştir. I. Dünya Savaşı esnasında Selanik’te yaşanan Hakime adlı cadı
vakasını esas alan Saygı, çoğunlukla Balkanlar sahasında ortaya çıkan bu
hadiselerin, Türkleri Balkanlar’dan uzaklaştırmak için düşmanlar tarafından
hazırlanmış birer tuzak olabileceğine işaret etmiştir14. Milliyetçi açıdan ele
alındığında hiç fena görünmemekle beraber bu fikir, meseleyi aslında
bulunduğundan daha basit bir seviyeye indirmektedir.
Esasen, cadılar hakkındaki bir haberin devletin resmî yayın organında
yayımlanmasından çok, Târîh’ini yazarken Takvîm-i Vekayi‘’de çıkan haberlere
sıklıkla müracaat eden Vak‘anüvis Ahmed Lütfi Efendi’nin bu haber hakkında
sessiz kalması bize ilginç görünüyor. Fransa’da seksen sekiz yaşında iken ölen
bir kadının karnında otopsi esnasında elli yıl önceden kalma bir cenin
bulunması15 veya yine Fransa’da, ölen bir adamın üç gün sonra defnedilmek
üzere iken canlanıp ayağa kalkması16 gibi yabancı magazin haberlerine yer
vermekten kaçınmayan Lütfi Efendi’nin, kendi yaşadığı ülkenin topraklarında
meydana gelen bu olayı atlamış olması gerçekten tuhaftır. Zamanın
vakanüvisinin olayı muhtemelen üstünde durmaya değmeyecek bir hurafe olarak
farzettiği anlaşılıyor. Günümüz araştırıcılarının bakışının da Lütfi
Efendi’ninkinden pek farklı olmadığını görüyoruz. Konu hakkında
ulaşabildiğimiz derli toplu tek çalışmada “cadı”, edebî bir unsur olarak ele
alınmakta ve bunun bir hurafe dahi sayılamayacağı görüşü üzerinde
durulmaktadır17. Osmanlı “cadı”sının Bram Stoker’ın Dracula’sı tarzında bir
yaratık olmadığını ve bu tür bir batıl inanışın Türk toplumunda batıdaki ölçüde
yerleşemediğini söylemekten daha fazlası tarihçiye düşüyor.
Eserini Lütfi Efendi’den neredeyse iki asra yakın süre önce vermiş olan
ismi belirsiz bir Osmanlı tarihçisi, onun aksine mezarlarından hortlayanlar
meselesini genişçe ele almıştır. Aşağı yukarı aynı yıllarda her ikisi de Edirne’de
yaşanan iki ayrı cadı vakasından ilkinde cadı olduğu iddia edilen kişi müslüman
bir erkektir. Halk cadının varlığından dolayı korku içindedir. Edirne kadısı
Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin bu konu ile ilgili bir fetvası bulunduğundan,
fetvada cadı olduğu kesinleşen bir kişinin karnına kazık saplanmasına, bu işe
yaramazsa başının kesilip ayakların dibine yerleştirilmesine, nihayet bu da işe
yaramazsa yakılıp yok edilmesine izin verildiğinden haberdardır. Fakat kadı,
kitaplarda bu fetvanın bir suretine rastlayamamıştır ve merkeze ne yapması
gerektiğini sormaktadır. Kadıya verilen cevap, bir bilirkişi nezdinde mezarın

açılması ve cenazede hakikaten cadılığa alamet hal görülürse bunun bildirilmesi
yönündedir. Cadılığa alamet hal ise kısaca, cesedin renginin kırmızıya dönüşmüş
olması şeklinde açıklanmaktadır18. Bu ilk vakada mezar açıldığında ne renk bir
cesetle karşılaşıldığını, meselenin nereye vardığını bilemiyoruz. Ancak ikinci
vakada dedikodunun daha ustalıkla tertiplenmiş olduğu görülmektedir. Bu defa
cadı olduğu iddia edilen kişi henüz üç ay önce ölmüş bir kadındır. Dolayısıyla
merkezden tayin edilen ve erkek olduğunda hiç şüphe bulunmayan bilirkişinin
cenazeye bakması mümkün değildir. Dört kadın getirilir ve bu kadınların
şahitliği ile cesedin çürümemiş, renginin kırmızıya dönüşmüş olduğu merkeze
bildirilir. Merkezden gelen cevapta, halkı korkudan kurtarmak için yapılması
gereken her şeye izin verilmektedir 19.
