Letaifler, Letaiflerin Görevleri, Letaif Zikri (Zikr-i Letaif), Meditasyon, Çakralar

muhsin iyi

Kayıtlı Üye
Katılım
25 Ağu 2011
Mesajlar
131
Tepkime puanı
46
Letaif, Letaifler, Letaiflerin Görevleri, Letaif Zikri (Zikr-i Letaif), Meditasyon, Çakralar
Kalp zikrini başarı ile tamamlayan sofiye birtakım maddi ve manevi haller yaşandığında mürşid-i kâmiller tarafından letaif zikri verilir.

Letaifler manevidir. İnsanın aslını teşkil ederler. Letaifler, ruhun insan vücudunda kendisini gösteren ve belli bir işleve sahip olan manevi organlarıdır.

Ruh, Allah’tan (c.c.) insana bir emanet olarak verilmiştir. Ruhun asıl vatanı emir âlemidir. Ruh madde âleminde gurbettedir. Asıl vatanına karşı bir özlem ve iştiyak duyar. İnsan bedeninde ise nefsin elinde esirdir. Nefis ruhu kendisine benzeterek onun asli vatanına karşı ilgisini ve sevgisini kesmiştir. Dünyaya bağlamıştır. Ruh çaresiz bir şekilde nefse boyun eğerek asli vazifesini unutur. Zira aynı zamanda ruhun bedene, dolayısıyla nefse karşı da büyük bir aşkı vardır. Bu yüzden ruhun manevi organları durumunda bulunan letaifler bu dünyaya bağlılıkla ve günah kirleri ile bozulur, görevlerini yapamaz duruma gelirler. Yani manevi âleme, emir âlemine, Allah (c.c.) indine gitmeyi unuturlar.

Letaiflerin temizlenmesi ve çalışabilmesi için öncelikle bir mürşid-i kâmilin elinden tövbe etmek gerekir. İnsan elbette tövbeyi yalnız başına da yapabilir. Mürşid-i kâmil tövbenin edilmesine bir vesiledir, bir şahittir. Her şeyden önemlisi duası bereketi ile tövbenin Allah (c.c.) indinde kabulü için bir manevi destekçidir. Günahları ancak Allah (c.c.) affeder. Bunun için de kişinin mürşid-i kâmile gitmeden önce samimi olarak bütün günahlara kalben pişman olması, tövbe etmesi gerekir.

Günahlarına can u gönülden tövbe edip hatalarını tamir etme yoluna giren kişiler için Allah (c.c.) büyük bir kapı açmaktadır. Bu çeşit tövbeye nasuh tövbesi denmektedir. Nasuh tövbe, Allah’ın (c.c.) izni ile bütün günahları affettirdiği gibi sevaba da çevirmektedir. Kişi bu nasuh tövbe ile geçmişte yapamadığı ibadetleri kaza etmeye çalışır. Kul haklarını da ödeme yoluna girer. Böyle birisinin Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarını, peygamberimizin (s.a.s) sünnetini hayatına uygulamak dışında başka bir gayesi kalmamıştır. İşte böyle güzel bir hal tasavvuf yoluna girecekler için çok gereklidir, önemlidir. Bu bir ev yapmak isteyen insanın önce bir arsa temin etmesi gibi zaruri bir şeydir. Tövbe, tasavvuf ve tarikat yolunun temelidir. Kalp ve letaifler günahlara gerçek anlamıyla tövbe etmeden temizlenemezler ve dolayısıyla çalışamazlar. Zikir onlara tesir edemez.

Tövbe ile Allah (c.c.) geçmiş bütün günahları sevaba çevirmektedir. Bu durum Kuran-ı Kerim’de şöyle bildirilmektedir: “Ancak şu var ki tövbe edip iman edenler ve güzel işler yapanlar, bundan müstesnadır. Allah onların kötülüklerini iyiliklere, günahlarını sevaplara dönüştürecektir. Çünkü Allah Gafûr (günahları affeden), Rahîm’dir (müminleri esirgeyendir). Kim tövbe edip güzel işler yaparsa gereğince tövbe eden odur işte (Furkan suresi, 70-71).”

Senelerce, belki 15-20 sene gibi çok uzun zamanlar boyu zikir alıp kalplerinde ve letaif noktalarında hiçbir hal yaşamamış insanlar bilirim. Bunların aşamadıkları handikapları günahlardır. Günahlara gerçek anlamıyla tövbe edemeyen, günahları kalpten samimi olarak çıkaramayan bir sofi ancak şeytani halleri yaşayabilir. Rahmani haller bir mürşid-i kâmilin elinde tövbe-i nasuh kılındıktan sonra Allah’ın izni ve ikramıyla meydana gelir. Allah (c.c.) bütün kullarına aynı sünnetullahla (ilahi kanunlarla) muamele eder, kullar arasında ayrım yapmaz. Gereği şekilde tövbe kapısından giren bir sofi vazifelerini yaptığı taktirde genellikle tasavvufi hal ve makamları da yaşamaya başlar.

Bir mürşid-i kâmilin elinde tövbe nimetine eren bir sofinin kalbi ve letaifleri zikir ve rabıta ile gün geçtikçe parlamaya başlar. Zikir ve rabıta yavaş yavaş tesirini gösterir.

Günahlar nasuh tövbe ile affedilir ama günahların kalpte ve letaif noktalarında bıraktıkları izler çok uzun zamanda temizlenir. Bunlar için zikir ve rabıtaya ihtiyaç vardır. Zikir ve rabıta nur ve feyz kaynaklarıdır. Bunlar süratle kalbi tasfiye ederek (saflaştırarak, nurlandırarak) letaif noktalarına etki etmeye başlarlar.

Kalp, zikrin ve rabıtanın tesiriyle yavaş yavaş açılmaya başlar. Genişler. Yanma, batma gibi durumlar ilk zamanlar kalpte daha sonra da letaif noktalarında görülebilir.

Kalbin altının, karın kısmının yılan gibi oynaması kalbin üstünün kalp gibi atması (veled-i kalp) zikri yeni alanların yaşadıkları bazı maddi haller olabilir.

Kalbin manevi halleri ise pek çoktur. Sürekli günahlarına pişman olup gözyaşı dökme, insanlara karşı merhamet duyma, iyiliklere karşı büyük bir alaka hissetme, her şeyde Allah’ın tecellilerini görme… kalbin zikirle yaşadığı manevi hallerden sadece bazılarıdır.

Tasavvufta başlıca letaif noktaları şunlardır: Kalp, ruh, sır, hafi, ahfa. Ayrıca iki kaş arasında bulunan nefis, kafanın üst kısmında bulunan letaif-i küll.

Kalp sol memenin dört parmak kadar altında, ruh (Bu, terminolojide bildiğimiz ruhtan farklıdır, sadece aralarında isim benzerliği vardır. Ruhun manevi bir organıdır. Kendisi değildir.) sağ memenin dört parmak kadar altında, sır sol memenin iki parmak kadar üstünde, hafi sağ memenin iki parmak kadar üstünde, ahfa boğazın altındaki çukurundan iki parmak kadar aşağıda bulunur.

Bu letaif noktaları zikir ve rabıta ile günah kirlerinden temizlenip nurlarla parlamaya başlayınca gözler kapalı vaziyette iken onların değişik renkteki nurları da görülebilir. Letaifler bu nurlarla birlikte emir âlemine yükselmeye başlarlar. Onun için başlangıçta ilgili manevi organlarda görülen bu nurlar daha sonra birlikte ve karışık bir vaziyette görülür. Zikir ve rabıta sırasında helezonik bir tarzda dönerek, karışarak yükselmesi ile kendisini belli ederler. Bazı kitaplarda ilgili letaif noktalarında farklı renklerdeki nurların söz konusu edilmesinin nedeni, bu nurların bir bütün halinde görülmesinden ve bu sebeple hangisinin hangi letaif noktasından çıktığını tam olarak bilememeden kaynaklanmaktadır.

Letaiflerin temel işlevlerini tam anlamıyla bilememekteyiz. Ama tüm ruhsal işlevler onların aracılığı ile gerçekleşmektedir. Çünkü letaifler ruhun temel organlarıdır. Kuran-ı Kerim’in ifadesiyle insana ruh hakkında çok az bilgi verilmiştir (bk. İsra suresi, 85). Tabii ki ruhun manevi organları olan letaiflerin her birisinin ayrı bir işlevi vardır. Duygu ve düşüncelerin, hayallerin, bilinçaltı bilgilerinin letaiflerle yakın bir ilgisi bulunduğu gibi imanla ilgili tüm kavramlar da doğrudan letaiflerle ilgilidir. Örneğin ilahi aşk, cezbe, Allah’ın huzurunda olma duygusu, Allah’ın varlığını her yerde hissetme, Allah’ta yok olma isteği, kerametler (aynı anda birkaç yerde görünme, ruhlarla konuşma …)vs.

Letaiflerin bu önemli işlevleri dolayısıyla gerek açılması sırasında gerekse açıldıktan sonra şeytanlar tarafında işgal edilmesi ve görevlerini yapamayacak duruma getirilmesi tehlikesi her zaman mevzu bahistir. Böyle olumsuz bir durumla karşılaşan sofi asla ümidini yitirmemelidir. Bilmelidir ki böyle bir durum er geç başına gelecekti. Zira şeytanlar şimdiye değin hep yanında idiler. Sadece varlıklarını hissettirmiyorlardı. Vesvese ile yetiniyorlardı. Ama sofinin üzerinde gün be gün nur ve feyiz arttıkça ve letaifler açılmak üzere olduğu veya açıldığı için hem maddi olarak rahatsız olmaya başlamışlar hem de hasetlerinden kuduracak duruma gelmişlerdir. Bir bahane ile düşmanlıklarını göstermeleri an meselesidir. Bu genellikle dişi bir şeytanın sofiye güya âşık olduğu ve onunla zina yapmak istemesi ile başlar. Artık düşmanlıklarını açıkça göstermektedirler. Çünkü zina her türlü çeşidiyle manevi ilerlemeyi durdurur, nur ve feyzi yok eder. Dikkat buyurun, onun için Allahu Zülcelâl Nur suresinde zina yasağını konu edinmiştir. Sofinin onlarla evlenmesi, onlardan çocuk sahibi olması bahis mevzu bile olamaz. Bunlar şer’an ve gerçekte mümkün değildir. Şeytanların sofiyi yolundan alıkoymak için başvurdukları hilelerdir, yalanlardır. Letaifler açılıp ilahi nurlar seyredildiğinde şayet bu durumda sofi cinni dişi şeytanların tecavüzüne uğrarsa onları dünya kadınlarının en güzelleri (mankenler) biçiminde görür. Muameleleri de dünya kadınlarından daha üstündür. Şayet sofinin letaifleri açılmamışsa onları sadece duman biçiminde insan şekline girmeye çalışmaları ile görebilir. Sofi nasıl gönlünde dünya kadınları ile zina etmeyi çıkarmışsa bunlara karşı da böyle davranmalıdır. Gerçi bu iş o kadar kolay değildir. Zira imtihan çok ağırdır. Ancak bu Allah’ın (c.c.) yardımı ve muhabbetiyle aşılabilir. Nefis ve şeytanlarla savaşmak, büyük cihattır. Dünya kadınlarıyla zina yapmanın bin çeşit belası, sıkıntısı vardır. Bunlarla görünüşte hiçbir tehlike yoktur. Sadece Allah korkusu, Allah rızası buna engeldir. Sofi bu engeli aşarsa Allah’la arasında veli olma yolunda başka önemli bir handikap kalmaz. Bu durum nefis demirinin şehvet ateşinde Allah korkusu ve Allah rızası balyozları ile dövülüp güzel bir şekle getirilmesinden ibarettir.

