Astral seyahat ve enerji bedenler

gümüş

Kayıtlı Üye
Katılım
11 Kas 2010
Mesajlar
1,683
Tepkime puanı
252
ASTRAL SEYAHAT

(OOBE: Out Of Body Experiment)



Yukarıda sözü edilen Kirlian Beden'in bir özelliği de bedenden ayrılıp düşünce ve istekle uzaklara gidebilmesi ve duyu dışı algılamalar yapabilmesidir. "Astral Projeksiyon" ya da "OOBE" yani "Bedensiz Astronomi" olarak da bilinir.

Parapsikolojideki üst başlığı DDA yani duyu dışı algılamadır. Bir başka türlü söylersek, astral projeksiyon, duyu dışı algılamanın bir türüdür.

Yazar bu konuda şunları söylemektedir: Bu bir "Uyanık uyku" bir başka deyişle "teyakkuz hâlinde güdümlü rüya" görmektir ki, buna en yakın anlatım bedensiz astronomi (OOBE) dir. Astral vizyon, gezici-durugörü falan da diyorlar. Clair-Voyance ya da astral projeksiyon, şuur projeksiyonu falan gibi yığınla adı var...

Bedensiz astronomi, uyanık düş olarak ve konferans biçiminde özgür katılımlarla bir arada olabilir. Bunun tek koşulu beynimizin hiç değilse dokuzda-ikisini çalıştırmaktan ibarettir."



Salt enerji bedenler:

A11) CİNLER



Parapsikolojide "Cin", "Peri" diye ne bir ana başlık ne de bir ara başlık görebilirsiniz. Bu iki kavramın sadece "Tekinsiz evler" konusunda birbirine teğetleştiği görülür ama getirilmeye çalışılan açıklamalar ise, genellikle cin üzerinden değil, hayalet ve hortlak üzerindendir. Olgucu bir yol izleyen parapsikoloji, "cin" deyiminden özellikle kaçınmaktadır; çünkü cini dinî bulmaktadır. Oysa, aslında bütün parapsikologlarda cin konusuna gizli bir ilgi vardır.

Yazar'ın cinlerine gelince (!) onun enerji beden ve cin üzerine söyledikleri, gerçekten de çok ilginç ve düşündürücüdür. Ona göre cinler vardır ve sırf enerji bedendirler. Yani bildiğimiz fizik-fizyolojik bedenleri yoktur. Bir bakıma onlar sırf nefistirler!



İnsan, Can ve Cin

17 Mayıs 2002 Cuma e-söyleşisinde Yazar, "Meleklerde ruh vardır, nefs yoktur. Bedenleri de hologramdır. Cinlerde ise, ruh vardır, nefs vardır ve bedenleri enerji tortuludur. İnsanlarda ruh vardır, nefs vardır ve ceset (maddî beden) vardır.

İlk Cin'in adı CANN idi... Bunu çoğu kimse “cin”in çoğulu sanır Arapça’da... Halbuki Cann Sanskritçedir. Malaya'dan Kürtlerimize kadar can, ruh anlamında kullanılır. Ruhun Sanskritçe karşılığı olarak Can, Farsça dahil tüm Hint dillerinde vardır.

CANN ile Âdem arasındaki fark şu: Cann'ın genlerinde adenin, guanin sitosin ve timin kombinezonları yok. Metan, amonyak, su buharı ve karbon oksitleri var. Farkımız bundan ibaret.

Cann; Ata cin.

Canane; Dişisi.

Cinsözcüğü de cennet ve cehennem gibi kök dilden mirastır.

Cenne: Saklı demektir.

Mecnunda buradan türetmedir. Canından geçmiş alamına gelir.

Cinnet, mecnunla bağlantılıdır. Mecnunlaşma, yani kişisel canın iktidarını cine bırakması, böylece geri çekilmesi, iyice gizli bir duruma gelmesi demektir.

Âdem ve Havva'nın öyküsü aynen Can-Canan arasında da vardı. Tek fark: Bunlar Cennet'te değillerdi; Dünya’dalardı. Cennnetten kovulmaları gerekmedi. Şeytan dışında hiçbiri cennete gitmedi. Bir istisna ile sadece bir kere olmak üzere en fazla 275 bin km uzaya, AY'a gittiler o da peygamberleri idi ve onları götüren mekanik melekler Mukarriblerdi. Kerrubiler, melekden ziyade bir araca benzerler. Âdem ve Havva'dan başka bir de Huriler Cennet'te yaratıldı. İlk iki cins yeryüzüne indiler. Ama cinlerin Âdem ve Havva'sı sayılan Cann ve Canan ise, dünyada yaratıldılar ve oradan hiçbir yere gitmediler" diyor.

Müslümanca söylemde bir "Emanet" kavramı vardır. Bu emanetin "Nefs" mi yoksa "Halifelik" mi olduğu, asırlardır tartışılır durur. Burada kendi yorumumu yaparak konuya geleceğim: Bana göre sözü geçen "Emanet", "Halifelik"tir. Ancak Tanrı insanın halifeliğini, onu "Nefs ve ene" tezgâhından geçirerek gerçekleştirmek istiyor gibi. Sanki kendi suretinde yarattığı insanı, Tanrı'laşması için eğitmek istiyor ve bu eğitimin temeli olarak da önüne ta kendiliği ve ta kendiliğe düşkünlüğü koymuş gibi. Bir başka deyişle insan, uzunca bir süre kendini "ayrıksı" bir varlık olarak algılayacak, uzunca bir süre bu ayrıksılığa düşkünlük gösterecek, sonunda bu ayrıksılığın sanal bir şey olduğunu fark edecek, böylece ilkin "Biz Cenneti"ne ulaşacak. Oradan alacağı uygun bir eğitimle de Tanrı halifesi olarak yönetime katılacak. Bu süreçler için öyle uzun zamanlar gerekiyor ki, bu zamanlar, bir insan ömrü ile tüketilecek gibi değil. Sayısız kültürleri ve kuşakları da içine alıyor. Böylece o bireysel bilinç, farkındalığını artırarak, ben dediğinde "her şeyi" kast etmeyi, "Benim" dediğinde, "Ben herşeyim" demeyi öğreniyor. Bu öğrenim tamamlandığında da Tanrı onu ayı ve yıldızları "musahhar" yani etkileyebilir, yönlendirebilir, yönetebilir kılıyor yani halife yapıyor!

Bu yorumun cennet ve cehennem kavramlarını içermediği açık. Bu yüzden de çok tartışılabilir bir şey. Ama hiç kuşkusuz yine de Kur'an'a dayanıyor.

Bu yorumu doğru sayıp insan üzerinden düşünecek olursak, nasıl bir insana halifelik emanet ediliyor? "Ben" dediği zaman, gümüş kordonunun öbür ucuna gidebilen yani Süper Uzay'a (Levhi mahfuza ya da Misâl Âlemine) açılabilen ve buradaki sonsuz kapasite ve bilgi adına davranabilen bir insandır bu. Halife işte bu insanın adıdır!

Cinlerin de bir "Gümüş Kordonu" olup olmadığını bilmiyorum! Ama Yazar'ın söyleminde olay şu: Tanrı yeryüzünde önce melekleri yarattı ve emaneti onlara vermek istedi. Kabul etmediler ya da taşıyamadılar! Sonra cinleri yarattı. Cinler bu emaneti kabul ettiler ama ego tiryakiliği onları saptırdı. Bunun üzerine Tanrı insanı yarattı yani cine fizik beden giydirdi. Onu gen temelleri bakımından da farklandırdı ama kökleri aynı tuttu. Böylece, enerji beden olarak cinden pek farklı olmayan can yani insan şimdi hâlen bu emaneti taşıyor. Yani nefsini aşarak hilafete erişmek üzere kitlesel olarak yolculuğuna devam ediyor.