1110 (1698-1699)’lu yıllarda peşpeşe meydana gelen bu iki vakaya ait ilam
ve buyuruldularda konuya yönelik bir acemilikten söz edilebilir. Özellikle Edirne
kadısının, Ebussuud Efendi’nin bir fetvasından bahsedip de bu fetvayı
kitaplarda bulamamış olduğunu belirtmesi dikkat çekicidir. Bundan, Ebussuud
Efendi’nin o fetvayı yazmasını gerektiren vakadan sonra Osmanlı topraklarında
benzeri başka vakaların seyrek yaşandığı sonucunu çıkarabiliriz20. Ayrıca, önce
bir bilirkişi görevlendirip konu hakkında karar vermeyi ertelemesine, sonra da
net bir cevap vermek yerine ne gerekiyorsa onun yapılmasını bildirmesine
bakılacak olursa, hükümetin bu işte pek fazla tecrübesi olmadığı anlaşılmaktadır.
Ancak gerek mahallî gerekse merkezî yöneticilerin cadılara karşı tavrının
netleşmesi için aradan elli yıldan az bir zamanın geçmesi kafi gelmiş gibi
görünmektedir. 1156 Cemâziyelâhırı sonlarında (Ağustos 1743) Terkos’a bağlı
Yeniköy mezarlığında yaşanan cadı vakasında, vakanın yaşandığı yer ile merkez
arasındaki yazışma, yukarıda değindiğimiz Edirne’deki hadise örneğinde
olduğundan farklı ilerlemiştir. Bu defa ne merkez bahsedilen cadı meselesinin
kesinleştirilmesi konusunu gündeme getirmiş, ne de Terkos naibi cadıyı yok
etmekte kullanılacak metod hakkında merkezin fikrini sormuştur. Cadı
meselesini merkeze haber verdiği ilk ilamdan sonra, ikinci ilamında naib,
doğrudan cadının yakılarak yok edildiğini bildirmiş, ayrıca bu yakma işinin
onaylandığına dair bir hüküm gönderilmesini istemiştir21. İş işten geçtikten
s. 149. Edirne’de yaşanan bu iki cadı
vakası daha önce Markus Köhbach tarafından da ele alınmıştır: “Ein Fall von
Vampirismus bei den Osmanen”, Balkan Studies, 20 (1979), s. 83-90.
20 Gerçi, yukarıda ele aldığımız Tırnova’daki cadı vakasında, cenazelerin yakılması için
başvurulan şer‘î dayanak noktasında zikredilen ismin Ebussuud Efendi değil, Hoca
Sadeddin Efendi olduğunu belirtmeliyiz. Ebussuud Efendi’nin şeyhülislamlığının
üzerinden yirmi seneyi çok fazla aşmayan bir zaman geçmişken cadıların şer‘î açıdan
gündemi bir kez daha meşgul etmiş oldukları anlaşılıyor.

sonra istenen bu onay, belki de daha sonra vuku bulabilecek olan başka vakalar
içindir. Bu arada naibin, cadının ortadan kaldırılmasında kullanılan yöntem
hakkında merkez ile yeni bir yazışmaya girişmeye gerek duymayışını, diğer
illerde uygulana gelen cadı yakma geleneğini emsal göstererek açıklamış olması
önemlidir. Bu açıklamadan, Terkos cadısının ortaya çıktığı günlerde, civarda
kendi cadıları ile meşgul olan başka yerlerin de bulunduğunu anlıyoruz.
Yeniköy mezarlığındaki cadının ardından yaklaşık yüz yıl sonraki döneme
geldiğimizde Osmanlı Devleti’nin cadılara karşı izlediği yolda bir kademe daha
ilerlemiş olduğunu görmekteyiz. Bu dönemde Rumeli’deki Osmanlı
topraklarında ortalığı vampirler basmış gibidir. Konu hakkında, Michael
Ursinus’un Makedonya masarif defterlerine ve Bulgar folklorist Marko
Cepenkov (1829-1920)’un on ciltlik eserine dayanan çalışması bizim için önemli
bilgiler içermektedir22. Ursinus’un Cepenkov’un eserinden naklen verdiği
bilgiden, 1800’lü yılların başlarında Makedonya’da vampirlerin çok sık karşılaşıla
gelen yaratıklar olduğunu, bunlar arasında Türk vampirlerin de bulunduğunu
öğreniyoruz. Anlatılan hikâyelerde vampire dönüşen Türkler bulunduğu gibi,
kendilerine has yöntemlerle halkı vampirlerden kurtaran Türkler de mevcuttur.