Şeytanlara bir saniye zamanı bile ayırmak doğru değildir. Küçük bir ilgi kişiyi onların oyuncakları kılar. Onun için mürşid-i kâmiller bu şeytanlara karşı ilgiye de vesvese derler, buna ehemmiyet vermemeyi önemle tavsiye ederler.
Şu bilinmeli ki, şeytanlarla mücadele halinde olan sofi bu aşamada bir köprü üzerindedir. Şeytanların bütün tehditleri boştur. İnsanları öldürecek güçte yaratılmamışlardır. Sadece bazı tekniklerle kaslarda ağırlık gösterirler. Ama bu sadece kas sıkıştırma tekniği ile yaptıkları bir oyundur. Allah (c.c.) onlara insanları kaygıyla denemek için bunlara izin vermiştir. Şeytanlar bu çeşit eziyetleri ile büyük kul haklarına girerler. Sofi zikrine, rabıtasına, murakabesine dalarak nur ve feyzini artırmaya çalışmalıdır. Şeytanlar ordular halinde sofiye saldırırlar. Nur ve feyzden yandıkları için nöbetle ve sırayla sofiyi rahatsız ederler. Onların perişanlıkları sofiden bin kat daha fazladır. Bu durum gözlerden saklandığı için sofi kendisinin çile çektiğini sanır. Gün be gün artan nur ve feyz dalgaları ile şeytanların güçleri gün geçtikçe zayıflar, daha doğrusu şeytanlar sofiye eziyet etmekten ziyade kendileri büyük zararlar görürler. Letaifler çalışmaya başladıkça şeytanların vücuda olumsuz tesirleri de yavaş yavaş azalır.

Böyle şeytanlarla ilgili bir sıkıntısı olan sofiler, letaif zikirlerinde ara sıra soluğunu kesip bu sırada ‘La havle vela kuvvete illa billahil Aliyyül Azim (Yüce ve ulu Allah’tan başka güç ve kuvvet yoktur)’ demelidir. Soluğunu uzunca bir süre tutup bu zikri elden geldiğince çok söyleyip sonra nefesini bırakmalıdır. Bu şeytanlara çok büyük zararlar verir. Zira hem bu zikir hem de nefesi içeride uzun süre tutma (tabii nefy ü ispat zikri) şeytanların tabiri caizse belini kırarlar. Kişinin de letaiflerinin çok hızlı bir şekilde yol almasını sağlarlar. Elbette şeytanlar öyle kolay kolay pes etmezler. Fenafillâha ve bekabillaha erip tüm vücudun nurla çevrilme sürecine kadar onların az da olsa saldırıları her zaman mevzu bahis olabilir. Bunlara zerre kadar ehemmiyet vermemeli; it ürür kervan yürür misali sofi vaktini zikir ve rabıta ile geçirmeye, murakabeyi meleke haline getirmeye bakmalıdır.

Sofi kalp zikrini çekerken de nefy ü ispat zikrini çekerken de şeytanların hücumlarına uğrayabilir. Bu gayet doğal bir durumdur. Suçluluk duygusu yaşamasına gerek yoktur. Böyle bir durumda iken yani kalp zikrini çekerken zikrinin artırılması ve bir an önce letaif zikrine geçmesi gerekir. Şayet sofi nefy ü ispatta bu durumu yaşarsa zikrine ilave olarak letaif zikrine de yönelmelidir. Zira şeytanların en birinci amaçları letaif noktalarını çalışamaz duruma getirmektir. Çünkü insanın manevi yükselmesi, ilerlemesi letaiflerle mümkün olmaktadır. Ayrıca kalp ve letaiflere hâkim olan şeytanlar insanın bütün duygu ve düşüncelerini de bilmektedirler. Bu bakımdan kalp ve letaifler telefon hatları gibidirler. Şeytanlar bu sayede etkili vesveselerde (nabza göre şerbet vermede) bulunurlar.

Letaifler çalışmazsa manevi ilerleme durur. Çünkü ruh bu letaif noktalarından emir âlemine yükselmekte, insanı bu yolla olgunlaştırmaktadır.

Letaifler emir âlemine yükselmezse insan kâmil (olgun) olamaz. Sadece nefsi için yaşar. Ama letaifler makamlarına ulaştıklarında insan nefsinin esiri olmaktan kurtulup Allah’a (c.c.) gerçek anlamda kul olur. Nefsin en çok tatmin isteyen tarafı şehvettir. İnsanların çalışmaları; mesleki, sosyal faaliyetleri hep bunun ekseni etrafında döner. Yoksa nefis çok tembel yaratılmıştır. Karşı cinse ilgi ve şehvet olmasa idi insanlar mesleki ve sosyal faaliyetleri için pek hareket edemezdi. En önemlisi, bunlarda başarılar gösteremezlerdi. İnsanın en temel güdüsü karşı cinsten en iyi, en güzel kimse ile ilişkiye girmektir. Eğer güzel ve iyi bir hanım elde edilmişse nefis genellikle bununla yetinmez. İslami endişeleri olmayan kişiler uygun fırsatlarda gayri meşru bir şekilde daha güzel ve iyi bayanlarla ilişkiye girmek isterler. Nefsin bahanelerine sınır konulamaz. İslami endişesi olanlar ise ya eşlerini boşamayı ya da (elbette geçerli bir neden olmadıkça bunu onaylamıyoruz) ikinci kez evlenmeyi düşünürler. Kısacası nefis vücut ülkesinde yönetici olduğunda durum böyledir. Kimse de bundan istisna edilmemiştir. Şehvet kuvvetine göre insanlar bunun için mesleki ve sosyal yaşamlarında başarılar gösterirler. Kadınlarda da durum aynıdır. Yalnız onlar erkekler ölçüsünde değillerdir. Annelik içgüdüsü, erkeğe göre daha zayıf ve şefkatli olmaları, toplumun namusa verdiği önem vs. kadınların nefislerini bu korkunç şehvetten biraz uzaklaştırmaktadır. Daha doğrusu biraz sakinleştirmektedir. Bir kadın kocası kendisini aldatmadıkça kolay kolay başka bir partner arayışına pek girememektedir. Letaifleri emir âlemine yükselmiş insanda ise durum tamamen farklı olmaktadır. Şehvet bu insanda yok olmamaktadır. Belki daha da artmaktadır. Ruh vücuda egemen olunca ve nefsi esir edince insan artık şehvetinin kölesi olmaktan kurtulmakta, sadece Allah’ın rızasını gözetmeye başlamaktadır.

Peygamberimizin (s.a.s) çok eşliliği nefsin arzusuyla olmamıştır. Böyle olsaydı, onun geçim darlığı çekmesi söz konusu olamazdı. Oysa Kuran-ı Kerim ayetleri ile sabittir ki, eşleri geçim darlığı nedeniyle peygamberimizle (s.a.s) tartışmış, iş boşanma teklifine kadar gelip dayanmıştı: ‘Ey peygamber! Eşlerine de ki: Eğer dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız gelin sizlere boşanma bedellerinizi vereyim ve sizi güzelce boşayayım. Yok eğer Allah’ı, Resulünü ve ahret mülkünü isterseniz haberiniz olsun ki Allah sizin gibi iyi hanımlara mükafat hazırlamıştır. (Ahzab suresi, 28-29)’ Nefis şehvetiyle hareket eden bir kişinin tek gayesi elde ettiği partnerleri dünya nimetleriyle hoşnut etmek olacaktır. Peygamberimizin (s.a.s) çok evlilikleri Medine’de devlet başkanı iken gerçekleşmişti. Eğer bu evlilikleri nefis cihetiyle gerçekleşseydi her devlet başkanında veya görevlisinde olduğu gibi halktan alınan vergilerle (o zaman buna haraç derlerdi) kendisini yüksek maaşa bağlatırdı. Özel ve cinsel hayatında bu tür problemlere kesinlikle yer vermezdi. Onlarca hadis-i şeriflerden anlaşılmaktadır ki, peygamberimiz (s.a.s) ve temiz eşleri (Allah her birisinden razı olsun) çok mütevazı bir hayat yaşamışlar, hatta çoğu günler yiyecek bir şeyler bulamamışlardır. Bir insanın devlet başkanı olup da çok evliliğine rağmen bu çeşit bir yaşantısı ancak ruhsal olgunluğu ile mümkündür. Ayrıca bu durum peygamberimizin (s.a.s) haklılığına, gerçek bir peygamber olmasına da bir delildir.

