Ödevim var bana konuyla ilgili link verir misiniz?

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

alin

Kayıtlı Üye
Katılım
9 Ara 2010
Mesajlar
723
Tepkime puanı
338
Konum
İstanbul
Sayın ladyrowena, ödevim var link verir misiniz demişsiniz. Bu siteden bir linkse ödeviniz ile ilgili, zaten ödevlerin amacı araştırma olduğundan, sitemizdeki konuları araştırıp bulmanız en doğrusudur. Şayet link dediğiniz, başka sitelerden ise bu site kurallarımızca yasaktır, bilginize.

İyi forumlar...
 

H€RA

Kayıtlı Üye
Katılım
1 Eyl 2012
Mesajlar
184
Tepkime puanı
36
Konum
Ankara
İstersen kopyala yapıştırıda yapalım, çıktısını da alıp dosya halinde sana getirelim? :D Gerçekten inanamıyorum, arama motoru var yukarda, aranacak kelimeyi yazıp, istediğin konuda bir çok yazı bulabilirsin. :)
 

göçmenoğlu

Kayıtlı Üye
Katılım
10 Şub 2010
Mesajlar
719
Tepkime puanı
128
Yaş
48
Konum
Manisa merkez
İş
Elektironik müh.
Karma Yasası
Karma; hem fiziksel hem de zihinsel her türlü eylemin sonuçlarının kaçınılmaz olduğunu ifade eder; düşündüğümüz her şey ya da yaptığımız her eylemin sonuçlarının, bizi bu yaşamımızda ya da sonraki yaşamımızda etkileyeceğini söyleyen bir kuraldır.
Tüm fiillerimizin sonuçlarından kendimizin sorumlu olduğu anlamına gelen Karma kavramının kendisi de 'nedensellik (illiyet) doktrini'ne ve 'ödüllendirici ya da cezalandırıcı adalet yasası'na dayanmaktadır.
Geçmiş bir yaşamdaki eylemleriniz şimdiki mevcudiyetimizi belirlemiştir; şimdiki tavrımız bir sonraki enkarnasyonumuzu belirleyecektir .... Yeryüzü, eğitildiğimiz okuldur ve (fizik) yaşamın bize öğreteceği tüm dersleri öğrenene kadar da ödüllerimizi ya da cezalarımızı [yaşamak] üzere bu yeryüzü okuluna tekrar tekrar dönmek zorundayız.

Benjamin Walker Beyond the Body,
London, Routledge & Kegan Paul. 1974

Karma, Hinduizm, Budizm, Jainizm, Sihizm ve Teozofi'de kullanılan bir terimdir.
Karma; hem fiziksel hem de zihinsel her türlü eylemin sonuçlarının kaçınılmaz olduğunu ifade eder; düşündüğümüz her şey ya da yaptığımız her eylemin sonuçlarının, bizi bu yaşamımızda ya da sonraki yaşamımızda etkileyeceğini söyleyen bir kuraldır. Yani; gerçekleştirmiş olduğumuz, fiziksel ya da zihinsel her türlü eylemin etkilerini şu anki gerçek yaşam içinde görmesek bile, bir sonraki yaşamımızda bu etkiler mutlaka kendini gösterecektir.

Hint dinlerindeki Karma öğretisi, "yeniden doğuş" inanışı olan Samsara ile bağlantılıdır. Sebep –sonuç (etki-tepki) ilkesinin geçerliliği ruh var oldukça devam eder. Hinduizm, Budizm ve Jainizm'de Karma; herhangi bir eyleminin veya düşüncenin sonucunun, her şekilde sadece o kişiyi etkilediğini ifade eder.

Yeniden Doğuş Döngüsünü (Reenkarnasyon) sadece kötü eylemlerde bulunup, kötülük düşünenler değil, aynı zamanda iyilik yapıp, temiz niyetli olanlar da yaşayacaklardır. Son amaç ise bu şekilde devam etmeden, Karma'nın sona ermesidir.

Budizm'deki Karma öğretisini anlamada "kendin-değil" ve "Koşullu Oluşum" kavramları önem taşır. Budist öğretisine göre (Dharma); "Ben" ifadesiyle bir insanı tek bir ruh olarak sınırlamak, gerçekliğe uygun değildir. Bir insan, sadece kendi varlığıyla ya da ruhuyla ifade edilmesinden çok daha fazlasıdır. İnsan varlığının ait olduğu, sürekli değişen beş yaşamsal durum başlıkları şunlardır: iç organlarının da dâhil olduğu somut bedeni; duyguları; dünyevi çıkarları; ilgi, arzu, özlem, amaç gibi ruhsal istekleri ve son olarak bilinçli olmasıdır. Bu sürekli değişen durumlar koşullu oluşumun kanunudur. Her eylem, maddelerden ruha kadar dünyadaki her şeyi yeniden düzenler.
Karma yasası insanın şimdiki ve geçmiş yaşamında yaptıklarıyla karşılaşmasıdır. Yapılan hareketlerin karşılığı olarak yaşanması gereken sonuçların planlı ve programlı bir şekilde düzenlenmiş haline "karmik plan" denir.

Karmik planın oluşumu Kişi her an iradesiyle yeni hareketler yapmakta olduğundan karmik plan kısmen belirli, kısmen oluşum halindedir. Bu bakımdan karmik planın oluşum süreci ve bu süreçteki hareketler üç grupta ele alınır:
Kader üzerine bir etkide bulunmuş hareketler (agami-karma)
Neden oluşturmuş ve kader üzerinde bir etkide (sonuçta) bulunma sürecine girmiş hareketler (prarabdha-karma)
Birikmiş, fakat henüz kader üzerinde bir sonuç oluşturmamış hareketler..
Bazı eylem ve davranışlar, sonucunda Karma oluşturmayabilir. Gereken durumlarda bu etki yaşanmayabilir veya önemsiz ölçülerde şiddete karşı tepki olaylarında, örneğin; iyi niyetler olumsuz sonuçlardan fazla olduğu zamanlarda, Karma etkisi oluşmayabilir. Bu durumda etkisiz Karma (Pali: Ahosi-kamma) söz konusudur.
Karma etkisi farklılıklar gösterebilir:
"Yeniden doğuş" ile oluşan Karma Janaka-kamma: Yeniden doğuşla (reenkarnasyon) ve bulunduğu topluluğun koşullarıyla sınırlı yaşanır.Yardımcı Karma Upatthambhaka: Hiçbir Karma etkisi yoktur ve yalnız hareket ederek yaşanır.Zulmeden Karma Upapilaka: Karma etkisiyle baskı yaşanır.Yıkıcı, tahrip edici Karma Upaghataka: Diğer Karma etkilerinden daha fazlası yaşanır.
İstemeden yapılan eylemler için bir düzenleme yoktur. Bir eylemin temelinde ne kadar az art niyet varsa o kadar az Karma toplanır, oluşur.

Zen Sisteminde Karma yasası öte alemdeki yaşamı ve tekrar doğuşları belirleyen evrensel nedensellik yasasıdır.
Her bir dürtü, çevremizin ya da başkalarının yaşamları üzerinde etki yaratmak suretiyle ya da doğal ve kozmik yasanın işlemesine yol açabiIeceği için belirli sonuçlar oluşturacaktır. Bunun, her hangi bir doğaüstü ya da keyfi yanı yoktur. Doğal yasa karma'dır. Havaya fırlatılan bir taş yerçekimi tarafından etkilenir ve sonuç, taşın yere düşmesidir. Kaba bir söz, bir sebeptir. Bu sözün yöneltildigi kişinin üzerinde yaratılan etki ve aynı şekilde, kişinin buna gösterdiği tepki, karma'dır. Birine gösterilen iyilik ve onun bu iyiliği yapana verdiği karşılık, karma'nın bir diğer örneğidır, Şunu tekrarlamalıyız ki, sebep-sonuç bağıntısı şeklinde oluşan karma her zaman olumsuz değildir. Hayırlı da olabilir ve çoklukla da böyledir.

Karma,insanların düşünceleri ile fiillerini dengeleyen spiritüel ve dünyevi davranış biçimini temsil eden Telafi Yasası'dır .Bu dengeleme, doğanın aşina olduğumuz şu sürecine benzetilebilir: ''Kişi, ne ekerse onu biçer.''Bu yasa, milyonlarca insanın yaşamında yeterli bir şekilde kendisini göstermiş olup, mistisizmin her samimi takipçisinin yaşadıkları birçok deneyimleri sayesinde açıkça ortaya konmuş çok kesin bir prensiptir.

Karma, değişmez bir yasadır ve şimdiki devrenin yanısıra çok ilerdeki yaşamlarda da geçerli olacaktır. Gelecek yaşamlarda razı olmaya mecbur kalacağımız şartlardan çoğunu kendi kendimize yaratırız.Yaşamda meydana gelen her şey belirli bir sebebe bağlıdır ve her sebebin de kesin bir sonucu vardır. Bir gün,bir sekilde, adil bir telafi yoluna gidilmeksizin yada hareketimiz için adil bir karşılık almaksızın bir diğer insana ya da bir hayvana bile bir iylik yapamayız ya da, zarar veremeyiz.

Yaşamımız süresince olayları dikkatlice gözlemleyip analiz ettiğimiz zaman, birçoğumuz şunu öğreniriz ki, kafamızda barındırdığımız ve ifade ettiğimiz düşünceler, davranışlarımızın arkasındaki gerekçeler ve davranışlarımızın , kendileri sayesinde gelecekteki olayları ve şartları kendi kendimize yaratmaktayız. Şunuda öğrenmişizdir ki, ya yasa bizi böyle yapmaya zorlamadan önce ya da yasayı uygulamanın zorunluluğu üzerimize çöktüğü zaman, telafi yoluna gitmekten başka, Karma Yasası'ndan kaçınmanın hiçbir yolu yoktur.
Hiçbir kötülük ya da iyilik, hiçbir haksız yada haklı düşünce ya da hareket, acımasız ya da merhametli hareket yoktur ki, karmik (karmaya ait) kayıtlardan kaçmış olsun ya da telafi edilmeden bırakılsın. Davranışlarımızın kaçınılmaz sonuçlarının yerini bulması aylar yada yıllar alabilir, fakat yasanın çalışması kesin ve muhakkaktır.İnsanlık , insanların toplumsal ve ahlaki davranışları için keyfi olarak yaptığı yasalarla, kişilere davranışlarını telafi ettirmeye çalışabilir. Ancak, bu tür bir telafi, hiç bir zaman, Karma Yasası'nın kaçınılmaz işleyişinde olduğu kadar adil, merhametli, kesin ve etkili değildir ..

Bu yasanın değişmez olduğunu söylemiştik. Bu, Karma Yasası'nın, Tanrı tarafından yaratılan İlahi bir prensip ya da yasa olduğu ve O'nun İlahi merhamet, adalet, bağışlama ve sevgi prensiplerine aykırı düşmediği anlamına 'gelir.Telafi Yasası, beşeriyetin kendi yasaları'nda 'talep ettiği şekilde göze göz isteyen kata mekanik bir anlayışla işlemez. Bu tür bir işleyi hiçbir zaman tümüyle haklı, merhametli ve hepsiden 'de öteye, kişi ve toplum için yapıcı ya da yararlı olamaz. Karma Yasası, doğal olarak, kişi ve toplum için yapıcı ve yararlı olmaya çaIışır.

Ne tuhaftır ki muhtemelen, gerçek yasa'nın yanlış yorumundan ve anlayış yetersizliğinden dolayı mistik felsefelerin birçok dikkatsiz okuyucusu ve İzleyicisi tüm ıstırapların karmik olduğuna inanırlar, Bu inanç, kuşkusuz, şu şekilde belirtilen mantık hatasına dayandırılmıştır: «Tüm hatalar insana ıstırap getirir ; böylece, tüm ıstıraplar da hatalardan doğar.» Eğer Telafi Yasası, İlahi kökenli Evrensel bir yasa olmasından dolayı adil, merhametli ve yapıcı ise, kötü davranışların karşılığında dengeleme talep etmesinin yanısıra iyi davranışların da karşılığını vermelidir. Yasanın işleyişindeki bu hakkaniyet sağduyumuza hitap eder etmez,Telafi Yasası'nın sadece hatalarımızı cezalandırmaktan ibaret olduğu fikrinin yersizliği de hemen ortaya çıkacaktır.

Karma kelimesinin Telafi Yasası'nı adlandırmak üzere seçilmesi bir şanssızlıktır. Doğu felsefesinin bir çok izleyicisi ile Doğu'lu zihinlerin birçoğu için bu kelime sadece, ıstırap ya da yaşamın sınavları ve sıkıntıları anlamına gelir. Bu iyi bir deyim değildir, Çünkü, hayırlı hareketlerimizin ödüllendirilmemesi halinde, insanlar, asil bir yaşam sürdürmeye, başkalarına iyilik yapmaya, uygarlığın yapıcı gelişimine serbestçe katkıda bulunmaya eğilimli olmayacaklardır. Eğer insan sadece, yaptığı kötülük için cezalandırılsaydı, ne kötü faaliyetlerinden vazgeçerdi ne de kötülüğün yerine iyilik yapma dürtüsünü duyardı.

Bizlerin, toplumsal ve ahlaki davranışlarımızla ilgili olarak yaptığımız keyfi yasalarımızın çoğu, kötü davranışlarımız için cezalandırma biçimleri ortaya koyar. Fakat, uygarlık tarihini gözden getirmekle, kötü hareketler için cezalandırma tehdidinin ne işlenen suçu ne de kötülük yapmaya eğilimli olanların yaptıkları kötülüğün miktarını azaltmamış olduğunu inandırıcı bir şekilde kanıtlamış olacağız.
Yapılan iyilik için övmeyi ve karşılığını vermeyi kurulu düzenimizden tümüyle kaldıracak olursak, kısa bir süre sonra, kötülük yapmayı cezalandıran herhangi bir kozmik ya da insan yapısı yasanın mevcudiyetine rağmen, dünyada, iyilikten, daha fazla kötülük buluruz.

Sadece Telafi Yasası'nın işlemesi, kişinin iyilik yapmaya çabalaması için yeterli bir sebep olacaktır. Hayırlı davranışlarımız, düşüncelerimiz ve niyetlerimiz de muhakkak, " kötü davranışlarımız ile niyetlerimizin bir ıstırap, cezalandırma, feragat ya da ıslah biçimini davet etmeleri gibi, kendi bereketli ödüllerine yol açmış olurlar. Bu da bize 'şu hususu benimsetir ki, insanlara karşı adaletsiz, haksız ve şefkatsiz davranmamız halinde, öğrenmemiz gereken dersin ya da prensibin, düzeltmenin en etkili ve yapıcı olacağı şartlar altında ve biçimde dikkatimize sunulması kaçınılmaz olur .

Tüm ıstırabın; hastalıkların, üzüntülerin ve adına kötü talih denilen şeyin. herhangi bir hayırsız ya da kötü fiilimizin ya da niyetimizin karmik sonucu olduklarını ve tüm rahmetlerin, ödüllerin, sevincin ve adına iyi talih denilen şeyin de iyi, hayırlı fiilerimiz ile yapıcı düsüncelerimizin karmık sonucu olduklarını düşünmek anlamsızdır.

Başımıza gelen talihsizliklerin, ne bu yaşamda nede önceki herhangi bir yaşamda, bizler tarafından bilerek ya da bilmeyerek yapılmış ya da ifade edilmiş herhangi bir kötü ya da hatalı eylem ve düşünceyle ilgisi olmayan birçok sebepleri vardır. Kuşkusuz, bugün yaşamdaki nasibimizin, çoğunlukla, önceki yıllarda ya da yaşamlarda ne yapıp ne yapmadığımızın sonucu olduğu doğrudur ama, öte yandan da yaşam, hergün, beklenmeyen olaylarla ve görünürde hakedilmemiş ödüller ve fırsatlarla dolup taşar. Her geçen gün, dün ile ya da yaşamımızın geçmiş herhangi bir yılı ile, ya da önceki herhangi bir yaşama ait herhangi bir davranışımız, ya da düşüncemiz ile yakından uzaktan hiçbir ilgisi olmayan sebeplere bağlı bulunan, kendine özgü sınavlarını ve dertlerini getirir.

Tanrı ve Kozmik Yasalar,Tanrı'nın Düzeni'ne uygun olarak, insanlara, yaşam misyonlarını ya da başkalarına , yardımı sürdürmelerini mümkün kılacak belirli ödüller ve beklenmeyen avantajlar ihsan etmek hakkına ve ayrıcalığına sahiptir. Bu avantajlar, bunları geçmişlerine ait belirli herhangi bir eylem ya da düşünce sayesinde kazanmamış ya da haketmemiş olan kişilere işte bu yoldan gelebilir.
Tezahür etmiş olan sonuçların muhakkak ki belirli, bir sebebi vardır, fakat bu sebebin sadece karmik nitelikte olması gerekmez, Kişinin bu rahmetleri ve fırsatları nasıl değerlendirdiği, gelecekteki karmik faaliyetin nedeni olabilir. Ancak,bunlar, her zaman için belirli bir karmik faaliyetin sonucu değillerdir. Aynı durum, yaşamlarımıza giren şanssız olaylar için de geçerlidir.

Kuşkusuz, Tanrı çoğunlukla bizi denemek yada kendimizi denememiz için bize bir fırsat vermek ya da, bir aktarıcı olarak genel düzene katkıda bulunmamız amacıyla rahmetler ve ödüller bahşeder ya da sınavlar ve sıkıntılar çektirir. Birçok kişinin 'yaşamına, Karma Yasası'nın faaliyeti olmaksızın, ıstıraplar, sınavlar ve sıkıntılar sayesinde çok hayır gelmiştir. Deneyimlediğimiz, hem iyi hem kötü, hem mutlu hem de mutsuz şeyler sayesindedir ki, karakter ve kişiliğimiz gelişir.

Yaşamın tüm deneyimlerini doğrudan geçmiş davranış biçimlerimizden gelen bir sonuç olarak görmek, tüm yaşamı tamamiyle mekanik blr, temel üzerine oturtmak olacaktır ki, bu da Tanrı'nın müdahalesı ya da Tanrı'nın hakları ile ayrıcalıklarının kendiliğinden ifade bulması için hiç bir imkan bırakmayacaktır: Evrensel düzeni, ileriye dönük hiçbir görünümü, geleceği içeren hiçbir mütalaası; evrimsel hiçbir faktörü ve ilahi hiçbir inayet ve sevgi öğesi bulunmayan ve zeki olmayan bir etki-tepki sistemine indirgeyecektir.
«Bir kişinin içinde bulunduğu iyi ya da kötü durumun karma sonucu mu yoksa doğrudan gelen İlahi hüküm sonucu mu olduğunu nasıl bilebiliriz?»

Şimdiki yaşamımızda açıklanamayan herhangi bir olayın meydana gelişinin sebebi, bu olaydan öğrenilmesi gereken dersin şuuruna varmamız kadar önemli değildir.

Eğer bir ödüllendirme ya da yararlı bir durum ile karşı karşıyaysak,Tanrı'ya ve Kozmik Evren'e şükredelim ve idrak edelim ki, bu Rahmeti meydana getiren sebep her ne olursa olsun, artık görevimiz, severek ve yapıcı birşekilde bu hayırdan yararlanmak olmalıdır. Eğer bir hastalıkla yada aleyhimizde bir durumla karşı karşıyaysak,muhtemel bir sebep için geçmişi aramak yerine, böylesine bir durumun içerdiği dersi öğrenmeye çabalamalı ve şartların üstesinden gelmek ve şartlara hakim olabilmek için elimizden geleni yapmalıyız.Böyle yapmakla karakterimizi güçlendirir, bilgeliğimizi arttırır ve yaşamımızı öylesine yaşamaya azmederiz ki, bir daha karmik faaliyet sonucu benzeri bir deneyimi hak etmeyiz ve böylece de gelecekteki bu tür bir beklenmedik olayı karşılamak için hazırlıklı oluruz. Bu yöntem sayesinde de tüm deneyimlerimizi kendimizin ve genel olarak insanlığın yararına hayra dönüştürmekle Evrensel Kozmik Yasa ile uyumlu bir hale geliriz.
Karma'ya karşı gelebilir miyiz?Bu soruya şöyle bir yanıt verebiliriz: Karma'ya tabi karşı gelemeyiz. Ancak, karma, keyfi yani sabit ve kaderci olmadığı için, karma'nın dengelenmemesi ya da diğer sebepler dolayısıyla biraz degiştirilmemesi için hiçbir sebep yoktur. 'Örneğin, eğer kişi, önceki davranışlarının sonucu olan kötü karma'nın idrakindeyse, neden karma'yı dengeleyici bir davranış biçimini benimsemesin? Kişi, daha sonra kozmik prensiplere uygun olarak hayırsever ve yapıcı bir yaşam yaşamak istediği takdirde, bunu gerçekleştirebilir. Böylece, ahlaki açıdan hatalı olan önceki bazı eylemlerinin sonuçlarını hafifletebilecek bir dizi hayırlı sonucu oluşturabilir, Eğer bu mümkün olmasaydı;o zaman, kişinin yaşamını geliştirmeye çabalaması için hiçbir sebep bulunmayacaktı.

Ancak, 'bu da, davranışımızdan dolayı bir dizi sebep oluşturulduğunda, sadece pişman olmak ya da yeni niyetler edinmekle önceki davranışların ya da düşüncelerin sonuçlarını durduracağımız anlamına gelmez. Bir benzetme yapmak gerekirse, kişi, günlük gıdasını alırken sağlıklı karar vermeyi bir kenara bırakmış ve ağır yemeklerle midesini doldurmuş olsun sonuç olarak, sindirim bozukluğu çeker. Sonradan, yeme alışkanlıklarında değişiklik yapmak kararı kendisini sıkıntıdan kurtarmayacaktır. Aslında, dengeleyici sebepler tesis etmelidir. Sıkı bir perhiz yapması ve kendi kendisine verdiği zararı düzeltecek çeşitli yolları ve vasıtaları araması gerekir.

Günlük yaşamımızda, yapmamız gerektiği şekilde, sürekli olarak karma'yı dengelemekte ve biraz değiştirmekteyiz. İşimizde, sağlığımız açısından ya da aile yaşamımızda karşılaştığımız talihsizliklerden bir ders alırız. Eğer zekiysek önceki sonuçları dengelemek üzere yeni bir hareket tarzına intibak ederiz. Daha başka bir benzetme ile diyebiliriz ki, ciddi bir diş ağrisı çektiğimizde bu, karma'dır. Diş rahatsızlıklarını önlemek için gerekli olan doğal sağlık yasalarını bir şekilde ihlal etmişizdir. Belki de bu, erken yaşlarda ebeveynlerimizin ihmalinden gelen bir şeydir. Tedavi için dişçiye gittiğimizde, tedavi yöntemi sayesinde yeni bir dizi hayırlı sebep oluşturarak, karmik bir sebebi dengelemekteyiz. Böylece, kendimizi belirli dogal yasalara aşina kılmak ve yaşama daha uyumlu bir şekilde uyumlanmak suretiyle de karma prensibine hizmet etmiş oluruz.

Istıraba sebep olan ırsi bir hastalık taşıyarak dünyaya gelen talihsiz kişi, daha o zamandan belirli dersleri öğrenmiş olur. Hastalıkların ya da sakatlıkların acısını deneyımlemiştir. Bu da onu alçak gönüllü ve şefkatli yapmalıdır. Istırabını hafifletmek ve karması'nı azaltmak için, şifa verici tıbbi ya da başka türlü tedavi yöntemlerine başvurabilir. Böyle bir tedavinin o kişinin üzerinde uygulandığı ve kişininde henüz, başkalarının ıstırabı karşısında acıma duygusu duymadığını varsayalım. 'Dersini öğrenmeden, fiziki olarak ıstırabından kurtulmuştur.Karma prensibi böyle bir durumda alt edilmiş olurmu? Hayır. Böyle bir magrur davranış sadece, en sonunda o kişinin, toplumun adetleriyle ahlak sistemini ihlal etmesine sebep olur ki, bu da başka ,bir yoldan kendisine zararlı sonuçlar getirecektir.