Yazar'ın söylediklerine bakılırsa, bilinç ve nefs olarak insan yani can, cinle aynı kökenden geldiği gibi, terminolojik kökleri de son derece birbirine yakındır. "Can", "Cin", "Cenin" öz olarak, "gizli" demektir. "Cinayet" bile "öldürmek, öldürerek yok etmek" değil, etkisiz ya da görünmez kılmak demektir!

6 Ocak 2002 Pazar e-söyleşisinde Yazar, cinlere, cinlenmelere karşı, Kur'an okumanın nasıl etkilediğini açıkladıktan sonra, cin ve can sözcüklerini şöyle irdeliyor:

“La havle ve lâ kuvvete illa billahil aliyyil azim”: Allah'tan başka hiç bir kuvvet / erk yoktur. Âyetel Kürsi... İçinde cin kelimesi geçen Âyetler ve sureler onları çok etkiler... Düşünün en beğendiğiniz bir karşıt cinsten meselâ artist. Ona rastladığınızda etkilenirsiniz ama bundan daha etkili olan şey sözdür! O idealize ettiğiniz kişi, size doğru ilerliyor ve "Sizi sevdiğini" söylüyor... İşte bu şok edicidir. Kendinize gelmeniz birkaç hafta sürer... Sözkonusu Âyetlerin de yaptığı, böyle bir şoklama.

Enerji ve madde eşdeğerlilik ilkesi gereği, ikimiz de birbirimize eşit olduğumuzdan ikimizin de bilincine can deniyor. Can hem insanın hem cinin ortak nefsi'dir. Can; Farsça, Hintçe değil, her dilcedir."

Burada bir kafa karışıklığını dile getirmeme Yazar izin versin. Bir yerde canın bilinç olduğunu söylüyor. Buna göre nefs denince bireysel bilinci mi anlamamız gerekiyor? Yoksa ondaki "ayrılığa ve aykırılığa düşkünlüğü" mü anlamamız gerekiyor? "Aykırılığa düşkünlük" bana varlıksal değil "ahlâkî" görünüyor. Öncelikle nefsi enerji beden mi, bilinç mi saymalıyız? O zaman da enerji bedeni nefs saymamak gerekir. Umarım Yazar bu söylediklerimle ilgilenir ve bir açıklama getirir.

Aynı tarihli e-söyleşide, Kur'an'ın cinleri nasıl etkilediğini anlattıktan sonra, can ve cin sözcüklerine getiriyor sözü ve şöyle diyor: "Can, cen, gen, genom, genial, genius, gon, genetik, cennet, cenin, jen, gen, gin, genii, gene... hepsi cin demek.

Can: Gen. Genociyd (soykırım) dolayısıyla gen, soy da demek. Soy da kalıtım (genom) demek değil mi?

Gen de can da gizlidir.

Cen-net: Gizli ülke, gizli bahçe demek.

Generation: Kuşaklar boyu genlerin ardışması demek. Üstelik her dilde var.

Arapça cann, cin kelimesinde olduğu gibi, Yahya kelimesinde de sakılıdır. Saklıdır çünkü Yahya (muhyi), hayat veren demektir. Yahya Allah'ın isimlerinden biridir. Bu ismi Yahya'ya vermiştir... John the Baptist, St. Jean, Juan, İvan, İan, Johannes, Ohannes, Hannes ve Yazar ve Joao, Janos (Yanoş), Gian-Gianni.

Dünyada ismi en çok kullanılan elçi Yahya'dır.. "Johnny go home! Germen Dei, İvan go home!" derken de, Almanlar ile Yazar'lar diye dalga geçerken de, Jean Clod Van Damme derken de, Don Juan, İan Fleming derken de biz sadece ve sadece can diyoruz; yani Yahya'nın adını kullanıyoruz.

Sizlere ben hanifcan da diyorum... Hanifliğe can vereceğinizi bildiğimden.

Yahya-can-Johannes-Yazar. Benim bile adım Yahya bakınız. Dünyanın en yaygın ismi... Türkiye'de bile yeni kuşak çocukların tümü can üzerine isim alıyorlar. Can ve Cem moda oldu... İkisi de Yahya."
Yazar, bu terminolojik kök birliğinden başka insanla cin arasında ontolojik yakınlıklar da kuruyor. Bant:1 C:2 S:70'te "İnsan akıllı maddedir. Bu akıllı madde ışık hızına ulaşmışsa akıllı enerji olur. Akıllı enerji ise, cindir. Cinler, bedenleri ışık hızında hareket edebilen akıllı varlıklardır" diyor.
Bant:2 C:1 S:66'da ise "Işık hızıyla giden ikizimiz cin olmuştur" diyor.

Bu benzerliği bir e-söyleşisinde şöyle dile getiriyor: "Cin şudur: Alın insanlardan bir kısmını, ışık hızıyla iteleyin. Madde iken enerji olacaklar. Enerji insanlara Cin deniyor. Bir de bunun tersi tabii, yavaşlatılmış enerji cinlerine de insan deniyor. Aramızda pek fark yok.

Cin ve insan aslında bir tek varlığın "iki ayrı hızdaki" görüntüsüdür. Daha hızlı olanına Cin (Enerji), diğer yoğun (Madde) olanına da insan deniyor. Yani ikimiz de aynı malız:

E (Cin)=M (İnsan)x C² den ibaret. Yani E=M gibi düşünürsen, cin ve insanın mayası aynı... ışık (Enerji) tastamam C=300 bin km/s hızla gider. Işık ne yavaşlar, ne de hızlanır. Yani asla Cinler ya da ışık yavaşlamaz ve hızlanlmaz.

İnsan (madde ya da Proton) yavaş gider ve yoğundur, bir bedendir. Cin, elektron bulutu olarak enerji, hızlı hareket eder ve protonun bedenin çevresinde bir nefs kabuğu oluşturur."



Yazar'ın Kur'an odaklı Cin söylemi:

Cin konusunda Yazar Kur'an'a yaslanmakta ve ağırlıklı olarak oradan çıkarımlarda bulunmaktadır. Tabi herkes sakız çiğner ama ustası bir başkadır. Yazar'ın Kur'an çıkarımlı Cin yorumu da bu yüzden ilginçliğini sürdürmektedir.

Onun Kur'an yorumlu Cin bilgilerine göre, cinlerin dumansız ateşten yaratılmış olmaları, enerji bedenli olmalarının işaretidir. Onların enerji beden yapıları, evrenin çeşitli düzeyleri ile ilişki kurmalarına olanak sağlamaktadır. Örneğin, bir zamanlar takyon âlemine de uzanarak üst melekler katını yani "Melei Âlâ"yı dinleyebiliyorlardı. Buradan Şihablarla yani kozmik pirimerlerle taşlanak kovuluyorlardı.

Bu taşlanma ve Şihap konusunda 30 Kasım 2001 Cuma e-söyleşisinde şöyle diyor: "Bu ateş topları"yüksek elektromagnetik alanlar, onbinlerce yıldırım şimşek potansiyelindeki voltajlar. Bunlar madde olsalardı, bizim gibi halim selim olacaklardı ama patlamaya hazır bir enerji hepsi. Zamanları bizden 14 kez genleşiyor. Tunguska olayı, bir şihab olayı. Bunlar, gramın onmilyarda biri ağırlığnda, hidrojen atomunun yüzde-biri büyüklüğünde bir tek şihab. Bir başka deyişle, kendine sığamayan mini karanoktalar... İyi ki iki tane düşmedi! Değil Tunguska, Kuzey Yarıküre kül olurdu."diyor.