Letaifler zikirle yükselip emir âlemine vardıktan, oradan da bunların aslı mertebesinde olan sıfatlar âlemine ulaşır. Daha sonra zat makamına doğru yolculuk yaparak uruclarını (yükselişini) tamamlarlar. Buradan geriye dönerler (nüzul). Letaifleri geriye dönen sofi artık insanları hakka çağıracak olgunluğa ermiş, insan-ı kâmil olmuş demektir. Böyle birisinin nefsi de artık eskisi gibi kötülüğü emretmez. Tamamen değişmiştir. Çıkarlarını düşünmez. Hele uçkurunun sevdasında hiç olmaz. Nefis, letaiflerin bu yükselişi ve inişi ile birlikte Allah’a (c.c.) gerçek manada kul olmuş, Allah’ın emir ve yasaklarını samimi bir arzu ile benimsemiştir. Peygamberimizin (s.a.s) sünnetlerini de baş tacı edinmiştir.

İnsan nefsine halk arasında ‘huy’ da denir. Bununla ilgili pek çok atasözü vardır: Huy canın altındadır. Can çıkar huy çıkmaz. Huylu huyundan vazgeçmez. Bir insan yedisinde neyse yetmişinde odur, derler. Bütün bunlar doğrudur. Ama terbiye görmemiş nefis için geçerlidir. Bir insan mürşid-i kâmilin elinde tövbe alıp zikre ve rabıtaya koyulduğunda letaiflerini nurlandırıp asli memleketine yükselttiğinde büyük değişikler yaşamakta, nefis güzel huyları kazanmakta, böyle bir insan insan-ı kâmil makamına ulaşmaktadır. İşte insanın kendisini gerçekleştirmesi gerçekte budur.

Batı felsefesinde ‘Varoluşçuluk’ akımının güzel ve gönülleri çelen düşünceleri sadece birer temenniden ibarettir. Gerçeklikle ilgileri yoktur. İnsan ruhsal olarak Allah’a (c.c.) doğru manevi bir seyre girmedikçe nefsinin yörüngesinden asla dışarıya çıkamaz. Buna imkân yoktur. Eşyanın tabiatına aykırıdır. Büyük suçlar işleyip de hapiste bir ömür çürütüp çıkar çıkmaz aynı suçları gene işleyen binlerce insan vardır. Nefsi bu tür cezalarla bile tam anlamıyla ıslah olamamaktadır. Böyle suçlular hapiste nefsini ıslah etmekten ziyade acemiliklerine içerlemektedirler.

İnsan ruhunu (letaiflerini) zikirle ve rabıta ile nefsin elinden kurtarmadıkça ne özgür olabilir ne de kendini gerçekleştirebilir. Şeytanların elinde oyuncak olup kalır. Bu Varoluşçu filozofların çoğunun intiharı bir kurtuluş yolu olarak görmeleri boşuna değildir. Nefsin ve şeytanların elinde esir ve perişan olduktan sonra tek çıkış yolu olarak ölümü seçmektedirler.

Ruh Allah’tan ilahi bir soluktur. Ezelde Allah’la konuşmuş, Allah’a O’na hiçbir şeyi şirk koşmayacağına dair söz vermiştir. Dünyaya indirildiğinde bu sözünü unutmuş, nefsin elinde esir duruma düşmüştür (bk. Araf suresi, 172). Nefis ise bu dünyaya aittir. Aslı anasır-ı erbadır (dört unsur: hava, su, ateş , toprak). Yani nefis vücudumuzun adeta ruhu gibidir. Nefis üç yaşındaki bir çocuk kadar düşüncesizdir. Bencildir. İçgüdülerinin elinde esirdir. Özellikle şehvet nefsin en çok önem verdiği içgüdüsüdür. Onu tatmin etmek için yapamayacağı şey yoktur. Vücudun kanser olması bile genellikle nefsin şehvet hissinin tatmin olamamasından, daha doğrusu açgözlüğünden kaynaklanır. Tıpkı üç yaşındaki bir çocuğun oyuncakları elinden alındığında veya istediği şey kendisine verilmediğinde kendine tokat atması, saçını başını yolması gibi kendisine zarar vermesinden başka bir şey değildir. Nefsin oyunlarına akıl sır erilmez. Onu mutmainne makamına ulaştırmadıkça da hep bu tür sorunlar çıkarır, etrafına da büyük zararlar verir. Onun için Allahu Zülcelâl Kuran-ı Kerim’de ‘Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur (Ra’d suresi, 28)’ buyurmuştur.

Nefsin temel unsurları anasır-ı erba olduğu için dünyaya aşırı düşkündür. Çünkü dünyadaki maddeler de nihayetinde bunlardan oluşur. Nefis dünyaya annesi, babası ve vatanı gibi bakar. Allah’ı (c.c.) inkâr eder. Şeytanlar nefsi dünya nimetleri ile kandırırlar. Çünkü nefsin aklı üç yaşındaki çocuk kadardır. Ruh ise Allah’a iman eder. Çünkü ruh insan yaratılmadan önce ezel meclisinde iken Allah’ı tanımıştı. O’na söz vermişti. Bütün marifetler, faziletler ruhta vardır. Ruh şeytana asla kanmaz. Sadece nefse biraz ilgisi, bağlılığı ve sevgisi olduğu için dünyayla uğraşmaktan ve günah kirlerinden dolayı kararır, asli özelliklerini soldurur. Ateist bir insan bile % 100 olarak Allah’ı inkâr edemez. İç dünyasında ruh ile nefsin çatışmalarını hisseder. Sadece bazı günahları vicdani bir rahatsızlık duymadan, zevk alarak işlemek için nefsi Allah’ın var olmadığı savını diretip durur. Sonra ruhu cılız bir sesle de olsa buna mutlaka itiraz eder.

Nefis genellikle kişinin şahsiyetinde anasır-ı erbasından bir unsurunu belli etmesiyle kendisini gösterir. Tabii herkesin yaratılışı birbirinden farklıdır. Bunda etken olan şey, bu unsurlardan birisinin diğerine göre daha ağır basmasıdır. Tabiatında toprak öğesi ağır basan kişi tembeldir. Çalışma ve ibadet ağırına gider. Korkaktır. Asalaktır. Rahatına ve keyfine düşkündür. Muhafazakârlar genellikle toprak öğesi ağır basan cinstendir. Su öğesi ağırsa dönektir. Verdiği sözleri çabuk bozar. Her renge girer. Kolayca yalan söyler. Münafık tabiatlıdır. Dedikoduya düşkündür. Her devrin adamı genellikle bunlardan çıkar. Hava öğesi ağır basan kişi çok duygusaldır. Hemen kanar. Duygu ve coşkuları ile hareket eder. Hayatı ciddiye almaz. Değişkendir. Dünyasını şarkılar, aşklar oluşturur. Arzularına göre yaşamak ister. Sanatçılar genellikle bunlardan çıkar. Bunların siyasetle hiç alakaları yoktur. Ateş öğesi öfke, hırs, kibir, kin, şehvet gibi durumlara karşılık gelir ki bunlar sahibini cehenneme götürecek kadar tehlikelidirler. Hayatı çok ciddiye alırlar. Daha doğrusu dünya hayatı dışında başka bir yaşamın, ebedi hayatın olacağını pek düşünmezler. Dava adamları genellikle bunlardan çıkar. Yani her insanın yaratılışında bulunan nefis, evrenimizin de, dünyamızın da temelini oluşturan bu dört öğeden oluşmaktadır. Adeta bunların ruhuna nefis denir. Yani toprak, ateş, hava, su kendi doğalarını, özelliklerini insana vererek onda nefis dediğimiz varlığı meydana getirmişlerdir. Bu dört öğe bizi dünyaya, insanlara ve evrene bağlamaktadır. Kişiliğimizin çekirdeğini oluşturmaktadır. Her insanın nefsinde bu dört öğeden bir öğe diğerlerine göre biraz ağır bassa da aslında insan nefsinde bunların her biri belli oranda da bulunmaktadır. Başkalarında gördüğümüz her olumsuz ahlak, davranış bizlerde de tohum olarak mevcuttur. Uygun şartlar bulduğunda hemen nefis içerisinde kendisini göstererek yeşerir, boy atar. Onun için nefis küfür üzere yaratılmıştır. Onun İslam’a girmesi, hidayeti kabul etmesi düşünülemez. Nefis ancak bir mürşid-i kâmilin elinde tövbe alarak zikir ve rabıta ile değişebilir. Mutmainne makamına çıkarak ilahi kanunlara boyun eğebilir. Yoksa düşünce egzersizleri ile kendi ilahlığından asla vazgeçmez.

Zikir, rabıta, murakabe sayesinde mutmaine makamına çıkan bir nefiste toprak öğesinin ağırlığı sabır, metanet, ağırbaşlılık olarak kendisini gösterir. Su öğesinin ağırlığı insanların halini anlama, herkese karşı anlayışlı ve uyumlu olma biçimindeki faziletleri dışa vurur. Ateş öğesi Allah aşkı ve İslam davası yolundaki büyük hizmetlerle, tutkularla, mücadelelerle kendisini belli eder. Hava öğesi ağır basan kişiler ise duygu ve coşkuları ile İslami bir şevk ve heyecan içerisinde bulunurlar.

İbadetler görünüşte nefse ağır gelirler. Ama nefis terbiye olduğunda ve letaifler çalıştığında büyük bir zevk kaynağına dönüşürler. Özellikle namaz ve zikir dünyanın hiçbir zevkiyle kıyaslanmayacak oranda tatlılaşır. Çünkü letaif noktaları çalıştığında, Kâbe’den gelen ilahi esintiyi, feyzi algılayacak düzeye geldiğinde büyük bir zevk yaşanır. Ayrıca nurlar da buna başka bir güzellik ve hoşluk katarlar.

Rabıta zikirden üstündür. Zikir maksada koşmaksa, rabıta maksada uçmak gibidir. Onun için sadatlar zikri ayın ışığıyla, rabıtayı güneşin ışığıyla mukayese etmişlerdir. Rabıta letaiflerin temizlenmesi, çalışması ve emir âlemine yükselmelerinde zikre göre çok daha etkilidir. Zira kişi rabıta sırasında mürşid-i kâmilini karşısında hayal edince kendi manevi organları mürşid-i kâmilin manevi organları (letaifleri) ile birleşir, rabıtalı olduğu sürece onun sahip olduğu ileri manevi halleri de kendi üzerine alır. Bu iki kabloyu birleştirmek gibidir. Tabii bu bir süreç işidir. Onun için sofi rabıtayı sadece vaktinde yapmakla yetinmemeli, her zaman rabıtalı bulunmaya dikkat etmelidir.