Herşekilde Karma Yasasını çok iyi idrak etmemiz ve inanç sistemlerimizde de alışkanlık haline gelen '' herşeyi işine geldiği gibi yorumlamak veya ele almak '' yanlışına düşmeden,alacağımız dersleri alıp yolumuza daha bilinçli ve erdemli bir şekilde devam edebilmemiz gerekmektedir.

Zira burada anlattığım genel prensipler ve açılımların dışında farklı bazı evrensel işleyişler de söz konusudur. Bu da her yaşanan olumsuz deneyimin sizin geçmişten gelen bir alacak verecek hesabı olmadığı, evrenin ve Yüce Yaratıcının bazı hallerde sevdiği kullarını veya neferlerini, bazı insanların sınavlarında veya karma temizliği maksadıyla vesile kılması gibi farklı ve bizlerin idrakı açısından zor ama evrensel gayelere hizmet eden özel durumlar da mevcuttur.

Alıntıdır:Tara Gürses
 

gümüş

Kayıtlı Üye
Katılım
11 Kas 2010
Mesajlar
1,683
Tepkime puanı
252
- TENASÜH VE REENKARNASYON

1- TENÂSÜH

Arapça n-s-h kelimelerinden türeyen tenâsüh kelimesi nefsin bedenin yok olmasından dolayı yeni bir bedene intikâl etmesi ve bu intikâller arasında bir ilişkinin söz konusu olmasıdır.[1] Diğer taraftan bir şeyin tıpkısını çıkarma anlamını da içeren tenâsüh, bir canlının ölümünden sonra ödül ya da ceza olarak yaşamının karşılığını bulmak üzere, ruhunun bedenden bedene geçtiği ve birçok bedeni canlandırdığı varsayılan inanca verilen isimdir.[2] Tenâsüh kelimesini Yunanca’da iki kısımdan mürekkep olan Metempsychosis kelimesi karşılar. “Metem” bir şeyden bir şeye intikâl, konum ve hal değişimi anlamına gelir. “Psyche” kelimesi de ruh veya nefs mânâsına gelir. Dolayısı ile kelime “nefsi natıka”nın bedenden bedene intikâli anlamına gelir.[3] Bir diğer mânâda ise tenâsüh Şiî düşüncesinde Cüz-i İlâhî’nin bir imamdan diğerine geçmesi mânâsında da kullanılmıştır.[4]

Ruhun bedenden bedene intikâl ettiğini savunan guruplar, tenâsüh ile ruhun arındığını ve kemâle erdiğini belirtmişlerdir. Mesudî bazı gulat fırkalar ile Hâricîler’in akli hükümler ve duyu organları ile tenâsühü iddiâ ettiklerini söyler. O, İslâm fırkalarında görülen tenâsüh inancının Yunanlı, Hintli, Seneviye, Mecûsî, Yahudi ve Hıristiyanlardan intikâl etmiş bir düşünce olduğunu ifâde etmektedir. [5] eş-Şehristânî de ruhun beden dolaşarak tekrar tekrar bedenlenmesi düşüncesinin Mecûsî, Mezdekî, Hint Brahmanizm’inde, felâsife ve Sâbiîlerde bulunan ve buradan gâlî fırkalara geçen bir inanç olarak tanımlar.[6]

el-Bağdâdî’ye göre İslâm öncesinde tenâsüh düşüncesi felsefeciler ve Sümeniyye’de görülmekteydi. İslâm’dan sonra ise Kaderiyye ve Rafızî gulat fırkalarda görülmüştür. Sümeniyye ahiret inancını reddeder. Onlara göre ödül ve ceza dünyadadır. Ruh dünyada farklı bedenlerle mükerrer olarak rec’at eder. [7]

el-Bîrûnî, Hindistan hakkında yazdığı kitabında bu görüşün, nasıl ki İslâm’da tek Allah inancı itikadî konuların en başında geliyorsa, onlar içinde tenasühün aynı şeyi ifâde etmekte olduğunu belirtir. Hindû filozoflar ruhun kainatı ihata eden şeylerin çeşitliliğini kavrayabilmeleri için tek bir hayatın yeterli olmadığı savunmuşlardır.[8] İlk dönem metinlerinde açık bir şekilde tenâsühten bahsedilmese de insan ruhunun semaya yükselmeden önce yeryüzüne yağmurlar ile yağdığı yer alır. Bu da tenâsühün basit ilk şekli olarak kabul edilmektedir. Kişinin sonraki dönemlerde tekrar tekrar bedenlenmesinin nedeni ilk bedeninde görevlerini tam mânâsıyla yerine getirememiş olmasıdır. Kişi tüm rûhî olgunluklara erinceye kadar bedenden bedene geçer. Görevlerini tamamlayınca da aydaki karargahına ulaşır.[9] Ruh her tekrar bedenlenmesinde önceki yaşamını unutur.[10] Şehristânî de bu kelimeyi geniş anlamda ele alır. Ona göre tenâsüh dünyadaki hayatlar ve birbirini takip eden yeniden doğuşlar akîdesidir. Tenâsühe en fazla inanan topluluğun Hindular olduğunu söyler.[11]

Tenâsüh ruhun bedenden ayrıldıktan sonra başka bir bedenle dünyaya tekrar dönmesi mânâsında rec’attir. Genel itibari ile sözlüklerde İslâm inancının aslında tenâsühün olmadığı vurgulanmış, bu anlayışın Hind ve uzak doğu kökenli olduğu vurgulanmıştır. Aynı zamanda benzer düşünce bazı Yunan filozoflarında da olmakla beraber, İslâm’a Hint ve Uzakdoğu dinlerinden girdiği kabul edilmiştir.[12] İslâmî literatürde reenkarnasyonu karşılayan bir terim yoktur. Tenâsüh her ne kadar farklı anlamlar içerse de reenkarnasyonu da kapsayacak şekilde kullanılmıştır. Şehristânî de rec’ati tenâsühü de içine alacak şekilde kullanır. O Râfizîlerdeki rec’at inancından bahsederken onları bu konuda iki kısma ayırmıştır. Birinci kısmın kıyametten önce dirilme mânâsında rec’ati kabul ettiklerini söylerken, Râfızîlerin rec’at konusundaki ikinci görüşünün insanların ruhlarının bedenden bedene geçme inancı olduğunu ifâde eder. [13] İslâm tarihinde ruh göçü reenkarnasyon mânâsından ziyâde, tenâsüh mânâsına daha yakın anlamda kullanılmıştır. Hatta tenâsüh de kendi içinde çeşitli sınıflara ayrılmıştır. Nesh, mesh, fesh, resh olmak üzere dört farklı tenâsüh şekli olabileceği kabul edilmiştir.[14] Ancak genel olarak şunu ifâde etmek gerekir ki İslâm ulemâsı Kuran’a göre tenâsühün mümkün olmadığı kanâatindedir.[15]

İnsan ruhunun ölümsüzlüğü ve ölümden sonra onun yeniden bu dünyada veya başka alemlerde varlığını sürdüreceği inancı, yeryüzünün geçmiş veya çağdaş hemen hemen bütün inanç sistemlerinde bulunan yaygın bir düşüncedir. Ruhun ölümden hemen veya belli bir süre sonra yeniden yeryüzüne dönerek başka bedenlerde varlığını sürdürmesini ifâde eden tenâsüh bu anlamda, ruhun varlığını sürdürme anlayışının bir çeşidi olarak görülebilir. Bu düşünce tarihin ilk dönelerinde itibaren pek çok inanç ve kültürde rastlanan bir inançtır.[16]

Tenâsüh inancının dayandığı temel varsayımlara baktığımızda şunları görmekteyiz:

a- Ruh vardır ve içinde yaşadığı bedenle özdeş değildir.

b- Ruhun değişik sebeplerden dolayı umumiyetle ceza olarak yaşamaya mahkum olduğu, beden olarak bilinen bir mekân vardır. Ruhun her türlü fiili icra edebilmesi, onun bir bedene sahip olabilmesine bağlıdır.

c- Ruh hareketli bir cevherdir. Sahip olduğu arızî özellikler nedeniyle ruh değişik bedenlere girebilir.

d- Ruhun değişik bedenlere geçişini belirleyen temel kriter, onun çeşitli bedenlerde iken işlemiş olduğu fiillerdir.[17]

Mısırlılar tenâsühe inanırla, ancak onların tenâsüh anlayışı sadece canlılarla sınırlıdır. Ancak Hint düşüncesindeki rec’at anlayışı her türlü varlığa geçişi mümkün kılar.[18] En eski rec’at inanışının görüldüğü toplumlardan biri olan eski Yunan’da tarihçi Herodot inanışın kaynağının Mısır olduğunu ifâde eder. Ona göre eski Mısırlılar bu düşünceyi ilk benimseyip yayanlardır. M.Ö. IV. yüzyıldan itibaren bu düşünce Mısırlılar’dan Kenanlılar ve Finikeliler vasıtasıyla yayılmıştır. Mısırlılara göre ruh ebedîdir. Ölüm sırasında, o sırada yaratılan bir hayvan bedenine intikâl eder. Karada, havada, suda yaşayan bütün mahlukatın, bedenlerini devredinceye kadar çeşitli kılıklarda gezer. Bundan sonra yepyeni bir insan bedeni ile yeniden doğar. Herodot asıl Mısır inancı olan bu düşünceyi Yunanlılar’ın alarak kendilerine mal ettiklerini ifâde eder. Ancak felsefe tarihçileri onun bu görüşünü iki nedenden dolayı reddeder. İlk olarak Yunan felsefesine itimat eden tarihçiler bunun Mısır’ın orijinal bir fikri olduğu konusunda şüphe içindedirler. İkinci olarak bu düşünce Yunan düşüncesi içinde neşet etmemiş olsa bile temelleri itibari ile çok eski olduğunu savunurlar. Yunan düşüncesi bu inancı sistematikleştirerek kültürünün bir parçası haline getirmiştir. Bir kısım araştırmacılara göre yeniden bedenlenme düşüncesi Hint felsefesinden neşet etmiştir. Orada Buda fikriyatı ve Brahma dininde orijinal bir şekil almıştır.[19] Zira Tenâsüh inancının Buda’dan çok önceleri Hindistan’da düşünce olarak mevcut olduğu ve Budizm ile bu düşüncenin sistemleştirildiği ve yaygınlık kazandığı belirtilmektedir.[20] Eski Mısır inanışlarında insan ölecek ve mezara girecek ancak nasıl ki karanlık gecenin ardından güneş doğuyorsa kişi de öyle tekrar dirilecektir. Ölen kişinin kalbi tartılır iyilikleri ağır gelen ölümsüz olan Osiris’in eşliğine kabul edildiğine, hafif gelenlerin ise ebedî yokluk ile cezalandırıldıklarına inanılmaktaydı.[21]

Başka bir mânâda tenâsüh ilâhî ruhun dünyamızda yaşayan varlıklar arasında yayılıp taksim olunmasıdır. eş-Şehristânî gulat-ı Şîa’nın tenâsühü hulûlü de kapsayacak şekilde kullandıklarını ifâde eder. Şîa içinde ilâhî cevherin tamamı veya bir kısmının muayyen insanlara ineceği veya onlarda karar kılacağına (hulûl) inanıldığı belirtilmiştir. Bu nevi tenâsüh inancı Mezdekî sihirbazlar, Hindli Brahmanlar, filozoflar ve Sâbiîlerden pek çok inanca yayılmıştır.[22]

Rafizîler kıyametten önce ölülerin dünyaya rec’ati konusunda ihtilâf etmişlerdir. Bu konuda daha çok insanların rec’at edecekleri konusundaki görüş ağır basar. Onlar buna delil olarak Allah’ın İsrailoğulları’ndan bir grubu öldürdükten sonra diriltmesi kanıt olarak öne sürerler.[23] Râfizîler’in bir bölümü ise kıyameti toptan reddetmişlerdir. Bu grup tenâsüh düşüncesini benimsemiştir. Onlara göre kıyamet diye bir şey yoktur. İnsanların ruhu bedenden bedene reenkarne olur. Eğer iyilik işlemişse sonraki hayatı güzellikler içinde, kötülük yapmışsalar sonraki hayatları acı ve ızdırap içerinde geçecektir. Böylece insanlar yaptıklarının karşılığını bir sonraki hayatlarında göreceklerdir. Dünya bu şekilde ebedî olarak devam edecektir.[24]

Günümüz toplumlarında tenâsüh inancı ölümsüzlük arzusunun bir sonucu olarak yaygınlık kazandığı görülmektedir. Özellikle bazı bölgelerde Hızır inancının güçlülüğü ile paralellik arz ettiği söylenebilir.[25] Günümüzde bazı fırkalarda görülen tekammüs inancı da tenasühü ifâde eder. [26] Batıda ise reenkarnasyon olayını ortaya koyan Allan Kardec olarak kabul edilmektedir.[27]

Tenâsüh dünyada ceza ve sevabın, ahirete tercih edilmesidir. Tenâsühü benimseyenler kıyamette önce insanın fiillerinin karşılığını göreceği düşüncesini benimsemişlerdir. Tenâsüh düşüncesi ruhun ebedîliği üzerine bina edilmiştir. Ruh ebedî olunca ruhun dünyaya avdeti da sonsuz sayıda vukû bulmaktadır. Cezada ruhlar kötü bedenlerle dünyaya dönerken mükâfâtta iyi bedenlerle dönerler.[28]

Tenâsüh inancının dayandığı temel varsayımlara baktığımızda şunları görmekteyiz:

a- Ruh vardır ve içinde yaşadığı bedenle özdeş değildir.

b- Ruhun değişik sebeplerden dolayı umumiyetle ceza olarak yaşamaya mahkum olduğu, beden olarak bilinen bir mekân vardır. Ruhun her türlü fiili icra edebilmesi, onun bir bedene sahip olabilmesine bağlıdır.

c- Ruh hareketli bir cevherdir. Sahip olduğu arızî özellikler nedeniyle ruh değişik bedenlere girebilir.

d- Ruhun değişik bedenlere geçişini belirleyen temel kriter, onun çeşitli bedenlerde iken işlemiş olduğu fiillerdir.[29]

Hakkında çok az şey bilinen ya da çok farklı anlamlarda kullanılan ruh konusu ile yakından bağlantısı olan tenâsüh inancı insanların düşüncelerinin hep odağında olmuştur. İnsandaki ölümsüzlük arzusu ya da ölüm korkusu bunda en önemli nedenlerden biridir. Diğer taraftan yine çok tartışılan ama net bir şekilde ortaya konulamayan ve üzerinde konsensüs sağlanamayan ruh beden ilişkisi de tenâsüh düşüncesinin hep gündemde kalmasının sebepleri arasında sayılabilir. Bu konuda gerek farklı din ve düşüncelerde gerek İslâm dininde kelam, tasavvuf, felsefe bir şeyler söyleme ihtiyacı hissetmişlerdir. Ruhun varlığı, tarifi ve mahiyeti üzerinde çok söz söylense de bir türlü ittifak sağlanamamıştır. Diğer taraftan İslâm düşünürleri doğrudan ruh konusu ile irtibatlı olan tenâsüh reenkarnasyon ve rec’at inançlarını da reddetmekten geri durmamışlardır. Ruh konusu ele alırken gerek tevhit gerekse İslâm’ın ahiret anlayışı ile çelişen tüm düşünceler reddedilmiştir. [30] Sosyal bilimler pozitif bilimler gibi doğruluğu yüzde yüz ispatlanamaz. Çünkü onun konusu her şeyi ile fark arz eden insandır. Bir suyun normal şartlar altında yüz derecede kaynadığı bilimsel olarak ispatlandığında kanun olur ve artık mutlak doğrudur. Ancak sosyal bilimlerde yüzde yüz doğruluk diye bir şey söz konusu olamaz. Ruh da bu bağlamda net bir tanımın yapılamamış olması hala hakkında yeni iddiâların ortaya atılması ve her geçen gün yeni şeyler öğrenilmesi son derece doğaldır.

E. Kohlberg tarafından kaleme alınan The Encyclopadia of İslâm’ın rec’at (Redj’at) maddesinde rec’atin dört farklı mânâsı olduğunu vurgulanır. Bunlardan ilki ruhun sadece insana değil tenâsüh anlamında ruhun bir hayvana da reenkarne olabileceği anlamına gelen rec’attir. İkincisi ruhun kutsallık atfedilerek bir imamdan diğer imama intikâli mânâsında kullanılmıştır. Bu ikisi aynı zamanda tenâsüh mânâsında da kullanılmış ve daha çok gulat fırkalar tarafından kabul görmüştür. Üçüncü olarak otoritenin Şîa’ya geri dönmesi anlamında kullanılmış, son olarak da gaybetten geri dönmek mânâsını içerecek şekilde yorumlanmıştır. Her ne kadar rec’atle ilgili ilk iddiâ Abdullah b. Sebe tarafından ortaya atılsa da aslında bazı Arapların bu düşünceye çok da uzak olmadığı Hz. Ömer’in Hz. Peygamber öldüğü zaman gösterdiği refleksin ortaya koyduğu belirtilmektedir. Zira İslâm öncesi Araplarda benzer düşünceler olduğu bilinmektedir.[31]

İsferayînî Yahudiler’den bazı grupların da tenâsühe inandığını söyler. Zira Danyal kitabında Tanrı’nın dört sefer çeşitli şekillerde hulûl ettiği belirtilmektedir.[32]

Reenkarnasyon ve tenâsüh kavramları arasındaki tek ortak noktanın ruhların tekrar dünyaya gelip gitmeleri olduğu söylenebilir. Bu iki kavram arasındaki en önemli fark reenkarnasyonda olan ruhsal evrim anlayışının tenasühte olmamasıdır. Tenâsühte ruhsal bir evrimden bahsedilemez, zira tenâsüh ödül ve ceza esasları üzerine kurulmuştur. Ödül ve ceza sanki burada idealleştirilmiştir. Reenkarnasyon tarafları bunu ruhçuluğun adeta olgunlaşmamış dönem düşüncesi olarak algılarlar.[33]

Ruh göçü (metempsycose, tenâsüh) ile reenkarnasyonu (transmigration) karıştırmamak gerek. Tenâsühte ruh maddî bedene gelmeden evvel hayvan ve bitki bedenlerinden geçer. Çünkü insan ruhu asla gerilemez.[34] Aslında bu olay Pisagor’un öğrencileri ile aralarında geçen bir olaydan dolayı bu şekilde karıştırıla gelmiştir. Pisagor’un öğrencileri bundan önceki hayatlarında hepsi büyük tiran ve ünlü birer kral olduklarını iddiâ ettikleri bir ortamda , Pisagor “sizlerin öylesine güçlü olduğunuz ve insanların sizin otoritenizden tir tir titredikleri zamanlar, ben bir horozdum” demiş ve öğrencileri de buna binaen insan ruhunun hayvan ve diğer canlılara geçtiği varsayımına dayanan tenâsüh düşüncesini geliştirmişlerdir.[35]

2- REENKARNASYON

Reenkarnasyon ölüm olayı ile bedeni terk etmiş ruhun, madde kainatındaki dünyalarda, türleri ilgilendiren tekâmül yasasına aykırı olmayacak şekilde (yani son bedenlendiği türden daha geri bir düzeyde doğmamak koşulu ile-ki bu noktada tenâsühten ayrılır-) tekrar tekrar bedenlenmesine verilen addır. Reenkarnasyon Hint uygarlığında görülen tenâsüh (metempsikoz) inancı ile karıştırılmakla beraber aslında şu iki noktada bir birinden ayrılır. Birincisi reenkarnasyonda bir gerileme yoktur, tekâmül daima ileriye doğrudur. İnsan ruhu daha alt seviyeye reenkarne olmaz. İkincisi insan bir önceki hayatında neden başarısız olduğunun cevabını vermek için değil, başarılı olması gerektiği için dünyaya gelir. Yani yeryüzüne ceza için değil yükselmek için gelinir.[36] Her ne kadar zaman zaman tenâsüh ya da reenkarnasyon kelimeleri bir biri yerine kullanılsa da bu kullanım gerçekte doğru bir kullanım değildir.[37] Reenkarnasyon kelimesi aslen Fransızca’dan gelen bir kelime olup ruhun tekâmülü anlamında kullanılır. Tekrar doğmak bir ceza ya da mükâfât değil ruhun tecrübe ve gelişiminin bir vasıtasıdır.[38] Ruhsal ilke bir önceki yaşamış olduğu gezegene reenkarne olabileceği gibi başka bir gezegene de reenkarne olabilir.[39] Ruhun yeni bir bedenle ete kemiğe bürünmesini ifâde eden reenkarnasyonun genel olarak insanların düşüncelerinin ve arzularının bir yansıması olduğunu düşünenler de mevcuttur. Olay psikolojik açıdan incelendiğinde yeniden bedenlendiğini söyleyenlerin önceki hayatlarında Napolyon, Fatih Sultan Mehmet gibi isimler olduklarını söylemesi bu tarz bir yaşam ve şahsiyete özlemin olduğunu göstermektedir.[40]

Reenkarnasyonda ruh en alt seviyeden başlayarak her bir bedenlenmede yeni bir yol ve deneyim kat ederek, yükselir. Cismânî bir Sûrette başladığı yolculuğunu nûranî mertebede tamamlar. İlk olarak bir bitki Sûretinde var olan ruh dana sonra hayvanî ve insanî mertebeleri geçerek nûranî mertebeye ulaşır.[41] Reenkarnasyon dünyada Avustralya yerlilerinden Afrika’daki kabilelere kadar birbirinden bağımsız pek çok kültürde mevcut bir düşüncedir.[42]

Reenkarnasyon inancı eşitlikçi anlayışın bir sonucu olduğu söylenebilir. Zira insanlar bu dünyaya zengin-fakir, sağlıklı-hasta, bilgili-cahil, az-çok yaşam gibi zıtlıklarla bulunur. Bu zıtlıklardan nimet olarak kabul edilenleri yaşamış olan birine karşı külfet içinde bulunanların durumunun bir haksızlık içerdiği kabul edilmekte, “dünyaya sakat, muhtaç, hasta, fakir, çirkin gelen çocukların suçu acaba nedir?” diye soran reenkarnasyon taraftarları, adalet için reenkarnasyon inancının gerekliliğini savunmaktadırlar.[43] Reenkarnasyon bir yerde ruhun elbise değiştirme olayıdır. Ruh yeni bir bedenle yeni hayata merhaba demektedir. Aslında beden yeni olsa da şuûr ve ruh eskidir. Şuûr ve ruh önceki hayatından kalan yaşamına kaldığı yerden devam ederken buna aracı olan bedeni değiştirmiştir. Tibetlilerin rûhânî lideri olan Dalay Lama kendinden önce yaşamış olan bir başka Dalay Lama’nın ruhunun şimdi bedeninde tekrar dünyaya geldiğini ifâde etmektedir. O ölümü sadece elbiselerin değişimi olarak ifâde eder.[44]