Fakat Ursinus’un çalışmasının asıl dikkat çekici yanını, Makedonya Arşivi’ndeki
1836-1839 yılları arasındaki süreye ait üç ayrı masarif defterinde isimleri geçen
“cadıcılar” ya da “cadı üstadları” oluşturmaktadır. Bunların, ücretleri devlet
tarafından ödenen ve her nerede bir cadı vakası ortaya çıkarsa oraya gidip cadıyı
yok eden görevliler olduğu anlaşılıyor. Ursinus meselenin bu şekilde, gerçekte
var olmayan yaratıklardan devletten para alan kanlı canlı gerçek insanlara
intikalini hafif küçümseyici bir yaklaşımla değerlendirmiştir. Tam bir vampir
uzmanı olan Peter Mario Kreuter’in yaklaşımı da Ursinus’unkinden pek farklı
değildir. Vampirlere yönelik herhangi bir derinlemesine araştırması bulunmayan
Osmanlı Devleti’nin bunları yok etmek için para harcayıp adamlar
görevlendirmesi Kreuter’e ilginç gelmektedir23.
Ancak Osmanlılar’ın, vampirlerle olan tanışıklığının birden bire Ursinus’un
ele aldığı vakalarla birlikte ortaya çıkmadığı, üç yüz, hatta belki daha fazla yıllık
bir geçmişe dayandığı düşünüldüğünde meselenin aslında pek de basit olmadığı
anlaşılır. Üç yüz yıl içinde Osmanlı Devleti’nin bu yaratıkları kendi hallerine
bırakmak yerine, kademe kademe onlarla mücadeleye girişmesini, Ursinus ve

Kreuter’in yaklaşımlarında olduğu gibi, koca bir devletin gerçeküstü ile olan
iştigalinin abesliği şeklinde değerlendirmek haksızlık olur24.
Bu arada, ne kadar gerçek ya da ne kadar gerçeküstü oldukları bizi çok
fazla ilgilendirmemekle beraber, ele aldığımız bu cadı vakalarının, o yıllarda
ölüyle diriyi birbirinden ayırt etmekte kullanılan tıbbî kıstaslardaki yetersizlikten
kaynaklanabileceğini belirtmeden geçmek istemiyoruz. Tarihte öldükten, hatta
gömüldükten sonra canlanan insanlara ait pek çok hikâye bulunabilir.
Günümüzde dahi hemen hepimiz aile büyüklerimizden, ya da etrafımızdaki
görüp geçirmiş kimselerden buna benzer hikâyeler dinlemişizdir. Konu
hakkında hazırlanmış bilimsel bir çalışmada, er-Râzî, İbn-i Sinâ, İbn-i Rüşd gibi
büyük İslam alimlerinin, damar tıkanması ve inme neticesinde ölen kimselerin
üç günden önce gömülmemesini önerdiklerinden; onların bu önerisinin geçen
yüzyıla kadar Avrupalı doktorlar tarafından da uygulandığından
bahsedilmektedir. Özellikle bu iki sebepten dolayı gerçekleşmiş bazı ölüm
vakalarında insanlar, saatler sonra tekrar hayata dönebilmektedir. Yine aynı
çalışmada, gömüldükten sonra mezarlarından yükselen çığlıklardan aslında
ölmedikleri anlaşılan bazı tarihî şahsiyetler örnek gösterilmekte, hayatta iken iyi
biri olarak tanınan şahsiyetin mezarından yükselen sesleri hayra yoran insanların,
kan dökücü zalim bir kimse olarak bilinen şahsiyetin mezarından yükselen sesler
karşısında kapıldıkları korku üzerinde durulmaktadır25. Bu çalışma, her şeyin
mantıklı bir açıklaması olduğuna inanan modern okuyucuya, olağanüstü
görüneni olağan boyuta oturtmak konusunda belki yardımcı olabilir. Bizim
çalışmamız ise, ister olağan olsun ister olağanüstü, cadı meselesinin kadılar,
hatta şeyhülislamlar nezdinde itibar bulabilmiş olmasının arkasındaki gerçek ya
da gerçekler hakkında bir fikir sunabilmeyi amaçlamaktadır.