Vücutta daha pek çok noktada letaifler (çakralar) vardır. Örneğin ellerin ayaları da birer letaif noktasıdır. Açıldıkları zaman dua edildiğinde gökyüzünden yağan rahmeti ve feyzi hoş bir ağırlık olarak algılarlar. Ağrıyan, şişen, hasta organa bu eller yaklaştırıldığında yanmaya, yüksek derecede bir ısı hissetmeye başlar. Vücutta daha buna benzer pek çok letaif (çakra) noktası bulunmaktadır. Fakat bunların çoğu dünyaya aşırı bağlılıktan ve günahların manevi yüklerinden işlemez hale gelmişlerdir.

Tarikatların bir grubu daha ziyade zikre ağırlık vererek ruhu tasfiye ederek nurlarla güçlendirmeye çalışırlar. Nakşibendiyye tarikatı bu gruba girer. Ruh nurla olgunlaşarak kendisine gelir, yavaş yavaş iç dünyada söz sahibi olarak nefsi kendisine benzetmeye, onu tezkiye etmeye başlar. Yani nurlarla ruh çarkı döndükçe nefis tezkiye olup makam kazanır. Tabii nefsin makam kazanması kolay değildir. Her makamda elli bin perde olduğu söyleniyor. Bu çok yavaş olur. Zikir Allah rızası için çekildikçe olur. Çarklar işler. Onun için zikirde şu cümleyi belli bir periyotla söylemek gerekir: ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allah’ım Sen maksadımsın, isteğim de Sen’in rızandır.)’ Zira çekilen zikir Allah’a ulaştıracak rüzgâr ise bu ilgili cümle onun rotasıdır. Rota, rüzgar kadar hatta ondan da önemlidir. Zikir bu niyetle çekilmedi mi nefse hizmet eder. Nefsi bir gaye ile zikir çekilmeye başlanır. Nefis de gitgide şişer, yoldan çıkar. Şeytanın oyuncağı olur. Onu çıkamayacağı uçurumlara atar. Yalancı mehdiler, kutuplar, evliyalar hep bu rotadan sapan insanlardan çıkar. Allah göstermesin. Allah zikrinde bizleri rızası dışında başka noktalara sürüklemesin. Âmin. İşte zikir Allah rızası için çekilirse ruh saflaşır, nefis de Allah’tan gelen şeylere, hususiyle kaza ve kaderine rıza gözlüğü ile bakmağa başlar. Ruh, zikri bu niyetle çekip saflaşması ile nefse bu konuda dersler verip onu kendisine benzetmeye çalışır.

Tarikatların diğer bir grubu da doğrudan nefsi hedef alarak onu tezkiye etmeye (temizlemeye) çalışırlar. Bunun için müritleri zorlu hizmetlere koşarlar. Oruç ve erbain (çile) gibi ibadetlere önem verirler. Bu tür tarikatlar kurumsal alt yapılara ihtiyaç gösterdiğinden zamanımızda kalmamışlardır. Halveti, Mevlevi gibi tarikatlar bu gruba girer. Elbette zikir gerek ferdi gerekse bireysel olarak bu tarikatlarda da vardır, ama birinci planda değildir. Nefis bu zorlu ibadetlerle zamanla dize gelerek nefis makamlarının kat edilmesindeki Allah’ın kaza ve kaderine rızayı öğrenmeye, daha doğrusu bu bilgiyi içselleştirmeye başlar, bu yolla nefis makamları tek tek aşılır. Ama tabii bunlar çok uzun yılları da alabilir. Yani nefsin değişimi onlarca yıl sürebilir.

Migren diye bilinen şiddetli baş ağrıları şayet maddi bir nedenden meydana gelmiyorsa başın üstünde bulunan letaif-i küllün kişinin dünyaya aşırı bağlanmasından, günahların kirlerinden dolayı çalışamamasından kaynaklanabilir. Burada şeytanların baskıları da söz konusu olabilir. Tabii buranın zikirle açılması çok ileriki zamanlarda olabilir. Onun için bu konuda sıkıntısı olan kardeşlerimize böyle şiddetli baş ağrılarında pratik bir çare olarak abdestli olmak şartıyla küçük bir Kuran-ı Kerim’i birkaç saat şapkalarının altında tutmaları onlara Allah’ın izni ile geçici de olsa bir şifa verecektir.

Meditasyon her ne kadar çeşitli disiplinleri ve kavramları ile tasavvuf ve tasavvufun kavramları ile yakınlık ve paralellik gösterse de aralarında büyük farklılık vardır. Nasıl bizler Tevrat ve İncil’in asıllarının hak olduğuna inanıyorsak ve bunların sonradan bozulduğunu, insanların bu hak kitapları şimdiki halleri ile tahrif ettiklerini biliyorsak bunun gibi meditasyonun ve bununla ilgili kavramların da başlangıçta hak dinlere dayandıkları açıktır. Ama bunlar bugünkü halleri ile insanlara yol gösteremedikleri gibi açıkça yanlış ve sapkın yollara da sürükleyebilirler. Çünkü şeytanları tanımayan, bilmeyen, onların hilelerinden habersiz kişiler, içlerinden çıkamayacakları hallere düşebilirler. Çakralar diye tarif edilen şeyler, tasavvuftaki letaiflerden başka şeyler değildir. Letaiflerini meditasyon yöntemleriyle açtıklarını sananlar, şeytanların oyuncakları olur da bundan haberleri bile olmaz. Dikkat edilirse meditasyon sisteminde ne yazık ki şeytanların adı bile geçmez. Oysa tasavvufta ‘Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır.’ sözü en çok bu makamda, yani letaif zikrinde geçerlidir. Zira letaif zikri sırasında pek çok haller yaşanabilir. Bunların bir kısmı şeytani bir kısmı Rahmanidir. Bunları sofinin tek başına birbirinden ayırması mümkün değildir. Bunun için bu yolu iyi bilen bir kişinin, mürşid-i kâmilin rehberliğine ihtiyaç vardır.

Meditasyonla bir kişinin nurlara ve feyze ulaşması mümkün değildir. Çünkü nurlar ve feyizler ancak Hak kitap olan Kuran-ı Kerim’den alınan kelimeleri zikirle ortaya çıkmaktadır. Geçmişte hak temele dayanan bütün dinler, İslam’ın gelişi ile birlikte iptal edilmişlerdir. Nurdan, feyizden uzaktırlar. Meditasyon sırasında söylenen kelimeler artık bir anlam ifade etmemekte, bir nur ve feyz sağlama işlevine sahip olamamaktadırlar. Meditasyonla çeşitli nurları gördüklerini sananlar şeytanların oyunlarına düşerler. Zira nasıl her pozitif sayının bir de negatifi bulunuyorsa bu yolda da hak olan hal ve makamların bir de şeytani versiyonları vardır.
Dünya hayatı kısadır ve ahret için sermaye biriktirme zamanıdır. Kıyamet günü gelecektir ve deniz sahili gibi cehennem her birimizin önüne çıkacaktır. O gün insana fayda veren sadece imanı ve salih amelleri olacaktır. Tasavvuf İslamiyet’in özüdür. İnsan zikir ve rabıta ile kazandığı şeyleri bilse, onlara kavuşmak için bugün hemen ölmek isteyecektir. Kaldı ki bu yolda sevap için zikir ve rabıta yapılmaz, Allah (c.c.) rızasını tahsil için bütün ibadetler yapılır. Niyet budur. Meditasyon sadece kişinin dünya mutluluğu ve huzuru için yaptığı bazı egzersizlerdir. Yapılan çalışmalarla çakralar gerçek anlamda açılmadığı ve çalışmadığı gibi harcanan emeğe ve zamana da acımak gerekir. Hâlbuki bu yoldaki kişiler tasavvuf yoluna girerek zikir ve rabıta yoluyla letaiflerini açsalar hem dünyada istedikleri mutluluğa ve huzura kavuşacaklar hem de ahrette hiç tahmin edemeyecekleri büyük mükâfatlara erecekler ve Allah’ın (c.c.) rızasına da nail olacaklardır. Fakat nefis ve şeytanlar, insanların bu nimetlere erişmelerinde her zaman bin çeşit vesvese ile engel olurlar.

Letaif zikri, Lafza-i Celalle (Allah) yapılır. ‘Allah’ kelimesi, Allah’ın bütün güzel isimlerini kendisinde toplamıştır. Çünkü Allah kelimesi Allah’ın Zatını karşılar. İmam-ı Rabbaniye göre, ‘Allah’ kelimesi ile yapılan zikir fazilet bakımdan Allah’ın diğer güzel isimleri ile yapılan zikirlerden kıyaslanmayacak oranda yüksektir. Çünkü ‘Allah’ kelimesini zikir kişiyi zat tecellisine ulaştırırken diğer güzel isimler ancak sıfat tecellisine ulaştırır. ‘Allah’ kelimesi dışındaki diğer bütün güzel isimler, Allah’ın sıfatı durumundadırlar. Büyük manevi makamlar ancak zat tecellisi ile mümkündür. Sıfat tecellisi insana sadece bazı marifetler kazandırır, asıl amaca ulaştıramaz.

Letaif zikri genellikle 25.000 (23.000) Lafza-i Celalle (Allah) başlar. Bu sayı 101.000’e kadar yükseltilebilir. Ama illa bu üst sayıya kadar her sofinin zikri yükseltilecek diye bir kaide yoktur. Mürşid-i kâmiller zikri en asgari seviyede tutarak, daha doğrusu müridin güç yetirebileceği bir sayıda letaif zikrini muhafaza ederler. Yani aşağı yukarı bir buçuk, iki saat arası bir zaman dilimi bu işe ayrılır.

Tespih çekildikçe ustalaşılan bir alettir. Yani kalp zikri çeken bir sofi, ilk zamanlar 5.000 zikri 40-50 dakika arasında çekerken bu bir sene sonra 20-30 dakikaya kadar düşer. Letaif zikrine geçtiğinde parmak daha bir hızlanır.

Mürşid-i kâmilden alınan belli sayıdaki zikre virt denir. Virt kendi başımıza artırılamaz, eksiltilemez. Virt ev ödevi gibidir. Eksiksiz yapılmalıdır.

Ama sofi asla mürşid-i kâmilden aldığı zikirle (virtle) yetinmemeli, her zaman sürekli zikir (sayıya vurulmadan yapılan zikir) halinde bulunmalıdır. Yoksa sadece virtle yetinenler yol alamazlar. Aslında virt sürekli zikre geçişte bir köprüdür. Sofi bütün vaktini, iş yaparken bile zikir ve rabıta ile geçirme gayreti içerisinde olmalıdır.