Reenkarnasyon deyince ilk akla gelen ilk menşei uzak doğu merkezli Budizm ve Hinduizm düşünceleri gelmektedir. Malumdur ki Hinduizm’in temel kavramlarından biri karma doktrinidir. Bu düşünceye göre insan sonu olmayan bir tenâsüh zinciri içinde gidip gelmektedir. Bu anlayışa göre ölüm bir korku vasıtası bir yokluk değil bir hâl değişimidir. Buna göre her Hindu sonraki hayatının daha iyi olmasını garantileyebilmek için çaba gösterir. [45] Hintlilerin kast sistemindeki en etken otokontrol mekânizması da yine karma düşüncesi olduğu aşikârdır. Her kişi kendi kastında bulunduğu durumun bir önceki yaşamın sonucu olduğunu kabul eder. Böylece iyi olanlar daha iyiye geçmek için gayret sarf ederken, kastın alt tabakalarında bulunanlar da hallerinden şikâyet etmezler. Zira bu duruma sabretmeleri sonraki yaşamları için önem arz eder. Bu mânâda imtihanı kazanmaları durumunda bir sonraki yaşamlarında üst kastlarda yer alabilmeleri mümkün olacaktır. Reenkarne olduğunu iddiâ eden kişi ya da toplumlarda bu düşünceye inancın önemli bir yer tuttuğu muhakkaktır. Zira bu düşüncenin bulunmadığı toplumlarda bu tarz bir iddiâ neredeyse hiç rastlanmamaktadır. Türkiye’de ya da dünyada reenkarnasyona inanan toplumlarda bu tür vakıalara rastlanmaktadır.[46]

Reenkarnasyon aslında İslâm tarihinde tenâsühün bir bölümü olarak işlenmiştir. İbn Hazm tenâsühün bir bölümü olarak Dehrîler’in iddiâ ettiği tenâsühte ödül ya da cezadan öte ruhun sadece kendi cinsinden bedenlere intikâl ettiğini ileri sürdüklerini iddiâ eder. [47]

a- Uzak Doğu Dinleri

1- Karma İnancı

Karma “yapmak” anlamına gelen “kar” fiilinden türeyen Sanskiritçe bir kelimedir. Karma “iş, davranış” anlamına gelen, fakat çoğu defa işleri yöneten, bu ve gelecek hayata pek çok etkileri bulunan kanunu ifâde eder. Karma terim olarak genel itibariyle Hint kökenli dinlerde üç mânâda kullanılmıştır. Bunlardan ilki belirli istek ve arzu sonucunda ortaya çıkan dinî ve dünyevi karakterli her türlü fiil ve eylemi ifâde eder. Yine karma irâdî filler ve davranışlar sonucunda ortaya çıkan mistik, güç veya bunların ruhta bıraktıkları manevî etkiyi ifâde eder. Son olarak karma irâdî fiiller ile sonuçları arasındaki ilişkiyi düzenleyen ve alemdeki adaleti temin eden prensip veya doktrin anlamında kullanılır.[48]

Karma düşüncesine göre kişi aslında bir enerjidir. Beden giysisini öğrenmek ve büyümek için giyer. İnsanın yeniden dünyaya gelmesinde üç önemli basamak vardır. Birincisi, kişinin öz varlığı gelişime ve değişime müsait bir pozisyonda bedenlenir. İkincisi, kişi bazı durumlara müdâhil olamamakla beraber mukadderâtını belirleme, karar verme ve irâde yetilerine sahiptir. Son olarak da bu hayat bir öncekinin bir uzantısı konumundadır. Bundan dolayı kişi önceki hayatındaki fiilleri ile sonraki hayatının alanını ve ana çizgilerini belirler.[49]

Karma insanı sonsuz bir döngü ile acı yaşamlar dizgesine yeniden doğmaya mahkum eder. İnsanlar ancak bencil davranışlarını düzelttikleri takdirde kendi yazgılarını değiştirebilirler. Eğer biri ölüm anında bile yanlış davranış içerisinde ise o bir başka lamba yakacaktır. Eğer ateş sönmüşse, ateş döngüsü sona erecek ve sükûna erme (sönme) mânâsındaki nirvanaya ulaşmış olacaktır.[50]

Karma inancına göre ruh, ilerleme kaydetmek için ıstırap ya da ceza çekmek zorunda değildir. Ruh için ıstırap çekmek ancak, kişiye tekrar nasıl ıstırap çekmeyeceğini öğrettiğinde doğru olur. Kar****ma ile birlikte yapılan hür irâde deneyinin etkili olabilmesi için acı ya da ıstırap verici olmak zorunda değildir. Evrenin doğal yasalarıyla uyum içinde hareket edildiği zaman ilerleme de ortaya çıkar. Eğer uyumsuz olmuş ve kişi kendini geri getirmeye çalışmışsa, değişim, stres, karmaşa ve bozulmaya neden olabilir. Fakat bunlar bertaraf edildikçe yeni uyum etkili olur ve böylece başarı ve mükâfât fırsatları artar.

Karma, rehberlik amacıyla olumlu ve yapıcıdır. Sadece koşulların yeterince ayarlanmasını ister. Kişiye, kendisini diğerlerinden ayıramayacağını öğretir. Zamanın ve alanın ötesine geçen bağlar vardır. Amerikan yerlilerinin geleneklerine göre yaşayan birçok toplumda, yedi kuşak ileriye kadar sonuçlar incelenmeden kararlar alınmamıştır. Onlar tüm insanlar ve koşullar arasındaki mahrem ve anlaşılması güç bağı kavramışlardır.

Karma karşılığını vermek için, kişinin öğrendiği dersten en çok yararlanabileceği ve onu en etkin biçimde kullanabileceği bir zamanı seçecektir. Karşılığın verilmesi için, herkesin bu gösteriyi görerek en çok yararlanabileceği bir yer seçilir. Verilecek karşılık, yasayan tüm yaratıklara yarayabilmesi açısından değişik şekillerde olacaktır. Karma inancı mensupları, eğer ona gerekli izin verilirse, kişi için en iyi olacak zaman, tarz ve araçlar konu****sunda en iyinin oluşturulacağını söylerler. Ama bu, hiçbir şey yapmadan oturacağımız anlamına gelmez. Kişi kendisi daha ziyâde seçimleri yoluyla gerekenleri yapar ve sonra yeni secimler ve yeni hareketlere karar verebilmek için sonuçların açılmasını bekler.

Karma aslında karşılık beklemez. Onun amacı öğrenme ve büyümedir. Koşulların ayarlanmasını, dengelenmesi ve hatta gerçekleşmesini talep eder. Eğer gerçek bir duygusal, zihinsel ve ruhsal karşılık varsa, fiziksel bir düzeyde geçici olarak durdurulabilir de. Bir karma sorununun üstesinden gelmek, içsel kontrol, çok çalışmak, sevgi ve kabul etme, akıllı, nazik ve erdemlilikle mümkün olur. Kişinin sınırları dahilindeki yaratıcı olanakları görmeyi öğrenmesi, kişiye karmayla büyümenin pozitif yüzünü gösterir. Karmayı harekete geçiren şeylere aldırmamak, karmanın etkilerini tamamlamak kadar kolaydır. Örneğin, kişi sağlığının kutsanmış olmasını kazanmış olabilir ama bunu takdir etmeyip doğal kabul eder ve aynı zamanda da ihmal ederek daha önce başarmış olduğu bir şeyin tersini yapar. Karma inancına göre kişinin her zaman üretici, yapıcı olması gerekir.

Büyüyüp gelişme, günlük tecrübeler ve yükümlülükler konusundaki sorumlulukları arttıkça, karma sorumluluğu da – öğrencilik – artmaktadır. Gerçek örencilikte karma öğretisi gittikçe artan bir biçimde alınır. Bazen bir düzine yaşam sürecinin güç dersleri bir tek derste alınabilir. Görev, insanlık için üretken ve yararlı olarak kalırken, güzel etkiler yapacak kadar yaratıcı olmak ve zorluklara dayanmaktır. Eğer öğrenilenler için daha çok sorumlu olma süreci başlatılırsa kişi için yararlı olacak pek çok karma türü ya da öğretinin ortaya çıkacağı kabul edilmektedir. Aile karması, ırka mahsus karma, dinsel karma, ulusal karma, dünya karması ve hiç kuşkusuz kişinin kendi kişisel karması hep büyüme ve gelişmede rol oynar.

Aile ve iş ilişkileri genelde karmayla en çok ilgili olanlardır. Bunlar kişiye gelişme için en büyük fırsatı sağlar. Irk, din ve ulusla ilgili diğer dersler de vardır kuşkusuz. Bu nedenle kişi, evrensel yaşam tecrübelerini tamamlayabilmek için değişik cinsiyetler, ırklar ve uluslardan biri gibi vücut bulur. Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşayan herkes özgürlüğün uygun kullanımı konu****sundaki dersleri öğrenmelidir. Amerika’da çok fazla özgürlük ya da pek çok kısıtlama örneklerini sık sık görürüz. Özgürlüğün uygun ifâde edilişini öğrenmek disiplin gerektirir ve Amerika’da herkes belirli bir seviyede onunla gelişir. Bu, Amerikalı’nın ulusal karmasının bir parçasıdır.

Kişi hayatımızdaki her şey ve herkesin, kendisi için hiç hayal bile etmediği kadar önemli olduğunu görmeye başlamalıdır. Geçmiş yaşamı keşfetmek bu konuda kişiye yardımcı olur. Böylece kişi fiziksel yaşamın arkasındaki rûhânî yaşamı görmeye başlar ve yaşamları yeni ifâdelere açılır.[51]

Karmada bir ödül ceza yoktur. Çünkü bazen ödül gibi görünenler ceza, ceza gibi görünenler ödüldür. Olaya hangi taraftan baktığınıza bağlıdır. Herkesin bir karması vardır ve bunun yaşamak durumundadır. Örneğin bir kedi kuşu yediğinde bu kuş için kötü kedi için iyidir. Siz hangi taraftan bakarsanız o tarafı göreceksiniz. Bundan dolayı karmada her şey gerektiği içindir. Karmaya göre kişinin olduğu yer hak ettiği yerdir. Ona rıza göstermesi ve o tecrübeyi yaşaması gerek.[52]

2-Doğu dinleri

Reenkarnasyonun ilk çıkış yeri olarak Mısır’ı kabul edenlerin yanında bir kısım araştırmacılara göre yeniden bedenlenme düşüncesi Hint felsefesinden neşet etmiştir. Orada Buda fikriyatı ve Brahma dininde orijinal bir şekil almıştır.[53] Zira Tenâsüh inancının Buda’dan çok önceleri Hindistan’da düşünce olarak mevcut olduğu ve Budizm ile bu düşüncenin sistemleştirildiği ve yaygınlık kazandığı belirtilmektedir.[54] Taoizm’de kişiler öldükten sonra, üstün ruhlar yeraltında bir yer olan “Sarı Kaynaklar”a indikleri ve burada kasvetli bir ortamda olan ruhların, mezarlarının ve yaşamış oldukları evlerinin etrafında dolaştıklarına inandıkları belirtilmektedir. Bulundukları durumdan dolayı yaşayanlara kötülük yapmayı arzu eden bu ruhlar, kendi bedenlerinden hariç yaşayan bir bedene sahip olma arzusundadırlar. Taoizm’de ferdi bir amaç olarak bedensiz bir ölümsüzlük düşünülür.[55]

Genel olarak reenkarnasyon denince hemen akla çıkış yeri ve kaynağı olduğu iddiâ edilen Hinduizm ve Budizm gelmektedir. Bilindiği gibi Hinduizm’in temel inançlarından birisi karma düşüncesidir. Hinduizm’e göre insan sonu olmayan bir tenâsüh zinciri içersinde gidip gelmektedir. Bu anlayışa göre ölüm bir korku vasıtası, bir yokluk değil bir halden diğerine geçiştir. Bunun için her Hintli tekrar dünyaya gelişte iyi amellerle gelecekteki hayatını garanti altına almaya çalışır. İşlediği günahlar sebebi ile bitki veya hayvan olarak dünyaya gelmekten çekinir.[56]

Reenkarnasyon eski Hint inanç sisteminde önemli bir yere sahiptir ve toplumsal yapının şekillendiricisi olan karma öğretisini tamamlayıcı bir rol üstlenir. Samsara inancı olarak da bilinen reenkarnasyon dünyevî yaşamdaki, hayat-ölüm-yediden doğuş döngüsünü ifâde eder. Karma ise ruhun bu düzensiz dairedeki hareketini düzenleyen prensibin adıdır. Karma geçmişi şimdiki zaman ve geleceğe bağlayan bir konumundadır. Her şey geçmişin bir ürünü ve geleceğin belirleyicisidir.[57]

Hint dinlerinde semâvî dinlerin kabul ettiği anlamda bir ahiret inancı söz konusu değildir. Bedeni dirilmeyi kabul etmediklerinden dolayı cesetler yakılmaktadır. Ölümle birlikte ruh başka bir bedende yeniden hayat bulmaktadır. Mükafat ve cezanın karşılığı cennet ve cehennem değildir. Bu karşılık ruhun yeni elbisesi olan bedenle anlam bulur. Bu bedenlenme bir bitkide olabileceği gibi daha iyi şartlarda bir insan bedeni de olabilmektedir.[58]

Budizm’in tenâsüh anlayışı biraz daha farklıdır. Bu düşüncede kişinin kötülükleri terk edip nirvanaya ulaşıncaya kadar, çeşitli varlık şekillerinde yükselip alçalarak ölüm ötesindeki hayatının devam edişidir. Bedeni ve zihni ihtiraslardan kurtulduktan sonra artık tenâsüh yoktur.[59]

Hint düşüncesinde tenâsühe inanmayanın Hindu sayılmayacağını Bîrûnî haber vermektedir. Hinduizm’in temel akîdesini ruh göçü oluşturmaktadır. Onlara göre ruh bâkîdir. Sürekli devir halindedir. Kişi eğer hayatını iyi bir şekilde geçirmişse iyi bir konumda ve Sûrette dünyaya gelir eğer hayatını kötü geçirmişse en rezil bir şekilde reenkarne olur. Beden ruhun elbisesi durumundadır.[60]

Bîrûnî nasıl ki haç Hıristiyanlığın, sebt Yahudiliğin alameti ise ruhun reenkarne olması da Hind’in en önemli alâmet-i fârikası olduğunu söyler. Nefs en alt düzeyden başlayarak çeşitli bedenlerde husûl eder ve bu yolcuğunun her durağında çeşitli deneyimlerle tekâmül eder. Ancak tereddînin şartı kişinin sahip olduğu bedenle en iyiyi yapması ile mümkündür. Şer ve günah ile geçirilen bir yaşamdan sonraki yaşam ceza ve zilletlik içerir. Böylece ruh en rezil durumdan en şerefli duruma doğru ilerler. Nefs her reenkarnesinde yeni şeyler öğrenir ve bir aşamayı geçer. Bu hem maddenin hem de nefsin tekâmülünü içerir. Bedenin herhangi bir sorumluluğu olmadığı zaten yok olup gittiğine inanılır. Amellerin iyi ya da kötü karşılığı nefs üzerinde tezahür edecektir.[61]

Hinduizm’de amaç ruhun Tanrısal niteliğe ulaşması ve bunu fark etmesidir. Bunu fark ettiği anda artık dinî ve ahlaki kurallara bağlı kalmak durumunda değildir. Ruh bedende iken bunu idrâk ederse iyinin peşinden gidip kötülüklerden yüz çevirmelidir.[62] Hinduizm’de diğer bir amaç da insanın maddî olan, et ve kemikten oluşan insanı sınırlayan maddî unsurlardan arınmasıdır. Bazen cahil insanlar maddî beden ile kendilerini özdeşleştirirler. Bu tür insanlar bilimde ve felsefede ne kadar ilerde olursa olsun, ölüm korkusunu aşamaz, gerçek mânâda özgür ve mutlu olamazlar. İnsanın ölüm korkusunu yenmesi ve mutlu olması için bedeni sadece bir araç olarak görmesi gerekir.[63]

Bedenlenmiş olan ruh, iç güdüsel olarak sonlu olan bedeni ile kısıtlandığını hisseder. Özgürlüğünün peşinde koşar. Bu ruh yeni doğuşların oluşmasına neden olabilecek arzulara bağlanmıştır. Fakat özgürlük hiçbir arzu ve isteğe sahip olmamaktır. Tüm dünyanın arzularının boş olduğu deneyimlenmeden elde edilemez. Bu arzular bazen insanın sahip olduğu daha aşağı bir bedenle bazen de daha üst bir bedenle yerine getirilir. Birbiri ardına gelen tüm yaşamların ardından ruh artık her türlü arzu ve isteklerden de yavaş yavaş sıyrılır.[64]

Reenkarnasyon Budizm’in de temel kavramlarından biridir. Tüm Uzak Doğu dinlerinde çeşitli derecelerde görülür. Budizm’e inanan kişilerin savaşlarda gözünü kırpmadan ölmelerinin nedeninin de bu olduğu ifâde edilmektedir. Onların yeni yaşamları mutlaka daha erdemli olacaktır.[65]

Budizm’de ben kavramı ile ilgili olarak karma düşüncesi üzerinde durulmalıdır. Çünkü “Bireysel bir ruh, benlik kabul edilmediği zaman yaptığımız iyi ya da kötü davranışların sahibi kim olacak? Eğer ortada böyle bir kişilik yoksa ahlakî davranışa yönelmek neden gereklidir? Ya da iyi ve kötü davranışlarda kim ceza ve mükâfât alacaktır.” sorularına Budizm’de karma ve buna bağlı olarak samsara ve reenkarnasyon kavramları çerçevesinde cevap verilmiştir. Özellikle Buda’nın sözlerinde bu kavramların özü şu şekilde karşımıza çıkmaktadır. “Bugünkü halimiz dünkü düşüncelerimizden gelir. Şu anki düşüncelerimiz ise yarınki hayatımızı hazırlar. Hayatımız aklımızın eseridir. İnsan sarîh olmayan zihinle konuşur veya davranırsa, araba tekerleğinin kendisini çeken hayvanı takip etmesi gibi, ıstırap da onu izler. Bu gün neysek dünkü düşüncelerimizden gelir, şu anki düşüncelerimiz ise yarınki hayatımızı hazırlar. Hayatımız aklımızın eseridir. İnsan sarih zihinle konuşur veya davranırsa sevinç onu gölge gibi takip eder.”[66]

Doğu dinlerindeki karma teriminin açılımına göre, içinde yaşanılan ve bir sonraki hayatta, görülen sosyal farklılıkların, iyi ve kötü kaderin bir önceki hayatta işlenen olumlu ve olumsuz ameller sonucu oluştuğu kabul görmektedir. Karma inancına göre kişinin içinde bulunduğu kast değişmez görevidir. Yani bir çeşit mecburi kader anlayışıdır. Buda bu konuda “her şey yapılan fiile o da anlayışa bağlıdır” diyerek, irâdî davranışa işaret etmiştir. Kozmoloji anlayışı semavî, beşerî, hayvanî, ruhî alem ve cehennem gibi beş aleme ayıran Budizm’e göre bir hayattan diğer hayata geçiş olarak diyebileceğimiz tenâsühten kaçınmak mümkün değildir. Çünkü insanın yüklendiği misyonun önemi ve gerekliliği tek bir hayatta anlaşılması mümkün değildir. Temel ızdırap doktrinine göre tenâsühle ızdırap, acı ve çileye dair tüm duygular tadılmış olacaktır. Dolayısı ile tenâsüh sadece insan Sûretinde bedenlenmeyi değil her türlü varlık şeklinde bedenlenmeyi içerir. Nirvanaya ulaşmak için ruh ancak insan Sûretindeki tekrar doğuşları ile gerekli olgunlaşmayı sağladığında mümkün olabilecektir.[67]

b- Mısır

M.Ö. 2700-2200 yılları arasında dikilen Mısır piramitlerinin duvarlarında, bir kraliçeye ait olduğu anlaşılan mezarda, kral ve kraliçenin yaşam süresinin sonsuza dek uzadığı, gömülenin ölümden sonra tekrar yaşama döneceği belirtilmiştir.[68] Mısır’da ilk kez firavun ailesi için tanımlanan ölümsüzlük daha sonraki dönemlerde dönemin din adamları ve soyluları için de tanımlanmaya başlamıştır. [69]

Mısırlılar dünyada ilk kez rec’at düşüncesini ileri süren toplum olarak bilinir. Mısır inancında ruh, yolculuğuna cansız varlıklarda başlar, sonra bitki, hayvanlar ve insan ruhuyla devam eder. Eğer kişi bulunduğu yaşamında cezayı hak edecek şekilde yaşamışsa sonraki hayatı yaşadığından daha alt seviyedeki bir varlıkta rec’at edecektir.[70] Kadîm Mısır’ın en önemli özelliklerinden biri de piramitleri ve mumyalarıdır. Mısırlıların ölülerini mumyalamaları ve mumyalamada bu kadar ileri gitmelerinin nedeni rec’at akîdesi ile açıklanabilir. Zira ruh zamanı geldiğinde tekrar eski bedenine dönerek kişi dirilecektir. Bundan dolayı kadîm Mısır’da insanlar mumyalamaya çok özen göstermişler bedenin korunmasını sağlamışlardır.[71] Mısırlılara göre insan bedeni khou (ruh) ve kha (beden) oluşmaktaydı.[72] Kadîm Mısır inancında kötü ruhların hayvan bedenlerinde tekrar doğarak, iyi ruha dönüşüp dönüşmeyecekleri konusunda denendiklerine inanılırdı. Ölü bedenlerin mumyalanması, bu kişilerin yaşama geri döndüklerinde bedenlerini hazır olarak bulup ona dönmesi içindir.[73]

Eski Mısır’da ruhun ölümsüz olduğuna dair bilgiler kesinlik arz eder. Bununla beraber net bir tenâsüh fikrinin olduğu tartışmalıdır. Ölüler kitabında ölenlerin şekil değiştirdiklerinden bahseder.[74]

c- Türkler

Eski Türk bölgelerinin bazılarında ölünün geri dönmesi kuşku ile karşılanırken, Yenisey yazıtlarında ruhtan ve ruh çağırmadan bahsedilmiştir. Orhun yazıtlarında ise ruhun ölüp gitmesinden bahsedilir.[75] Eski Türklerde yeniden doğuş inancı bulunmakla beraber bu reenkarne olmak anlamında değil, ayrı bir ruhlar alemi olarak kabul gördüğü anlaşılmaktadır.[76] Türkler’de ruhun yaşadığına ve bu dünyada olan şeylerden haberdar olduğuna inanıldığı ifâde edilmiştir. Evlenen birinin nikah akdinin kağıda yazıldığı, daha sonra yakıldığı ve yakılan dumandan ölülerin haberdar olduğuna inanıldığı belirtilmektedir.[77] Marko Polo ise Türklerin, ruh konusunda, ruhun ölümsüz olduğuna inandıkları, iyilerin daha iyi kötülerin daha kötü bir bedende hayat buldukları, sonunda Allah’ın kabulüne kadar yükselmenin devam ettiği görüşünde olduklarını ifâde etmiştir.[78]

Türkler’de bazen ölüler çadırlara gömülür ve öbür dünyada sürüleri bol olsun diye bir küp içine süt konur. Yine bazı yerlerde ölüm merasimleri kişinin aslı olan toprağa geri dönmesini sembolize edecek şekilde mağaralarda yapıldığı belirtilmektedir.[79]

Eski Türklerde ruh hakkındaki bir diğer görüş ise ruhun kanda olabileceği gibi ruhun iskelette de olabileceğine dair düşüncedir. Özellikle kafatası bu konuda korunmuştur. Ancak iskeletten hareketle insan ve canlılar yeniden canlanabilir. Kemik yapısı canlının ta kendisidir. Kendine atlarında miras kalan ve kendinden sonrakilere bıraktığı şeydir. Ruh kemikler olduğunu ve kemiklerden hareketle ancak tekrar doğuşun olabileceğini inanılır. [80]

d- Eski Yunan

Eski Yunan’da Pisagor ve Platon’un ruh göçüne inandıkları kaydedilmektedir. Platon ruh göçünü bilginin eski yaşamlardan kalma bir anımsama olduğunu kanıtlamak için savunmaktadır.[81] Genel itibari ile tenâsüh fikrinin Yunanlılar’a Mısırlılar’dan intikâl ettiği görüşü hakimdir. Onlar ruhların tekrar dünyaya dönme biçimlerini cezâ ve mükâfât ile ilişkilendiriyorlardır.[82]