24 Aslında biz burada düzeltilmesi gereken bir yanlış anlaşılma olduğunu düşünmekteyiz.
Ursinus masarif defterlerinde karşılaştığı cadıcıları devletten para almakla kalmayıp aynı
zamanda devlet tarafından atanan görevlilermiş gibi ele almış ve Kreuter de aynen o
şekilde değerlendirmiştir. Hatta Ursinus, halk içinde cadıları yok etmekte uzmanlaşmış
kimseler zaten mevcutken bu devlet görevlisi cadıcıların ortaya çıkışına bir anlam
verememektedir. Bizim anladığımız ise, bunların bağımsız olarak hizmet sunan insanlar
olduğudur. Ursinus’un incelediği masarif defterlerinde, isimleri geçen cadıcıların devlet
tarafından atandığına dair bir bilgi yoktur. Defterlerden anlaşılan sadece, bu cadıcılara
verilen paranın devlete mahsup edildiğidir. Devletin bu masrafı neden üstlendiğinin
cevabını ise, cadı ile mücadelenin göçe karşı bir önlem olarak düşünülmesinin yanısıra,
bu yılların aynı zamanda Tanzimat yıllarına denk geliyor olmasında da arayabiliriz.
_______________
Aslında bu bağlantı Ursinus’un da dikkatini çekmiş, fakat o bu konuyu biraz üstü kapalı
şekilde bırakmıştır. Devletin, nüfusun büyük çoğunluğunu gayrimüslimlerin oluşturduğu
Rumeli köy, kasaba ve şehirlerinde cadı avı için ödenek tahsis etmesini, gayrimüslimlere
yönelik Tanzimat ile neticelenecek olan hoşgörü siyaseti kapsamında değerlendirebiliriz.
25 Youssef Ragheb, “Müslüman Ülkelerde Yalancı Ölümler ve Diri Diri Gömülenler”,
İslam Dünyasında Mezarlıklar ve Defin Gelenekleri (Cimetiéres et Traditions Funéraires Dans Le
Monde Islamique) II, Ankara 1996, s. 59-71.
_____________________________

Osmanlılar’ın bir fetvayla başlayıp masarif defterlerinde bir kalem teşkil
edinceye kadarki üç yüz yıllık vampir macerasında, şeyhülislamı bu konuda fetva
vermeye zorlayan sebep bizim için önemlidir. Bir İslam aliminin mezarların
açılıp cesetlerin karnına kazık saplanmasına, başlarının kesilmesine, yakılmasına
izin vermesini hayretle karşılamakla kalmayıp, bunun arkasındaki gerçeğin ne
olabileceğini tespit etmeliyiz.
Edirne kadısının kitaplarda bulamadığını söylediği fetva bugün bizim için
göz önündedir. Fetvada Ebussuud Efendi’den önce, gömüldükten sonra
mezarlarında kefensiz ve vücudu kızarmış vaziyette bulunan ölülere bir açıklama
getirmesi istenmektedir. Şeyhülislamın açıklaması, bu durumun o kişinin hayatta
iken kötü bir kimse olduğuna yorulabileceği şeklindedir. Sonraki soru, bu
vaziyetteki bir ölüye ne yapılması gerektiği yönündedir. Ölüden bir zarar
gelmeyeceğini belirten şeyhülislam açılan mezarın geri kapatılması gerektiğini
söylemekte, bunun ardından gelen, cesedin mezardan çıkartılıp yakılmasının
uygun olup olmayacağı şeklindeki üçüncü soruyu da tek kelime ile olumsuz
yönde cevaplamaktadır. Dördüncü soruda bu kez, Selanik köylerinden birinde
yaşanan hadise üzerinde durulmaktadır. Bir gayrimüslim ölüp defnedilmiş, fakat
çok geçmeden bu kişi gece yarılarında köydeki diğer gayrimüslim vatandaşların
kapılarında görülmeye başlamıştır. Her kimin kapısına giderse ertesi gün o
gayrimüslim de ölü bulunmaktadır. Bu şekilde ölenlerin sayısı hayli fazladır.