Zikir ne kadar hızlı çekilirse o kadar verimli geçer. Lafza-i Celal (Allah) zikrinde amaç mümkün olduğunca hızlı çekmektir.

Bazı sofiler Lafza-i Celal zikrini ben yavaş çektiğimde daha çok zevk alıyorum, derler. Hâlbuki kendi kendilerini kandırıyorlardır. Zevk aldıkları şey, Lafza-i Celal zikri değil daldıkları düşüncelerdir. Lafza-i Celali çekerken Allah'ın Zatını zikretmenin, O’nun huzurunda olmanın bilinci ile hareket ederek bundan başka hiçbir şey düşünmemeli, sadece tespihin sesi ile içeriden yükselen Allah sesini kalple, ruhla, letaiflerle duymaya, dinlemeye çalışmalıdır. Bundan başka her yüz tespihten sonra da kendi duyacağı bir alçak sesle söyle demelidir: ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allah’ım Sen maksadımsın, isteğim de Senin rızandır.)’

Sofiler zamanla Lafza-i Celal zikrini çekerken dinlemeyi öğrenmekle kalmaz, bundan sonsuz bir zevk de duyarlar. Yaşadıkları çeşitli haller de bu zevkin küçük hediyeleri olur.

Bazı sofiler kitaplardan okudukları birtakım halleri yaşamak isterler. Allah (c.c.) rızasını pek gözetmezler. O zaman kalp rotadan çıkabilir. Öyle durumlarda hemen ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allah’ım Sen maksadımsın, isteğim de Senin rızandır.)’ demelidirler, kalplerini rotaya sokup nefislerine gereken dersi vermelidirler. Bu yolda hal değil Allah’ın (c.c.) rızası önemlidir. Allah’ın rızası da ancak ahrette bilinir. Hal sahibi olmak Allah’ın rızasına ermek demek değildir. Allah (c.c.) hal ile de mekir (hile) yapabilir. Kişi tek ölçü olarak Allah’ın (c.c.) kitabını ve peygamberin (s.a.s) sünnetini görmelidir. Bunlara değer vermelidir. Bunların yanında hallere hiçbir kıymet vermemelidir.

Zikir, birtakım dünyevi ve uhrevi maksatları gerçekleştirmek veya sevap kazanmak için değil Allah (c.c.) rızasını tahsil için yapılır. Zaten O’nun rızası kazanıldığı zaman insanın sevaba da ihtiyacı yoktur.

Sofi yaşadığı her hali şeyhine veya vekiline mutlaka söylemelidir. Yoksa vebal altına girer. Dahası nefsin ve şeytanın hilelerine kapılabilir. Zira hallerin bir kısmı şeytani, bir kısmı da Rahmani’dir. Bunları sofinin kendi başına birbirinden ayırması imkânsızdır.

Kalp saniyede halden hale girer. Değişkendir. Onu bir noktada tutmak zordur. Hele zikir sırasında bu daha çok olur. Nefis ve şeytan vesveseleri ile kalbi bulandırırlar, zikri dünyevi bir amaç haline dönüştürebilirler. O yüzden Nakşibendîler, Lafza-i Celal zikrini her tespih devredişinde (100 adetten sonra) ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allahım Sen maksadımsın, isteğim de Senin rızandır.)’ demektedirler. Böylece sapmış, sapacak, dönek, renkten renge giren, girecek olan kalbe rotasını gösterirler. Kalp bu rotadan saptı mı zikir yarar değil insana zarar vermeye başlar.

Bu zikri yeni alan sofiler önce gizli zikirden haz almazlar. Sıkılırlar. Kıymetini de hiç bilmezler. Gafletle çekerler. Böyle de olsa zikri hiçbir zaman bırakmamalıdırlar. Bu çeşit zikrin de yararı vardır. Hiç çekmemekten iyidir. Biraz sabırla ve gayretle hareket ederlerse ileriki zamanlarda tespihin sesi ile birlikte içlerinden yükselen Allah sesini dinlemeye başlarlar. İşte bu zikirde tek amaç da budur. Tabii bu dinleme olayı da ruh kulağı ile olmalıdır. Yani bu zikirde ruhun ağzı ile söylenen sözü ruhun kulağı ile dinlemek temel amaçtır. Başka şeyler düşünmek doğru değildir. Bunlar tefekkür grubuna girse de doğru değildir. Zira gizli zikrin faziletini yok ederler. Yalnız Allah’ın (c.c.) zatının huzurunda olduğu bilinciyle hareket etmelidir.

Tespihin kalp ve letaifler üzerinde tutulmasının amacı, zikrin sesini bu yerlere duyurup buraların zikre geçirilmesidir. Yani tespihin sesi de ‘Allah’ diye zikrediyor kabul edilir. Bir süre sonra, tabii bu bazılarında olur bazılarında olmaz, kalbin üzerinin oynadığı, kalp gibi attığı görülür. Bu somut bir harekettir. Elbiseyi de oynatacak kadar güçlü olabilir. Buna veled-i kalp denir.

Veledi kalp (Kalbin çocuğu), zikrin neticesi olarak kalp gibi atar durur.

Sofi letaif zikrine geçtiğinde bu sefer tespihleri letaif noktaları üzerinde tutar. Oralarda belli sayıdaki zikri yapar. Burada da amaç Allah lafzını ruhun manevi organları olarak değerlendirebileceğimiz letaiflerin duymasını ve bu zikre iştirak etmesini sağlamaktır. Bunun sonucu olarak sultani zikre ulaşılır.

Sultani zikir, bütün bedenin zikre geçmesidir. Her hücre adeta titreşimdeki cep telefonu gibidir, akıl almaz bir hızla zikreder. İnsana büyük bir hoşluk verir. Sofi bu aşamaya ulaştığında zikirden büyük bir zevk alır. Artık vücudu maddenin yapı taşından ta galaksilere kadar her şeyin zikir halinde olduğu bu âleme intibak etmiş olur. O da evren korosuna kendince katılır.

Lafza-i Celal zikri sırasında önemli olan şey, içeriden ‘Allah’ kelimesini ‘sesle söylemek’ değildir. Sesi ölçü olarak gördüğümüzde çekilen tespihin hızına yetişmemiz imkânsızdır. Daha önce belirttiğimiz gibi gizli zikirde tespih elimizden geldiğince hızlı çekilir, döndürülür. Daha doğrusu tespihi ne kadar hızlı çekersek zikrimiz o kadar faziletli ve bereketli geçer, amacına da ulaşır. Temel ölçümüz, tespihin çekilişteki sesinin ‘Allah’ diye zikrettiğini kabul etmektir. Bunun yanında içimizin de (kalbimizin veya tespihi tutan elimizin üzerinde bulunduğu letaif noktasının) bu tespih çekiliş sesi ile birlikte ‘Allah’ kelimesini zikrettiğini düşünmektir, kabul etmektir. Kısacası tespihin çekiliş sesi ile içimizin bir uyum, ritim halinde Allah’ı zikrettiğini düşünmemiz, kabul etmemiz gerekir.

Tespihin çekiliş sesi ile içimizin bir uyum ve ritim halinde Allah’ı zikrettiğini düşünmemiz büyük bir konsantrasyonu gerektirir. Onun için gözler kapatılır. Bütün dikkat tespihe ve tespihin üzerinde olduğu manevi organ üzerine teksif edilir. Hiçbir şey düşünülmez. Sadece Allah’ın (c.c.) zatının huzurunda olduğu duygusu korunmaya çalışılır.

Bu öyle bir ayardır ki, önceleri bu konuda bazı sıkıntıların yaşanması pek tabiidir. Zira sofi her tespih çekişte kendisini içten de ‘Allah’ diye bir sesi söyletmek zorunda hisseder. Hâlbuki tespihin devredişi çok hızlıdır. Her tespihte ‘Allah’ diye bir sesi söylemek imkânsızdır. Daha doğrusu böyle içten yükselen bir ses vardır ama bu sesten ziyade kalbinden veya tespihin üzerinde olduğu letaif noktasından gelen bir ‘uyumdur, ritim’dir. Bir iç monolog (iç konuşma) değildir. Bu uyum ve ritim ‘Allah’ lafzını söylüyormuş diye kabul edilir. Daha doğrusu hiçbir kuşkuya kapılmadan içten yükselen böyle bir uyum ve ritimle çekilen tespihin sesinin birlikte ‘Allah’ diye zikre koyulduğu düşünülür. Yani tespih taneleri çekilirken onunla beraber içimizden yeknesak bir tempo ile ruhumuzdan yükselen sese benzer bir yapıda ama daha hızlı olan bir uyum ve ritim söz konusudur. Burada en açık olan şey, daha doğrusu olması gerekli olan şey, bizim tespih çekerken böyle bir uyum ve ritimle Lafza-i Celali de zikrettiğimize inanmamızdır.

İşte Lafza-i Celal zikri vücut tarafından özümsendiğinde değişik organlarda bu sözünü ettiğimiz uyum ve ritim bizzat sezilmeye ve duyumsanmaya da başlar. Yani organlar tıpkı titreşimdeki cep telefonu gibi akıl almaz bir hızla, yani farkına varılan bir uyum ve ritimle zikre geçerler. Buna sultani zikir dendiğini belirtmiştik. Bu durum için elimizde tespih olmasına da gerek yoktur. Zikir yapmadığımız halde gün boyunca bu sultani zikir bazı organlarda veya tüm vücutta açıkça hissedilir. İşte böyle güzel bir hal yaşayan sofi fırsatı ganimet bilmelidir. Boş zamanlarında veya bir işle meşgulken dilini damağına yapıştırarak kendince bu çeşitli organlarında veya tüm vücutta varlığını açıkça hissettiği sultani zikre bilinçle iştirak etmelidir. Çünkü zikir bilinçli olarak çekilmedikçe amaca ulaştırmaz. Bu sultani zikir yardımıyla yapılan gizli zikir, tespihle yapılan zikirden kat kat daha hızlıdır. Hem de çok faziletlidir. Çünkü bu sırada kişinin vücudu tüm hücreleri ile birlikte çok hızlı bir tempo ile ‘Allah’ı’ zikretmektedir. Bunun için çok şey yapmaya gerek yoktur. Dil damağa yapıştırıldıktan sonra tüm vücudun Allah’ı zikrettiğini düşünmek, bu düşünce ile içinde oluşan uyuma, ritme kendini bırakmak yeterlidir. Bazı evliyalar bu sultani zikrin, Mekke’yi Mükerreme’de Kâbe’nin karşısında namaz kılmaktan daha çok sevap kazandırdığını ifade etmişlerdir. Bilindiği üzere peygamberimiz (s.a.s) Kâbe’de kılınan namazın normal mescitlerde kılınan namaza göre 100.000 kat daha faziletli olduğunu beyan buyurmuşlardır.