Ruh göçü ruhun ölümsüzlüğü üzerine temellendirilmiştir. Bu doktrinin Eski Yunan’da ilk savunucuları M.Ö. VII yüzyılda Pisagor’un öğrencileridir. Herodot’a göre de Grekliler bu inancı Mısırlılardan almıştır. Bu öğreti en çok Pisagor felsefesinde netlik arzeder. Pisagor öğretisinde evrendeki her varlık akrabadır. Pisagor ile ilgili anlatılan bir hikayede bir gün köpeği döven birinin yanına yaklaşır ve adama; “Artık ona vurma, çünkü onun ruhu benim arkadaşımındır. Onun sesini duyduğumda bunu anladım” der. Pisagor’dan sonra da Grek filozoflarının içinden bu düşünceyi işleyenler çıkmıştır.[83] Pisagor’un izinden giden bir diğer Yunan filozofu Platon’a göre de ruh ölümsüz ve ebedîdir. Ona göre ruh bedenle birleşmeden önce de idealar aleminde mevcuttu. Ona göre insanın ödül ve cezası sonraki yaşamında ortaya çıkmaktadır. Günahkâr bir adamın ruhu kadında, şehevi duygular ve lezzetler peşinde koşan birinin ruhu köpekte, daha da ileri gitmeleri durumunda bitkide hayat bulabilir.[84]

Müteahhirin Yunan felsefesinde Platon ve hocası Sokrates’in her ikisinin de tenâsühe inandıkları ifâde edilmiştir. Yeni Eflatuncular da aynı görüşü sürdürmüşlerdir. Platon diyaloglarda Sokrat’ın şöyle dediğini aktarır: “Ben inanıyorum ki, kötü yollara sapan, kabahat işleyen, içki içen ve kendilerini bu kötülüklerden kurtaramayanların ruhları, vücutları yok olduktan sonra, eşek ve benzeri hayvanların kılığına girecektir. Şüphesiz zulüm, azgınlık, merhametsizlik yapanlar da kurtların ve yırtıcı kuşların kılığına sokulacaktır.”[85]

Platon hayatlarının arzuları peşinde koşmakla geçirenler, içinde yaşadıkları hayata uygun cinste hayvanların kılığına sokulacaktır. Hayatını heva ve heveslerinin peşinde geçirenler için kötü huylu hayvanların bedenleri, hayatını mide ve şehvet hayatı yapanlar ise aç gözlü obur hayvanların bedenleri tekrardan dünyaya döndüklerinde onlara barınaklık yapacaktır.[86]

e- İslâm Dışı Dinler

1- Yahudiler

Yahudi dininde de İlyas peygamberin semaya kaldırıldığı ölmeyip yaşadığı ve adaleti tekrar tesîs etmek üzere ahirzamanda rec’at edeceği düşüncesi mevcuttur.[87] Sürgün sonrası eski İran dinleri olan Zerdüştlük veya Mazdaizm’in dualist anlayışı, ruh konusu başta olmak üzere Yahudileri etkilemiştir. [88]Öldükten sonra insanların yok olmadığı Tevrat kitabından itibaren çeşitli şekillerde dile getirilmiştir. Bunun yanında açık bir şekilde ifâde edilmese bile, ölümden sonra dirilmeye dair bazı cümleler geçmektedir. [89]

Yahudilerin kutsal kitabında İdris’in Allah ile yürüdüğü ve Tanrı’nın onu yanına aldığına dair bilgiler yer almaktadır.[90] Yine Tevrat’ta İlyas’ın Elişa ile yürürken ateşten atların çektiği, ateşten bir arabanın gelip onları birbirinden ayırdığı İlyas’ın kasırga ile gökyüzüne çıktığı[91] Rabbin korkunç ve büyük günü gelemeden önce peygamber olarak geri döneceği, dünyanın lanetlenmemesi için insanları ıslah edeceği belirtilmektedir.[92] Yahudiler’e göre İlyas’tan önce ilk olarak göğe yükseltilen Adem’in torunu Hanok’tur.[93] Üçüncü olarak da göğe yükseltilen Mesih olacaktır.[94]

el-Bağdâdî bazı Yahudilerin tenâsüh inancını taşıdıklarını ifâde eder. Danyal kitabında Allah’ın Buhtünnasr’ı yedi hayvan ve yırtıcı Sûretinde neshetmiştir. Her birinde bir azap tattırmış sonra yenide diriltmiştir. [95] Karaîler gibi bazı Yahudi mezhepleri de tenâsüh inancının benimsemişlerdir. Genel olarak Yahudi düşünürleri bu inancı reddetmişlerdir. Hatta Yahudi alimlerinden biri olan İbrahim b. Davut, meşhur Yahudi filozofu Hasday Kariskus tarafından bu önemli mevzu ortaya atılmadan önce tenâsüh düşüncesinin reddine gerek bile görülmediğini ifâde eder. Ancak Kabbala hareketinden sonra Yahudi fikir çevrelerinde tenâsüh düşüncesi yayılmaya başlamış ve bu görüşü benimseyen fırkalar olmuştur.[96]

Şehristânî Yahudilerin rec’ati mümkün gördüklerini söyleyerek bazı örnekler nakleder. Birincisi “Azir” olayıdır ki, Allah onu yüz yaşında öldürdükten sonra diriltmiştir. İkincisi ise Harun Peygamber’in Tih çölünde ölümü ile alakalıdır. Bazıları onun öldüğünü ve rec’at edeceğini söylerken, bazıları da gaybete girdiğini ve rec’at edeceğini iddiâ etmişlerdir.[97]

Yahudi mistisizmi içerisinde ruh göçü “gilgul” terimi ile adlandırılır. Yahudilerin bu düşünceyi Babil sürgünü sırasında temasta oldukları Hint dinlerinden etkilenerek aldıkları kabul edilmektedir. Eski ahit içersinde gizli bir panteist düşünce ve bununla ilişkili olarak rec’at fikri bulunduğunu söylemek gerekir. Tevrat’ın içindeki bazı bölümler de bunu destekler mahiyettedir. Mistik Yahudi düşüncesinde Tanrı Yehova ilk önce Adem’e sonra Şit’e sonra Musa ve diğer Yahudi peygamberlerine hulûl etmiştir. Hulûl fikrine paralel olarak Zohar’da insanların ölümden sonra yeniden dünyaya geldiği belirtilir. Tam olarak bir rec’at düşüncesi olan bu görüşe Ortodoks Yahudiler şiddetle karşı çıkmışlardır. [98] Yine de Yahudiler’in Tekvin X. Bab, 22 ve 23. âyetlerde reenkarnasyon düşüncesine yer verdikleri iddiâ edilmiştir. Her ne kadar Yahudi mistisizminde tenâsüh düşüncesi kabul görse de ortodox Yahudiler bunu şiddetle reddetmişlerdir. [99]

2-Hıristiyanlar

el-Bîrûnî Hz. İsa’nın havârîlerinin, Hind diyarından tenâsühü ve ruhun ölmeyip ebedî olduğuna dair bazı bilgileri öğrendikten sonra, Hz. İsa’ya nefs ve insanın akıbeti hakkında sorular sorduklarını ifâde eder.[100] Hıristiyan inancında tenâsühün var olduğunu kabul eden M. Şemsettin Günaltay, tenâsühün Hıristiyanlık’a Yahudilik’ten geçtiğini ifâde eder. Günaltay Hıristiyanlık’ta tenâsühün varlığına delil olarak Yuhanna İncili’nde geçen bir pasajı örnek gösterir. Yaşua yolda giderken andan doğma bir ama görmüş ve yanındakilerin “Acaba bu adam ne günah işledi de bu şekilde yaratıldı?” sorusuna “Eğer kendisinin günahından dolayı bu şekilde yaratılmış ise bu onun önceki hayatında işlediği günahından dolayıdır”, şeklinde cevap vermiştir.[101] Hıristiyanların kutsal kitabında Yahudilerinkine benzer şekilde İlyas peygamberin gaybeti ve rec’ati ile ilgili bölümlere rastlanır.

Yuhanna İncili’nde geçen bir pasajda Ferîsîler’in önde gelen isimlerinden olan Nikodim adında birisi İsa’ya gelerek onun Tanrı’dan gelen bir öğretmen olduğunu bildiklerini, çünkü Tanrı kendisi ile birlikte olmadıkça hiç kimsenin onun yapmış olduğu mucizeleri yapamayacağını ifâde eder. İsa da “Sana doğrusunu söyleyeyim, bir kimse yeniden doğmadıkça Tanrı’nın egemenliğini göremez”[102] şeklinde cevap verir. Bu bağlamda söz konusu âyet ilk bakışta, Tanrı Krallığı’na girişte ve ruhun tekâmülünde reenkarnasyon sürecini tek ihtimal olarak öneriyor gözükmektedir. Nikodim’in takip eden “yaşlanmış bir adam nasıl doğabilir? Annesinin rahmine ikinci kez girip doğabilir mi?”[103] tarzındaki sorusu bu ifâdelerle klasik reenkarnasyonu değil, yaşamda bir çeşit fiziki yeniden doğum şeklinde anladığını bize göstermektedir. İsa “Bir kimse sudan ve Ruhtan doğmadıkça Tanrının egemenliğine giremez. Bedenden doğan bedendir. Ruh’tan doğan Ruh’tur.”[104] şeklinde açıklama getirmiştir. İsa burada ontolojik olarak varlığın kaynağını Tanrı’ya dayandırdığını ifâde etmektedir.[105]

Hıristiyanlıktaki tenâsüh inancı başlarda gizli bir akîde olarak kabul gördüğü ve bu inancın babadan oğla gizlice intikâl ettiği belirtilmektedir. Mahdût bir çerçevede uzun yıllar devam eden bu düşünce ilk olarak kutsal kitabın müfessirlerinden Origene tarafından yüksek sesle dillendirilmiş ve bundan sonra bir akîde olarak kabul görmeye başlamıştır.[106] Aslında Origene’nin bu düşüncesinin alt yapısında ruh hakkındaki düşüncesi vardır. Zira o ruhun bedenlenmeden önce de mevcut olduğu kanısını taşımaktaydı. Başta Saint Augustinus olmak üzere Hıristiyan dünyası buna şiddetle karşı çıkmış, 1274 ve 1439 konsüllerinde “her kim ruhun daha önce de var olduğunu ve onun daha sonra tekrar döndüğü yönündeki efsanevî öğretiyi desteklerse aforoz edilecektir” denerek bu düşünce resmen reddedilmiştir. Bedenin yok olmasında sonra ruhların cennet veye cehenneme gideceği ya da arafta kalacağı kabul edilerek tekrar bedenlenme düşüncesinin önüne geçilmeye çalışılmıştır.[107]

Hıristiyanlar Hz. İsa’nın rec’ati hakkında da farklı görüşler öne sürmüşlerdir. Bunlardan bir tanesi İslâm literatüründe ekseriyetle kabul gören Hz. İsa’nın kıyametten önce rec’at edeceği görüşü ki Hıristiyanlarda da aynı görüşe ittiba eden gruplar vardır. Yine bir başka grup ise İncil’e de dayanarak[108] Hz. İsa’nın çarmıha gerildikten sonra rec’at ettiğini öne sürmüştür. Bazı kimselerin (Şum’ûn es-Safa) onu gördüğünü ve ondan sonra da göğe yükseldiğini ifâde etmişlerdir. Her ne kadar IV. İstanbul konsili ile tenâsüh düşüncesi reddedilse de Hıristiyanlarda da bazı gruplar bu düşünceye inanamaya devam etmişlerdir. Pisagor ve Yeni Eflantuncular tarafından işlenen ve Mısır’dan gelen bu düşünce son dönemde spiritizm olarak karşımıza çıkar.[109]

e- İslâm Öncesi Araplar

İslâm öncesi Araplar’da ölümden sonra tekrar dünyaya dönme mânâsında rec’at düşüncesi az da olsa bazı kavimler tarafından kabul edildiği belirtilmektedir. Onlara göre ölü tekrar dünyaya canlı olarak dönecektir. Onlar ölüleri ile birlikte bazı yiyecekler de gömüyorlardı ki ölen kişi tekrar dirilince bunlardan istifâde etsin. Hz. Peygamber öldüğü zaman bazı kimselerin onun rec’at edeceğini iddiâ etmeleri de bu düşünceyi bildiklerini göstermektedir. Hz. Ömer Hz. Peygamber’in rec’at edeceğini söylediğinde pek çok Müslüman bu görüşe meyletmişlerdir.[110]

Cahiliye döneminde bazıları da tenâsühün bir çeşidi olan meshe inandıkları belirtilmektedir. Bu bir Sûretten daha kötü bir Sûrete intikâl anlamındadır. Bir insanın bir hayvan ya da maymuna dönüşebileceğine inanıyorlardı. Yine aynı inanç mensupları bu dönüşümün cansız bir nesneye de olabileceğini kabul ediyorlardı. Araplar arasında bazı kişilerin işledikleri kötü fiillerden dolayı Allah tarafından taşa dönüştürüldüğü veya bir kavmin kötülüklerinden dolayı yıldızlara dönüştüklerine dair bazı haberler yaygındı.[111]

Araplar arasındaki bazı rivâyetlere göre bir kısım melek Allah’a isyanda bulundukları için yeryüzüne insan Sûretinde sürülmüşlerdir. Bunlardan bir tanesi Ümmü Cürhüm’ün annesi ile evlenmiş ve bu evlilikten Cürhüm dünyaya gelmiştir. Yine bazı yaratıklardan bahsederler ki, bunların çeşitli sebeplerden dolayı (peygamberlerine zulmetmek gibi) meshe uğradıkları düşünülmektedir. Yine onlara göre bazıları yaptıklarından dolayı bir kısmı insan bir kısmı hayvan olan varlıklar olarak tekrar dünyaya gelebilmektedir.[112] Örneğin Cahız meshe örnek verirken, balıklardan ve böceklerden bir türün önceden insanlardan meshe uğramış iki ümmet olduklarını ifâde etmiştir. Yine farenin çok hoş Sûrette bir insan topluluğu olduğunu ve yaptıklarından dolayı fareye mesh olduklarını söyler. Bu ve benzeri pek çok örnek verilmiştir.[113]

Mesh akîdesi ile ilgili o dönemde Araplar dışında da pek çok örnek bilinmektedir. Tevrat’ta Hz. Lut’un karısının tuza dönüştüğünden bahseder. Hindliler’den ve Yahudilerden Araplara konu ile ilgili pek çok hikaye geçmiştir. Yine de bazı mütekellimîn neshe karşı çıkmıştır. Onlara göre bu değişim kalbi bir değişimdir. Kur’ân-ı Kerîm’de bahsedilen maymuna dönme olayı şekli bir değişim değil kalplerindeki değişimdir.[114]

f- Günümüz Türkiyesi

Türkiye’deki günümüz ruhçu akımlarına göre ölümsüzlük arzusu insanlarda ortak bir düşüncedir. Ancak bunu bedenin ölümsüzlüğü olarak görmek yanlış bir düşüncedir. Çünkü aslolan ruhun ölümsüzlüğüdür.[115] Reenkarnasyonu evrensel bir yasa olarak kabul edenler onun çağlar boyunca çok farklı toplumlar tarafından kabul gördüğü ileri sürmektedirler. İlk olarak cesetlerin mumyalanması olayından hareketle, ruhun kendi bedeniyle tekrar bedenlenmesini bunun göstergelerinden biri olarak saymışlardır.[116] Reenkarnasyon tekâmül etmekte olan bir varlığın, madde içinde deneyim ve görgüsünü arttırmak için çeşitli bedenler ve kimlikleri içinde sayısız defalar maddesel alemde doğmasıdır. Ruh her bedenlenişinde geçmiş yaşamların bir toplamıyla yeni hayatına başlar. Bu onun geçmiş yaşantılarının bir ürünüdür.[117]

Ödül ve ceza eksenli tenâsühe işaret eden Hint Manu Yasaları bu durumu açık bir şekilde ortaya koyar. “Kötü işler yapmış ruhlar ölümden sonra cehennem azabına uğramak için bir beden edinir. Eğer ruh genellikle hep faziletli yaşamış nadiren günah işlemiş ise cennetin lezzetlerini tatmak için bir beden edinir. Eğer ruh dünyada genellikle kötülük yapmış ve nadiren iyilik işlemiş ise ölümden sonra ‘yama’ tarafından belirlenen işkenceleri çekmek üzere bir bedene girer.”[118]

Ruhçu akımlara göre reenkarnasyonun başlıca üç yasası vardır. Birincisi basitçe gelişme yasasıdır. Kişinin yaşamı bir deney gibidir ve gelişim kaydeder. Her yeni bilgi ve tecrübe bu gelişimi olumlu yönde etkiler. İkinci prensip gönüllü olma prensibidir. Herkesin harekete geçip geçmeme, karar verme özgürlüğü vardır. Kişi her hangi bir zorunluluk altında değildir. Üçüncüsü de karma prensibidir. Ancak bu prensip genelde yanlış yorumlanmıştır. Gerçekte ifâde ettiği anlam kişinin bulunduğu her durumdan bir ders ve sonuç çıkartmasıdır. Doğru bir tanımla karma “göze göz” süreci değildir.[119]

Ruhçu akımlar rûhî reenkarnasyonun dışında bedensel döngüden de bahsederler. İnsanın öldüğü zaman bedeni toprak olacak, buradan topraklardan bitki çıkarak bunu hayvanlar yedikten sonra, hayvanları yiyen insanla bedenin devri de tamamlanmış olacaktır. İnsan bedeni fiziki olarak da reenkarne olmuş olur. Buna da bedensel reenkarnasyon demektedirler. Onlara göre reenkarne olan bedenlerin her biri belli görevlerle gelir ve bu görevi îfâ eder.[120]

Yine onlara göre kişi öldükten sonra bedeni de bir başka bedende maddî bir reenkarneye sahne olur. Toprağa gömülen kişinin çözünen hücre ve molekülleri bitkilere oradan hayvanlara oradan da insana intikâl ederek fiziksel evrimde gerçekleşmiş olur.[121] Eğer ölü yakıldığı takdirde insanı oluşturan elementler gaz haline dönüşecektir. Böylece kişi direkt hava yoluyla bunu alabileceği gibi hayvan ve bitkilerin hava yoluyla aldıkları bu unsurları tüketerek de fiziki reenkarnasyonu tamamlar. Kişini külleri de toprağa karışıp oradan bitkiye oradan hayvana ve nihâyetinde insana rec’at eder.[122]

Bir insan hayatının ne kadar süreceği bilinmeyeceği gibi, reenkarne için ruhun ne kadar kalacağı da belli değildir.[123] Bu konuda üç farklı reenkarnasyondan bahsedilebilir. Normal reenkarnasyon; kısa veya uzun bir astral evrim süresinden sonra gerçekleşir. Anormal olan ise ölümü müteakip hemen gerçekleşirken, intihar veya tiksindirici bir ölüme binaen ceza gayesi taşır. Zoraki reenkarnasyon ise ruhun istemeden kendisinin reenkarne olmasıdır.[124]

Ruhçu akımlar kişi ile beraber toplumların da tekâmül ettiğini savunurlar. Genel olarak denilebilir ki şimdiki toplumsal yaşamı ruhun geçmişteki yaşamı tarafından belirlenmiştir. Gelecekteki sosyal durumu da yine bu yaşamı belirleyecektir.[125] Ülkemizdeki ruhçu akımlar reenkarnasyonu kabul ederken tenasühü reddederler. Onlar tenâsühün hiçbir bilimsel kanıta dayanmayan çarpıtılmış bir anlayışın sonucu olduğu görüşündedirler. Reenkarnasyonun ise gözlemlere, deneylere ve olaylara dayalı bilimsel ve felsefi bir düşüncenin ürünü olduğu iddiâ etmişlerdir.[126]

Yeniden bedenlenmede karmik faktör etkilidir. Önceki hayatımızda elde ettiğimiz bazı durum ve başarılar bizimle beraber olacaktır. İyi ve kötü durumlar bir önceki hayatla sıkı bir ilişki içerisindedirler.[127] Tekrar bedenlenme rasgele olmaz. A ve B şahıslarının oğulları olarak dünyaya gelmek istiyorsa bir ruh, onlardan izin alacaktır. C şahsının oğlu olmasını istiyorsa spotyumda onun oğlu olmayı kabul etmesi gerekir. Ancak böylece baba olabilir.[128]

Hayat planı dünya şartlarına göre hazırlanmaz. Sevgiyi öğrenmek için bazen merhametsiz bir durum ortaya çıkabilir. Yani edep bazen edepsizden öğrenilebilir.[129] Hayat planı yüzde yüz kesin olmamakla birlikte yaşam sınırımızda kesin belli değildir. Bazen kişi görevi bitince bu dünyadan ayrılır bazen de yeni denemeler yapabilmesi için yeni ilaveler söz konusudur.[130]

Kişilerin ruhları önceki bedenlerinde yapmış oldukları hataları öder ya da bunun mükâfâtını yaşar. Ancak ileri gidiş ebedîdir. Ruhçulara göre bu tenâsüh değildir. Kişinin eksik kalan yönlerini tamamlayarak tekâmülü içindir. Bir önceki hayatında elindeki serveti şuûrsuzca harcayan biri sonraki hayatında fakir muhtaç biri olarak bedenlenebilir, bu onun tekrar çaba göstererek eski seviyesine ulaşması içindir.[131]

Bazı ruhlar reenkarne olmak için istekli iken bazıları bu istekten yoksundur. Ancak bunlar kendi irâdeleri dışında da olsa reenkarne olurlar. Çünkü bu kişilerin tekâmülü için yerine getirmesi gereken görevleri vardır. Ruhunun reenkarne olduğunu söyleyen bazı kişiler de aslında istemediklerini ancak kendilerini bazı varlıkların ikna ettiklerini söylemektedirler.[132] Tekrar doğuş olayının sayısı belli değildir. Varlık ihtiyacına göre, genel kâinat planın uygun olmak üzere çeşitli madde ortamlarında tekrar doğar. Varlık saf ruh halinde maddesiz tekâmül edemez. Onun kâinatı ve İlâhî İrâde yasalarını tanıyabilmesi için madde ile teması şarttır.[133]