Durumdan tedirgin olan müslüman vatandaşlar köyü terk etmelerinin şer‘an
caiz olup olmadığını merak etmektedirler. Ebussuud Efendi’nin cevabı yine kısa
ve net bir şekilde müslümanların yerlerini terk etmelerinin caiz olmadığından
yanadır. Fakat cevaptan pek memnun kalmadıkları anlaşılan vatandaşlar bu
defa, hadisenin hikmetinin açıklanması, ayrıca kurtuluş için kendilerine bir yol
gösterilmesi konusunda şeyhülislamı sıkıştırmaktadır. Ebussuud Efendi
hadisenin hikmeti konusunda, bunu izahta aklın ve dilin yetersiz kalacağı, konu
hakkında bilgi sahibi olanların bildirdiklerini nakletmenin ise lafı çok uzatacağı
şeklinde kaçamak bir cevap vermiştir. Kurtuluş için bir yol göstermeye sıra
geldiğinde ise şeyhülislamın nihayet pes etmiş ve yukarıda bahsettiğimiz karna
kazık saplama, baş kesme, yakma gibi metodların önünü açmış olduğunu
görüyoruz26.
Ebussuud Efendi’nin pes ettiği işte bu noktada basit bir hurafeden,
Osmanlı tarihinde ciddî bir demografik mesele olan göçe geçmiş bulunuyoruz.
Başta anlattığımız Tırnova’daki cadı vakasına bir dönüş yapacak olursak, bu
vakada cadılar yüzünden Tırnova halkının başka yerlere taşınmış olmaları da,
Ebussuud Efendi’nin fetvasında dikkatimizi çeken cadı-göç ilişkisi ile paralellik
arz etmektedir.

Özellikle 1683 sonrası, Osmanlı Devleti’nde iç göçlerin yoğunlaştığı, aynı
zamanda göçe karşı alınan tedbirlerin arttığı bir dönemdir. Savaşlar ve
bozgunlarla süregiden bu buhranlı dönemde insanları bulundukları yeri terk
etmeye zorlayan sebepler gayet geçerli idi: Can ve mal güvencelerinin
bulunmaması ya da ödeyebileceklerinin üzerinde tutarda vergi ile mükellef
kılınmaları27. Daha güvenli bir yer ve ya daha az vergi uğruna yapılan her göç
ise, sonuçları itibariyle sonraki başka göçlere zemin hazırlamaktaydı. Toprağa
dayalı iş gücünün kayba uğraması, eşkıyalığın artması, kalabalıklaşan yerlerin,
özellikle Bilâd-ı Selâse’nin asayişsizlik, erzak yetersizliği gibi sorunlarla karşı
karşıya kalması, tenhalaşan yerlerin ise eşkıya için elverişli barınaklar haline
gelmesi bir tarafa, burada özellikle, yerini terk eden yükümlülerin vergilerinin
geride kalanlar arasında paylaştırılması dolayısıyla ortaya çıkan sıkıntıdan
bahsetmek istiyoruz28. Tahrir defterlerinin en iyi ihtimalle üç senede bir
yenilendiği sistemde, salgın hastalıklar ve gerek yerli eşkıyanın gerekse dış
düşmanların saldırıları neticesi artan ölümlere bir de bu göç hareketi
eklendiğinde nüfusun dağılımı iyice bozulmakta, bozukluk ölçüsünde vergi
tahsilinde adaletsizlik ortaya çıkmakta idi. Mevkufatî’nin 1688-1693 yılları
arasındaki kısa dönemi konu alan dört ciltlik kapsamlı eserinde rastladığımız,
bazı yerlerde kişi başına otuz kırk akça vergi düşüyorken bazı yerlerde bu
mikdarın iki üç bin akçaya kadar yükselmiş olduğu şeklindeki kayıt, meselenin
ciddiyetini göstermesi bakımından önemlidir29. Gerçi, sıkıntının çok fazla
olduğu bazı köylerde, nüfusun son durumunu belirlemek için yeni tahrirler
yapılmıyor değildi. Mesela, Zencine kadısına yazılan 1 Cemâziyelevvel 1102 (31
Ocak 1691) tarihli hükümde, bir taraftan veba ve düşman saldırıları dolayısıyla
meydana gelen ölümler, diğer taraftan göçler dolayısıyla kazadaki köylerin nüfus
dengesinin bozulduğundan bahsedilmekte, halkın isteği üzerine tüm köylerin
tekrar tahrir edilmesi gerektiği bildirilmektedir30. Ancak adaletsizliği önlemeye
yönelik bu ya da bunun gibi diğer teşebbüslerin genel olarak olumlu bir sonuç
verdiğinden bahsedemeyiz. Gerek cizye, gerekse avarız türü vergiler müslüman
olan ya da olmayan tüm vatandaşlar için başlıca göç sebebi olma özelliğini
korumuştur.