Sultani zikre ulaşmamış kişiler de bu yolla, yani dilini damağına yapıştırarak zikrederlerse kısa zamanda büyük kazançlar elde ederler. Ama bu onlara çok zor gelecektir. Bu yol ilk zamanlarda pek kullanışlı değildir. Onun için böylelerine herhalukarda elde bir tespihi (küçük de olabilir) düşürmeden zikretmek daha yararlıdır.

İmam-ı Rabbani Hazretleri (k.s.) peygamberimizin (s.a.s) risaletten önce dili damağa yapıştırmak suretiyle gizli zikir yaptığını belirtmektedir. Nitekim peygamberimiz (s.a.s) Mekke’den Medine’ye hicret sırasında saklanmak amacıyla sığındıkları Sevr mağarasında Hz. Ebubekir’e (r.a) de bu zikri talim eylemişlerdir. Ayrıca bunlardan anlaşılmaktadır ki peygamberimiz (s.a.s) risaletten önce Nur dağına çıkıp Rabb’ine ibadet ettiklerinde en çok bu gizli zikri yapıyorlardı. Peygamberimizin (s.a.s) risaletten önce evliya olmasını bu zikir gerçekleştirmişti.

İnsan dışındaki bütün canlı ve cansız varlıklar, yaratılışları istikametinde kendi dilleri ile zikir halindedirler. Mikro âlemde maddenin en küçük parçası atomun çekirdeği etrafındaki elektronlar sınırsız bir hızla dönerek bu zikir halini gerçekleştirirken; makro âlemde dünya gerek kendi ekseni gerekse güneşin etrafında yaptığı dönüşlerle ayrı ayrı zikirlerde bulunur. Güneş sisteminin belli bir yörüngede Vega yıldızına doğru akışı da başka bir zikir halidir. Bitkiler ve hayvanlar da zikirden asla gafil değillerdir. Yalnız bu dünyada imtihana tabi tutulmakta olduğu için insanların büyük bir kısmı zikirden uzak bir hayat yaşamaktadır: “Yedi kat gök, dünya ve onların içinde olan herkes Allah’ı tespih eder. Hatta hiçbir şey yoktur ki O’na hamd ile O’nu tespih etmesin. Lakin siz onların bu tespihlerini anlayamazsınız. Muhakkak O kullarına karşı Halîm (yumuşak huylu) ve Gafûr’dur (affedici) ( İsrâ suresi, 44).”

Kuşkusuz her şeyin yoktan yaratıcısı olan Allah’ın, her şeyi önce Kendi Zatını zikir için yaratması gayet mantıklı ve normal bir durumdur. Çünkü mutlak manada yaratıcı olmayan, sadece var olan şeylerden bir kompozisyon kuran bir ressam bile tablosunda adını bir kenara yazmadan duramaz. Ressamın sanatçılığını herkese duyurup meşhur olmak istemesi, başlıca emelidir. Ayrıca ressam eserleriyle öz yaşamını ve iç dünyasını ölümsüz kılmak ister. Yüce Allah (c.c.) elbette yoktan yarattığı varlıkları boş yere yaratmış olamaz. Onlar hem yüce Allah’ın sıfatlarını ve güzel isimlerini bizlere tanıtmakta hem de en küçük varlıkları ve kozmik durumları ile Allah’ı zikretmektedirler.

Sultani zikir büyük bir devlettir. Böyle bir devlete eren sofinin bundan çok iyi yararlanması, bunu çok iyi değerlendirmesi gerekir. Özellikle uyurken başını yastığa koyduğunda yukarıda söylediğimiz egzersizi daha da genişletebilir. Kendisini mezarda çürümüş, tamamen toprak olmuş kabul ederek (böylece fenafillâhın egzersizleri olan murakabe-i vahidiyyeti de yapmış olur) her zerresinin zikre geçtiğini düşünür. Atomun çekirdeği etrafında elektronların sonsuz bir hızla zikrettiğini hayal eder. Mezarındaki toprakla birlikte bütün dünya cansız maddeleriyle beraber zikirdedir. Onların her bir atomu tıpkı sofinin elindeki tespih gibidir. Çekirdekler, tespih daneleri hükmünde olan elektronlarını çevresinde sonsuz bir hızla döndürmektedirler. Hatta bu imgeye atomun yapısına benzeyen gezegenlerin ve yıldızların kozmik hareketlerini de katar. Böylece Allah’ın (c.c.) zatı huzurunda bütün evrenin cansız varlıklarının koro halinde zikre koyulmuş olduğunu imgeler. Artık vücudu veya toprağı, maddenin en küçük yapı taşından ta galaksilere kadar her şeyin zikir halinde olduğu bu âleme intibak etmiş olur. O da evren korosuna kendince katılır. Bu muhteşem tabloya sofinin tamamen toprak olmuş bedeni de bir ritim ve uyumla renk verir.

Cansız varlıklarda rızık, geçim endişesi olmadığı için onlar her daim zikirdedirler. Zikirden hiç gafil kalmazlar. En küçük yapı taşları, sözünü ettiğimiz tarzda yüce Allah’ı zikrederler. Çünkü iradeleri tamamen Allah’a (c.c.) bağlıdır. Allah ise şanını en mükemmel şekilde zikrettirendir. Sonra sırasıyla bitkiler ve hayvanlar gelir. Bitkiler tevekküllerinden yerlerinden ayrılmazlar. Hayvanlara göre zikre daha bir tutkundurlar. Çünkü iradeleri hayvanlara göre daha bir azdır, daha bir Allah’a bağlıdır. Hayvanlar zikirde insanlardan öndedirler. İnsan kadar bir iradeye malik olmadıkları için yüce Allah onlara zikir nimetini daha çok tattırmaktadır. İnsanların bazılarına aşırı benliklerinden, bencilliklerinden dolayı zikir hiç nasip olmaz.

Hadis-i şeriflerden anlaşılmaktadır ki, gökyüzünde bir karış boş yer bulunmamaktadır. Allah (c.c.) her yerde kendisini zikreden melekler yaratmıştır.

Şeytanlar hiçbir zaman bizden uzak değillerdir. İleri manevi hallerde varlıkları da görülebilir, daha doğrusu hissedilebilir. Onlar duman halinde tüm bedeni, organları sararlar. Letaiflerde nurların görülmesinde olumsuz etkilerde bulunabilirler. Sultani zikirle birlikte yapacağımız daimi zikirler (sayıya vurmadan yapılan zikirler) onların bellerini de kıracaktır.

Tasavvuf ve tarikat yolunun bazı temel esasları vardır. Bunlara uymadıkça zikir devleti pek ele geçmez. Geçse de zikirden lezzet alma nimeti pek bulunmaz. Bunlardan ikisine çok dikkat etmek gerekir: Birincisi nefsi her şeyden, herkesten küçük görmedir. Bu sayede başkalarından gelen kötülükler hoşnutlukla karşılanır. Nefse her kötülük az bile görülür. Bu da zikirde bu yoldan gelebilecek nefsani ve şeytani vesveselerin önünü tıkar. Zira başka zaman değil de tam ibadet sırasında nefis ve şeytanlar vesveseleri ile bu damarı çok kullanarak ibadetteki huzuru ve ihlâsı zedelerler. İkincisi dünyayı kalpten çıkarmadır. Dünya herkese başka türlü hitap eder. Çünkü herkes başka bir nimetine tutkundur. Ama para bu farklılıkları genellikle biraraya getirir, birarada toplar. Onun için zekât ve sadaka vermeye azami derecede dikkat etmek gerekir. Bu yolun, yani Nakşibendiyye tarikatının başında bulunan Hz. Ebubekir’in (r.a.) gerektiğinde her şeyini İslam dini için fedadan kaçınmaması boşuna değildir. Zekât ve sadaka verme gönlün dünyaya düşkün olmasını önler. Gönlü Allah’a bağlar.

Bu iki noktaya dikkat eden kişide Allah’ın izni ile zikir çekme aşk haline gelebilir. Özellikle gizli zikirde karşılaşılan büyük problemler, yani bu zikri çeken kişinin gizli zikir sırasında bu zikri çekemediğini veya şeytanların ve nefsin müdahalesi ile başka şeyleri zikrettiğini sanması ve zikir sırasında dünyevi şeyleri, insanlarla olan ilişkilerini düşünme sorunları Allah’ın izni ile bu sayede çözüme kavuşur. İnsanların çoğu başkalarıyla kavgalarını ve dünyayı (parayı) Allah’la aralarına perde koydukları için Allah’ı (c.c.) gönül huzuruyla zikredemezler. Allah’ı zikretmek isteseler bile bu böyle bir durumda onlara nasip olmaz.

‘Lafza-i Celal zikrinde’ kişi canlı veya toprak olmuş bedenini ve evrendeki cansız maddelerin atomlarını zikir halinde canlandırırken, ‘Kelime-i tevhit zikrinde’ ise insanın kendi bedenini, tüm evreni Allah’ın Zatı karşısında yok etmesi amaçlanır. Ölüm insan için bunu sağlar, kıyamet de tüm evrenin yok oluşunu gerçekleştirecektir. İnsan ölünce tüm bedeni toprak olacaktır, kıyamet kopunca da tüm evren yıkılacak, maddenin en küçük parçası olan atomlar bile dağılıp aslı olan yokluğa dönüşecektir. Baki kalan sadece yüce Allah’ın Zatı olacaktır. İşte Kelime-i tevhit zikri çekilirken bu esasa çok dikkat etmek gerekir. Zikir sırasında Allah (c.c.) dışında her şeyi yok bilmek gerekir. Onların faniliklerini göz önüne getirmek bu açıdan yararlıdır. Yine kendimizi mezarda çürümüş, tamamen toprak olmuş gördükten, daha doğrusu hayal ettikten sonra evrenin büyük bir patlama ile yokluğa karıştığı imgesini gözümüzün önünde canlandırabiliriz. Bu hayallerden sonra Allah’ın Zatının ezeli ve ebedi olduğunu, baki kaldığını düşünmek gerekir. ‘Yeryüzünde olan her şey fanidir, ancak celal ve ikram sahibi olan Rabbinin Zatı bakidir. (Rahman suresi, 26-27).’