Yeni bir bedene reenkarne olmak için ne kadar süre geçmesi gerektiğini tesbit etmek mümkün değildir.[134] Yeniden doğacak olan kişide ruhî yapısının fiziki yapısı ile uygunluk arz etmesi için şuûr daralması yaşar. Bu ruhun bedenine konsantre olma sürecidir. Nasıl ki bir çocukla konuşurken yetişkin gibi değil bir çocuk gibi konuşmak, onun seviyesine inmek gerekiyorsa, aslında geniş bir şuûra sahip olan ruh madde ile düzgün bir iletişim kurabilmek maksadı ile şuûr daralması geçirir, bu onun bedenle olan uyumunun daha iyi olmasını sağlar.[135] Tekrar bedenlenme esnasında cinsiyet değişimi olup olmayacağı konusunda bir görüş birliği yoktur. Bazıları erkeklerin ruhları sadece erkek bedenlere girebileceğini söylerken, bazıları ruhun önceki hayattaki cinsiyetinin ne olduğunun önemli olmadığını, kadın ya da erkek bedeni ile bedenlenmesinin mümkün olduğunu ifâde etmişlerdir. Zira bu aynı zamanda ruhsal tekâmülün de bir gereğidir.[136] Ruhçulara göre kişiyi dünyaya çeken bazı sebepler vardır. Henüz tamamlanmamış bir vazifenin bitirilmesi[137], çeşitli tutkular[138], dünya yaşamının özünü anlayamamış olmak gibi durumlar ruhun tekrar bedenlenmesinin müsebbiplerinden bazıları olarak sayılabilir. Fakat bunlar sadece birer amaç olarak görülebilir. Asıl sebep tekâmül etme arzusudur. Reenkarnasyon düşüncesi mensupları ruh ve bedeni kesin çizgilerle birbirinden ayırırlar. Onlara göre aslolan ruhtur. Beden onun sadece tekâmül aracıdır. Madde ruha tabidir. Ruh maddeyi geliştirirken kendisi de tekâmül basamaklarında ilerler. Ayrıca özün yaratılışı Kâdir-i Mutlak Yaradan’a aittir, ama maddenin biçime sokulması hep ruh enerjisinin marifeti ile olur.[139] Ruh sadece insan bedende reenkarne olmakla kalmaz daha üst seviyedeki varlıklarda da reenkarne olur.[140]

Ruhçu akımlara göre kişiler bir tek hayatın yükünü taşımakta bile zorlanırken geçmiş hayatlarının yüklerini hiç çekemezler, bundan dolayı kişiler geçmiş yaşamlarını ilk etapta hatırlanamayacağını söylerler. Yüksek tekâmül seviyesine ulaştıkları vakit eski yaşamlarını da hatırlayabilirler. Daha önceki hayatımızla ilgili anılarımızı unutmasaydık bu yüke katlanamazdık.[141] Ruh ile beden devamlı bir etkileşim içindedir insanların tepkileri de bu etkileşimlerden ortaya çıkan sonuçlardır. Enkarnasyonun en büyük amacı bu tesir alış verişini şuûrlu bir seviyeye ulaştırmaktır. Ruh maddeyi tanımak için bedenle etkileşim içine girince bazen kişide ruha ait olmayan bazı nitelikler ortaya çıkabilir.[142] Kâinatta sonsuz tekâmül ortam ve merhaleleri vardır. Bunun çok sınırlı bir kısmını dünya teşkil eder. İnsanın maddî hayatının halkaları nerede başlayıp nerede sona erdiği belli olmayan zincire benzer.[143] İnsanın tekâmülünde önemli unsurlardan biri de hatadır. Maddenin bilincine ulaşmak kolay değildir. İnsanın hata yapmadan ilerlemesi kolay değildir. Bundan dolayı hata da insanın ilerlemesinde bir etken olarak karşımıza çıkar. Hatadan sonra yaşanan ıstırap ruhun uyanışına yardımcı olur. Amaç daha az hata yapmaktır.[144]

Reenkarasyonla yakından alakalı olan teozofi[145] düşüncesine göre sabah, öğle, akşam nasıl yeni bir sabahın ardından yeni bir döngü takip ediyorsa; doğma, gençlik, yetişkinlik ve ölüm de aynı şekilde yeni bir ölümle başlayan yeni bir döngü tarafından takip edilecektir. Her ruh evrensel yüce ruha bağlıdır. Ve kendini geliştirmek için bir çok yaşam döngüsünden geçmesi gerekir.[146]

Amerika’da bazı reenkarnasyon olayları popülerlik kazanmasına rağmen daha sonra bunların gerçekliğinde ciddi şüpheler duyulduğu da olmuştur.[147] ABD’de önde gelen reenkarnasyon savunucularından biri Edgar Cayce’dir.[148] Reenkarnasyonla ilgili en ciddi çalışmayı Ian Stevonson yapmıştır. Stevonson’un en ilgi çeken incelemesi Lübnanlı bir Dürzî aileye mensup Imad Elawar olayıdır. Bu konu üzerinde ciddi şekilde duran ve tüm ayrıntılarına kadar inceleyen Stevonson bu gibi olaylardan oluşan 20 tenâsüh olayını içeren bir eser yayınlamıştır.

Aslında öldükten sonra ruhun ne olacağı ile ilgili kesin bilgi edinmenin yoktur. Bu konudaki bilgiler zanniyetten ileri geçmez. Bundan dolayı ruhun varlığını savunanlar bile ruh hakkında konuşurken, büyük olasılıkla kişi öldükten sonra, onun iç güdü ve duygularından oluşan astral bedeni kişisel anıları ve temel kişilik özellikleri ile bir süre varlığını sürdürmeye devam edeceğini, ruhun astral dünyada bir süre kalıp daha sonra buradan evrimsel gelişimine göre bir astral kademeye gideceğini zannî olarak ifâde ederler.[149]

Reenkarnasyon inanlar tarafından insanların günlük hayatlarında korktukları fobiler, reenkarnasyona örnek olarak gösterilmiştir. Bazı insanlar yüksekten, bazıları uçaktan, bazıları karanlıktan vs. korkarlar. İşte onlara göre bu korkunun sebebi insanların daha önceki hayatlarında bu durumlarla ile ilgili kötü anılarıdır. Mesela silahtan çok korkan biri önceki hayatında bir silahlı saldırı neticesinde öldürülüş olabilir.[150] Reenkarnasyon taraftarları reenkarnasyon ile tenâsühü kesin çizgilerle birbirinden ayırırlar. Reenkarnasyon ile Hint ve Uzak Doğu düşüncelerindeki karmaya dayalı tenâsüh arasında fark vardır. Tenâsühte kişi hayvana bile reenkarne olurken onların düşüncesine göre kişi yalnızca insana reenkarne olabilir. Amaç kişinin eksik yönlerini tamamlayabilmesidir. Yoksa kişiyi yaptıklarından dolayı cezalandırmak değildir.[151]

Reenkarnasyonla ilgili olarak dikkate şayan bir noktada şudur ki reenkarne olduğunu söyleyen kişilerin ekserisi kendilerinin daha önce Napolyon, bir kral veya ünlü ve soylu bir kişi olarak takdim eder. Kimse aşağı tabakalardan olduğunu söylemez. Bu gibi durumların normal olduğunu söyleyen bazı ruhçuluk taraftarları bununla beraber dünya üzerinde kim olarak yaşanmış olduğundan kesin bir biçimde emin olunamayacağını da söylerler.[152] Kişilerin dua ile kaderlerinin değişebileceği kabul edilir.[153]
Ruhçu düşünceye göre insanlar tekâmül etmek için tekrar doğarlar. Ruh bütün evrenlere dağılmış olan Tanrı kanunlarını, insan bedenini kullanarak araştırır ve öğrenmeye çalışır. Fakat bu bilgi tek bir hayat içerisinde elde edilemez, çünkü bilgi sonsuzdur. Ruhlar, evrenin her yerinde tekrar tekrar doğarlar. Her tekrar doğuşunda biraz daha bilgi ve tecrübe kazanarak yükselir. Gerileme yoktur, yani insan yine insan olarak doğar; ceza olsun diye bitki ya da hayvan bedeninde doğmaz. Ruh, insan değildir; ruh, bitki ya da hayvan da değildir. Bunlar tekâmül araçlarıdır. Bunun için ruh, bitki, hayvan ve insan bedenlerini kullanır. Her tekrar doğuş yeni bir role bürünmektir. Ruh, her seferinde dünya sahnesinde yeni bir rol oynar ve işi bitince çekilir. Geçmiş hayatlarımızı neden hatırlamıyoruz? Çünkü unutan bedene ait hafızadır; ruha ait olan hafızamız hiç bir şeyi unutmaz. Yeni bir bedenle, yeni bir hayata başlayan ruhun, dünya hayatında başarılı olması için geçmiş yaşamını unutması gerekir. Geçmiş yaşamları hatırlamak, şimdiki hayatımızın sebebini bilmek demektir. Halbuki dünya hayatının gayesi, deneye yanıla çaba göstermek ve tecrübe kazanmaktır. Bu sebeple geçmiş hayatlarımızı unutmamız büyük bir kolaylıktır. Geçmiş hayatlar kendiliğinden ve deneysel olarak hatırlanabilir. Gerçek adalet tekrar doğuşla sağlanır. çünkü evrenin idaresi; bazı insanlara uzun ömür, zenginlik, sağlık, güzellik ve şans dağıtırken, bazılarına kısacık bir ömür, fakirlik, hastalık, çirkinlik ve bahtsızlık vererek keyfi davranan bir Tanrı’nın elinde olmadığı gibi, tesadüflerin elinde de değildir. Evrende her şey Tanrı’nın koyduğu kanunlarla işlemektedir. Tesadüf yoktur. İşte, gerçek adalet, sebep-sonuç kanununa göre sağlanır. Daima bir tanrısal dengelenme vardır. Yukarıdaki maddî değerler, ruhun bilgi ve tecrübesini artırmaya yarayan vasıtalar olup, hepsi dünyada kalacak olan göreceli değerlerdir. Adaletin tekrar doğuşla sağlanabileceği kanâatindedirler.[154]

Reenkarnasyona inananlara göre insan kaderini kendi oluşturur. Çünkü Tanrı, varlıklarını bu kabiliyette yaratmıştır. Maddesel evrende her şey sebep-sonuç kanununa göre yürür. Bu kanun gereği, ne ekersek onu biçeriz. Yaşadığımız bütün olaylar, başımıza gelen her şey, daha önceki hayatlarımızda yaptıklarımızın doğal sonucudur. Bir hayatın sonucu, gelecek hayatı hazırlar. Bir hayat kendisinden önceki hayatın sonucudur. Tanrı kimsenin alnına kara yazı yazmadığı gibi, kimseyi kayırmaz; dili, dini, cinsiyeti, ırkı ve milliyeti ne olursa olsun, bütün insanlar O’nun nazarında birdir. İnsan, kendi bilgi ve görgüsüyle sınırlı hür bir irâdeye sahiptir; yani seçme yapabilir. O halde sebep-sonuç kanununa göre iyilik de, kötülük de insandandır ve asla bir adaletsizlik söz konusu değildir. Ne kadar ıstıraplı olaylar yaşarsak yaşayalım, ne başkalarını ne de Tanrı’yı suçlama hakkına sahip değiliz. Çünkü her şeyin sorumlusu insanın kendisidir. Seçmenin sorumluluğu insana aittir. İnsana hatalarından dolayı ceza değil, telafi imkânı verilir. Çünkü mükemmel olan Tanrı, mükemmel olan ruhu, maddesel tecrübesizliğinden dolayı azarlamak ve cezalandırmak için yaratmamıştır. Evrenin hiç bir köşesinde ruhu yakabilecek bir ateş mevcut değildir. Dünyada beden vasıtasıyla tekâmül etmekte olan ruh, dünyanın şartları gereği ancak deneye yanıla, hata yaparak bilgi edinebîlmektedir.

Ruhçu öğretiye göre hiç bir şeye hırsla bağlanmamalıyız. Çünkü yaşarken sahip olduğumuz her şey geçicidir ve ruhsal yöneticiler tarafından bize emanet olarak verilen tekâmül araçlarıdır. Belirli amaçlara onları kullanarak ulaşırız. Bir gün mutlaka dünyada bırakılacak olan maddî şeylere duyduğumuz hırs, bencillikten kaynaklanır. Bencillik ise evrendeki yardımlaşma kanununa aykırıdır. Her işte aklımızı ve vicdanımızı kullanmalıyız. İnsana ışık tutup yolunu aydınlatacak yegâne iki rehber, aklı ve vicdanıdır. Vicdan ruhun sesidir ve insan madde olarak zarar görse bile, bu sese uyduğu sürece tekâmül eder. Vicdanın uyarılarına göre hareket etmek, insanı en büyük yaşam amacı olan evren kanunlarını öğrenmeye götürür. Vicdan sesini susturmak, örtmek yerine; anlayış ve şuûrlu hareketlerle bu sesi daha çok güçlendirmek gerekir. Tabiat kanunlarına uyup uymamanın ölçüsü vicdandır. İnsanın ahlak öğretmeni kendi içindeki vicdanıdır. Vicdanın bağımlı olduğu yerlerde gelişme olmaz. Gerçek sevgi, vicdan sesi güçlenince doğar. Olaylardan ders almasını bilmeliyiz. Evrende sebepsiz, mânâsız ve rastgele hiç bir olay yoktur. Her olay, sebep-sonuç kanunu çerçevesinde cereyan eder ve mutlaka insanın yararlanabileceği gizli ya da aşikâr bir bilgi taşır. Bu sebeple olayları çok iyi gözlemek ve onların dilinden anlamak gerekir. Ruhsal yöneticiler gelişmemiz için bize pek çok olay yaşatırlar. İnsan dünyada ancak ıstırap çekerek gelişiyor, çünkü bağlandığı pek çok şey vardır ve onların elinden alınması insana acı verir. Ama acı da verse, insan kibrini, gururunu, kıskançlığını, alınganlığını, cimriliğini ve bencilliğini terk etmek zorundadır. Kendi üzerinde bu çalışmayı yapmamak, başkalarının zararı pahasına kendi çıkarını düşünmek ve mutlu olacağını sanmak kendini kandırmaktır. Gerçek mutluluk insanlara karşılıksız yardım etmek ve onları sevmekle kazanılır.

Kendimizi tanımalı ve kontrol etmeliyiz. Hayat, kendi rahat ve çıkarımızı düşünmek, mutluluk hayalleri peşinde koşmakla değil; kendimizi tanımaya, yani özümüzü bilmeye çalışmakla değerlenir. Kendine hakim olamayan insan, bedeninin, duygularının esiri olmuş gibidir. Daima olumlu düşünüp, olumlu davranmalıyız. İnsanların ne oldukları değil, ne yaptıkları ve ne niyetle yaptıkları önemlidir. İnsan sadece yaptıklarından değil, düşündüklerinden de sorumludur. O halde insan, her işi Tanrı’nın işi bilerek, elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışmalı ve yaptıklarından dolayı maddî ya da manevî herhangi bir karşılık beklememelidir. Başkalarını da kendimiz gibi bilmeliyiz. Çünkü insanın aslı ruhtur. Diğer insanlarla olan farkımız, sadece geçici olan bedenden dolayıdır. Beden örtüsünün altında bütün insanlar aynıdır. O halde işin esasını bilenlerin diğer insanlara sevgi, şefkat, merhamet ve hoşgörüyle davranmaları, onların da gerçeği öğrenmeleri için yardımcı olmaları gerekir. İnsanların kendilerine göre yaptıkları toplumsal sınıflandırmalar yanlış ve hayalîdir. Zira dili, dini, cinsiyeti, ırkı ve ekonomik durumu ne olursa olsun, insan bedenlerinin arkasında, öz olarak eşit olan ruh varlıkları vardır. Her insan dünyaya tekâmül için inmiş ruh varlığıdır. Bu sebeple geçireceğimiz deneylerde ve sınavlarda aynı okulun öğrencileri, aynı geminin yolcuları olarak birbirimize yardımcı olmamız gerekir. Hiç bir insan yalnız, çaresiz ve yardımsız bırakılmaz. çünkü ruhsal yöneticilerin koruyucu eli daima üzerimizdedir. Gelişmemizi sağlamak için bize her yolla yardım ederler.[155]

Eğer ölümü yokluk olarak ele alırsak aslında bir çıkmazdayız demektir. Reenkarnasyon taraftarlarının düştüğü yanlış da buradadır. Onlar ölümü yokluk olarak ele alırken sürekli var olmanın yolu olarak reenkarnasyonu görürler. “Varlıksal iradelerin zıtlaşarak birbirlerini yok etmeleri imkânsızdır. “Yokluk” kavramı varlık için hiçbir anlam taşımaz, çünkü varlığın özünde böyle bir ilke mevcut değildir. Varlık yok olmak ya da yok etmek için değil, var olmak ve var etmek için tezahür etmiştir. Kaldı ki, varlığın karşısında, kendisinin dışında, yok edebileceği başka bir varlık da mevcut değildir.”[156]

Ölüm, ruh ile beden arasındaki ilişkinin kesin olarak kesilmesi demektir. Ölüm olayı ile hiper uzay hayatına, değişik bir zaman-mekân boyutuna geçilir. Ölüm yok oluş, son değildir. Ölüm, dünya mekân-zaman şartlarından sıyrılıp, çok daha ince ve başka mekân-zaman şartlarına girmektir. Bu mekân, ruhların tekâmül, yani gelişmişlik seviyesine göre değişiklik gösterir. Dünyaya, fizik aleme daha yakın alanlar çok yoğundur. Fizik alemden uzaklaşıp farklı bir boyuta yaklaşan alanlar ise, gitgide daha ince, daha seyyal bir hal alır. Her ölüm yeni bir imtihan ve hesaplaşma devresi, yeni bir imkân kapısı, yeni bir atılım ve yükseklik kazanmak için yeni bir kuvvetlenmedir. Vicdanı ve şuûru aydınlık olan bir varlık için ölüm, bir öğretimin bitişi, yeni bir öğretimin başlangıcıdır. Şuûrun kapalı, dar, bağımlı olması halinden açık, geniş, serbest hale geçmesi, kaba maddesel etkilerden kurtulması demektir[157]

h- İslâm Düşüncesi

1- İslam Mezhepleri

İslâm düşüncesinde tenâsühe Sebeiyye, Hattâbiyye, Cenâhiyye, Beyâniyye, Râvendiyye gibi fırkalarla; Kâmiliyye, Mansûriyye, Mufaddıla gibi pek çok Şiî fırka da tenâsüh görüşüne meyletmiştir[158] eş-Şehristânî tenâsühün İslâm fırkaları içine Sebeiyyeden olan Haznâniyye fırkası aracılığıyla girdiğini söyler. Onlar ruhun devir ve geçişlerinin sonsuz olduğunu söylemişlerdir. [159]

İbn Hazm tenâsühe inananları iki başlık atında inceler:

Bunlardan birincisi ruhun bir cesetten çıktıktan sonra başka bedende rec’at ettiğine inananlardır. Zekeriyya Râzî, Mu’tezilî Ahmet b. Hâbıt, Ahmet b. Nanûs ve Ebû Müslim el-Horasânî’nin temsil ettiği gruba göre tenâsüh bir ceza ve mükâfât şeklidir. Mesela fasık kişinin ruhu öldürülmüş, pis, kokuşmuş hayvanların cesetlerine girecektir. Kötü kimselerin ruhları şeytana, iyi kişilerin ruhları da önce cennete oradan da meleklere geçecektir. Râzî’ye göre hayvanların kesilmelerinin nedeni kesilen havanın ruhunun bir insana geçme anlayışıdır. Ona göre aksi bir durumda hayvanları boğazlamak doğru olmayacaktır. İbn Hazm’a göre onun bu görüşü onun tenâsühe inandığının en önemli göstergelerinden biridir. İbn Hazm rec’at fikrini savunanlardan ikinci grubun da Dehrîler olduğunu ifâde eder. Bunlara göre ruhlar sadece ayrıldıkları cesetler cinsinden cesetlere girebilirler. İbn Hazm Dehrîler’in bu görüşünün ne âlî ne de naklî delilleri bulunan tamamen afâkî bir iddiâ olduğu kanısındadır.[160]

Taftazânî bu konuda eğer nefsler intikâl etseydi dünyadaki insan sayısında bir artma ve eksilmenin olmaması gerektiğini halbuki gerek büyük savaşlar gerekse veba gibi salgınlarda büyük çapta insanların öldüğünü zaman zaman insan sayısında artma ver eksilmenin olduğunu söylemiştir.[161]

İsferayînî İslâm’dan olup Müslüman kabul edilmeyen fırkalardan biri olarak da Tenâsühiyye’yi kabul eder. Onların İslâm’dan önce felsefeci bir grup olduğunu söylerken iki grubu bunun içine dahil eder; Kaderiye ve Gulat-ı Revâfiz. es-Sâneviyye’nin de bazı kitaplarında tenâsühten bahsettiği vâkîdir. Onlara göre sıddıkların ruhları aydınlık ruhlara tutunarak, feleklerin üzerinde mutlu ve huzurludurlar. Dalalet ehlinin ruhları ise hayvanların cesetlerine tenâsüh ederler. O hayvandan bu hayvana arınıncaya kadar döngü devam eder. Ne zaman nura ulaşırlarsa feleklerin üzerine çıkar.[162] İbn Kayyim el-Cevzî Kitabu’r-ruh adlı eserinde tenâsühe inanların ruhun sonraki hayatında yaşadığı hayata uygun bir bedene intikâl ettiği kabul ettiklerini söylemiştir. Her ruh kendine özgü bir canlının bedenine intikâl eder. Yırtıcı özelliğe sahip ruhlar yırtıcı havyalara, behîmî ruhlar behîmî hayvanlara, en süflî ruhlar da haşerelerin bedenlerine geçer.[163]

İsfarayinî Kaderiyye’den Ahmet b. Hâbıt’a uyanlardan bir grubun “cüz lâ yetecezzâ”yı kabul etmediklerini söyler. Yine Ahmet b. Banûş aynı düşünceye sahip olduğu belirtilmiştir. Cübbaî’nin çağdaşı olan Ahmed b. Muhammed el-Kahtî’nin Mu’tezile ile tenâsüh ehli arasındaki görüşleri cem ettiği vurgulanmıştır. Abdulkerim İbn Ivcân’nın gizli olarak Manevîye mezhebi üzerine olduğu ve tenâsühü iddiâ ettiği söylenmiştir. Zahirde Kaderî ve Râfizî davranmasına rağmen Râfizîliğe onda olmayan şeyleri sokarak Râfizîliği ifsat ettiği belirtilmiştir.[164]eş-Şehristânî Mutezilî Ahmed b. Hait’in öğrencilerinin Allah’ın insanları bir nevi cennette yarattığı ve daha sonra onların işledikleri günahlardan dolayı hayvan ve insan Sûretinde halk ettiği şeklinde bir görüş serdettiklerini ifâde eder. Bu kişiler işledikleri günahlardan temizleninceye kadar bedenden bedene intikâl süreci devam edecektir. [165]

Tenâsüh iddiasında bulunanlar rec’atin hangi şekillerde vuku bulacağı konusunda, yeniden bedenlenme sürecinde tüm filleri şer olanların nihâî mercîlerinin şeytanların tabakasında olacağını söylemişlerdir. Ahmed b. Hâbıt onların ebedî cehenneme intikâl edeceğini söyler. Hepsi iyilik olanların durumu ile alakalı olarak bu konumdakilerin ruhunun nihâî durumda melek olduğunu söyleyenler olduğu gibi Ahmed b. Hâbıt onların cennette ebedî nimetlendirileceklerinde şüphe olmadığını söyler.[166]

Tenâsühün mânâsı konusunda farklıklar vardır. Ahmet b. Hâbıt Allah’ın insanı tam bir akıl ve düzgün bir bedenle yarattığını ancak bu yaratılışın burada olmadığını, insana bunun bilgisini verdiğin, insanın görevinin şükür olduğunu söyler. İnsan hakikatte ruhtur, şu gördüğümüz kalıp değildir. Ruh da âlim ve kâdirdir.[167] Ahmet b. Hâbıt tüm canlıların tek bir tür olduğunu ve kimin burada Allah’a tâatte bulunursa dünyada kalacağını, kimin de ona isyan ederse ateşe atılacağını söyler.[168]

Tekrar doğumun varlığını iddiâ eden İslâm fırkalarına göre bazıları bu dünyaya insan, bazıları kuş, bazıları vahşi hayvan, binek hayvanı, bazıları böcek olarak geri döner ve bazen elem şiddet bazen rahatlık ve lezzet duyarlar. Ruhların bu dönüşü kişilerin işledikleri isyanın derecesine göredir.[169]

İsferayînî rec’ate inanan gruplardan bazılarının ruhların insan ve hayvan Sûretinde defaatle dünyaya tekrar geldiğini söylediklerini aktarır. Bu fırkaların en sonunda da itâatkar olanların nimete, asi olanların cezaya mübtela olacaklarına inandıkları belirtilir. Bu sonuçla bir mânâda da ahiret inkâr edilmemiş olmaktadır. Yani herkes her durumda sorumludur. Bu görüşün aksini beyan edenler de olmuş, bunlardan Ahmed b. Bânûş hayvan şeklinde reenkarne olanların teklifle yükümlü olmadığını savunmuştur. Banuş itâate devam edenlerin melekler, hatta nebîler derecesine yükselebileceğini de eklemiştir. Kahtî insanların ilk halk edilmelerinde mükellef olmadığını ancak derecelerinin yükselmesi için bunu insanların istediğini söyler. Allah da insanlara görevlerini yerine getirmedikleri takdirde ceza ile karşı karşıya kalacakları uyarısında bulunmuş, ancak buna rağmen insanlar bunu kabul etmişlerdir. Buna delil olarak da el-Ahzâb Sûresindeki bir âyeti[170] delil olarak öne sürer. Ebû Müslim Hârânî ye göre Allah onların ruhlarını yaratarak, Allah’a isyan ilmiyle sorumlu tutmuştur. Onlar da daha başlangıçta isyan edince mesh ve nesh ile masiyetleri miktarınca çeşitli kademlerde kalıplara dönüştürülmüştür.[171]

Tenâsüh düşüncesindeki İslâm fırkalarına göre yeniden bedenlenmede ruh ceza ya da mükâfâta göre çeşitli şekillerde reenkarne olur. Bunlar dört kısım olarak verilmiştir.