Ve göç, sebebi her ne olursa olsun, hemen her dönemde devlet için
mücadele edilmesi gereken başlıca meselelerden biridir.

Göç ile olan mücadelesinde devletin temel tutumu, on sene içinde
yakalanması mümkün olan kaçakların tekrar eski köylerine yerleştirilmesi, on
seneyi aşkın zamandır kaçak vaziyette olanların ise bulundukları yerde vergi ile
yükümlü kılınmaları şeklinde idi31. Ekonomik bakımdan fazlaca sıkıntıda olan
bazı şehirlerde ise sıkça başvurulan bir tedbir olarak, cizye ve avarız türü vergiler
geçici sürelerle kaldırılmakta, tohumluk ve hayvan yardımı yapılmakta, böylece
halk maddî açıdan rahatlatılmaya çalışılmaktaydı32. Bundan başka, göçü
engellemek için devletin kimi zaman sert uygulamalara başvurmak zorunda
kaldığını da biliyoruz. 1101 yılı Şevval ayı sonlarında (Temmuz-Ağustos 1690)
Köstendil muhafızına gönderilen bir hükümde, Köstendil halkından civar
kazalara kaçanların yakalanarak hapsedilmesi emredilmektedir33.
Göçe dair bu genel bilgi bizde, herhangi sebepten dolayı bulundukları
yerden ayrılmak isteyen insanların, bunu devletin takibine uğramak endişesini
taşımaksızın, meşru bir şekilde yapabilmek için sağlam bahanelere duydukları
ihtiyacın, Osmanlı tarihinde yaşanan cadı vakalarının ortaya çıkışında etkili
olabileceği düşüncesini uyandırmıştır. Yani bahsetmeye çalıştığımız, bir hurafeye
gereksinim doğrultusunda gerçeklik kazandırılmak istenmesidir. Göçün, Viyana
bozgunu ile başlayan bunalımlı süreçten çok daha önce, 1500’lü yılların ikinci
yarısında da devlet için mücadele edilmesi gereken önemli bir konu olarak ele
alınmış olması34 ve bunun aynı zamanda Ebussuud Efendi’nin, mezarların açılıp
cenazelerin kazıklanmasına izin verdiği yıllara denk düşmesi önemlidir.
Aynı şekilde, yukarıda değindiğimiz, Edirne’de yaşanan iki cadı vakasında
da göçün etkisi varlığını hissettirmektedir. Birbirinin ardısıra mezarlarından
kalkan bu iki ölüyü, o yıllarda Sultan II. Mustafa’nın sıklıkla Edirne’de ikamet
ediyor olmasına ve bölge halkının padişahın varlığı dolayısıyla çektiği sıkıntıya,
fazla zorlamaksızın, bağlayabiliriz. Nitekim padişahların Edirne’deki uzun süreli
ikametlerinin nelere yol açtığı ile ilgili olarak, doğrudan II. Mustafa dönemi için
değilse de, II. Süleyman dönemi için net kaynak bilgisine sahibiz. Fındıklılı
Silahdar Mehmed Ağa, Târîh’inde bu konu üzerinde önemle durmuş, padişahın
Edirne’deki varlığının halkın kesesine ve devlet hazinesine olan zararından
bahsetmiştir. Yine Silahdar’ın nakline göre, II. Süleyman’ı Edirne’den ayrılıp
İstanbul’a yerleşmeye ikna etmek için rikâb kaymakamının sarfettiği sözler de bu
konuda bizim için yol göstericidir. Kaymakam, halkın iştirâ, nüzül ve sürsat
vermekten fakirleştiğini, ellerinde hiçbir şey kalmadığını, masraflar mîrîden dahi
karşılansa bunun neticede yine halka zulme dönüşeceğini söylemektedir35.