7 Ekim 2001 Pazare-söyleşisinde ise, şunları söylüyor: "Gökleri dinlemek cinlere yasaklanmıştı. Melei Ala'daki güvenli (nötr) bölgelere gittiklerinde onları kovalayan şihab denen mermilerle ölüyorlardı. Bu ânî değişiklik yüzünden cinlerin dört ileri gelenleri devriyeler çıkardılar. Devriyeler tüm dünyayı gezerken (ışık hızına yakın bir hızda dünya bir çırpıda gezelebilirler) bir devriye Mina dağında şihaba tutuldu (Taşlandılar). O zaman tek emin yer olarak Arafat'a sığındılar. O sırada Rasulullah Fatiha'yı okuyordu. Cinler, kendilerini kovalayan şihablardan korunmak için hızlarını düşürmeye başladılar. Yani Rasulullah'ın hemen yöresindeki bir halkaya en emin yere yöneldiler. O korunma küresine yönelirken hız düşürdüler. Yani serbest elektron gibi, katod ışınları ya da beta ışınları gibi gideceklerine, bir elektronun çekirdek etrafına bağlanması olayını yaşadılar.

Onlar yukarıdan aşağıya indiklerinde okunan Fatiha "İlham ettik....." biçiminde iken tam elektron zarfı oluşturduklarında Fatiha değişti yani insanların anladığı gibi anladılar. "Hamdolsun Âlemlerin Rabbine, din gününün sahibine diye..." Buna çok şaşırdılar. Nasıl oluyor da bu okunan şey, yukarıdan aşağıya (lineer) ayrı, ve elektron olasılık bulutu olarak membran olduklarında ayrı bir anlam veriyordu. Bir elektron bulutu gibi üstüste bastırıldılar. Bunlara Hadis'lerde "Züd Ricali" ya da "Keçe gibi sıkışmışlardı" deniyor. Yani yörüngelere oturmuş elektron orbitleri.

Yani öyle bir evrensel dil oluşmuştu ki Kur'an'da, Cinlere ve insanlara aynı anda hitap ediyordu. İnanılmaz bir mucizeydi bu. Şaşkınlıktan hayretten koştular ve reislerine (Klan başkanlarına) şöyle dediler, "Doğrusu biz çok hayret verici bir Kur'an (Okunan) dinledik." Ve daha bir sürü şeyler konuştular. Bu arada elbette bütün cinler kurultayı bu işi çok merak etti. Hepsi Rasulullah'ın olduğu emin beldeye (Güvenilir bölgeye, Hira'ya) koştular. Bu sefer ikinci kez şok oldular.

Cin Suresinin birinci âyeti: De ki, hakikat bir takım cinnin Kur'ân dinleyip de ºöyle dedikleri bana vahyedildi. ªüphesiz biz, hayret verici bir Kur'ân dinledik.

Cinler neye hayret etmişler gördünüz mü? Hem insanlara hem cinlere iki ayrı dile aynı anda hitap eden bir kitap. Dolayısıyla Kur'an onların da kitabıdır. Daha önce, Tevrat ve İncil böyle değildi. İkinci olarak şok oldukları ise şuydu: Bir gün evvel aralarında konuştukları ve hiç bir insanın duyması mümkün olmayan sözleri, Rasulullah bir bir sayıyordu. Yani dün aranızda konuştuğunuz bazı şeyleri, gizli şeyleri, benim burada saymam gibi... Buna şaşırmaz mıydınız?

Fatiha'yı anlatırken, bu sefer de cin suresi gelmişti. Cinler o zaman tam abondone oldular. Çünkü cinlerin milyarlarca yıllık tarihlerinde ilk kez göklerdeki mevkiler yasaklanmıştı. Cinler tarihinin en büyük olayı, Atlantis batması, Nuh Tufanı gibi... Bu olay o kadar önemliydi ki... "

Yazar, Hz. Muhammed'in cinlenmesine ilişkin o eski dedikoduya karşı da 30 Kasım 2001 Cuma e-söyleşisinde şunları söylüyor: "Rasulullah cinlerin de peygamberi olduğu hâlde hayatında bir tek kere cin görmedi. Görseydi mecnun olacaktı. Yani "Rasulullah" olamazdı. Bunlar o kadar zararlılar ki, Allah, liderleri olan Rasulullah'a bile bir tek cin göstermedi... İlginç değil mi?"



Ay ve Cinler:

İçimizde Ay'a çıkılan günleri anımsayanlar var. Benim gibi bir çok maydonoz da sonraki yıllarda bunun üzerine yazılan yazıların, yapılan dedikoduların haberlisi. Ben o günlerden önceki yıllarda da Ay'da insan yüzüne benzeyen bir tepenin varlığından, bu insan yüzüne benzeyen oluşumun varlığından haberliyim. Bir önceki kitapta da bu insan yüzlü tepeden söz etmiştik. Sevgili Yazar, bu tepeyi Cinlere bağlayarak şöyle anlatıyor:

"Cinlerden bir grup Ay'a gitmeyi dilediler. O dönemde Ay manyetosfer içinde kalıyordu. Buna rağmen yoğun şihab akışı vardı. Dünya'da henüz insan yoktu. Cinlerin Ay'a gitmeleri, manyetik akıları (emin beldeyi) izleyerek ve Ay bu rotanın tastamam yoluna çıktığında gerçekleşmişti.

Cinlerin salihlerinden oluşan bir astronot grubu, bu rotayı izleyerek yola çıktı. Dünya’da iddia şuydu: Ay da "Güneş" gibidir, ışık kaynağıdır" deniyordu. O zamanlar yeryüzünün sakinleri (ve halifeleri) cinlerdi. Cinlerin salihleri hakem olarak Ay'a gitmeyi denediler. Allah'tan izin çıktı ve şihablar bir süre için durduruldu. 5 adet Cin reisi Ay'a sağsalim ulaştılar.

Cinler için oksijen şartı yoktur. Ayrıca ışık hızıyla gittiklerinden 275 bin km ötedeki Ay'a bir tek saniyede ulaştılar. Doğal olarak kendileri bir araç olduklarından, bir gemiye ihtiyaçları yoktu. Bir UFO biçimi alarak kendileri uzaya yolculuk yapabilmekteydiler. Ancak nice sonra insan yeryüzü halifesi olunca, gökler yasaklandı. Göklere şihab atıldı ve bir daha da dinleme mevkiilerinden öteye geçemediler. Artık Ay'a gitmek işi insana bırakılmıştı. Ve insanoğlu Aldrin-Armstrong ile Ay'a gitti. Bu gelecekteki bir kolonizasyonun ilk adımıydı.

Ay'a ilk olarak cinler gitti. Zaten Kamer Suresi de Cin Suresi gibi daha çok cinlere yönelik bir sure. Cinler Ay'da bir işaret olarak bir tepe yaptılar ve insan yüzü biçimi verdiler. Aslında Cin yüzü, aramızda fazla bir fark yok. Onlar enerji biz maddeyiz. Yüzlerimiz de genel hatlar olarak çok benzemektedir. İki göz, burun ve ağız, yanaklar, baş, çene, burun delikleri, kulaklar, vs. dolayisiyla temelde bir biçimiz.