1- Nesh: Ruhun insan bedeninden yine bir insan bedenine intikâline verilen isimdir. Genelde mükâfâtı içerir. Ancak sosyal durum ve fiziki olarak daha alt seviyelerde olabilir. Bu terimin aynı zamanda reenkarnasyonu karşıladığı söylenebilir.

2- Mesh: Ruhun masiyetinden dolayı insan bedeninden hayvan bedenine intikâline verilen addır. Dolayısı ile burada görevlerini îfâ etmeyene verilen bir ceza söz konusudur.

3- Fesh: Geçmiş yaşamlarından dolayı cezanın o raddeye varması ki ruhun bitki, ağaç ve çiçek olarak reenkarne olmasıdır.

4- Resh: Bu durumda ruh kendine verilen cezalara rağmen, vazifelerini yapmadığından gerilemenin had safhaya ulaşması ve cansızlara intikâlidir.[172]

Tenâsühe inanan bazı zümreler, Kuran’da işledikleri günahlardan dolayı hayvan Sûretine dönüştürüldükleri icâzî ve ibret olarak yer verilen durumları örnek göstererek tenâsühün imkânını savunmuşlardır. Onlara göre dünyadaki pek çok hayvan tenâsühün bir ürünüdür. Fil zina eden bir padişahın, kurt deyyus bir bedevinin, tavşan kocasına ihanet eden ve adeti kesilince yıkanmayan bir kadının, yarasa insanların hurmasını çalan bir zümrenin, domuz ve maymunun sebt gününü ihmal eden bir grup İsrailoğulları’nın, kurbağa ve kertenkele Hz. İsa’ya inen sofraya inanmayan bir grubun, fare fasığın, akrep laf taşıyanın hayvana vb. dönüşmüş halleridir.[173] eş-Şehristânî aynı zamanda bu dört kısmın Mecûsîlerde de mevcut olduğunu ve ruhun en tabakada şeytan, cin, en üst tabakada da melek ve nübüvvet makâmında olduğunu ifâde eder.[174]

Ehl-i tenâsüh, tenâsühün gerekliliği için şu delilleri sunmuştur:

a- Şâyet tenâsüh olmasaydı nefs bedenden ayrıldıktan sonra âtıl bir şekilde kalırdı. Çünkü beden nefsin aleti konumundadır. O olmadan nefs kendi başına kâim olamaz.

b- Nefs adedi mahdût ve sınırlıdır. Buna karşı dünyada sonsuz beden vücuda gelebilir. Artmaz ve çoğalmaz. Eğer nefs bedenden bedene intikâl etmeseydi vücuda gelen bedenler ruhsuz kalacaktı. Ancak bu haliyle bir iddiâdan öte gidemeyeceği bellidir. Kaldı ki Allah yeni nefsler yaratmaktan da aciz değildir.

c- İnsanların hayattaki farklı statüleri de tenâsühe delil olarak ileri sürülmüştür. İnsanlar eğer ilk kez dünyaya gelmiş olsalardı her yönüyle eşit olmaları gerekirdi. Ancak insanlar daha önceki hayatlarındaki yaşamlarına göre bu hayatlarındaki statülerini belirlemişlerdir. Kur’ân ve sünnette vârid olan mesh vakıalarının da tenâsühe delil teşkil ettiği öne sürülmüştür.

d- Yine tekammüs ve tenâsüh ehli doğan bebeklerin atalarına benzemesini ölen atalarının o çocuğun bedeniyle tekrar doğmasına bağlamışlardır.

Taftazânî tenâsüh ehlinin dayandığı sağlam deliller olmasa da onların iddiâlarını bazı temellere dayandırmaya çalıştıklarını ifâde eder. Öncelikle eğer ruh bedenlere taalluk etmeseydi âtıl bir şekle bürünürdü. Oysa varlığın âtıllılığı söz konusu değildir. Bir diğeri ruh tekâmül edebilme fıtratı ile yaratılmış ve her hayatta yeni bir tekâmül söz konusudur. Yine sonsuz bedene karşı sınırlı nefs vardır. Eğer ruh yeni bedenlere girmeseydi sınırlı olan ruh bir gün sona erecekti.[175]

el-Bağdâdî Mu’tezile alimi Nazzâm’a müntesip olan Ahmet b. (Hâid) Hâbıt’ın pek çok konuda hocasına uyarken tenâsüh konusunda daha ileri gidip tenâsühe meylettiğini ifâde eder.[176] O Allah’ın canlı mahlukatı bir nevi cennette halk etmiş olduğunu sonra herhangi bir itâatsizlikle suç işlemiş olanları, günahlarının ağırlığına göre insan veya hayvan olarak bu dünyaya gönderdiğini, nihâyet bunların günahlarından temizleninceye kadar şekilden şekle girdiğini söylemiştir.[177] Ahmet b. Hâbıt’ın öğrencisi olan Ahmed b. Eyyub b. Bânûs-Nânûs, tenâsühe inanmakla beraber bazı konularda aralarında ihtilâf vardır. Yine Ahmed b. Muhammed el-Kahtî de aynı düşünce üzerine olan Mu’tezile mensuplarındandır. Yine Mu’tezileden Abdulkerim b. Ivcân aynı görüşü paylaşmıştır.[178] İslâm ansiklopedisinin yeni basımında “tenâsüh” maddesinin yazarı Gimaret Mu’tezile’den marjinal grupların buna inandıklarını ifâde eder. Bunlar arasında Nazzâm, Ahmet b. Hâbıt ve İbn Banuş-Manuş gösterilebilir.[179] Cahız’ın kendisine rec’at ve tüm ümmetin tekfir edilmesi ile ilgili bir söz geldiğinde bunları reddettiği rivayet edilmiştir.[180]

Nazzâm ruh konusunda Seneviyye ve Brahmaniyye ile ruhun tek bir cins olduğu ve devamlı bir yükselme durumunda olacağı konusunda ortak düşünceye sahip olduğu belirtilmiştir.[181] Yine Mu’tezile’den Hudbiyye isimli fırkanın da tenâsühü iddiâ ettiği belirtilmiştir.[182]

2- İslâm Felsefesi

İslâm tarihinde tenâsüh düşüncesini Aristo mantığına dayanarak sistematik bir şekilde ilk reddeden İbn Sinâ olmuştur.[183] İbni Sinâ tenâsüh konusunda bu akîdeye inanmanın ve “ kötü, olgunlaşmamış ruhların hayvan bedenleri ile yeniden dünyaya gelir” gibi ifâdelerin doğru olmadığını ifâde eder. Ona göre ruhlar ya saîd ya da şakîdirler. Onlar zaten mükâfâtı kazanmışlardır. Şakî olanlar da hak ettikleri cezayı bulacaklardır. [184] İbn Sinâ’dan sonra da İslâm filozofları onun izinden gitmişlerdir.[185]

İbn-i Sînâ bu görüşe, şâyet ruhun intikâli söz konusu olursa bir bedende hem hâdis hem de kadîm iki nefsin mürekkeb olacağı bunun da muhal olduğunu söyleyerek karşı çıkar.[186] Nasirüttin Tûsî de nefs ve beden arasında bir denklik ve uyumun söz konusu olduğunu, bundan dolayı da her nefsin bir bedene taallukunun zorunlu hala geldiğini söyler. Bedenin hudûsunun ruhun da hudûsunu gerektirdiğini, dolayısı ile her bedene bir ruhun denk geldiğini söyler. [187]

İhvân-ı Safâ’ya göre beden, nefs için bir ev mesabesindedir. Bir diğer deyişle, nefs beden evinde oturan bir kimsedir. Soyut olarak nefs; elem, hastalık, açlık, susuzluk, sıcaklık, soğukluk, keder, tasa, hüzün ve benzeri şeylerden uzaktır. Bunların hepsi ona ancak cesetle birleştiğinde ârız olur. Çünkü cisim denen şey her türlü afet, fesat, kötülük, istihâle ve değişime marûzdur. Nefs ise rûhânî cevherdir ve bunların hepsinden berîdir. Ayrıca nefs cesetle beraber olmaya devam ettiği müddetçe, mükellef olduğu yorucu amelleri ve zor işleri yapmaktan kurtulamaz. Bu anlamda nefs bedene bağlı kaldığı müddetçe rahat edemeyecektir. Ölüm onun için hikmet, rahmet ve nimet demektir. Ölüm nimet ve sürur demekken, dünya hayatı madde ile gururlanmaktan ibarettir. İhvân-ı Safâ’ya göre insan, nefsini terbiye ettiğinde beşer mertebesinden melek mertebesine yükselir ve böylece kevn ve fesâd âleminden, yani kötülüklerin yurdu olan, şeytanın zulmünün bulunduğu, İblis’in hükümdar olduğu dünyadan bekâ ve devam alemine geçer.[188]

Araştırmacılar felsefeciler içinde önceden beri tenâsühe meylettiği düşünülen İhvan-ı Safâ’nın bu fikri kabul ettiğine dair somut verilerin elde olmadı kanısındadırlar. İhvan-ı Safâ bu konuda “Nefse gelince -ki bundan ruhu kastediyoruz-, nûrânî, semâvî bir cevherdir. Ruh tabiat olarak aktif olup ölmeyen yok olmayan bilakis sürekliliği devam eden, ölümden sonra lezzet alan acı çeken bir hale gelir. Allah’ın velî ve salih kullarının ruhları kıyamete kadar rahat edecekleri melekût alemine yükselirler. Kâfirlerin, kötü kimselerin ruhuna gelince onlar da kıyamete kadar azap sıkıntı içinde kalırlar.” demektedir. [189] Her ne kadar İhvân-ı Safâ nefsin bedenlerde dolaşması mânâsında kullanılan tenâsüh kavramını asla kullanmamışlarsa da, söylediklerinden anlaşıldığı kadarıyla, nefsin tek bir hayat süresinde işlediği iyi ameller ile olgunlaşmasını ve sonuçta melekler ve nebiler mertebesine yükselmesini mümkün görmektedir. Belki de onları tenâsüh ehlinden görülmesine neden olan fark onların nefsin olgunlaşması için tek bir hayatı kafi görmesidir. Hatta İhvân-ı Safâ bu görüşü benimsemek bir yana tenâsühü eleştirmektedir.[190]

İbn Hazm ünlü tabip Zekeriyya Râzî’nin kişinin öldükten sonra ruhunun başka bedenlere geçtiğini kabul ettiğini söyler. Râzî hayvan bedenlerinde bulunan ruhların, insan bedenlerine intikâlinin mümkün olduğunu söylemektedir. Râzî’ye göre bu intikâl olmasaydı hayvanların öldürülmesini caiz olmayacaktır.[191]

Fıkhu’l-Ekber şârihlerinden Aliyyü’l-Kârî âmentü esaslarında, ölümden sonra haşir için dirilmekten (B’as) bahsederken, ruhun bir bedenden diğerine geçmesi olarak tanımladığı tenâsühün mümkün olmadığını ifâde eder. Hatta ba’s’i inkâr edip tenâsüh fikrine rağbet etmenin küfrü gerektirdiğini ifâde etmiştir.[192] Hukemâ olarak adlandırılan filozoflardan ruhun ebedîliğine inananların ruhun rec’atine de inandıkları vurgulanmıştır. Hayatta iken olgunluğa erişemeyen ruhlar kendisindeki üstün sıfata sahip olan bitkiler, hayvanlar, cansızlar aleminden bir varlığa dönüşerek olgunluğa ulaşana dek devir devam edecektir. Olgunluğa ulaşan ise mânâ alemine ulaşarak kemâl sahiplerinden olacaktır.[193] Ancak bu tarz görüşlerin yanında İslâm düşüncesinde Ebû Bekir Râzî ve Kutbüddîn Şirâzî gibi birkaç hekim-filozof dışında İslâm felsefecilerinin bu görüşü reddettiklerini kabul edilmektedir.[194]

3- Tasavvuf

Mutasavvıflar nazarî olarak vahdet-i vücûd düşüncesi ile kemâle eren, kendilerine mahsûs bir Tanrı-alem-insan anlayışı oluşturmuşlardır. Vahdet-i vücûd anlayışının yine kendine özel bir ahiret anlayışı, bir cennet-cehennem tasavvuru bulunmaktadır. Bu açıdan bakıldığında mutasavvıfların tenâsüh inancını benimsemedikleri söylenebilir. Nitekim Mehmed Fuad Köprülü de İbn Arabî, Mevlânâ ve onların yolunu takip eden Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi mutasavvıfların tenâsühü hiçbir zaman kabullenmediklerini ifâde eder.[195]

Tasavvufun ilk kaynaklarından Serrâc el-Lümâ adlı eserinde bu konuyu ruh konusunda yanlışlıklar başlığı altında ele alır. Serrâc bir taifenin “ruh bedenden bedene geçer” dediğini, ancak bunun bir yanılgı olduğunu şu şekilde ifâde eder: “Bana göre bu konuda doğru şudur: Ruhların hepsi mahluktur. Emr-i İlahîden bir emirdir. Allah ile ruh arasında, ruhun onun mülkünden, onun emrinden oluşundan başka bir nispet ilişkisi yoktur. Ruhlar tenâsüh etmez, bedenler arasında geçebilmesi mümkün değildir.” Bu arada tasavvufta ruh ile beden arasında bir tefrika olmakla beraber aralarında çok sıkı bir ilişki vardır. Beden ölüm acısını tattığı gibi ruh da tadar. Bedenin nimetlenmesi ile o da nimete ermiş olur. Azapta her ikisi de müteessir olur.[196]

Hucvirî ise Hulûlî adını verdiği bir sûfî tarikatından bahseder. Bunlar muhtelif vücutlara dağılıp onlara hulûl eden bir, tek, sonsuz ve ilâhî ruhun mevcudiyetine inanmışlardır. Hucvirî’nin iddiâ ettiğine göre bu pek çok İslâmî gulat fırkalarla gayri Müslim inançlarda rastlanan bir düşüncedir.[197] Sufi fırkaları on ikiye ayıran Hucvirî bunlardan iki tanesini bâtıl ve merdûd olduğunu ifâde eder. Hucvirî bâtıl saydığı Hallâciyye ve Hulmâniyye’yi Hulûliyye içinde yer verir ve bunların ruh hakkındaki görüşlerini irdeledikten sonra yanlış görüşlere sahip olduklarını açıklar. Hucvirî mutasavvıfların ruh hakkındaki görüşlerini verdikten sonra ruhun bedenden bedene geçişinin mümkün olmadığı gibi bir kimsenin iki bedene sahip olamayacağını söyler.[198] Bazı tasavvuf ehli Yahudilerdeki kabala inancına benzer şekilde Kuran âyet ve Sûrelerinden teville mehdînin zuhûru ile ilgili kanıtlar ortaya sürerek harfler üzerine ebced hesabı ile mehdînin zuhûr vaktini sınırlama gayreti içinde olmuştur.[199]

İrfan Abdulhamid İslâm mutasavvıflarının içinde tenâsüh düşüncesini ilk meyleden kişinin Plotinus’un düşüncelerinden etkilenen Cüneyd el-Bağdâdî olduğunu ifâde etmiştir.[200] Ancak yine de mutasavvıfların içinde bu konuda en çok tenkit edilen isim felsefî tasavvufun kurucusu olan İbn Arabî’dir. İbn Arabî ruhların tecessüdünden bahsederken tenâsüh anlayışına yakın ifâdeler kullanır. Aslında iyice taktik edildiğinde bunu kabul etmediği gibi buna meyledenleri de eleştirdiği görülür. İbn Arabî bu konuda “Tenâsühe inananlar üzerine yel buradan esmiştir. Fakat onlar bu konuyu kendi fikirleri yönünden baktıkları için bunun mânâsını gerçekleştirememişler, ayakları kaymış, dalalete düşmüşler ve hata etmişlerdir. Evet bu yolda hata etmişlerdir. Ancak kâfir değillerdir. Fakat ahiret neşeti demek olan ölümden sonra dirilmeyi inkâr edenler müstesna.”demektedir. İbn Arabi üzerinde uzman kişiler de onda tenâsüh düşüncesinin bulunmadığı yönünde fikir birliği içindedirler.[201] Zira o “Bazı kimselerin zannettikleri gibi ruh, cisimden alakasını kestikten sonra diğer bir cisme taalluk etmez. Bu fikr-i tenâsüh batıldır.” demektedir. İbn Arabi hakkındaki yanlış kanının sebebi onun ruhun ölümden sonra bedenleneceğini ifâde etmesidir. Ancak aslında o ruhun bedenlenmesinin daru’l-bekâ denilen ahiret aleminde olacağını ifâde etmektedir. İbn Arabî ruhun bu bedenle dünyadaki ölüm dışında başka ölüm tatmayacağını ifâde eder.[202]

Hint kültürüne yakın bir yerde ikamet eden büyük mutasavvıf İmam Rabbânî’nin bu konudaki görüşleri mutasavvıfların konuya bakış açısını belirlemede büyük bir önem arz eder. O şöyle der: “Kalbinde hastalık olanlar, bazı hikayelerden tenâsühü anlamaktadırlar. Neredeyse alemin kadîm olduğunu söyleyip, büyük kıyameti inkâr edecekler. Bazı sapık kimseler bâtıl yoldan şeyhlik makâmına oturmuşlardır. Bunlar tenâsühün mümkün olduğunu söylerler. Nefsin kemâle ulaşıncaya kadar, bedenlerde dönüp durduğunu zannederler. Onlara göre nefs kemâle ulaştığında bedenler arasında dolaşmaktan kurtulur. Hatta bedenlerle hiçbir alakası kalmaz. Yaratılış gayesine ermiş maksad gerçekleşmiştir.” İmam Rabbânî bu tür düşüncelerin apaçık küfür olduğunu belirtir. Bunlar dinin mütevâtir hükümlerini inkâr mânâsına gelir. Nefsin kemâle ermesinin bir başka bedende olması halinde cehennemin varlığının bir anlamı olmayacağını vurgular. Rabbânî bu inancın felsefecilerin inancından daha sakıncalı olduğunu vurgular. Çünkü felsefesiler en azından tenâsühü reddetmekte sadece haşrin rûhânî olduğunu söylemektedirler. Yani haşrin ve ahiret hayatının varlığını söylemektedirler, ancak tenâsüh inancı ahiretin varlığını inkâr etmektedir.[203]

B- İSLAM KAYNAKLARINA GÖRE REC’AT

1- Kuran’da Rec’at İçin Delil Kabul Edilen Âyetler

Bakara Sûresindeki “Ey kâfirler! Siz ölü iken sizi dirilten (dünyaya getirip hayat veren) Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Sonra sizi öldürecek, tekrar sizi diriltecek ve sonunda O’na döndürüleceksiniz.”[204] meâlindeki âyette iki kez geçen ölmeyi ve dirilmeyi rec’at düşüncesi taraftarları tezlerini destekleyen bir delil olarak kabul etmişlerdir. Kurtubî buradaki ilk ölüm lafzının yokluk hali olduğunu ve yaratılmadan önceki durum bir ölüm halini andırdığından bu şekilde ifâde bulduğunu, aynı zamanda İbn Abbâs ve İbn Mesud’unda görüşlerinin bu şekilde olduğunu söyler.[205] İbn Hazm’da aynı âyeti Ahmet b. Hâbıt ve Ahmed b. Nânûs’un da yeniden bedenlenme düşüncesine delil olarak kullandığını söyler.[206]

Yine bazıları bu ilk ölmeyi babanın sulbünde cansız bulunmaya, ilk diriltmeyi anne karnında canlanmaya, ikinci ölümü dünya hayatının sonundaki ölüme, ikinci diriltmeyi kişinin kabirde geçirdiği ölü zamanın ardından kıyamet günü hesap için dirilmenin olduğunu, ardından ahiret hayatının başladığını ve başka ölümün söz konusu olmadığını ifâde etmişlerdir[207]

Yeniden hayat bulmayı reddedenler de bunun mümkün ve vâkî olduğunu iddiâ edenlerde Kur’ân-ı Kerîm’deki aynı âyetleri delil olarak öne sürmüşlerdir. Aradaki fark bu âyetlere ve âyetlerde geçen ölüm ve hayat lafızlarına verilen farklı anlamlardır. İslâm ulemâsının çoğu rec’atin kitap sünnet ve icmâ-i ümmet ile nakzedildiğini belirtmişlerdir. Rec’ati savunanların öne sürdükleri “Onlar: Rabbimiz, bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Biz de günahlarımızı itiraf ettik. Bir daha (bu ateşten) çıkmaya yol var mıdır? derler.” [208] meâlindeki âyetin doğru bir delillendirme olmadığı kanısındadırlar. Çünkü Allah ademoğlunu ölü bir nutfeden yaratmış ve ona dünya evinde hayat vermiştir. Sonra onu öldürecek ve kıyamet günü tekrar diriltecektir.[209]

Diyanet İşleri Başkanlığı da yapmış olan dönemimiz düşünürlerinden Süleyman Ateş Mülk Sûresi’ndeki; “O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak gâlîptir, çok bağışlayıcıdır.”[210] ve Bakara Sûresi’nden “Ey kâfirler! Siz ölü iken sizi dirilten (dünyaya getirip hayat veren) Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Sonra sizi öldürecek, tekrar sizi diriltecek ve sonunda O’na döndürüleceksiniz.”[211] meâlindeki âyetleri verdikten sonra burada ölümün hayattan önce yer almasından bahisle âyetler ile ilgili görüşleri sıralar ve son olarak “Acaba burada ölümle bedenden ayrılmış ruhun yeniden bedenlenerek bedensel hayata getirildiğine mi işaret olunmaktadır? Bu takdirde ölümün hayattan önce anılması son derece uygun ve anlamlıdır. Çünkü insanın bu hayatını bir ölüm geçmiş, bu hayat bir ölümü izlemiştir. Bu durumda elbette ölümün hayatın önüne anılması tam bir hikmettir.” diye ifâde eder. Ateş İhvân-ı Safâ gibi İslâmî akımların da bu sonuçlara varmasını manidar bularak kıyamet inkâr edilmedikten sonra rec’atin mümkün olabileceğini ifâde eder.[212]

Hayat bir imtihandır. Allah Teâla Kur’ân-ı Kerîm’de Yaratılış gayemizle ilgili “O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak gâlîptir, çok bağışlayıcıdır.” [213] buyurmaktadır. Rec’at ve tenâsüh hayatın bu yaratılışın gayesini geçersiz kılmaktadır.