Osmanlı tarihindeki cadı vakalarının tamamını göçe bağlayamayız. Farklı
sebeplerden kaynaklanan, veya herhangi bir özel sebebi bulunmayan cadı
vakaları da yaşanmış olabileceğini, hatta, vampirler gibi yaşayıp onlar gibi yok
edilen Osmanlı cadılarının, Türkler’e ait batıl inançların Rumeli’de
gayrimüslimlere ait batıl inançların etkisi altında şekillenmesi neticesinde,
gelenekselleşmenin birer ürünü olarak ortaya çıktıklarını kabul etmek gerekir.
Ancak, kendisine intikal eden hemen her cadı vakasında mezarların açılmasına
izin verilmesini devletin göçü engelleyici politikası ile açıklayabiliriz. Cadılar
hakkında sahip olduğumuz Ebussuud dönemine ait ilk veri, cadılarla mücadele
için şer‘an öngörülen yöntemde esas noktanın göç olduğunu kuvvetli bir şekilde
ortaya koymaktadır.
Bu arada, 1830’lu yıllardaki, parası devlet tarafından ödenen cadı
üstadlarının ardından yaklaşık yetmiş yıllık süreç içinde devlet, göç ve cadılar
arasındaki tuhaf ilişkide neler olup bittiği hakkında çok fikrimiz olmamakla
beraber, 1900’lerin başına gelindiğinde Osmanlı Devleti’ni cadılara karşı
tamamen farklı bir tutum içinde bulduğumuzu belirtmeliyiz. Muzaffer Albayrak
tarafından neşredilen, 1904 yılına ait bir arşiv belgesinden öğrendiğimize göre36,
Selanik’e bağlı Doyran kazasında cadı, ya da o bölgede kullanılagelen tabirle
“vampir”, oldukları iddia edilen iki müslümanın mezarları hiçbir hükümet
görevlisine başvurmaya gerek duyulmaksızın açılmış, cenazeleri yakılarak yok
edilmiştir. Çok uzun olmayan bir geçmişte mezarların açılıp cenazelerin yok
edilmesini onaylayan, hatta bu işi yapanlara para dahi ödeyen devlet, bu defa
mezar açanları “şerefsiz” ilan etmiş ve adliyeye yönlendirmiştir. Aslında bu
belge bile bir bakıma, yukarıda ele aldığımız vakaların tam zıddı bir yoldan, bizi
yine devletin cadılara karşı tutumunun göçe karşı politikası kapsamında ele
alınması gerektiği sonucuna ulaştırmaktadır. Resmiyete intikal ettirilmemiş
olmasını örnekteki cadı inancının arkasında devleti ilgilendiren herhangi bir
etken bulunmaması ile açıklayabiliriz. Doyranlılar’ın şikayetleri arasında can
güvenliklerinin olmadığına ve bu yüzden yerlerini terk etmelerine izin verilirse
kendilerini daha mutlu hissedeceklerine dair hiçbir ima bulunmamaktadır. Olay,
evlerindeki mutfak gereçlerinin görünmeyen varlıklar tarafından
karıştırılmasından rahatsızlık duymalarından ve bu rahatsızlıktan kurtulmak için
asırlardır uygulana gelen cadı yok etme yöntemini kullanmakta kendilerini özgür
hissetmelerinden ibarettir. Evlerdeki mutfak gereçlerini karıştıran görünmez
yaratıklara bir açıklama getirmekle uğraşacak değiliz. Burada esas nokta, halkın
neye niçin inandığından, ya da inanmak istediğinden çok, devletin halkın
herhangi bir batıl inancına karşı hangi şartlar altında ne tepki gösterdiğidir. Yüz

yıldan daha kısa bir süre öncesinde mezarların açılıp cenazelerin yok edilmesine
izin veren devletin bu defa mezar açanları suçlu bulması, yani cadılara karşı
tutumunun normal bir hal alması, işin içinde kendisini ilgilendiren herhangi bir
etken olmaması ile ilgili gibi görünmektedir.

Kaynakça

BA, MD, nr. 100.
BA, KK, nr. 3508.
İstanbul Ahkâm Defterleri, İstanbul’da Sosyal Hayat I, İstanbul 1997.
Ahmed Lütfi Efendi, Vak‘anüvis Ahmed Lütfi Efendi Tarihi, IV-V, haz. Yücel Demirel,
İstanbul 1999.
Anonim Osmanlı Tarihi (1099-1116/1688-1704), haz. Abdülkadir Özcan, Ankara 2000.