Lafza-i Celalin hızlı çekilmesi gerektiğini belirtmiştik. Kelime-i tevhit zikrini de hızlı çekmek çok yararlıdır. Çünkü bu şekilde çekmek kişiye büyük bir coşku verir. Coşku da aşkı doğurur. Bir zikir aşkla çekildi mi kişiyi Allah’ın izni ile ileri makamlara ve hallere ulaştırır. Zikri çok hızlı bir şekilde çekmenin manası da aşktan ve aşk halini meydana getirmekten başka bir şey değildir. Aşk deliliğin en güzel şeklidir. Peygamberimiz (s.a.s) şöyle buyuruyor: ‘Allah’ı o kadar çok zikredin ki size deli desinler.’ Tespihi hızla çekme dolayısıyla ‘la-ilahe’ tespihin bir tanesine, ‘illallah’ diğerine denk düşebilir. Ama yine de bu iş kişiden kişiye değişebilir. Aslında tespih böyle bir anda sayıyı belirleyen bir alet değil, coşku sağlayan bir unsur olur. Elbette Nakşibendiyye tarikatında Kelime-i tevhit zikri kalple çekilmez. Kişinin kendi duyacağı bir ses ayarıyla zikredilir. Virtte doğal olarak sayıyı korumak hâkim olduğu için Kelime-i tevhit zikrinde tespih taneleri o kadar hızlı çekilemez. Ama sayısız zikirde coşkuyu artırmak için eldeki tespihi dediğimiz veya dilediğimiz tarzda kullanabiliriz. Zikrin o zaman tadına doyum olmaz.

İnsanın tek başına yalnız havas bilgileri ile (Allah’ın şu güzel ismini şu kadar çekersen şu faziletlere sahip olacaksın tarzında bilgiler…) zikre yönelmesi beraberinde büyük itikadi yanlışlıklar ve sapmalar da getirebilecektir. Zikir ehil birisinin, mürşid-i kâmilin rehberliğinde çekilmedikçe insana yarar kadar zarar da verebilir. Tabii bu sözünü ettiğimiz şey, Lafza-i Celal (Allah), Kelime-i tevhit gibi zikirleri çokça çekme ile ilgilidir. İnsan kararında oldukça, mürşid-i kâmilsiz, kendisi de yalnız başına zikir edinebilir. Bir takım haller yaşadığında bir mürşid-i kâmile danışabilir, başvurabilir. Esma-i Hüsna zikri de mürşid-i kâmile başvurmadan kişinin kendi isteğiyle çekilebilir. Ama yine de Esma-i Hüsnada da ihtiyatlı olmak lazımdır. En azından tasavvuf ve tarikat kültürünü hazmetmek gerekir. Tasavvuf ve tarikat kültürünün de temelini her an tövbe ve istiğfar halinde olma, nefisle mücadele etme, onu her daim küçük görme ve Allah rızasını amaç olarak kabul etme oluşturur. Çünkü şeytanlar hiçbir fırsatı kaçırmaz. Kılavuzsuz yola çıkanları çeşitli tehlikeler bekleyebilir. Örneğin yaptığı zikirle dualarının kabul edildiğini gören birisi istidraca (şeytani hallere) düşebilir. Benliği güçlenip kendisinde olmayan çeşitli büyüklükler görebilir, kibire ve ucuba kapılabilir. Çünkü zikrin neticesi birtakım haller yaşanmaya başlayacaktır. Bunların bazısı Rahmani bazısı da şeytanidir. Bunları insanın yalnız başına birbirinden ayırması imkânsızdır. Birbirlerine çok benzerler. Farkına varmadan şeytanın oyuncağı olabilir. Bunlar da insanı ebedi helake, pişmanlığa götürmeye yeter. Ayrıca vesveseye de düşebilir. Hele içinde bulunduğumuz çağda insanlar gerekli dini ve itikadi bilgilerden bile yoksunken onların ellerine verilecek böyle bir havas bilgisi Allah’ın (c.c.) güzel isimlerinin gereği ve amacı dışında zikredilmesine yol açacaktır. Onun için zikir yoluna gireceklerin bir mürşid-i kâmilin himayesine girmesi en doğru yoldur. Nefis tezkiye olmadıkça zikir, özellikle Esma-i Hüsna zikri ona yarardan ziyade zarar verecektir. Çünkü böyle bir kişi Allah’ın güzel isimlerine hep nefis hesabıyla bakacaktır. Bu da onu manevi olarak zarara sokacaktır. Hâlbuki Esma-i Hüsna zikrini çekmenin temel amacı Allah’ı övüp yüceltme veya O’nun güzel ahlakıyla ahlaklanmadır. O’nun rızası dışında her şey nefis hesabınadır. Allah’ın rızası dışında kendisine bir hedef çizen ve bu konuda Esma-i Hüsnadan umut bekleyen kişi ise yoldan çıkmıştır. Nefis ve şeytanlar onu aldatmıştır. Allah (c.c.) bu durumlara düşmekten bizleri korusun. Âmin. Evet, şu ayet-i kerime bu kişilere hitap etmektedir: “En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na en güzel isimlerle dua edin. O’nun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır (Araf suresi, ayet 180).”

Zikirde gafleti yok etmek için pratik bir çare olarak asla ihmal edilmemesi gereken şey, Allah’ın huzurunda olma duygusudur. Tabii aynı şey, namaz için de geçerlidir. Kişi gerek namazda gerekse zikirde Allah (c.c.) karşısında olduğu duygusunu kaybettiği zaman gaflete düşer. Bu durumda kıldığı namazlarda dünya meselelerini, kişilerle olan ilişkilerini düşündüğü gibi aynı şey zikir sırasında da geçerlidir. Yani sofinin kalbi ‘Allah’ demeye çalışır ama kafası dünya meşgaleleri ile insanlarla doludur. Dikkatini onlara vermiştir. İşte tam bu sırada iken hemen kendisini silkeleyip Allah (c.c.) huzurunda olduğu duygusuna sahip çıkıp bunu korumaya çalıştığında o dünyevi düşünceler, kişiler de kafasında uçar; zikir amacına uygun olarak çekilmeye başlar.

Kuşkusuz insan zikre koyulduğunda, hele bu Lafza-i Celal (Allah) zikri olduğunda şeytanlar derhal saldırıya geçeceklerdir. Şeytanların saldırıları vesvese yolu ile olmaktadır. Dinsel anlamda akla gelen kötü ve çirkin düşüncelere vesvese denir. Vesvese bilinçaltına yapılmaktadır. Kişi bunları sanki kendi düşüncesi imiş gibi algılar. Şeytanlar kalp ve letaiflere girebilmektedirler. Bu yüzden insanların duygu ve düşüncelerini takip edebildikleri gibi yine kalp ve letaifler yolu ile onu zikirden uzaklaştırmak için vesveseler (nabza uygun şerbet) vermektedirler. Şeytanlar kimin ne konuda zaafı olduğunu o kişiden daha iyi bilmektedirler. Şeytanlar en çok kompleksleri kullanırlar. Çünkü komplekslerde bastırılmış güçlü duygusal enerjiler (kişinin utandığı, ezildiği, sıkıldığı kimi yaşantı anıları ile birlikte) bulunur. Şeytanlar vesveselerde bunları günlük mesele ve kişilerle bağlantı haline getirerek zikrin gafletle çekilmesine neden olurlar. Kişi zikir sırasında bu vesvese dünyasında yaşamaya başlar. Onun için şeytanların bu hilelerinden hemen Allah’ın Zatının huzurunda olduğu duygusu ile silkinmek ve kendine gelmek gerekir. Allah’ın Zatının huzurunda olduğu duygusu bu tür kişisel zaafları ve şeytanların vesveselerini anında durdurur. Yok eder.

Fakat şeytanlar zorlu düşmanlardır. Sinsi sinsi yine yaklaşırlar. Zikirde olan sofinin zaaflarını ve komplekslerini kullanarak onu yine gaflete sürüklemeye çalışırlar. Onun zaaflarını ve komplekslerini günlük bazı hadiselerle ve şahıslarla alakalandırarak zikrini yine gaflet durumuna sokmaya gayret ederler. Şayet sofi Allah’ın huzurunda olma duygusunu yitirmezse ve korumaya çalışırsa şeytanların tüm çabaları boşa gidecektir.

Allah’ın Zatının huzurunda olmayı duygusal bir durum olarak tasvir ettik. Zira Allah’ın Zatı tasarlanamaz. Bu hadis-i şeriflerle de yasaklanmıştır. Allah (c.c.) varlıklara ait özellik ve niteliklerden uzaktır. Allah’ın Zatı ile ilgili akla gelebilen her hayal, Allah’tan (c.c.) uzaklaşmadır, yanlış bir yola sapmadır. Böyle Allah’ın Zatı ile ilgili akla gelen düşünceler ancak şeytanların vesveseleri sonucu oluşur. Kul bunlardan sorumlu değildir. Onun için takıntı yapamaya, suçluluk duygusu duymaya gerek yoktur. Ama hemen edep gereği Allah’ın Zatı bunlardan tenzih edilmelidir (Subhanallah, estağfirullah denmelidir.).

Gerek namaz kılarken gerekse zikir çekerken aslolan şey, Allah’ın Zatının huzurunda olma duygusudur. Bu öyle yüce bir duygudur ki, insan kendi küçüklüğünü, alçaklığını derinden hissederek yüce Allah’ın (c.c.) karşısında edep ve haya duyguları içerisinde bulunur. Buna ihsan hali denir.

Tasavvuf ve tarikat yolunun amacı bu ihsan halini daima canlı tutmaktır.

İhsan adı üstünde bir lütuftur. Allah’ın (c.c.) kuluna verdiği büyük bir armağandır. Bu nasıl büyük bir lütuf ve armağan olmasın ki?.. Bu evrenin sonsuz büyüklüğü karşısında bir toz tanesi kadar küçük olan dünyamızda iman sahibi bir insan ibadetleri sırasında tüm bunları yaratan yüce Allah’ın (c.c.) huzurunda olma duygusu ile şereflenmektedir. Bu şerefe ihsan hali demek ne kadar da uygun düşmektedir!..

İhsan halini bu ümmete bizzat Allahu Zülcelâl meleği Cebrail’i göndererek tarif ettirmiştir. Hadis mealen kısaca şöyledir:
Bir gün Peygamberimiz (s.a.s) mescitte oturuyor ve ashabıyla sohbet ediyordu. Bu sırada üstünde yolculuk yaptığına dair bir alamet olmayan, beyaz giysili ve siyah saçlı bir genç gelerek peygamberimizin (s.a.s) karşısına oturdu. Ona bazı sorular sormaya başladı. İslam nedir, iman nedir sorularından sonra ihsan nedir diye sordu. Peygamberimiz (s.a.s) ihsanı şöyle tarif etti: ‘İhsan, senin Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmendir. Zira sen Allah’ı göremezsen de O seni görmektedir.’

Demek ki ihsan, ibadetlerin kadrini yükselten büyük bir nimettir. Belki ibadetlere Allah rızasını koyan büyük bir iksirdir. İbadetler ihsan hali olmadığı zaman yoksullaşmakta, anlamlarını yitirmektedirler. İhsan hali bakırı altın yapan iksir gibi ibadetlerin suretlerini Allah rızası ile şereflendirmektedir.

Peygamberimizin (c.c.) ihsanı tarifi de dikkat celbedicidir. Bizim yaptığımız gibi ibadetler sırasında Allah karşısında olma duygusu diye tarif etmemiş, kulların Allah’ın Zatını kafalarında canlandırmalarını engellemek için dikkati Allah’ın kullarını gözetlemesinde toplamıştır: ‘İhsan, senin Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmendir. Zira sen Allah’ı göremezsen de O seni görmektedir.’

Peygamberimizin bu ihsan tanımında murakabenin de yer aldığını belirtelim. Murakabe, kişinin Allah’ın gözetimi ve denetimi altında olduğunu düşünmesidir.

Lafza-i Celal zikrini çekerken bu zikri çekemediğini veya başka bir şey zikrettiğini sanan kişi, Allah karşısında olma duygusu ile de büyük yararlar kazanır.

Lafza-i Celal zikri sırasında Allah (c.c.) karşısında tüm varlıkların zikir halinde olduğu; mikro âlemden makro âleme kadar her şeyin Allah’ı (c.c.) zikrettiği düşüncesi büyük kazanç getirir. Bunun dışındaki düşünceler, tefekkür grubuna girse de zikre zarar verirler.

‘Andolsun Davud’a tarafımızdan bir üstünlük verdik. ‘Ey dağlar ve kuşlar onunla birlikte tespih edin!’ dedik. Ona demiri yumuşattık (Sebe Suresi,10).’ Burada Hz. Davud’a (a.s.) verilen nimet, fazilet, üstünlük zaten doğaları gereği zikreden varlıkların (dağların yani yeryüzünün ve kuşların) Hz. Davud’un (a.s.) Allah’ı zikrettiğinde zikirleriyle ona iştirak etmeleridir. Kuşlar bildiğiniz gibi öterler. Öterken Allah’ı zikrederler. Dağlar (yeryüzü) en küçük yapı taşı olan atomlarıyla ve kozmik hareketleriyle yani yeryüzünün önemli bir parçası olarak gerek kendi ekseni gerekse güneş çevresinde dönüş hareketleriyle zikirdedir. Nasıl bir Mevlevi kalbinin etrafında dönerken (sağdan sola doğru) ‘Allah’ kelimesini iki hamlede iki hecede söylüyorsa gezegenler de böyledir. Bugünkü teknoloji ile gezegenlerin dönüşlerinde çıkardıkları (yüksek frekanslı) sesler Nasa kanalıyla tespit edilmiştir, bunlar internette bulunabilir. Kuşkusuz bu azim bir zikirdir. Hz. Davud Aleyhisselam bu varlıkların zikir halinde oldukları bilgisi ve bilinci ile zikrettiği için yüce Allah (c.c.), ona bu varlıklarla birlikte zikretme nimetini ve faziletini nasip etmiş olabilir. Zira hadis-i şerifte peygamberimizin (s.a.s) ifade ettiği gibi ameller niyetlere göredir. Zikirde bütün varlık âlemi ile birlikte zikretme niyeti böyle büyük bir ameli doğurmuş olabilir. Allah (c.c.) lutf u ihsanıyla her birimize bu büyük nimeti nasip ve müyesser eylesin. Âmin.
Biz ilk zamanlarımızda bu nurlara karşı çok meraklı idik. Tabii varlıklarını kitaplardan okurduk. Acaba gerçekten görebilecek miyiz, diye kendi kendimize söylenip dururduk. Bizden önce bu yola girenlere, ileri derecede zikir çekenlere bu ilahi nurları görüp görmediklerini sorardık. Onlar nedense konuşmak istemezler, Nakşibendiyye yolunda her şey gizlidir, sırlar söylenmez, kavilinden cevaplar verirlerdi. Dedikleri doğruydu. Bir insanın durduk yerde hallerini etrafa anlatması edebe aykırıdır. Tasavvuf ve tarikat yolu ise baştan sona edeptir. Bir de o kişinin gurura, ucuba düşmesine neden olabilir. Bu da telafisi mümkün olmayan büyük zararlar getirebilir. Ayrıca nazar tehlikesi de bunun cabasıdır. Allah her birimizi bu afatlardan korusun. Âmin. Kuran-ı Kerim’de yüce Allah, pek çok yerde ‘böbürlenenleri’ ve ‘övünenleri’ sevmediğini beyan buyurmuşlardır (Hadid suresi 23, Lokman suresi 18, Nisa suresi 36, Kasas suresi 76, vb.). Tasavvuf ve tarikat yolu nefsi ezmek ve hiç etmek sanatıdır. Kişi bu yolda kendisinde çok az da olsa bir varlık gördüğü zaman anında manevi ilerlemesi durur, çeşitli sıkıntılar yaşamaya başlayabilir. Bu büyük tehlikelere karşın Allah’a sığınarak ve sadatlardan manevi himmet dileyerek insanların bu konulardaki meraklarını gidermek, onlara tavsiyelerimizin daha etkili olması için, ayrıca onları rabıta ve zikre teşvik etmek gayesiyle yaşadığımız tecrübelerden birazcık da olsa kısaca bahsetmek istiyoruz:

Gerçekten sultani zikirde tüm vücudun veya bazı organların hücreleri titreşimdeki cep telefonu misali akıl almaz bir hızla zikretmektedir.

Gerçekten kalp ve letaifler açıldığında bu noktalardan, daha doğrusu göğüsten, ibadetler sırasında (namaz ve zikir gibi) çok büyük hazlar alındığı gibi gözler kapalı olduğunda değişik renklerdeki nurlar da görülmektedir.

Gerçekten değişik renkteki nurlar görüldükten epey bir zaman sonra saydam bir nur halesi, daha doğrusu nur kalesi insanı kuşatmaktadır. Bu insanı şeytanlara karşı korumaktadır.

Böyle nimetleri kullarına bahşeden Rabbimize kelimeleri adedince şükürler, hamd u senalar olsun.

Sofiler rabıta ve zikirlerine dikkat ederlerse kısa zamanda bu söylediğimiz halleri yaşayacaklardır. Tabii tasavvuf ve tarikat yolunda bu halleri yaşamak önemli değildir. Bu konuda vesveselere düşmemek de gerekiyor. Çünkü insan bunlarla da imtihan edilebilir. İnsan bir ömürde bu halleri yaşamasa bile Allah’ın (c.c.) rızasına erebilir. Önemli olan da budur. Bu tür halleri yaşayan kişilerin de Allah’ın rızasına erdiğini düşünmek doğru değildir. Son nefeste imansız gitme tehlikesi peygamberler dışında herkes için geçerlidir. İmam-ı Rabbani Hazretlerinin (k.s) de dediği gibi Allah (c.c.) ahrette bizleri yaşadığımız manevi hallerden sorguya çekmeyecektir. Önemli olan Allah’ın emir ve yasaklarını (şeriatı) ve peygamberimiz (s.a.s) sünnetlerini yerine getirip Allah’ın rızasına ermedir. Rabıta ve zikirde amaç, Allah rızasıdır. Hal elde etmek değildir. Böyle bir isteğin kalpte olması bile bir fitnedir. İmtihan konusudur. Allah’ın rızası ile araya giren aşılmaz bir perdedir. Allah hepimizi bu tür afatlardan korusun. Âmin.

Özellikle rabıta sırasında insan nefsini çok ezmeli, kendini toprak misali yok bilip sadatlardan gelecek feyze ve nura talip olmalıdır. Aslında bu bütün ibadetlerde, hatta yaşamın her anında böyle olmalıdır.

Allah fazl u ikramıyla bizlere son nefese kadar zikrini ve mürşid-i kâmile yapılan rabıtayı sevdirsin ve bizlere her daim rızasını nasip eylesin. Âmin.

Muhsin İyi
 

striker

Kayıtlı Üye
Katılım
19 May 2012
Mesajlar
446
Tepkime puanı
19
pekte kısa ve öz açıklamışsın :)
tşk ler
 

karabay

Kayıtlı Üye
Katılım
13 Haz 2014
Mesajlar
24
Tepkime puanı
2
çok aydınlandım ALLAH CC .razı olsun kardeşim..
 
Ü

Üye silindi 56746

letaifi çakralarla özdeşleştirme çabamız boşuna; çakraları kendi yöntemlerimizle, çabamızla kısmen de olsa dengede tutmak mümkün iken latifelerin birer birer açığa çıkması için bir mürşid-i kamil şart. ayrıca bir latife zuhur ettikten sonra diğeri kapanırsa o kapanan latifeye geri dönülüyor, her birinin ayrı zikri var vs. vs. ve tabii ki esas amaç Allah'a erişmek; iç huzuruna ermek ya da hayattaki aksaklıkları gidermek ve doğru eylemleri hayatımıza çekmek değil.
 
Üst