Mutlak ki yaratılan her fani bir gün yok olacak her canlı ölümü tadacaktır. “Biz, senden önce de hiçbir beşere ebedîlik vermedik. Şimdi sen ölürsen, sanki onlar ebedî mi kalacaklar? Her canlı, ölümü tadar. Bir deneme olarak sizi hayırla da, şerle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak bize döndürüleceksiniz.[214] âyetinde de ifâdesini bulduğu üzere hiçbir canlı ebedî değildir.

2- Kuran’da Geçen Rec’at-Dirilme Olayları

Kur’ân-ı Kerîm’de geçen bazı âyet ve olaylar rec’ate inananlar tarafından bu doktrinin Kuran’da varlığına dair delil olarak kullanılmaktadır. Diğer taraftan ise buna karşı çıkanlar ve mümkün görmeyenler aynı âyet ve delilleri kendilerine dayanak olarak almaktadırlar. Dolayısı ile aynı âyet ve olaylardan bir birine zıt iki farklı görüş ortaya çıktığı görülmektedir.

Bu inancın sahipleri kuranda rec’atin delilerinin var olduğuna inanmaktadırlar. Yapılan araştırmalar göstermiştir ki bu inanç sahiplerini konu ile ilgili teorik bilgileri yoktur. Bu da olayın tahkiki değil taklidi olduğunu göstermektedir.[215]

Kuran’da geçen rec’at için delil gösterilen olaylardan ilki Bakara Sûresi 259. âyette yer almaktadır. Allah Teâla bu âyette meâlen şöyle demektedir. “Yahut görmedin mi o kimseyi ki, evlerinin duvarları çatıları üzerine çökmüş (alt üst olmuş) bir kasabaya uğradı; “Ölümünden sonra Allah bunları nasıl diriltir acaba!” dedi. Bunun üzerine Allah onu öldürüp yüz sene bıraktı; sonra tekrar diriltti. Ne kadar kaldın? dedi. “Bir gün yahut daha az” dedi. Allah ona: Hayır, yüz sene kaldın. Yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamıştır. Eşeğine de bak. Seni insanlara bir ibret kılalım diye (yüz sene ölü tuttuk, sonra tekrar dirilttik). Şimdi sen kemiklere bak, onları nasıl düzenliyor, sonra ona nasıl et giydiriyoruz, dedi. Durum kendisince anlaşılınca: Şimdi iyice biliyorum ki, Allah her şeye kadirdir, dedi.”[216] Âyette geçen kişinin kim olduğu hakkında farklı rivâyetler vardır. Kasabaya uğrayan kimsenin kâfir olduğunu söyleyen müfessirlerin yanında kabul gören rivâyete göre, yıkık kasabaya uğrayan Üzeyr (a.s)’dır. Bu yerin de Kudüs veya Kudüs yakınlarında bir mekânın olduğu ağırlıklı görüştür. Üzeyr azığını almış, eşeğine binmiş giderken evleri yıkılmış harabe haline gelmiş, orada oturanlardan kimse kalmamış bir kasaba veya köy yıkıntılarının yanına gelir, orada konaklar. Etrafına bakar, bu şekilde ölenlerin nasıl dirileceğini düşünür. O anda uykusu gelir yatar. Allah onu öldürür, yüz sene sonra diriltir. Yiyecekleri hiç bozulmamış, ancak eşeği çürümüş sadece kemikleri kalmıştır, yıkık kasaba da imar edilmiştir. Uyandığı ilk anda, bir gün kadar veya daha az bir zaman uyuduğunu zanneder. Yiyeceklere bakınca gerçekten böyle olduğunu sanır. Eşeğine bakınca durumu anlar. Allah, Üzeyr’in gözü önünde eşeğini diriltir. Böylece Allah’ın kudret ve azametini çıplak gözle müşahede eder.[217] İslâm ulemâsı bu örnekte Allah’ın bir beldede bir şahsı yüz yıl ölü olarak bırakmış olduğunu, ancak bunun Rafızîlerin dediği gibi kıyametten önce insanların tekrar diriltileceğine örnek olarak gösterilemeyeceğini ifâde ederler. [218]

Yine aynı Sûrenin bir sonraki âyetinde İbrahim Peygamber’in Allah’tan ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesi ile ilgili bir bölüm yer almaktadır. Allah Teâla burada meâlen şöyle buyurur; “İbrahim Rabbine: Ey Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster, demişti. Rabbi ona: Yoksa inanmadın mı? dedi. İbrahim: Hayır! İnandım, fakat kalbimin mutmain olması için (görmek istedim), dedi. Bunun üzerine Allah: Öyleyse dört tane kuş yakala, onları yanına al, sonra (kesip parçala), her dağın başına onlardan bir parça koy. Sonra da onları kendine çağır; koşarak sana gelirler. Bil ki Allah azîzdir, hakîmdir, buyurdu.”[219] Allah Teâla’nın yaratması bazı sebeplere dayalı olabileceği gibi onun yaratması sebepsiz yere de olur. Elmalılı burada Hz. İbrahim’in yaratma olayını bizzat görerek ilme’l-yakîn mertebesinden ayne’l-yakîn mertebesine ulaşmak maksadı ile bu isteğini Allah’a arz ettiğini ifâde eder. Allah da Hz. İbrahim’in isteğini kırmayıp yerine getirmiş ve kuşlar eski haline dönmüştür.[220]

Kuran’da bahsi geçen bir diğer rec’at hadisesi ile ilgili Kur’ân-ı Kerîm’de “Binlerce oldukları halde, ölüm korkusundan dolayı yurtlarından çıkıp gidenleri görmedin mi? Allah onlara “Ölün!” dedi (öldüler). Sonra onları diriltti. Şüphesiz Allah insanlara karşı lütufkârdır.”[221] buyrulmaktadır. Bu grup ölümden sonra dirilmeye şahit olmuşlardır. Ölmeyelim diye memleketlerini terk etmişler Allah da onlara ceza olarak ölümü tattırmış, sonra da ibret olması için tekrar diriltmiştir. Başka bir rivâyette de öldürülüp diriltilen topluluk İsrailoğulları arasında cihaddan kaçmak maksadı ile bulundukları yerden firar eden bir topluluktur. İsrailoğulları bu olayın Yahudiler arasında vuku bulduğunu ve İsrailoğulları’na musallat olan vebadan kaçmak için topluluktan ayrılan bir grup olduğunu ve bunların bir mil gittikten sonra ölümün kendilerini yakaladığını söylemişlerdir. Daha sonra Allah Hazkil’i göndererek onları diriltmiştir. Kaynaklar Yahudi kaynaklarında geçen Hazkil’in Zülkifl Peygamber olduğunu belirtmişlerdir.[222]

Zemahşerî bu grubun Dâvirdan ehlinden bir köy olduğunu ve Allah’ın ibret olsun diye onları öldürüp tekrar dirilttiğini ve Allah’ın hükmünden kaçmanın mümkün olmadığını söylemiştir. Ona göre Allah onları sekiz gün ölü olarak tutmuştur. Bu adet dışı mucize kabilinden bir öldürme ve diriltme olayıdır.[223]
Razî bu topluluğun salgın hastalığa uğrayan bir kavim olduğunu ve bunların köylerinden çıkarken öldükleri ve cesetlerinin çürüdüğünü söyler. Daha sonra o bölgeden geçen bir peygamber bu insanların bir daha nasıl bir araya geleceklerini düşünmesi üzerine Allah da orada bulunanları diriltmiş ve köylerine geri dönmüşlerdir. Daha sonra ecelleri ile vefat etmişleridir.[224] Semerkandî’ye göre İsrailoğulları’ndan bir kral kavmini savaşa çağırmış, onlar da savaş için çıkınca veba salgını otaya çıkmıştır. Onlar da buradan çıkmaktan vazgeçmişler, geride kalanlar onları defnetmek için yola çıktıklarında çoğu yolda zorluklardan ölmüştür. Allah da onları sekiz gün sonra diriltmiştir. Bazıları da veba salgınından dolayı bir grubun beldeden vebaya yakalanmamak için çıktığını ve bu gurubun ibret olsun diye öldürülüp tekrar diriltildiğini söylemişlerdir.[225]

Yine bir başka rec’at olayı da Kur’ân-ı Kerîm’de şu şekilde geçer; “Bir zamanlar: Ey Musa! Biz Allah’ı açıkça görmedikçe asla sana inanmayız, demiştiniz de bakıp durur olduğunuz halde hemen sizi yıldırım çarpmıştı. Sonra ölümünüzün ardından sizi dirilttik ki şükredesiniz.”[226] Yıldırım çarpmasından baygın düşen kavim Allah’ın irâdesi ile yeniden canlanır ve istediklerinin yanlış olduğunu anlar. Âyette olay, ölme ve tekrar dirilme olarak anlatılmıştır.

Bakara Sûresinde nakledilen diğer bir olay ise “Icl Hadisesi”dir.[227] Bu âyetlerde geçen sığır kesme kıssası, daha ziyâde İsrailoğulları’ndan iki gencin, mirasına konmaları için amcalarını öldürmelerine bağlanır. Olay Hz. Musa’ya arz edilir. Hz. Musa bir türlü katilleri bulamaz ve Allah’a sığınır. O da bir sığır kesilmesini, onun bir parçasıyla ölüye vurulmasını, ölünün dirilip katili haber vereceğini bildirir. Neticede böyle olur. Âyetlerin zahiri de buna işaret eder. Ancak eski Mısırlıların ineğe tapmaları, bir ara Yahudilerin de buzağıya tapmış olmaları, sığır kelimesi hadisesinde başka hikmetlerin de bulunduğunu gösterir. “Bir parçasıyla ona vurun” buyrulup arkasından da Allah’ın ölülerin diriltmesinden bahsedilince, müfessirlerin çoğu bunu “kesilen ineğin bir parçası ile ölüye vurulmak Sûretiyle onun dirilmesi” şeklinde anlamışlardır. Bu takdirde olay bir mucizedir; Allah’ın kudreti ile ölü böyle bir sebep olmadan da dirilebilir. Dikkatleri daha ziyâde çekmek için böyle bir merasim tertip edilmiş ve akabinde mucize gerçekleşmiştir.[228]

Allah Teâla Kur’ân-ı Kerîm’de va’dinin hak olduğunu ve kıyametin gerçek olduğunu bilsinler diye “ashab-ı kehf”i insanlara bildirmiştir.[229] Ashabı Kehf Kuran’da hikayeleri geçen bir grup gençtir. Onlar zamanında Allah’a asi olan ve insanları Allah’a tapmaktan alıkoyan Dekyanus adında hükümdarın zulmünden kurtulmak için şehirlerinden çıkan bir grup gencin hikayesidir. Onlar şehirden çıkarak bir mağaraya sığınmışlardır. Kur’ân-ı Kerîm’in ifâdesine göre onlar orada yaklaşık üç yüz dokuz yıl kadar uyumuşlardır. Yine de Kuran gerçek rakamın Allah daha iyi bileceğini söylemektedir. Burada kalan gençlerin rakamları hakkında çeşitli iddiâlar ortaya atılmış olsa da Kuran bize bununla ilgili yapılan spekülasyonların boş olduğu bu bilginin Allah indinde bulunduğu bildirilmektedir. Burada üç yüz dokuz yıl uyuyan gençler uyandıklarında aralarından birini şehre yiyecek almaya gönderdikleri vakit gerçek ortay çıkmış, onların orada yüz yıllarca ölüm halinde kaldıktan sonra tekrar dirildikleri anlaşılmıştır.[230]

Kur’ân-ı Kerîm’de rec’atin bir değişik türü olan mesh ile paralel bazı bilgiler de mevcuttur. Allah cumartesi yasağını çiğneyenlerin cezasını açıkladığı âyette “İçinizden cumartesi günü azgınlık edip de, bu yüzden kendilerine: Aşağılık maymunlar olun! dediklerimizi elbette bilmektesiniz. Biz bunu (maymunlaşmış insanları), hadiseyi bizzat görenlere ve sonradan gelenlere bir ibret dersi, müttakîler için de bir öğüt vesilesi kıldık.”[231] buyurmaktadır. Bazı müfessirler burada maymuna çevrilme olayının maddî olarak değil davranış ve karakter açısından olduğunu belirtse de çoğu müfessirler bunu mucize kabilinde vuku bulmuş bir olay olduğunu ifâde ederler. Elmalılı bu konuda bunların zahiren ve Sûreten kuyruklu maymuna mı döndüler yoksa zahiren, Sûreten insan kalıp mâ’nen maymun gibi mi oldular sorusunu sorarak, ekser ulemânın zahiren de maymun Sûretine döndükleri hususta görüş beyan ettiklerini ifâde eder. Ancak Mücahid ve ona peyrev olan diğer müfessirlerin bunun manen vuku bulduğunu kabul ettiklerini aktarır.[232]

“Allah o zaman şöyle diyecek: “Ey Meryem oğlu İsa! Sana ve annene (verdiğim) nimetimi hatırla! Hani seni mukaddes ruh (Cebrail) ile desteklemiştim; (bu sayede) sen beşikte iken de yetişkin çağında da insanlarla konuşuyordun. Sana kitabı (okuyup yazmayı), hikmeti, Tevrat ve İncil’i öğretmiştim. Benim iznimle çamurdan, kuş şeklinde bir şey yapıyordun da ona üflüyordun, hemen benim iznimle o bir kuş oluyordu. Yine benim iznimle anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştiriyordun. Ölüleri benim iznimle (hayata) çıkarıyordun. Hani İsrailoğulları’nı (seni öldürmekten) engellemiştim; kendilerine apaçık deliller (mucizeler) getirdiğin zaman içlerinden inkâr edenler, “Bu, apaçık bir sihirden başka bir şey değildir” demişlerdi.”[233]

Bu âyetlerde ve bundan sonraki âyetlerde zikredilen olağanüstü hadiseler mucizedir. Mucizeler, insanların gücünü aşan, onların yapmaları –tabiat kanunlarına göre- mümkün olmayan şeylerdir. Ancak tabiat kanunlarının da yaratıcısı ve düzenleyicisi olan Allah, kullarının kolayca iman etmelerini, hidâyete kavuşmalarını temin maksadıyla peygamberine mucizeler lutfeylemiştir; bunlar yalnızca Allah’ın izin ve kudretiyle, bildiğimiz sebepler zinciri dışında vücuda gelmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de ölümden sonra geri dönüş kesin bir şekilde reddedilmiştir. Allah Mü’minûn Sûresinde “Nihâyet onlardan (müşriklerden) birine ölüm gelip çattığında: “Rabbim! der, beni geri gönder;”, “Ta ki boşa geçirdiğim dünyada iyi iş (ve hareketler) yapayım.” Hayır! Onun söylediği bu söz (boş) laftan ibarettir. Onların gerisinde ise, yeniden dirilecekleri güne kadar (süren) bir berzah vardır.”[234] buyurmaktadır. Ölümden sonra yeniden dirilme günü olan kıyamete kadar insan artık bir daha dünyaya geri dönemeyeceği ifâde edilmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de rec’at kesin bir şekilde reddedildiği gibi kıyamet günü dirilmeyi ve hesabı reddedenlerin de hata içinde olduklarını ifâde eder. Allah Teâla Nahl Sûresinde bununla alakalı, “Onlar: “Allah ölen bir kimseyi diriltmez” diye olanca güçleriyle Allah’a and içtiler. Aksine, bu O’nun bizzat kendisine karşı gerçek bir va’didir. Fakat insanların çoğu bilmez. Hakkında ihtilâf ettikleri şeyi onlara açıklaması ve kâfir olanların da kendilerinin yalancılar olduklarını bilmeleri için (Allah onları diriltecek).”[235] buyurmaktadır.

Her canlının eceli için mukadder bir zamanı vardır Kur’ân-ı Kerîm “Allah, ölenin ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uykusunda iken canlarını alır da ölümüne hükmettiği canı alır, ötekini muayyen bir vakte kadar bırakır. Şüphe yok ki, bunda iyi düşünecek bir kavim için ibretler vardır.”[236] buyurmaktadır. Yine mukadder ecelle ilgili “Geceleyin sizi öldüren (öldürür gibi uyutan), gündüzün de ne işlediğinizi bilen; sonra belirlenmiş ecel tamamlansın diye gündüzün sizi dirilten (uyandıran) O’dur. Sonra dönüşünüz yine O’nadır. Sonunda O, yaptıklarınızı size haber verecektir.”[237] denmektedir.

“Onlar: Rabbimiz, bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Biz de günahlarımızı itiraf ettik. Bir daha (bu ateşten) çıkmaya yol var mıdır? derler.” âyetinde de yine birinci ölüm ve yaşama verilen farklı mânâlar iki âyeti de her iki grubun aynı âyeti lehlerinde delil olarak kullanmalarına neden olmuştur.

İmâmiyye fırkasının önde gelen isimlerinden Şeyh Sadûk bu geçen âyetlerin hepsinin rec’atin varlığına delil olduğunu ifâde eder. Nasıl ki Allah verdiği bu misallerde yeniden dirilmenin gerçek olduğunu bildirmişse kıyametten önceki rec’atte bunlara kıyasla gerçek olması mümkündür.[238]

3- Hadislerde Rec’at

Kur’ân-ı Kerîm’de mucize kabilinden yer verilen rec’at olaylarına paralel olabilecek tarzda hadislerde herhangi bir olaya yer verilmez. Sadece bir hadiste sahabeden biri benzer bir talepte bulunur o da reddedilir. Peygamber efendimiz şehit sahabînin oğlu Câbir’e hitaben; “Ey Câbir sana hayırlı bir haber vereyim mi?” dediğinde, Cabir ‘Evet ya Resûlallah’ deyince, Hz. Peygamber ‘Allah Teâla babanı diriltti ve manevî huzuruna aldı. Ey kulum dile benden ne dilersen? İstediğini sana vereceğim buyurdu. Baban da: ‘Ya rabbi! Senden dileğin beni dünyaya geri gönder gideyim, tekrar şehit olayım dedi. Allah Teâla’da benim yüce irâdem, bir defa gelenlerin bir daha geri dönmemesidir’, buyurdu.” Burada anlatılan duruma göre eğer bin insanın tekrar dünyaya gelmesi mümkün olsa idi Allah şehitlik mertebesine ulaşmış bir kuluna herhalde bunu lutfederdi. Ancak görülüyor ki böyle bir şey söz konusu olmamıştır.[239]

Yine hadis kaynaklarında kıyamet gününde Allah insan oğlunu hesap için topladığında onlara “Size nimet verdim, mal verdim, bunlarla ne yaptınız?” diye soracağı, buna mukabil insanın ise “Allah’ım onu biriktirdim, işlettim, var olandan daha fazla bir şekilde geride bıraktım, beni geri gönder de (irci’înî) onu sana getireyim” şeklinde cevap vereceği ifâde edilmiştir. Ancak Allah insana ne getirdiğini tekrar sorması üzerine, insanın yine Allah’tan biriktirdiklerini dünyada bıraktığını ve getirmek için kendisini dünyaya geri göndermesini isteyeceği ama ondan bunun kabul olunmayacağı aktarılmıştır[240] Dolayısı ile insanın dünyaya geri dönme arzusunun yerine getirilmeyeceği ifâde edilmiştir.

Hz. Enes Hz. Peygamberden şöyle nakletmiştir. Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: “Cennete giren hiç kimse dünyaya geri dönmek istemez, yer yüzünde olan her şey orada vardır. Ancak şehit böyle değildir. O mahzar olduğu ikramlar sebebiyle yeryüzüne dönüp on kere şehit olmayı temenni eder.”[241] Hz. Peygamber’den nakledilen bu hadiste de dünyaya dönme arzusu “race’a” fiili ile ifâde edilmiştir. Yine şehitlerin bile bu dönüş arzusunun gerçekleşmediği de görülmektedir.

--------------------------------------------------------------------------------
[1] Ahmed Zeki Tuffâha, en-Nefsü’l-Beşerîyye ve Nezariyyetü’t-Tenâsüh, Lübnan 1987, s. 73; Seyyid Ahmed Müseyyer, er-Ruh Fî Dirâsâti’l-mütekellimîn ve’l-felâsife, Kahire 1998, s. 203; Osman Hançerlioğlu, İslâm İnançları Sözlüğü, İstanbul 1984, s. 639.

[2] Hasan Hanefî, et-Türâs ve’t-Tecdîd, Beyrut, 1988, IV, 424; Orhan Hançerlioğlu, İslâm İnançları Sözlüğü, İstanbul 1984, s. 639.

[3] Süleyman ez-Zahir, “et-Tenasüh”, el-Mevsûatü’l-Arabiyye, Dimeşk 2002, VI, 877.

[4] D. Gimaret, “Tanâsukh”, EI², Leiden, 1998, X, 182.

[5] Ebû Hüseyin b. Ali Mesûdî, Murûcu’z-zeheb, Mısır 1964, II. 129-130.

[6] Şehristânî, el-Milel ve’n-nihal, thk. Muhammed b. Ferid, Kahire, ty., I, 182.

[7] Bağdâdî, a.g.e., Beyrut 2003, s. 241.

[8] Be Carra de Vaux, “Tenasuh”, İA, İstanbul 1979, XII, 158; Ali Zeyûr, el-Felsefetü’l-Hindiyye, Beyrut 1983, s. 157.

[9] Ali Zeyûr, el-Felsefetü’l-Hindiyye, Beyrut 1983, s. 157.

[10] Ali Zeyûr, a.g.e., s. 157.

[11] Be Carra de Vaux, a.g.m., s. 158; bkz. Ebû’r-Reyhân Muhammed b. Ahmed el-Bîrûnî, Tahkik mâ li’l-Hind, thk. Ali Safa, Beyrut 1983, s. 40-44.

[12] Carra de Vaux, a.g.e., s. 158; D. Gimaret, “Tanâsukh”, EI², Leiden, 1998, X, 182; M. Şemseddin Günaltay, Sebîlü’r-reşâd, “Hind ve İran-ı Kadimde Tenâsüh”, sy. 257, s. 368; Haşim Maruf el-Hasenî, Usûlü’t-teşeyyu’, Beyrut, tsz., s. 156.

[13] Eş’arî, a.g.e., thk. Muhyidin Abdulhamid, Beyrut, 1995, I, 119; Carra de Vaux, a.g.m., s. 158.

[14] Mustafa Aşkar, “Reenkarnasyon (Tenasüh) Meselesi ve Mutasavvıfların Bu Konuya Bakışlarının Değerlendirilmesi” Tasavvuf, Ankara 2000, sy. 3, s. 86; Ahmed Zeki Tuffaha, a.g.e., s. 73.

[15] D. Gimaret, a.g.m., s. 182.

[16] Ali İhsan Yitik, Hint Kökenli Dinlerde Karma İnancının Tenasüh İnancıyla İlişkisi, İstanbul, 1996, s. 69.

[17] Ali İhsan Yitik, a.g.e., s. 81.

[18] M. Şemseddin Günaltay, a.g.m., s. 368.

[19] Süleyman ez-Zahir, “et-Tenasüh”, el-Mevsûatü’l-Arabiyye, Dimeşk 2002, VI, 877; İrfan Abdulhamid, Dirâsât, s. 81; Seyyid Hüseyin Yusuf, a.g.e., s. 37.