Evliya Çelebi, Seyahatname, I: Evliya Çelebi Seyahatnamesi Topkapı Sarayı Bağdat 304
Yazmasının Transkripsiyonu-Dizini, I. Kitap, haz. Orhan Şaik Gökyay, İstanbul 1996;
VII: Evliya Çelebi Seyahatnamesi Topkapı Sarayı Kütüphanesi Bağdat 308 Numaralı
Yazmanın Transkripsiyonu-Dizini, 7. Kitap, haz. Yücel Dağlı-Seyit Ali Kahraman-
Robert Dankoff, İstanbul 2003.
Mevkufatî, Vakı‘ât-ı Rûzmerre, II, TSMK, Revan 1224; IV, Süleymaniye Ktp., Esad
Efendi, nr. 2437.
Silahdar Fındıklılı Mehmed Ağa, Silahdar Târîhi, II, nşr. Ahmed Refik Altınay, İstanbul
1928.
Takvîm-i Vekāyi‘, Sayı: 68 (21 Cemâziyelevvel 1249).
Albayrak, Muzaffer, “Cadı Avcılarına Takibat”, NTV Tarih, Sayı: 9 (Ekim 2009), s. 67.
Altınay, Ahmed Refik, Onuncu Asr-ı Hicrî’de İstanbul Hayatı (1495-1591), İstanbul 1988.
Arık, Şahmurat, “Osmanlı Döneminde Bir Cadı Avı ve Türk Romanında Cadı
Kavramı”, Akademik Araştırmalar Dergisi, 2006, sayı 29, s. 139-154.
Boratav, Pertev Naili, 100 Soruda Türk Fokloru, İstanbul 1973.
Düzdağ, M. Ertuğrul, Şeyhülislam Ebussuûd Efendi Fetvaları Işığında 16. Asır Türk Hayatı,
İstanbul 1983.
İnalcık, Halil, “Cizye (Osmanlılar’da Cizye)”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
VIII, İstanbul 1993, s. 45-48.
Koçu, Reşad Ekrem, Tarihimizde Garip Vakalar, İstanbul 1952.
Koçu, Reşad Ekrem, Yeniçeriler, İstanbul 1964.
Köhbach, Markus, “Ein Fall von Vampirismus bei den Osmanen”, Balkan Studies, 20
(1979), s. 83-90.
Kreuter, Peter Mario, “The Role of Women In Southeast European Vampire Belief”,
Women In The Ottoman Balkans, Gender, Culture and History, ed. Amila Buturovićİrvin
Cemil Schick, New York, 2007, s. 231-241.
Miklosich, Franz, Etymologisches Wörterbuch der slavischen Sprachen, Wien 1886.
Ortaylı, İlber, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul 2008.
Otmanbölük, Günvar, “Akılötesi Olaylar-4. Tırnova’da Cadı Avı”, Tarih ve Medeniyet,
sayı 22 (Aralık 1995), s. 55-56.
Pakalın, M. Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I, İstanbul 1983.
Ragheb, Youssef, “Müslüman Ülkelerde Yalancı Ölümler ve Diri Diri Gömülenler”,
İslam Dünyasında Mezarlıklar ve Defin Gelenekleri (Cimetiéres et Traditions Funéraires
Dans Le Monde Islamique) II, Ankara 1996, s. 59-71.
Saygı, Osman, “Sarıgöl Folklorundan: Cadılar ve Cadıcılar”, Türk Folklor Araştırmaları,
no: 150 (Ocak 1962), yıl: 13, cilt: 7, s. 2606.
Tabakoğlu, Ahmet, Gerileme Dönemine Girerken Osmanlı Maliyesi, İstanbul 1985.
Ursinus, Michael, “Osmanische Lokalbehörden der frühen Tanzimat im Kampf gegen
Vampire? Amtsrechnungen (masarıf defterleri) aus Makedonien im Lichte der
Aufzeichnungen Marko Cepenkovs (1829-1920)”, Wiener Zeitschrift für die Kunde des
Morgenlandes, 82 (1992), s. 359-374.
Vukanović, Tatomir P., “Witchcraft in the Central Balkans I: Characteristics of
Witches”, Folklore, Vol. 100, No. 1 (1989), s. 9-24.
Wilson, Katharina M., “The History of the Word "Vampire”, Journal of the History of
Ideas, Vol. 46, No. 4 (Oct.-Dec., 1985), s. 577-583.
 
Üst