Kendimizi proton farzedelim. Eger bu protonu hızlandırırsanız, biçimini korur ama transformasyona uğrar. Yani elektron gibi bulutsu olur. Çünkü E=mc2 uyarınca madde (insan) ve enerji (cin) eşdeğerdir; birbirine dönüştürülebilir. Yani bir insan ışık hızına hızlandırıldığında az ve seyrek bir madde kıvamında Cin olur. Bir cin de yavaşlatıldığında insan gibi olur."



Cin türleri: Periler, İfritler ve Şeyatîn

Yazar'a göre, insanla cin, elektronla foton gibidir. Bir elektron ya da insan ışık hızına doğru hızlandırıldığında, foton dünyasına dalar. Işık hızı aşıldığında ise, Gri Hiçliğe yani Süper Uzay'a ulaşır.

Yazar, 6 Şubat 2002 Çarşamba e-söyleşisinde, "Şimdi anlatacağım şey çok ilginç gelecek: Eğer Târık denen o araçla ışık hızında giden biri (bu kez bir insandan söz ediyoruz) ışık hızına doğru hızlandığında, önce elektron ailesini kateder (cinleri görür), o güne kadar fark edilmeyen bir oyuk dünyaya (ki gök deniyor) gireriz. Oranın ahalisi ise o hızda hareket eden cinlerdir. Bize ilk rastlayanlar, relativite nedeniyle boyu çok uzamış görünen ifritlerdir. (Ephrates) Kızıl grup Ahmer, bizden hızla uzaklaştıklarından kızıl görünürler. Periler (fairy, fairies) ise, Ebyad (Beyaz) grubundandır. Cinlerin ırkları,renkleri, renkleri ise hızları ile ilgilidir.

Daha hızlandığımızda, bu kez daha ilginç bir şey olur: Gri bir hiçliğe geliriz. Artık madde ve beden bitmiştir. Kendimizi saydam-suptil-seyyal olarak görürüz. Alında bir göz daha belirir. Bu gözle, gümüş kordon bize apendis ile bağlı görünür ve doğrudan göbek çukurumuzda algılanır. Kaburgaları görürüz ama altın renklidir, içinde ise, türkuvaz bir aura belkemiğini görürüz" diyor.

17 Şubat 2002 Pazar e-söyleşisinde aynı konuda konuşuyor ve; "Kurşuni hiçliğe kadar yığınla ara-fazlar vardır. En düşük faz kızıl renk bölgesi (Ahmer) fotonlarıdır. Bunlara Ephrate denmektedir, uzun ve ince boyludurlar. Yeşil renk bölgesi ise en normalidirler. Bunlar bitki rengindedirler ve kendilerine LGM denmektedir. Kızıl ifritlerin tersine, yeşil küçük adamlar, raşitik tiplerdir. Koca kafalı, cılız bacaklı, bir metreden daha kısa ve kızıl gözlüdürler. Bu enerji insan grubu kendisini "Uzaylı/Alien" diye yutturmaktadır, yutanı da çoktur. En kısa olanlar da en hızlılardır ve mor renkli olduklarından beyaz görünürler (İslâmi kaynaklarda Ebyad, Ebyaz diye geçerler), parmak boyundadırlar. Orman gnomları ya da Alğul (Umacı, Gullies) denmektedir."

"Cinlerin ırkları (çeşitleri) renklerine göredir. Renkleri de hızları ile ilgilidir. İnsanlardaki renkler genetik'tir. Cinlerdeki renkler ve boy ise, hızlarından kaynaklanır. İşte bunlar foton âleminin sakinleridir diye düşünelim... Ancak elektron âleminin sakinlerinden biri hızlanmıştı ya, hep cinler çarpacak değil; bu kez o gidip cinlere çarpar. Artık foton elektron koparmaz, tersine elektron foton koparır. İnsanoğlu Cin'i çarpar bu kez... Böylece bindiğiniz Târık, önce o Kafdağı’na çarpar. Eğer acemi ufonot iseniz böyle kazalar kaçınılmazdır. 51.bölgedeki UFO da böyle bir kazanın kurbanı.

Enerji ve madde arasında da böyle trafik kuralları ve sinyalizasyonları vardır. Kırmızı ışıkta siz duracaksınız cinler geçecek, Yeşil'de siz geçeceksiniz onlar duracak. Bunun adı da “iyi saatte olsunlar“ olacak... Bu deyimi anımsadınız mı?

Kırmızı-Yeşil trafik lambasının adı sadece... Madde ve enerji eşdeğerdir, birbirine dönüşür (E=mc2). Dolayısıyla madde çok yoğun enerjidir. Enerji de çok seyrek bir maddedir. İnsanlar çok yavaşlatılmış cinlerdir. Cinler ise çok hızlandırılmış insanlardır. Bu dünya maddîdir, yavaştır ama hızlandırılmış bir enerji-dünya (Kaf dağı) da vardır. Onu görmek için 14 faktörü gerekli.

14 faktörel sayı şudur: İkizler düşünün (aynı günde doğdular) biri elektron (madde hızında), diğeri ise hızlı (enerji hızında). Aralarında bir tek “tik-tak”a karşın, ötekinin 14 “tik-tak”ı vardır (“Tik-tak” burada zamanın işlemesi anlamında). Hızlı olan bir yıl yaşlanırken; yavaş olan ikiz ise 14 yıl yaşlanmaktadır. Bu senkron genleşmesi nedeniyle 14 yaşındaki hızlı biri on yıl boyunca uzayda yol alsa otuz yaşında eve döndüğünde ikiz kardeşinin 10x14 yıl=140 ve 140+20=160 yaşında olduğunu görecektir. 30 yaşa karşı 160 yaş ve bunlar ikizler..." diyor.

Kur'anda Süleyman Peygamberin cinlere kutsal mabedi yaptırması anlatılır. Yazar onlar için "İfrit" diyor. O ünlü sopaya yaslanma öyküsünü de anlattıktan sonra, ifrit cinlerinin de imanlı imansız ayırımını yapıyor. Buradan da anlıyoruz ki, Hz. Muhammed'in Cinlere Kur'an okuması, onların da Müslim ve Gayrı Müslim olarak çeşitlendirilmesini beraberinde getiriyor.

7 Temmuz 2002 Pazar e-söyleşisinde, Süleyman Peygamber'in öyküsünü anlatırken

"İmanlı olan ifritler o Âyette geçmiyor. Onların kâfir olduğunu yazıyor, fakat Süleyman'ın kafir olmadığını yazıyor Kur'an'ımız..." diyor ve ekliyor:

"Onlar Cindiler. Nasıl cinler? Şeytanlaşmış karakterde... Pekiyi İfrit olduğunu nereden biliyoruz? Dalgıç ve ağır işçilik yapmalarından (Ephrates: İfritler/Fırat cinleri). Bunlara "kafrit" de deniyor (Kaf dağı ifritleri). Yani bu cinin ifrit ırkından olması demek" diyor. Yine Yazar'ın değerlendirmesine göre, Süleyman'ın cinleri ifrit, bir başka deyişle, kafdağı kategorisinden ayrı bir ırk. En yavaş (Dolayısıyla en uzun boylu) cin ırkı. Hızlarına göre renkleri ve boyları var. Yani insanlarda ırklar Mongol, Kafkas, Afrikalı vb. iken, onlarda"Kırmızıdan Mora doğru ışık hızı gamları içinde renkleri ve boyları vardır. En hızlıları GNOM'lardır ve bir karıştan küçük görünürler. En uzun ırk Ohmer, Ahmer yani Kırmızı, kızıl yani hızca en düşük olanları. Arapça Ahmer kırmızı demektir, bilirsiniz." diyor.

Sonra ifritler hakkında şu bilgileri veriyor:

"En yavaş enerji biçimine İfrit ırkı deniyor. Boy çok uzuyor (relativite etkisi), derinlere inebiliyorlar (Dalgıçlık effekti). Maddeleşmenin sınırında bir ırktır ifritler. Hızlı cinlerin boyu parmak kadar kısalır (Gnomlar, LGM'ler vb.), bu da relativistik hız etkisindendir. İfritler siyahtır (İnfrared, aslında Ahmer yani kırmızı ama, bizim gözümüz onları siyah görür). Büyüleri gerçekleştirenler ebyad ırkıdır (Beyazlar). Bunlara tılsım bekçisi de denir, süfli müekkil falan da denir, duymuşsunuzdur. Özellikle Ebyad sınıfında tılsım (Talisman) bekçilerine "Hannas" denir" diyor.

Cin türlerinden söz ederken Yazar'ın elektriği de ölçüt aldığını görüyoruz. Buna göre, cinler canlı enerjiler oluyor ve elektrik yükü olan cinler ve yüksüzler olarak ikiye ayrılıyor. Elektrik yüklü cin, peri gibişeyler olurken yüksüz cinler, Nötrino cinleri adını alıyor ve "Şeyatîn" olarak adlandırılıyor.



Gök Cinleri: Kaf Dağı ve İfritler

Yukarıda kısaca da olsa ifritlerden söz ettik. Yazar bunların "Gök Cinleri" olduğunu söylüyor. Acaba ne demek istiyor?

Birinci kitapta Hızır Tezkiresi'nin batı biliminin gelişmesine nasıl gizli bir rehberlik ettiğini anlatmıştım. Kaf Dağı ve İfrit deyimlerinin o tezkireden geldiğini biliyoruz. Bağdadî, Hızırla yaptığı evren gezisini anlatıyordu orada. "Üstü TA-HA, altı YA-SİN'dir evrenin" diyordu. İkisinin arasında, aslında beyaz olan ama kahverengi görünen ince bir arakesitten söz ediyordu. Kaf Dağı bu bölgede gördüğü farklılaşmış bir bölgenin adıdır. Burada yaşayanlara da İfrit diyordu.

Modern Quantum Fiziği'nin "Quarklarda Renk Dinamiği" konusu, bu kahverengi arakesite ilişkin bilgilerden başka bir şey değil. Ne ki, bu arakesitte yaşayanlara ilişkin modern fiziğin herhangi bir bulgusu yok. Olmasını beklemek de şimdilik erken görünüyor.

Peki Yazar'ın bu konudaki bilgisi nedir?

Yazar bir durugörür (Keşşaf-Clairvoyance) değil. O Kur'anî bilgin olarak, hızlı bir çıkarımcı ve kuramcı. Dolayısı ile onun bu konularda da söylediği ve söyleyeceği Kur'an ve Tezkire çıkarımları olmayı aşamaz. Yine de "İfritler" konusunda yapmış olduğu yorumlar içinde, ifritlerin nitelik ve işlevlerini, yukarıdaki kısa değinmelerle anlattım. Şimdi sözü edilen cin ve ifritleri, Yazar'ın oluşturduğu o "Büyük Evren Şeması"nda yerlerine oturtup zihinsel bir rahatlama sağlamaya çalışayım:

Her ne demekse, hız arttıkça kitle enerjiye dönüşür. Bu yüzden, normal hızındaki bir elektrona gözlemci olarak yerleşebilseydik, oradan dünyayı koca bir bulut gibi hatta içinden geçebileceğimiz bir bulut gibi görürdük. Yani dünya maddiliğini kaybederdi. Alıştığımız görüntü kaybolur yerine "Ye'cüc–Me'cüc" ya da yeryüzü cinlerinin yaşadığı dünya ortaya çıkardı! Açıkçası cinlere karışmış olurduk.

Daha da hızlanınca dünyanın yerinde yeller esecektir! Dünyayı kuşatan gök, çepeçevre bir zemin hâline gelecektir.

Elektronun hız limitinde dünya gider yerine bir boşluk gelir. Sonra o boşluk gider yerini başka bir dünya alır. Aslında, içindeki bir gezegende yaşadığımız ve fark etmediğimiz başka bir dünya, başka bir küredir orası.

Biz dünyada bir kürenin dış yüzüne basarız. Kendi üzerine katlanmış küresel bir yüzeydir bu. Ama hızlanarak vardığımız yerde bir başka kürenin içine girmiş oluruz ve bu kürenin yüzeyine ayaklarımız içinden dışa doğru basar. Dünyada başımız uzaya doğru bir yön izlerken, burada başımız, bu yeni kürenin daha doğrusu bu yeni gök kürenin merkezine doğru olur. Bu, "oyuk" bir dünyadır ve bilim buna "Hohl welt" yani "oyuk dünya" demektedir. İşte bu gökteki oyuk dünya,hızlandırılmış aracımızın inebileceği somut bir yerdir. Böyle bir yerin adı ve ahalisi de vardır: Kaf dağı ve ifritler! Ya da Gök Cinleri!

Gök cinlerinin dev gibi olmalarına karşılık, yer cinleri cüce sayılabilecek kadar küçüktürler.

Hızımızı artırdığımızda, buradan da çıkarız. Yolculuğumuz zamansız bir ortama, Süper Uzay'a, Takyon-esîr âlemine ya da "Gri Hiçlik" denen bölgeye kadar gider. Burası aynı zamanda Arş'tır. Daha da ilerisi vardır ama Yazar ilerisi için yani Kürsî quantlarının oluşturduğu dünya-âlem için bilgi vermemektedir.

Sonuçta Yazar'a göre, yedi yer ya da yedi gök kavramına ulaşırız. Şu gök oyuğundan bu gök oyuğuna geçmektir, hızlanmakla yaptığımız iş! Çarpıcı bir deyimle, hızımızı yeteri kadar artırdığımızda, gökyüzünde bir yer altı mağarası bulmuş oluruz!

Hız arttıkça dalga boyu küçülür, dalga boyu küçüldükçe frekans artar, frekans arttıkça, yedi kat aşağı ve yedi kat yukarı bir gök kurgusuna ulaşırız. Yazar'ın evreni bu temel modele dayanır. En tepedeki gökte (kürede) dalga boyu mutlak sıfıra ulaştığında, eksili artılı, pozitifli negatifli, antili evrenler ve paralel evrenler biter o sonsuz özenerji olan Nur başlar. Arş bile o nurun alt düzeylerinde bir yapılanmadır.

Kaf Dağı ise, bizim fizik evrenimizden çıkıp, salt enerji bedenlilerin yaşadığı, Uzay'la Süper Uzay arasındaki Kahverengi olan o ince arakesittir. Yazar'ın Gök Cinleri ya da "İfrit" dediği cin türlerinin yaşadığı yer burasıdır.



İnsan ve cin etkileşimi

Yukarıda değindiğimiz gibi, yeterince hızlanan elektron fotonu etkiler. Bu insanın cini etkilemesi ya da "çarpması" demektir. Yazar, iki dünya arasında uyulması gereken bir trafiğin olduğunu söylüyor. Normal zamanda foton elektron koparır. Yani cin insanı etkiler ama hızlanmış bir elektron ya da insan, hızı arttıkça inceleceğinden, artan hızın ya da ulaşılan incelme-küçülme düzeyinin bir yerinden sonra cini çarpar! Bu hızları yakalamış bir teknolojimiz olmadığına göre, biz cinlerin insanları etkilemesine bakalım. Yazar bu konuda şöyle diyor:

"Serbest bir elektron gibi bir cin varmış. Bir gün dünya güzeli bir P kızı görmüş ona âşık olmuş ama p (proton) çok çooook yavaşmış. Elektron da hızını asla düşüremezmiş. Elektron bir çözüm bulmuş... Sevgilisinin çevresinde bir çember çizerek ve ışık hızıyla hareket ederek sevgilisinden ayrılmamayı becermiş. Cinlerin insanların bazılarını etkilemeleri işte bu yolla oluyor. Yani bir cin ve insan asla evlenmez. Birbirlerine maddi âlemde dokunamazlar bile. Fakat Cin ışık hızıyla o insanın çevresinde yörüngeye oturunca, sadece o uğramış kişi o cinni görür. Hatta evlenenleri bile var sanal âlemde..." diyor. Sonra da cinlerin insanları etkilemesine örnek olarak cinlenme, uğrama, yel, karabasan ve parapsikolojik görünümlü olayları gösteriyor.

Hangi kategoride bir buluşma, ilişki ya da etkileşim olursa olsun, bunların sonunda insanın daima aleyhine sonuç verdiğini söylüyor. Ya korku sahneleri yaşıyorsunuz ya da ilerleyen bir nevroz seyrinde, çeşitli düzeylerde ruh sağlığınız bozuluyor. Bunun nedeni, Nefsin de Cinin de Şeytanın da nevrotik yapıda olması.

Şeytan sadece vesvese verir ve güç iştahını kışkırtırken, Cin umulmadık hatta bazen şizofreni ve paranoyaya yol açan duygu ve düşünceler aşılayabilmektedir. Bu duygu ve düşünce aşılama işi, özellikle "Cinlenme"de ortaya çıkar. Ona göre cinlenmenin mekanizması şöyledir: "Cinler yavaşlamazlar (Işık da yavaşlamaz ya). Cinler, biz toprak (Proton) çevresinde elektron bulutu olarak yer alırlar. Yani yavaşlamadan uydumuz olurlar. Ama öncelikle, onlara (Hipnozdaki gibi) teslim olmak gerekiyor. Yani bu insanın rızasından kaynaklanmaktadır."

"Uğrama" ya da "Cinlenme" konusunda Yazar şunları da ekliyor: "Hızlı olan cinler insan beynini işgâl etme ve kullanabilmede daha avantajlıdırlar. Biz (madde) onlara (enerjiye) vesvese ve vehim veremiyoruz, ama onlar verebiliyor. Dolayısıyla beyne hakim olmaları daha kolay. Birçok ruh hastalığının nedeni bu Şeytanî telkinlerdir (paranoya gibi).

Akıl hastalıkları Allah'tandır ve kişi sorumlu değildir. Akıl hastaları, çocuk kadar saf ve günahsızdır ama psikopati, psikoz vb. psikolojik hastalıklarda cin etkisi vardır. Elbette buna bizim vücudumuz da katılır (örneğin pisko-nevrozun siniri ilgilendiren bölümü gibi). Paranoya gibi bir psikozda insan kendi başına vesveseden etkilenirken, psikonevrozda kendi katılımımız da vardır. Histeris (isteri ve tetari) ise, cinlerin sinir sistemine etkilerinden meydana gelmektedir. Nörolojik tarafimız elektriksel (pion elektriği) olduğundan romatizma, lumbago, siyatik, gut vb. gibi acılı rahatsızlıklar ise, Yel adını almakta ve Cin denen enerjinin etkisiyle oluşmaktadır. Ama bunlar tedavi edilebilir. "

Yazar'ın cinlenme ve yel konusunda getirdiği bir diğer açıklama denemesi de şöyle: "Bir cin normal olarak ışık hızına en yakın hızda seyreder (Beta ışını). Ama bir insana (protona) bağlanması gerektiginde, hızını hiç düºürmeden elektron yörüngesi olarak o kişinin çevresine (Nefs kabuğuna) yerleşir ve bir tür senkronize yani eş anlı olur.

Halusinasyon sandığımız çok şey, aslında "cinlenme"dir. Hatta cinlerle evlenme gibi olaylar da vardır. Bunlar aslında bir ZÜD olayıdır. Cinler, hızlandırılmış (enerji) insanlar olduğu için, insanlara âşık olabilirler. Dişisi insan erkeği ile ya da tersine erkeği insan dişisi ile "Sanal" evlilikler yapabilirler. Beyindeki seks merkezine doğrudan elektrik akımı vererek, (Pion elektriğini tersyüz ederek, akma yönünü tersindirerek) sanki bir gerçek evlilik yaşıyorlarmış gibi cima ilişkisi kurabilirler. Eğer bir insana göz koymazlarsa ama büyü vb. gibi bir işe amade olmuşlarsa arkamızdan hızla gelen ve bizi hızla geçen bir araba gibi zamanda geriden-ilerimize doğru yol alırlar. Bir hizaya geldiğimizde "Bir an, direksiyonda oturan iki sürücü" birbirini görmüş olur. Burada sanki biz bisikletliyiz, o da Porsche gibi... Bizi geçince onun rüzgarından etkileniriz. Böyle bir olaydan sonra halkın "yel" ya da "uğrak" dediği nörolojik bir çok hastalık ortaya çıkar. Gerçekten de Rhumatizma, Siyatik, Gut gibi sinir sistemi hastalıkları ve kısmî felçler içeren (apopleks) durumlarda cin etkisi vardır. Gelecekte, bunlar (enerji insanlar) kanıtlanınca, Allah doktorlara yardım etsin. Çünkü tıpta parapsikoloji alıp yürüyecektir."

Cinlerle zihin yoluyla temasın en tipik örneklerinden biri de "yarı uyanık felci" denebilecek olan "Karabasan"lardır. Yazar şöyle diyor: "Cinler, bizim yatay (ceset) ile dikey (bilinç) arasında 45 açı derecesi bir polarizlenme bölgesinde yer alıyorlar. Hem meleklerle hem bizimle sınırdalar. Onun için gökleri dinleyebiliyorlardı.

İşte bu 45 derecelik açı oluşturan polarizlenme durumunda karabasan gerçekleşiyor. Uykuya dalarken ya da rüya içinde ortaya çıkıyor. 45 derecelik açığa yerleşen cin, adeta kataleptik bir durum oluşturuyor. Donup kalıyorsunuz. Kıpırdayamaz oluyorsunuz. Buna gölge oturması, karabasan, albastı, lohusa humması falan da diyorlar. Kıpırdattırmaz sizi ve bildiğiniz bütün duaları okursunuz adeta... Lohusa humması, göğüslerinden mikrop kapan kadınları kastediyorum, onlara da albasan/albastı geliyor ve onlar bunu görüyorlar. Ancak vücut ısımızın 40 üstünde olması koşulu var. Böyle ilginç ilginç cinnî hastalıklar var işte...

Akıl ve Ruh hastalıklarını Kur'an kesin ayırıyor. Cinli olanlara Mecnun diyor. Mecnun, Cinlenmiş demektir." Yazar'a göre bu durumlarda"El Fettah'ı okuduğunuzda hemen bırakıyor. Fettah, açan, genişleten demek. "Ya Fettah" derseniz, anında bırakıyor. Hatta sadece Fettah derseniz de..."

Şimdi insan ve cinin ilişki ve iletişiminde bir başka biçime gelelim: Parapsikolojik görünümlü olaylar!

Bunların başında "Ruh Çağırma Seansı" denen "Cin Daveti" gelir. Yazar'a göre cinlerle bağlantı, elektron kabuğu olarak cindara ya da medyum denen cinliye yerleşik olan Cin irtibatı ile oluyor.

Bu söylenenlerden de kolayca anlaşılabileceği gibi, Yazar ruh çağırma seanslarında ortaya çıkan olayların da cin işi olduğunu söylüyor. Özellikle ektoplazmik olaylara getirdiği açıklama, oldukça çarpıcı görünüyor. Çarpıcı ve çökertici; çünkü "Ey ruh, geldin mi"cilerin de resmi kariyer sahibi parapsikologların da bu konuda ileri sürülmüş açıklamaları yok. Yazar'ın doğru söyleyip söylemediğini bilmem ama ilk kez açıklama getirdiği için, sayı farkı ile önde olduğu söylenebilir.

"Hani cinler ruh diye geliyorlar ya o resimlere bakın. Dikkat edin, yama gibi dururlar; çünkü ektoplazma denen bir ara beden, tıpkı fosfor gibidir. Aslında o gelenler de cindir. O resimlerdeki şekillerde, ektoplazma, sanki bir "Fosforik" montaj gibi duruyor. Çünkü, bir cin geldiğinde, beynimizdeki "Örneğin dedemin ruhu" olan hologramı alıyor, medyumun ektoplazmasını kıvamlı bir köpük olarak kullanıyor ve ortaya çıkan heykel, benim dedeme aynen benziyor.

Cinlerin şu özelliği ünlüdür: Halugram. Yani sizdeki "İmgeyi, ideoplazmayı, esîr matriksini" halugramdan holograma çeviriyor. Görüntüyü ise, ektoplazma ile heykel hâline getirebiliyor.

Birincisi bildiğimiz Hologram. İkincisi ise, tıbda kullanılan biçimi ile halu+sinasyon olanı. Yani Halusünasyonun kelime kökü ile Holo, Halo, Halu (Arapça Hayal, Hülya) aynı şey. Bir başka deyişle, madde dalgası olmayan enerji matriksleri. Halusinasyon görmek diye bir şey mutlaka duymuşsunuzdur." diyor.

Yazar'a göre ruh çağırma, bir cin çağırmadır. Bu oturumlarda havalanan masalar bir levitasyon yani Yazar'ın deyimi ile "göğe düşme" değildir. Rüzgarın bir kâğıdı havalandırması gibi bir şeydir. Levitasyon ya da ters çekim, insan yapısında mevcut olan bir yetenekle ya da yatkınlıkla harekete geçirilebilen alışkanlıklar fiziğine karşı, gerçek anlamda bir parapsikolojik olaydır. Bir Cin aldatması olan "psikokinezi" değildir.

Tekinsiz ve perili evlerdeki bazı nesnelerin havada uçuşmaları da bir psikokinetik güçle ilgili değildir. Bunlar apor ya da poltergesit olaylarıdır ve burada cinler iş başındadır.

Oysa bir telepati ya da teleportasyon yani tayyımekân yada ışınlanma, fizikte gerçekleşen gerçek bir parapsikolojik olaydır.

Fakat geceleyin ortaya çıkan ve konuşan oğlak, eşek, yarasa, köpek, kurt adam, hortlak, cadı, orman perisi ve gnomlar bizim kişisel, ruhsal yeteneğimizin değil, cinlerin, o akıllı ve enerji bedenlilerin mârifetidir. Onlar işgâlci ve otoriterdirler. Her kılığa girebilirler. Şeytan gibi aldatma eğilimindedirler. Kurt adam modası geçerse, atalarımızın ruhu diye gelirler. Sonra bu moda geçince bir uzaylı ya da ufonot oluverirler. Şimdilerdeki uçandaireli uzaylılar modası da onların kendilerini bir sunuş biçimidir.

Aslında, uçan daireler bir zamanda gezme aracıdırlar. Tayyı zaman araçlarıdır ve onlarla gelenler, geçmişten gelen torunlarımızdır.

Bunun dışındaki UFO ve uzaylılar her ne denli parapsikolojik görünürlerse görünsünler cin mârifetidirler. Uzaylılar sahtekarlığı, bizzat cinler tarafından tezgahlanmaktadırlar.

Yazar, "Testlerimizle spiritüalistlerin masasına gelen sözde ruhlarla bu güya uzaylıların alınan palaroid filmlerinin, kızıl ötesi ve normal spektral analizlerinin birbirinin tıpatıp aynı olduğunu çoktan kanıtladık. Ne var ki, spritüalistler sarsılmaz inançla bağlı olduklarından, bu inançlarını sürdürmektedirler." diyor. Bant:1 C:2 S:73



Cinler ne yer ne içer?

4 Kasım 2001 Pazar e-söyleşisinde Yazar şöyle diyor: "Şeytan pisliğini açabiliriz. Ama size şunu öncelikle söylemek isterim: Dünya Metan, Amonyak, Su Buharı ve Carbon oksitlerinden oluşmuş bir ateştop kıvamında idi... Sahipleri ise cinlerdi. Cinlerin besini bu metan, amonyak, karbonlu subuharı idi. Metan'ı bilirsiniz. "Çöplüklerde ve özellikle gaita gazındaki ana madde. Amonyağı da bilirsiniz: Hani şu küçük abdestimizdeki ana madde. Yani biri büyük abdest diğeri küçük abdest ve bu Cinlerin yiyeceği...

Cinlerin tuvaletlerde yaşadığını biliyoruz değil mi? Neden? Çünkü tuvaletlere ilkel atmosferimizdeki Metan ve Amonyağı, üre asitlerini bırakıyoruz. Tuvalet adeta bir cin lokantası....

Cinler de (daha insan yok ortada), metan amonyak subuharı ve karbon bileşiklerini alıyorlar ve sindiriyorlar. Biliyoruz ki, bu sindirim ateş biçiminde oluşuyor. Bu arada dünya da giderek soğumaya başlıyor. Su buharı bulutları çoğalıp yağmur olunca da göletler oluşuyor. Saniyede binlerce yıldırım çakıyor. Bizim metan amonyak, su ve karbondioksitten bilin bakalım ne çıkıyor?

Adenin, Guanin, Cytosin ve Timin, 4 çekirdek asidi. Proteinin ana maddesi, yaşamın ta kendisi... iyi ama Cinler için bir felaket var: Onların "Pisliği" bizim proteinler oluyor. Bizim pisliğimizi onlar yiyor, sonra da A,G,C,T' yi (Nimeti, ekmeği, yemeği) pislik diye bize iade ediyorlar... İşte size şeytan pisliği diye iki kelimenin sırrının küçük bir açıklaması...

Tuvalette sakın ekmek yemeyin? Neden yemek yenmez tuvalette? Şimdi bizim lokantada, biri gelip de "Şöyle bir bebek ishâlini kaşıkla yerse ne olurduk". Kalkar o adamı çarpardık. Tuvaletler de onların "Lokantası" olduğuna göre "Orada ekmek" yersen onlar da kalkar seni çarpar..."

Cinler geleceği bilebilirler mi?

Yazar bu konuda yeteri kadar açık konuşmuyor ama cinler hakkında söylediklerinden yola çıkarak onun adına bir şeyler söyleyebiliriz.

Işık hızına yakın hızlarının olması, cinlerin kendi gelecekleri değilse de bizim geleceğimiz hakkında açık, net ve kesin bilgiye sahip olmalarını gerektiriyor. En azından böyle bir olasılık var. Çünkü onların ışık hızına yakın olmaları, çoğu kere bizim zamanımızın ilerisine geçebilmelerini de olanaklı kılmaktadır. Böyle bir olasılık, hiç kuşkusuz cinlerin insanla ilgili geleceği bildiklerine ilişkin bir düşünceyi harekete geçirmekte ama geleneksel İslâmî öğreti ile de çelişmektedir. Yazar'ın bu noktada açıklama getirmesi gerekiyor.

Ayrıca isimlerinin içerdiği anlama göre, insana "gizli" olmaları yani insan tarafından görülememeleri de bu konuda onlara bir olanak sağlayabilir. Örneğin, güç efendilerinin toplantılarında aldığı kararları bilebilirler. Bu kararların onlar tarafından izlenerek bilinmesi çok kolay bir olaydır. Bu kararları, istedikleri aracılarına ya da musallat olmak için (obsede etmek için) gözüne kestirdiklerine pekâlâ iletebilirler. Ancak nevrotik yani yarı çılgın bir kişilikleri olduğundan hiçbir zaman güvenilir değildirler.

Onların insanlara gelecekle ilgili doğru bilgi vermeleri şerri hayrından büyük bir şeydir. Çünkü bunu özellikle ilişkide olduğu insanı ya da grubu kendine bağlamak için yaparlar.

Yazar 7 Ekim 2001 Pazar e-söyleşisinde şöyle diyor: "Geleceği bilmek yalnız onların değil insanların da becerebildiği bir şeydir. Uykuda, kitabımızın 90 derece dikmesini, bir uzun gemi direğine benzetiniz. Direğin tepesinden kara daha erken gözükmez mi? Yani kara göründü derken, bunu diregin ucundaki gözcü söyler önce...

Bunun anlamı şu: Bizim uykudaki bedenimiz (bilinç) yukarı düşüyor (Magnetik alanı cesedimize dik geliyor. Böylece direğe çıkmış bir gözcü gibi yarını, öteki ay ya da yılı görebiliyor. Ama bunu unutuyor. Sonra öyle bir an geliyor ki, "Aaa! Ben bu ânı rüyamda gördüm, sanki bu ânı daha önce yaşadım" diye hayret ediyor. Örneğin, iki yıl sonra evleneceği kızı görmüş ve hatırlamıştır."

Anladığım kadarı ile "geleceği bilmek istemek" bir başka deyişle kehanet, İslâmî söylemde, kötü kullanılma ve eskilerin battal zihin dünyasına geri dönme riski yüzünden yasaklanmıştır. Nerede "Kehanet" sözü edilse "Gayb Allah'ındır!" sloganı masaya ağır bir gürz gibi indirilir. Aslında "Yağmur yayacak mı acaba?" diye merak edip göğe bakmak bile bir kehanet girişimidir! Öbür taraftan, Müslümanca öğretiler, istedikleri kadar "Gayb Allah'ındır!" deyedursunlar, denetleyebildiğimiz her durum ve ortamlar için, geleceği belirleyen bizsek, gelecek hakkında beyanda bulunmak her gün yaptığımız sıradan işlerden biridir. Hele bir de zaman gezmenliği gerçekse, ileri gitmiş bir gezmen ne söyler? Yaptığı ve yapacağı şeyin adı ne olabilir? Tabii ki buna kehanet demekten başka yol yoktur.

Zamanımızda kimsenin baklalara, kemiklere, taşlara ve fal oklarına geleceğini ipotek etmek gibi bir niyeti yok.

Konu çok açık: Eğer evren ve dünya bir amaç doğrultusunda yaratılmışsa elbette bir geleceği vardır ve o gelecek bellidir. İyi de neden "Yalnızca Allah bilir" sınırlaması getiriliyor? Pekâlâ bazı konuları Allah'tan başka birileri daha bilebilir. Bir Müslüman, geleceği Allah'tan başka birilerinin daha bilmesine yasak koyamaz! Önemli olan, şiir yeteneği gibi şu gelecek hakkındaki bilginin de ne amaçla kullanıldığıdır. Müslüman kafa bu noktaya odaklansa ve gelecekle ilgili bilgiler ve bilenler konusunda sınırlamalarını buna göre düzenlese daha şık duracağa benziyor.



Cinlerle ilgili diğer bir kaç özellik:

Buraya kadar cinlerle ilgili bir çok özellik saydık. Birkaç tanesini daha belirtip artık Cin faslını bitirelim:

Yazar cinlerin nevrotik kişilik yapısına uygun olarak, ayrıca tutkulu olduklarını da söylüyor.

"Cinlerin beyni yoktur ama düşünebiliyorlar" diyor.

"Cinler (Süleyman hikayesinden biliyoruz) âyetlere göre çok güçlüler. Ifrit denen bir grup var ki, dalgıçlık yapabiliyor, deniz dibindeki maden yumrularını ve kayalarını getirebiliyor, dev heykeller ve eşyalar yapabiliyorlar..."diyor.

Yine Yazar'a göre, Kur'an onlara da inmiştir. Dolayısıyla Müslümanları ve kâfirleri olabiliyor. Bu yüzden, onların da cennetleri vardır ve bu cennetlerde Hurileri vardır. Onların hurileri hava, gaz, duman, duhan yapılıdırlar. Hava unsurundan yaratılmışlardır.

Cin cennetinde duman sefası, cehennemlerinde de çamur cefası vardır. Buna karşılık insan cennetinin Hurileri, su tabiatlıdır. Sudan yaratılmadırlar. Cinlerin atası Mâricâ çift cinsiyetliydi ama önce erkek olan rezervinden yaratıldı. Daha sonra kalan rezervlerden dişileri olan Havva yani ilk cin dişisi olan Mercân yaratılmıştır.

Melek, Şeytan ve Huriler birbirlerinden üremezler. Yani onların insanlarınki gibi bir cinsel yaşamları yoktur. Onlarda ana, baba, çocuk ilişkisi yoktur. Ama insanlar ve cinlerin bir seks yaşamı vardır. Evlenir ve seksüel yolla ürerler.

Yazar, hızları nedeniyle Cinlerin bizden daha uzun ömürlü olduklarını da söylüyor. Biz 14 yıl yaşadığımızda onlar 1 yıl yaşlanmış olurlar. Buna göre 70 yıl yaşayan bir insan, cinlerin hız ve titreşim düzeylerinde 980 yıl yaşamış gibi olur. Onun zamanına göre de bizim ömrümüz, 10 yıldan azdır. Bu yüzden onlar, dünyada olup bitenleri çok iyi bilmektedirler.

Öbür taraftan cinler sırf enerji de değildirler. Onların bedensel yapıları "ateş" kıvamındadır. Ve ateş sırf enerji değil, örneğin foton düzeyinde maddedir. Bize göre çok ince düzeyde ve bize ışık olarak görülebilecek bir yapı söz konusudur onlarda ama sonuçta onların da bir kütleleri vardır. O yüzden de maddîdirler. Maddi oldukları için de hızları ışık hızının altındadır. Bu yüzden de hem dalga hem parça ikilemi gösterirler. Şu farkla ki, insanın içinde bulunduğu titreşim ve hız düzeyi ile kıyaslandıklarında onlar ateşten yaratılmış gibidirler. Yani enerjik yapıda sayılırlar.

*****

Tesadüfen bulduğum br yazı, yazarı ve alıntılarını kullandığı kitabı bilmiyorum.
 
Üst