[20] Ahmet Yaşar Ocak, Bektaşi Menâkıbnâmelerinde İslâm Öncesi İnanç Motifleri, 1983 İstanbul, 144.

[21] Evrensel Yasa Tekrar Doğuş, Bilyay Vakfı, s. 61.

[22] Carra de Vaux, a.g.m., s. 158.

[23] Semih Duğaym, Mustalihât İlm-i Kelami’l-İslâmî, Beyrur, ts. I, 609.

[24] Eşarî, Makalati’l-İslâmiyyin, thk. H. Riter, s. 46.

[25] Hüseyin Türk, Anadolu’nun Gizli İnancı Nusayrilik, İstanbul, 2005, s. 261.

[26] D. Gimaret, a.g.m., s. 182.

[27] Evrensel Yasa Tekrar Doğuş, Bilyay Vakfı, 45.

[28] Hasan Hanefî, a.g.e., s. 426.

[29] Ali İhsan Yitik, a.g.e., s. 81.

[30] A. Bülent Baloğlu, “İbn Hazm’da Tenasüh Anlayısı”, DEÜİFD, sy. 10, s. 52.

[31] E. Kohlberg; “Radj’a” EI², VIII, 371; Hasan Hanefî, a.g.e., s. 427-428.

[32] İsferayinî, et-Tebsîr fi’d-dîn, thk. Kemal Yusuf el-Hût, 1983 Beyrut, s. 137.

[33] Cem Çobanoğlu, Reenkarnasyon, İstanbul 2001, s. 63; Veysel Güllüce, Kur’ân Işığında Reenkarnasyon, İstanbul, 2004, s. 37-38.


[34] Papus Gerard Encausse, Reenkarnasyon, trc. Halûk Özden, İstanbul 1999, s. 22.

[35] Papus Gerard Encausse, a.g.e., s.117; Kenan Has, “Dinler Tarihi Perspektifinden Tartışmalı Bir Kavram; Reenkarnasyon”, İslâmi Araştırmalar Dergisi, XVII, sy. 4, s. 392.

[36] Alparslan Salt, Cem Çobanlı, “Reenkarnasyon”, Dharma Ansiklopedi, İstanbul 2001, s. 351; Papus Gerard Encausse, a.g.e., s. 19; Şerafeddin Gölcük, “Reenlarnasyon”, Diyanet Aylık Dergi, Ekim 2002, s. 42; Norman L. Geisler, Baker Encyclopedia of Christian Apologeticcs, Michigan, 2002, 639.

[37] Mustafa Çetin, “Kuran Işığında Reenkarnasyon” Diyanet İlmi Dergi, XXXI, sy. 4, s. 122; Ergün Arıkdal, Ansiklopedik Metapsişik Terimler Sözlüğü, İstanbul, 1984, s. 134.

[38] Ergün Arıkdal, a.g.e., s. 134.

[39] Ebû Mansur et-Temîmî, Usuliddin, Beyrut, 1981, s. 232-233; Papus Gerard Encausse, a.g.e., s. 19.

[40] N. Perry Whitall, “Reincarnation”, Studies in Comparative Religion, England, 1980, XIV, 149-150.

[41] Süleyman ez-Zahir, “et-Tenasüh”, el-Mevsûatü’l-Arabiyye, Dimeşk 2002, VI, 877.

[42] J. Bruce Long, “Reincarnation”, The Encyclopedia of Religion, Newyork, 1987, XII, 265; N. W. Thomas, “Transmigration”, Encyclopedia Religion and Ethics, Edinburg, 1980, XII, 425.

[43] Hüseyin Türk, a.g.e., İstanbul, 2005, s. 259.

[44] Kenan Has, a.g.m., s. 393.

[45] Mustafa Aşkar, a.g.m., s. 87.

[46] N. Perry Whitall, a.g.m., s. 155.

[47] A. Bülent Baloğlu, “İbn Hazm’da Tenasüh Anlayısı” DEÜİFD, İzmir 1998, sy. 10, s. 58-59.

[48] Ali İhsan Yitik, a.g.e., s. 41-43;

[49] Ted Andrews, Reenkarnasyon Geçmiş Yaşantılar, trc. Enver Günsel, s. 53-54.

[50] Alen Armstrong, Tanrının Tarihi, trc. Oktay Özel, Hamide Koyukan, Kudret Emiroğlu, Ankara 1999, s. 54.

[51] Ted Andrews, a.g.e., s. 57-59.

[52] Jonn Mumford, Karma Felsefesi El Kitabı, trc. Pınar Şavaş, İstanbul, 2003, s. 103-107.

[53] Süleyman ez-Zahir, a.g.m., s. 877; İrfan Abdulhamid, Dirâsât, s. 81; Seyyid Hüseyin Yusuf, a.g.e., s. 37.

[54] Ahmet Yaşar Ocak, a.g.e., s. 144.

[55] Evrensel Yasa Tekrar Doğuş, Bilyay Vakfı, s. 59.

[56] Mustafa Aşkar, a.g.m., s. 87.

[57] Hüseyin Türk, a.g.e., s. 249; R. J. Zwi Werblowsky, “Transmigration” Encyclopedia of Religion SE, USA, 2005, XIV, 9327.

[58] Haşim Maruf el-Hasenî, Usûlü’t-teşeyyu’, Beyrut, tsz., s. 146-148; Romesh Chunder Dutt, History of İndia, edt. Williams Jackson, I, 178-179.

[59] Mustafa Aşkar, a.g.m., s. 87; Hüseyin Türk, a.g.e., s. 250.

[60] Bîrûnî, a.g.e., s. 40-44.

[61] Bîrûnî, a.g.e., s. 39-40.

[62] Swami Nikhilananda, Hinduizm, trc. Aslı Özer, İstanbul 2003, 53-55.

[63] Swami Nikhilananda, a.g.e., s. 60-61.

[64] Swami Nikhilananda, a.g.e., s. 67; Kenan Has, a.g.m., s. 393.

[65] Papus, a.g.e., s. 137-138; Seyyid Hüseyin Yusuf, a.g.e., s. 38-39.

[66] Hüseyin Yılmaz, Budist Metafiziği, Ankara, 2007, s. 106.

[67] Kenan Has, a.g.m., s. 393; J. Bruce Long, a.g.m., s. 267; ;M. Anesaki, a.g.m., s. 429-430; Hüseyin Yılmaz, a.g.e., s. 107-109; Ali Zeyûr, el-Felsefetü’l-Hindiyye, Beyrut 1983, s. 157.

[68] Selim Bahadır, “Ölüm Üzerine Tıbbi Çeşitlemeler”, Cogito, sy. 40, s. 93.

[69] Selim Bahadır, a.g.m., s. 93.

[70] Süleyman ez-Zahir, a.g.m., s. 877; Kenan Has, a.g.m., s. 394; ; N. W. M. Flinders Petrie, “Transmigration”, Encyclopedia Religion and Ethics, Edinburg, 1980, XII, 431.

[71] Süleyman ez-Zahir, a.g.e., s. 878.

[72] Popus, a.g.e., s. 47.

[73] Hüseyin Türk, a.g.e., s. 248.

[74] Kürşat Demirci, a.g.m., s. 334.

[75] Jen-Poul Roux, a.g.e., s. 170.

[76] Hüseyin Türk, a.g.e., s. 251.

[77] Jen-Poul Roux, a.g.e., s. 182.

[78] Jen-Poul Roux, a.g.e., s. 185.

[79] Jen-Poul Roux, a.g.e., s. 184.

[80] Jen-Poul Roux, a.g.e., s. 127.

[81] Hüseyin Türk, a.g.e., s. 250.

[82] Süleyman ez-Zahir, “et-Tenasüh”, el-Mevsûatü’l-Arabiyye, Dimeşk 2002, VI, 877.

[83] Süleyman ez-Zahir, a.g.m., s. 878; Kürşat Demirci, “Tenasüh”, İİİGYA, IV, 334; A. C. Pearson, “Transmigration”, Encyclopedia Religion and Ethics, Edinburg, 1980, XII, 432.

[84] Süleyman ez-Zahir, a.g.m., s. 878; İrfan Abdulhamid, Dirâsât, Beyrut 1984, s. 81; J. Bruce Long, “Reincarnation”, The Encyclopedia of Religion, Newyork, 1987, XII, 268.

[85] İrfan Abdulhamid, a.g.e., s. 82.

[86] İrfan Abdulhamid, a.g.e., s. 82.

[87] Sabri Hizmetli, “İtikadi Mezheplerin Doğuşu”, AÜİFD, XXVI, 67.

[88] İsmâil Taşpınar, a.g.e., s. 93.

[89] İsmâil Taşpınar, a.g.e., s. 92.

[90] “Tanrı yolunda yürüdü, sonra ortadan kayboldu; çünkü Tanrı onu yanına almıştı.” Tekvin 5:24.

[91] “Karşı yakaya geçtikten sonra İlyas Elişa’ya, “Söyle, yanından alınmadan önce senin için ne yapabilirim?” dedi. Elişa, “İzin ver, senin ruhundan iki pay miras alayım” diye karşılık verdi. İlyas, “Zor bir şey istedin” dedi, “Eğer yanından alındığımı görürsen olur, yoksa olmaz.” Onlar yürüyüp konuşurlarken, ansızın ateşten bir atlı araba göründü, onları birbirinden ayırdı. İlyas kasırgayla göklere alındı.” bkz. II. Krallar 2:1-12.

[92] Kulum Musa’nın yasasını, bütün İsrail’e iletmesi için Horev Dağı’nda ona verdiğim kuralları, ilkeleri anımsayın. RAB’bin büyük ve korkunç günü gelmeden önce size Peygamber İlyas’ı göndereceğim. O babaların yüreklerini çocuklarına, çocukların yüreklerini babalarına döndürecek. Öyle ki, gelip ülkeyi lanetleyerek yok etmeyeyim.” bkz. Malaki 4:1-6.

[93] bkz. “İman sayesinde Hanok ölümü tatmamak üzere yukarı alındı. Kimse onu bulamadı, çünkü Tanrı onu yukarı almıştı. Yukarı alınmadan önce Tanrı’yı hoşnut eden biri olduğuna tanıklık edildi” İbraniler 11;5.

[94] Hayrullah Örs, Musa ve Yahudilik, İstanbul, 2000, s. 212.

[95] Bağdâdî, a.g.e., Beyrut 2003, s. 242; İrfan Abdulhamid, a.g.e., s. 83; İrfan Abdulhamid, İslâm’da İtikadi Mezhepler ve Akaid Esasları, trc. M. Saim Yeprem, İstanbul, 1994 s. 65.

[96] İrfan Abdulhamid, a.g.e., s. 64.

[97] Şehristânî, a.g.e., thk. Muhammed b. Ferid, Kahire, ty., I, 218.

[98] Hayrullah Örs, a.g.e., s. 331; Kürşat Demirci, a.g.m., s. 334.

[99] Papus, a.g.e., s. 146; Veysel Güllüce, Kur’ân Işığında Reenkarnasyon, İstanbul, 2004, s. 30-31; Adnan Bülent Baloğlu, İslam’a Göre Tekrar Doğuş Reenkarnasyon, Ankara, 2001, s. 87.

[100] Bîrûnî, a.g.e., s. 40-44.

[101] Yuhanna 9:1-6; M. Şemseddin Günaltay, “Kadim Yunanlılarla Kurun-ı Vustada Tenâsüh”, Sebîlü’r-reşâd, sy. 258, s. 385; Kenan Has, a.g.m., s. 396.

[102] Yuhanna 3:3.

[103] Yuhanna 3:4.

[104] Yuhanna 3:5-6.

[105] Kenan Has, a.g.m., s. 395.

[106] R. J. Zwi Werblowsky, “Transmigration” Encyclopedia of Religion SE, USA, 2005, XIV, 9329; M. Şemseddin Günaltay, a.g.m., s. 385.

[107] İrfan Abdulhamid, Dirâsât, s. 82; Veysel Güllüce, Kur’ân Işığında Reenkarnasyon, İstanbul, 2004, s. 31; Adnan Bülent Baloğlu, İslam’a Göre Tekrar Doğuş Reenkarnasyon, s. 80;

[108] “Adam onlara, “Şaşırmayın!” dedi. “Çarmıha gerilen Nasıralı İsa’yı arıyorsunuz. O dirildi, burada yok. İşte O’nu yatırdıkları yer. Şimdi öğrencilerine ve Petrus’a gidip şöyle deyin: ‘İsa sizden önce Celile’ye gidiyor. Size bildirdiği gibi, kendisini orada göreceksiniz.’” Kadınlar mezardan çıkıp kaçtılar. Onları bir titreme, bir şaşkınlık almıştı. Korkularından kimseye bir şey söylemediler. İsa, haftanın ilk günü sabah erkenden dirildiği zaman önce Mecdelli Meryem’e göründü. Ondan yedi cin kovmuştu. Meryem gitti, İsa’yla bulunmuş olan, şimdiyse yas tutup gözyaşı döken öğrencilerine haberi verdi. Ne var ki onlar, İsa’nın yaşadığını, Meryem’e göründüğünü duyunca inanmadılar. Bundan sonra İsa kırlara doğru yürümekte olan öğrencilerinden ikisine değişik bir biçimde göründü. Bunlar geri dönüp öbürlerine haber verdiler, ama öbürleri bunlara da inanmadılar. İsa daha sonra, sofrada otururlarken Onbirler’e göründü. Onları imansızlıklarından ve yüreklerinin duygusuzluğundan ötürü azarladı. Çünkü kendisini diri görenlere inanmamışlardı. İsa onlara şöyle buyurdu: “Dünyanın her yanına gidin, Müjde’yi bütün yaratılışa duyurun. İman edip vaftiz olan kurtulacak, iman etmeyen ise hüküm giyecek. İman edenlerle birlikte görülecek belirtiler şunlardır: Benim adımla cinleri kovacaklar, yeni dillerle konuşacaklar, yılanları elleriyle tutacaklar. Öldürücü bir zehir içseler bile, zarar görmeyecekler. Ellerini hastaların üzerine koyacaklar ve hastalar iyileşecek.” Rab İsa, onlara bu sözleri söyledikten sonra göğe alındı ve Tanrı’nın sağında oturdu. Öğrencileri de gidip Tanrı sözünü her yere yaydılar. Rab onlarla birlikte çalışıyor, görülen belirtilerle sözünü doğruluyordu” Markos 16:2-20.

[109] Papus, a.g.e., s. 139-140.

[110] Cevad Ali, el-Mufassal fî Tarihi’l-Arab, Beyrut 1970, s. 142-243.

[111] Cevad Ali, a.g.e., s. 142-243.

[112] Cevad Ali, a.g.e., s. 144.

[113] Cevad Ali, a.g.e., s. 144.

[114] Cevad Ali, a.g.e., s. 144.

[115] Evrensel Yasa Tekrar Doğuş, Bilyay Vakfı, 55-60.

[116] Evrensel Yasa Tekrar Doğuş, Bilyay Vakfı, s. 51.

[117] Sadi Çaycı, Ruhçuluğa Göre Kur’ân Öğretisi, İstanbul 1986, s. 27.

[118] Cem Çobanoğlu, Reenkarnasyon, İstanbul 2001, s. 63.

[119] Ted Andrews, Reenkarnasyon Geçmiş Yaşantılar, trc. Enver Günsel, İstanbul, 2004, s. 53-56.

[120] Papus, a.g.e., s. 37.

[121] Papus, a.g.e., s. 28.

[122] Papus, a.g.e., s. 29.

[123] Papus, a.g.e., s. 43.

[124] Papus, a.g.e., s. 48.

[125] Papus, a.g.e., s. 105.

[126] Cem Çobanoğlu, a.g.e., s. 64.

[127] Evrensel Yasa Tekrar Doğuş, Bilyay Vakfı, İstanbul 1997, s. 21.
[128] a.g.e., s. 22-24.

[129] a.g.e., s. 25.

[130] a.g.e., s. 27.

[131] Papus, a.g.e., s. 96-97.

[132] Evrensel Yasa Tekrar Doğuş, Bilyay Vakfı, s. 31.

[133] a.g.e., s. 49-50.

[134] Papus, a.g.e., s. 19.

[135] Evrensel Yasa Tekrar Doğuş, Bilyay Vakfı, s. 33-35.

[136] Şerafeddin Gölcük, “Reenkarnasyon”, Diyanet Aylık Dergi, Ekim 2002, s. 42.

[137] “Otuz sene üzerinde alıştığı bir koynu henüz bitiremeyen bir profesörün altmış yaşında ölmesi, ancak ihtirasla sürdürdüğü çalışmasının yarım kalması onun tekrar dünyaya dönmesi için bir bağ oluşturması ve yarım kalan projesini tamamlaması için ve ihtirasının sönmesi için tekrar dünyaya dönmesi bunun delillerindendir.” bkz. Evrensel Yasa Tekrar Doğuş, Bilyay Vakfı, s. 39.

[138] “Altınları onun her şeyi olan bir şahsın, ani ölümü üzerine ruhu spatyomda ruhu bomboş bir durumda bulunur. Bu ruhun maddeye bağlanma esaretinden kurtulmak ve güç kazanmak içim tekrar dünyaya dönmesi zaruridir.” bkz. Evrensel Yasa Tekrar Doğuş, Bilyay Vakfı, s. 40.

[139] a.g.e., s. 40.

[140] a.g.e., s. 42.

[141] a.g.e., s. 36.

[142] a.g.e., s. 37.

[143] a.g.e., s. 45.

[144] a.g.e., s. 47-48.

[145] “Budist düşünceleri kendisinde toplayan mistik bir hareketin adıdır. Bu hareket 1875 yılında New York’ta parlak bir zekaya ve ve tuhaf bir üne sahip mistik düşüncelere merak salan bir Rus olan Helena Petrovna Blavatsky tarafında kuruldu. Kendisinin büyük ruhani üstatlarla görüştüğünü ve evrenin sırrına vakıf olduğunu ve bu üğretiyi dünyada yayamak için görevlendirildiğini iddiâ ediyordu. Bu düşüncenin en önemli iddiâsı reenkarnasyon fikridir.” bkz. Migene Gonzalez-Wippler, Ölümün Ötesi, trc. Elif Kara, İstanbul 2004, s. 68-70.

[146] Migene Gonzalez-Wippler, a.g.e., s. 69.

[147] bkz. Bridey Murphy olayı. Migene Gonzalez-Wippler, a.g.e., s. 72.

[148] “Hakkında pek çok kitap yazılan Cayce’nin 2500 civarından kehaneti olup belli başlı öngörülerinden hiç biri merak uyandıracak ölçüde doğru çıkmamıştır.” bkz. Migene Gonzalez-Wippler, a.g.e., s. 71.

[149] Migene Gonzalez-Wippler, a.g.e., s. 90.

[150] Sinan Onbulak, Ruhi Ruhi Olaylar ve Ölümden Sonrası, İstanbul 1975, s. 337-343.

[151] Sinan Onbulak, a.g.e., s. 344.[152] Papus, a.g.e., s. 118.

[153] Papus, a.g.e., s. 126; “Vaktiyle bir kadın mirasına konmak için akrabalarından bir kaçı onu açlıktan ölüme terk etmişlerdir. Bu kişiler daha sonra aynen o kişiyi ölüme terk ettikleri şekli ile ölmeleri için tekrar reenkarne olmuşlar. Ancak merhametli Meryem ana ve atalarını bir duası ile yazgıları değişmiş küçük düşürüldükten sonra yaşamlarına devam etmek şeklinde hayatlarını sürdürmüşlerdir.”

[154] Şerafeddin Gölcük, a.g.m., s. 43.

[155] “Varlıksal İlkeler”, http://www.bilyay.org.tr/default_ic.asp?id=4&kat=2&sf=1.

[156] “Varlıksal İlkeler”, http://www.bilyay.org.tr/default_ic.asp?id=3&kat=2&sf=1.

[157] “Ölüm/Ölüm ötesi”, http://www.bilyay.org.tr/default_ic.asp?kat=2&id=8.

[158] Orhan Hançerlioğlu, a.g.e., s. 639.

[159] Seyyid Ahmed Müseyyer, a.g.e., s. 203.

[160] A. Bülent Baloğlu, “İbn Hazm’da Tenasüh Anlayısı”, s. 54; İsferayînî, et-Tebsır fi’d-Din, thk. Kemal Yusuf el-Hut, 1983 Beyrut, s. 136; Bağdâdî, Usûlü’d-dîn, Beyrut, 1981, s. 235.

[161] Ahmed Zeki Tuffâha, a.g.e., s. 97.

[162] İsferayinî, a.g.e., s. 136; Bağdâdî, Usûli’d-dîn, s. 235.

[163] Mustafa Aşkar, “a.g.m., s. 90; Bağdâdî’ Usûlü’d-dîn, s. 235.

[164] İsferayinî, a.g.e., s. 136-137.

[165] Be Carra de Vaux, “Tenasuh”, İA, İstanbul 1979, XII, 159.

[166] İbn Hazm, el-Fasl fi’l-Milel ve’l-Ahva ve’n-Nihal, Mısır, 1317, I. 91.

[167] İsferayinî, a.g.e., s. 137.

[168] İsferayinî, a.g.e., s. 137.

[169] İsferayinî, a.g.e., s. 137.

[170] “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir” el-Ahzâb 33/72.

[171] İsferayinî, a.g.e., s. 138.

[172] Bağdâdî, a.g.e., s. 240-245; Süleyman ez-Zahir, “et-Tenasüh”, el-Mevsûatü’l-Arabiyye, Dimeşk 2002, VI, 877; Seyyid Ahmed Müseyyer, a.g.e., s. 203; D. Gimaret, a.g.m., s. 182; Ahmet Zeki Tuffahe, “Reenkarnasyon”, ODMÜİFD, trc. Metin Yasa, sy. 10, Samsun, 1998, s. 450; Seyyid Hüseyin Yusuf, a.g.e., s. 346-48; Hasan Hanefî, a.g.e., s. 429.

[173] Ahmet Zeki Tuffahe, a.g.m, s. 447; Seyyid Hüseyin Yusuf, a.g.e., s. 371.

[174] Şehristânî, a.g.e., s. 182; Kürşat Demirci, a.g.m., s 331.

[175]Ahmed Zeki Tuffâha, a.g.e., s. 85.

[176] Bağdâdî, a.g.e., s. 243; İrfan Abdulhamid, Dirâsât, s. 83; Nasır b. Abdullah Gaffarî, Usûl mezhebi’ş-Şîa, II, 916; A. Bülent Baloğlu, “İbn Hazm’da Tenasüh Anlayısı” DEÜİFD, İzmir 1998, sy. 10, s. 54.

[177] Carra de Vaux, a.g.m., s. 159; İrfan Abdulhamid, Dirâsât, s. 83.

[178] Bağdâdî, a.g.e., s. 243; Mustafa Aşkar, “Reenkarnasyon (tenasüh) Meselesi ve Mutasavvıfların Bu Konuya Bakışlarının Değerlendirilmesi” Tasavvuf, s. 89.

[179] D. Gimaret, a.g.m., s. 182; Seyyid Hüseyin Yusuf, a.g.e., s. 75.

[180] Ahmet b. Yahya b. el-Murtaza, Tabakâtü’l-Mu’tezile, Beyrut 1961, s. 30.

[181] Bağdâdî, a.g.e., s. 131.

[182] Abdülaziz b. İbrahim es-Semini el-Musabî, a.g.e., s. 186.

[183] İrfan Abdulhamid, İslâm’da İtikadi Mezhepler ve Akaid Esasları, s. 64.

[184] İbn Sînâ, el-Adhaviyye fi’l-meâd, Beyrut, 1987, s. 95-96, 114, 120; Mustafa Aşkar, a.g.m., s. 88.
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst